31 Ağustos 2012 Cuma

BİZİM KEDİLER BÜYÜYOR...


Merter'de oturduğum apartmanın çıkıntısının altında altı yavru doğuran kedi, apartman sakinleri ve çevre esnafın sayesinde hiç birini kaybetmeden büyütmenin mutluluğunu yaşıyor...
(Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu) 

30 Ağustos 2012 Perşembe

HAYDİ BALIĞA...


Sarıyer'de balıkçılar ağlarını onarıyor...
                  1 Eylül Cumartesi günü balık avlama yasağı kalkıyor. Yasağın kalkacak olması nedeniyle tekne balıkçıları teknelerini ve ağlarını hummalı bir şekilde bakımdan geçiriyor. Balıkçılar, bu yıl balığın bol olacağından umutlu olduklarını, ancak “gırgırcılar” ve “ağcıların” aç gözlülüklerinden endişe duyduklarını dile getirdiler.
Cenk Varlık müşterilerine olta seçiyor...
          Bu arada çinekop ve palamut mevsiminin başlaması nedeniyle olta balıkçıları da heyecanlı… Oltacılar eksiklerini gidermek için balık malzemeleri satan dükkânlara koşuyor. Beşiktaş’ta olta ve kamp malzemeleri satan Cenk Varlık, olta balıkçılığını genelde emekli vatandaşlarla zamanı bol olan insanların yaptığını belirtti.
          Cenk Varlık, vatandaşların olta dükkânlarına bu günlerde akın etmesinin nedenini  şöyle açıkladı:
          “İstavrit 15 gündür düşüşe geçti. Şimdi Çinekop mevsimi başlıyor. Bir de palamut da çıkmaya başladı. Bir aksilik olmazsa balık bolluğu yılsonuna kadar devam eder. Kar yağınca kesilir, balık dibe kaçar. O yüzden vatandaşlar da balık bolluğundan nasiplenmek istiyor.”
          Varlık,  beş-altı sene önce müşterilerinin daha sağlıklı ve daha dayanıklı olduğu için Kore ve Japonya malzemelerini aldıklarını, şimdi ise daha ucuz olan Çin mallarını tercih ettiklerini sözlerine ekledi.
Rumeli Kavağı'nda 1 Eylül hazırlığı yapan tekneler... 
(Yazı ve Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

29 Ağustos 2012 Çarşamba

ESKİ KOMŞULAR CEMİYET'TE BULUŞTU...

(Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)
      Basınköy'deki gazeteciler sitesinde uzun yıllar komşuluk yapan gazeteci-tarihçi-araştırmacı Orhan Koloğlu ile Hayat Mecmuası eski yazı işleri müdürü-karikatürist-ressam Hikmet Andaç, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nde (TGC) buluştular...

                                              BASINKÖY’ÜN BASILMASI

       Orhan Koloğlu ve Hikmet Andaç, Basınköy’de oturan bütün gazetecilerin evlerinin 12 Mart’ta nasıl arandığını anlattılar.
      Orhan Koloğlu:      
      “12 Mart’ta Basınköy’deki evimizi basıyorlar. Ben o zaman yurt dışındaydım. Hem de Türkiye’nin basın ataşesiydim. Annem evdeydi. Anneme; ‘Bütün solcu kitapları getir teslim et’ demişler. Annem yaşlı bir kadın, şaşırmış: ‘Ben anlamam’ deyip kenara çekilmiş.
       Eve baskına gelen askerlerin başında bir teğmen varmış, askerler evi aramışlar, ama bir şey bulamamışlar. Çünkü çoğu yabancı dilde kitaplarımdı… Sonra çekip gitmişler, ama annem çok korkmuş, gitmiş bir kadın gazeteci arkadaşımızı çağırıp eve getirmiş, ‘Şu sol içerikli kitapları ayıkla’ demiş.
       Bu gazeteci arkadaşımızda ayıklamış, ayıkladıklarını sobaya koymuşlar, sonra da yakmışlar. Ben yurt dışından döndükten sonra Ankara’da “Hilton”da ağırladılar.
     Hikmet Andaç:
O baskında ben de eşim de evde yoktuk. Yalnız bütün gazetecilerin evlerinin tek tek arandığını biliyorum… 
(Yazı ve Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

26 Ağustos 2012 Pazar

KADIKÖY-KARTAL METROSUNDAKİ KOKU!..


        Bu pazar (26 Ağustos) Kartal-Koşuyolu Kalp Hastanesi'nde yatan bir yakınımı ziyaret için Kozyatağı'ndan, Kadıköy-Kartal arasında 17 Ağustos'tan beri çalışan metroya bindim. Yürüyen merdivenleri iner inmez bir koku hissettim. Tanıdık bir kokuydu...
       Dönüşte Kartal istasyonunda bindiğim metroda aynı koku yine vardı; ama Kozyatağı'ndaki kadar hissetmedim. Sanırım burnum biraz alıştı. Gübre kokusunu andıran kokuyu benim gibi hisseden bazı yolcular; "Bu ne kokusu? Bööö..." diye tepki gösterirken, çoğunluk tepki vermiyordu. Kokunun yeni vagonlardan kaynaklandığını düşünüyorum, umarım yetkililer en kısa zamanda bir çaresini bulurlar.
       Ha unutuyordum;  yolcular inerken metro vagonlarının dışını fotoğraflarken, güvenlik görevlisi fotoğraf çekmenin yasak olduğunu söyledi. Herkesin elinde bir cep telefonuyla görüntü aldığı bir zamanda metroda fotoğraf çekmenin neden yasak olduğunu çözemedim...
(Yazı ve Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)  

ÜSKÜDAR SAHİLİNDE MEDİTASYON...

                                                  (Fotoğraf: Rüya Özkalkan)

25 Ağustos 2012 Cumartesi

ÜÇÜ DIŞINDA HEPSİ ÖLDÜ...

                          Bahasor Köyü'nde emanet bir fotoğraf makinesiyle çektiğim ilk fotoğrafım...
                                                     (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)
           
            Sultanahmet Ticaret Lisesi’nde okurken, 1974 yılının Haziran ayı sonlarına doğru Erzincan’ın Refahiye kazası Bahasor köyüne, yani doğduğum köye gittim. O yıl babaannemin köyü olan Pusans’ta akrabaların bir düğünü vardı. Köyden kente gelin götürülecekti. 10-15 evin bulunduğu köyde düğün üç gün üç gece sürdü.
            Üç gün boyunca akşamları tam bir şenlik havası içinde geçti. Önce kız evinin yakınındaki harmanda yakılan ateşin etrafında doyasıya halaylar çekildi. Ardından bir odası “meyhane”ye çevrilen köylülerin evlerine misafirler pay edildi. İstanbul, çevre köy ve ilçeden gelen misafirleri ev sahipleri kusursuz ağırlamak için adeta çırpınıyordu. Çünkü sonraki günlerde misafiri en iyi ağırlayan kişi ve evi günlerce konuşuluyor:
- Helâl olsun adama, misafirlerini en iyi Afilli ve Adanalı Memet ağırladı! diye o kişi ve ev halkı hakkında övgüyle söz ediliyor; bu övgü de o ev sahibi için yetiyordu…
             Hatta sonraki düğünlerde en iyi ağırlayan ev tercih edileceğinden, ev sahipleri misafir ağırlamakta adeta yarışıyor; üç gün üç gece neredeyse kirpiklerini yummuyorlardı.
            Oğluna gelin götürecek düğün sahibi İstanbul’da bakkaldı. O yıllar bakkal dükkânı olan bir kişi zengin sayılırdı. O yüzden rakı da yemek de bolcaydı. Ertesi gün kimin çok içtiği, kimin sarhoş olduğu ve olmadığı tartışma konusu olur:
             - Helâl olsun Çaho Cemal’e neredeyse bir büyük bitirdi, adama hiçbir şey olmadı, diye övülüyordu.   
            Unutuyordum, davulcu-zurnacı da önemliydi. Zurnacı civar köylerin en iyi zurnacılarındandı; adı “Zurnacı Sebo”ydu…
             Düğünün son günü gelin anne evinden çıkarılıp ata bindirildiğinde:
- Sebo hele şu zurnanı çıkar, kız anasını bir ağlat! dediklerinde, Zurnacı Sebo bütün hünerlerini sergiledi. Sol eli sabit dururken, sağ elinin parmaklarını zurnanın ağzına yakın kısmından başlatarak bütün deliklerine bir çırpıda dokunup ucuna kadar kaydırıyor, tekrar başa dönüyordu. Bu hareketleri yaparken, avurtları da bir şişip bir iniyordu. Sebo, zurnayı öttürmek için var gücüyle üflüyor; ağzında biriken sular zurnanın ön deliğinde annenin kızı için akıttığı gözyaşları gibi yere damlıyordu.   
Davulcu Çılto da zurnacıdan geri kalmıyordu; davulunu patlatırcasına çalıyordu. Çünkü bir düğünde zurnacı kadar davulcusu da önemliydi. Bir birlerini tamamlamaları gerekiyordu. O yüzden davulcu Çılto da Zurnacı Sebo’dan geri kalmıyordu.   
             Üç gün üç gece sonunda düğün alayı İstanbul’a uğurlandıktan sonra ben de kızın babası “Değirmenci Hüseyin”le Erzincan’a geçtim. Oradan Germili köyüne… Burada akrabalarımızın yanında birkaç gün kaldıktan sonra tekrar kendi köyüme döndüm.
            Köyümde İstanbul’dan bir arkadaşımdan emanet olarak aldığım üstten bakmalı (sanırım Leica marka idi) fotoğraf makinesi ile fotoğraflar çektim. İlk defa fotoğraf çekiyordum. Arkadaşımın bana anlattıklarını uygulamaya çalışıyordum. Çektiğim fotoğraf karelerinden en çok beğendiğim ve elimde kalan yukarıdaki fotoğraf.
            O fotoğraf karesinde köydeki komşularımızın arasında babaannem Fidan da (oturan sağdaki) bulunuyordu. O fotoğraf karesinde dedem Dursun yok; ama niye yok onu şimdi hatırlamıyorum.  Neticede o fotoğraf karesinde yer alan 10 kişiden yedisi şimdi yaşamıyor…
            Yaşayanlardan birisi o sıralar 2-3 yaşlarında olan ve yerde dedesi Rıza’nın kucağında olan Ercan ile babası Özcan. Bir diğeri de Özcan ile ele tutuşan arka sırada sağdan üçüncü kişi İmdat…
(Yazı ve fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)   

EMİRGAN VE BOĞAZ'DA BİR GÜN...


        Bugün (25 Ağustos Cumartesi) apartmanda tam bir sessizlik hakimdi. Yazmak ve dinlenmek için müthiş bir fırsattı, ama hava çok güzeldi; adeta insanı dışarı davet ediyordu. Davete hayır diyemedim saat 13.00’ü biraz geçe evden çıktım.
        Çok zaman apartmandan çıkarken eski mahalleye doğru, yani sağa doğru ayaklarım çekerken, bugün o yöne istekli değillerdi sola çektiler. Ben de onlara uydum; nereye isterlerse götürsünler dedim. Önce metrobüse doğru giderken, ani bir kararla tramvaya dönüş yaptılar. Beynimde onlara uydu. Tekstil dükkân ve mağazalarının önünden geçerek tramvay durağına vardım.  
        Gelen tramvay kalabalıktı, ama ben boşunu beklemedim bindim. Çapa durağında oturacak bir yer buldum. Kabataş’ta Sarıyer istikametine giden İETT otobüsleri durağına geçtim. İlk gelen ve oturacak yerleri bulunan bir otobüse atladım. Otobüsün üzerinde “Atışpoligonu” yazıyordu. İstinye tarafına gittiğini tahmin ettim. Gittiği yere kadar gitmeye karar verdim, ancak Emirgan’ın üst kapısına yakın bir yerde geçtiğini fark edince otobüsün iniş düğmesine bastım ve indim.
         Emirgan’ın üst giriş kapısından içeri girmemle bir sürü gelin-damatla karşılaşmam bir oldu. Daha önce geldiğimde de dikkatimi çekmişti, ama bu kadar fazla gelin-damat ve onlara pozlar verdiren fotoğrafçılarla karşılaşmamıştım. Başta belirtmedim, bugün hiçbir şekilde fotoğraf çekmemeye kararlıydım. Bu kararlılığımı uzunca bir süre korudum. Ancak Emirgan’ın çıkışına yakın bir yerde Boğaz ve Fatih Sultan Mehmet Köprüsü beni yine büyüledi. Dayanamadım çantamdan fotoğraf makinemi çıkardım; çekmeye başladım.
         Emirgan’ın alt çıkış kapısında belediyenin yeni bir düzenleme çalışması vardı. Parkta kuruyan bir ağaç vardı, ağaca dokunmadan çalışma yapmışlardı. Bir kare kuruyan ağaçtan çektim. Emirgan İETT durağından karşıya geçtim, yüzen çocukların, sahildeki insanların, Boğaz’dan geçen dev tankerlerin fotoğraflarını çektim. Durağa döndüm; otobüs beklemeye başladım. Dikkatimi Mercedes otomobilinden inen şoförünün arabaya itmeye çalışması çekti. İstinye tarafından gelen İzmir plakalı otomobile adamın gücü yetmiyordu; yardım istemesine gerek kalmadan gönüllü yurttaşlar arkadan itmeye başladı. Şoförü de tekrar şoför koltuğuna oturdu. Bu görüntü bana Ajda Pekkan’ın 1975’li yıllarda seslendirdiği “Aman Petrol Canım Petrol” şarkısının klibini anımsattı.
         Trafik her zaman olduğu gibi Arnavutköy-Ortaköy istikametine doğru yoğundu. Bir müddet sonra Taksim-Sarıyer hattında çalışan bir halk otobüsü geldi; bindim. Otobüsün içinde gözüme boş olan cam kenarını kestirdim ve oturdum. Oturdum ama yerimden duramıyorum, her gördüğüm ilginç şeyin fotoğrafını çekmek için bir oturuyorum kalkıyorum. Fotoğraf çekerken de bazen önümdeki kişinin kafasına kolum değiyor, iki de bir özür dilemek zorunda kalıyorum.
         Ortaköy’e kadar yoğun olan trafik buradan sonra biraz rahattı. Bir ara Ortaköy'de inmeyi düşündüm; sonra vazgeçtim. Taksim’de evimin yakınında geçen otobüsü beş on dakika bekledim. Otobüsüm geldi, yine cam kenarında oturarak evime vardım.
(Yazı ve fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)
        
   

24 Ağustos 2012 Cuma

MÜNİH'TE GÖKKUŞAĞI...

                                             (Fotoğraf: Burcu Annakkaya)

23 Ağustos 2012 Perşembe

TGC'DEN LANETLEME...


        
       TGC: Gaziantep’teki hain 
      saldırıyı lanetliyoruz

      Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu, Ramazan Bayramı’nın ikinci gününde Gaziantep’te  sivilleri hedef alan hain  saldırıyı lanetledi.  
       9 vatandaşımızın hayatını kaybettiği, 57 vatandaşımızın yaralandığı saldırının barış ve demokrasiye de zarar verdiğine dikkat çeken Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu’nun açıklaması şöyle: 
        “Teröre ve şiddete karşı her zamankinden daha fazla dayanışmaya ihtiyaç duyduğumuz günleri yaşıyoruz. Barışın ve kardeşliğin ön planda olması gereken bayramın ikinci gününde gerçekleşen Gaziantep’teki hain saldırıyı lanetliyoruz. Kaybettiğimiz vatandaşların  ailelerine baş sağlığı,  yaralılarımıza acil şifalar diliyoruz.  Özgürlüğün, barışın ve  demokrasinin egemen olduğu, kardeş kavgasının olmadığı bir Türkiye hayalini gerçekleştirmek için toplumun tüm kesimlerinin daha fazla çaba göstermesini bekliyor, bu hain saldırıyı kınıyor, aynı acıların  yeniden yaşanmamasını umut ediyoruz.”

22 Ağustos 2012 Çarşamba

TGC LOKALİ'NDE YANGIN...


Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Lokali'nde bugün (22 Ağustos Çarşamba) saat 15.45 sıralarında yangın çıktı. Lokalin mutfağında elektrik kontağından çıktığı sanılan yangın, İstanbul Büyükşehir Belediyesi İtfaiye ekiplerince büyümeden söndürüldü. 
(Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

20 Ağustos 2012 Pazartesi

KATILA KATILA GÜLEN YAVRU KEDİ...

           Bir sokak kedisi, Merter'de bizimde oturduğumuz binanın çıkıntısı altında yaklaşık bir hafta önce doğum için hazırlanan meyve kasasında bir batında 6 yavru dünyaya getirdi. Doğumdan sonra kedi yavrularının bol süt emmesi için marketinden fırıncısına, apartman sakininden sokaktaki vatandaşına kadar herkes seferber oldu. Bu insanlar yiyecek içecek getirip kasanın yanına bırakıyordu.  Bir kaç gündür bu "mutlu aile"yi fotoğraflamak istiyordum. Kısmet bugüneymiş... 
          Öğlen saatlerinde ailenin ziyaretine elim boş gittim. Bir kaç kare fotoğraf almak için üzerlerine kapatılan ve yarı açık şekilde konulan plastik kasayı almak için hamle yaptım. Hiç ummadığım bir tepkiyle karşılaştım. Önce benim yiyecek bir şeyler getirdiğimi sanarak miyavlayan kedi, yavrularına zarar vereceğimi zannederek bana patilerini ve dişlerini gösterdi. Kedi uzun uzun "pıssss" diye tepki verirken, yavrularından birisi ise annesinden korktuğumu sanarak katıla katıla gülüyordu!..
          Şaka... Şaka... Çektiğim iki fotoğraf karesinden birinde böyle bir görüntünün ortaya çıktığını fark ettim ve blogda kullandım. 
(Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

GÖKDELENLER VE İSTANBUL'UN TEPELERİ...

                                                              Kayışdağı
Çamlıca
İstanbul'un Anadolu ve Avrupa yakalarında mantar gibi biten gökdelenler, kentin yüksek tepelerinden Kayışdağı ve Çamlıca'nın yüksekliğini aştı... (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

KADIKÖY İSKELESİ'NİN KÜÇÜK "BAĞLAMACISI"...

          Eski Kadıköy İskelesi'nde vapurdan inen yolcuları küçük "bağlamacı" karşılıyor.
                                                     (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

19 Ağustos 2012 Pazar

BOSTANCI İSKELESİ VE GÜN BATIMI...

                                               (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)      

18 Ağustos 2012 Cumartesi

BÜYÜKADA'NIN "UYKUCU" ARAP YOLCUSU...

Ramazan ayı nedeniyle İstanbul'a gelen Arap turist sayısında gözle görülür önemli bir azalma Büyükada vapurunda daha çok göze çarpıyor. Her zaman Arap turistlerden dolayı oturulacak yer bulunmayan Adalar vapurunda dün (19 Ağustos Cumartesi) bu kez koltuklar boştu. Bu fırsatı kaçırmayan bir Arap turist, püfür püfür esen vapurun en üst katında (güvertede) dört kişilik bir koltukta uyurken... (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

HİKMET AKSOY'DAN BİR FIKRA...




Gurbet - Sıla Buluşma Bayramı...

Temel ile Dursun gurbette...  
Fadime ile Dursune yol gözlüyorlar kocaları gelecek diye.
Sordum kendilerine:
- E kızlar, haçan kocağız gurbette, 
siz ne yapacasınız yalnız gene burada?
Fadime de, Dursune de gözüme alaylı 
alaylı baktıktan sonra yanıt verdiler:
- Sen da mi, bilmeysın... Temel da gelıyı, Dursun da... 
Haçan oyle bayram edeceğuk  ki  gelende... 

RAŞİT YAKALI'DAN...

                                                           İyi bayramlar...

17 Ağustos 2012 Cuma

İSTANBUL BOĞAZI'NDA YOĞUN TRAFİK...



İstanbul bayram nedeniyle bir yandan boşalırken, bir yandan da yabancı yolcu gemilerinin akınına uğruyor. Yabancı lüks bir yolcu gemisi Sarayburnu'nda "Ankara" yolcu gemisinin hemen yanına, üç tanesi de Karaköy-Salıpazarı'na demir attı. Salıpazarı'na demir atan dev gemilerden biri Marmara'ya açılırken, ikisi kenti gezen yolcularını bekledi. (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

GALATA KÖPRÜSÜ KORKULUKLARINA "BAYRAM BOYASI!"

Galata Köprüsü'nün korkuluklarına "Bayram Boyası" yapıldı! Köprü korkuluklarının yanı sıra, uyarı levhaları ve üzerinde binlerce insanın yürüdüğü asfalt yol da boyadan nasibini aldı... (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

İKİ KİTAP...


                     Aykırı Kadınlar
                                    (Osmanlı'dan Günümüze Devrimci Kadın Portreleri)

                                   Hüseyin Aykol


          Gazeteci-yazar Hüseyin Aykol, sol örgütlerle ilgili yıllar süren araştırmaları sırasında can sıkıcı bir gerçekle karşılaştı. Neredeyse bütün sosyalist örgüt liderleri erkekti. Yazar, konuyu biraz daha derinden araştırınca, Türkiye'de verilen toplumsal mücadele tarihinin aslında kadınlarla dolu olduğunu, fakat "erkek tarih"in onları ya görmezden geldiğini ya da öykülerini kısaltıp önemsizleştirdiğini fark etti.
         Yoksa solun yaşadığı başarısızlıkların temel nedeni kadınların hep geri planda kalmaları mıydı? 

Lider olarak öne çıkan kadınların yanı sıra, eşini yaratan, ama onun gölgesinde kalan kadınların da mücadele ve katkılarıyla anlatıldığı Aykırı Kadınlar, bütün bu düşünce ve çabaların ürünü olarak ortaya çıktı.
          Kitaptaki aykırı kadın portreleri:
Fatma Aliye, Yaşar Nezihe, Nuriye Mevlan, Nezihe Muhiddin, Semra Hanım, Cemile ve Rahime, Sabiha Sümbül, Margarete Wilde, Sıdıka Demir, Sabiha Sertel, Fatma Nudiye Yalçı, Suat Derviş, Neriman Hikmet, Yıldız Sertel, Nezihe Araz, Şekibe Çelenk, Gün Benderli, 1951 Tevkifatı Kadınları, Sevim Belli, Sevinç Özgüner, Mübeccel Kıray, Zehra Kosova, Behice Boran, Fatma Hikmet İşmen, İnci Tuğsavul-Özgüden, Mediha Gezgin, Beria Onger, Sevgi Soysal, Oya Baydar, Ayşenur Zarakolu, Duygu Asena, Meral Bekar, Kutsiye Bozoklar, Sabahat Karataş, Mukaddes Erdoğdu, Yaşar Seyman, Filiz Koçali, Nevin Berktaş, Ayşe Düzkan, Füsun Erdoğan, Leyla Zana, Gültan Kışanak, Gurbetelli Ersöz, Hacer Arıkan,Emine Ayna, Ayçe İdil Erkmen, Sabahat Tuncel.  

              Yakın Doğu'da Kadın
                                                   (Dışlanmışlık - Eşitsizlik)

                             Ergün Sönmez


(İnci Tuğsavul'un önsözüyle)
“Beyaz adam, önce babamı öldürdü,
Çünkü babam onurlu idi!
Beyaz adam babamın yokluğunda annemi kirletti
Çünkü annem güzeldi
Beyaz adam biz sahipsiz çocukları köle aldı” 
der siyahi şair.
Sömürgeci sistem, en büyük derebeyi ve en zorba erkektir.
Sömürgecilikte, askeri egemenlik, işgal, tecavüz ve insana ihanetin sınırı oktur.
Soykırıma varan sömürgecilikte; bilimin, kimliğin, ulusun, ülkenin, hak ve genel insanlık değerlerinin tümden inkarı söz konusudur.
Kadın insiyatifi elden bırakmamak için, erkek egemen eşitsizliğe ve sömürgeci-sömürü sisteme karşı direnmek üzere öne atılır.
Kadın mücadelesi ile evde edindiği inisiyatifi sokağa yansıtır. 
Kürt ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesinde kadının etkinliği bu sürecin sonucunda oluşmuştur. 
Konular:
-Toplum Şekillerine Göre Cins Durumu
-Türkiye'nin Kadın Problemi ve Kürt Kadın Hareketleri
-Türkiye'de Cins ve Cinsel Yaşamdaki Ayrımcılığın Durumu
-Ailede ve Okullarda Kızların Dışlayıcı ve Farklı Öğrenim ve Eğitim Durumu
-Kadının Cinsel Yaşamının Dışlanması ve Kızlık Zarının "Kutsallığı"
-Cinsin Kendisini ve Bulunduğu Toplumu Tanımasında Kısa Bir Açıklama
-Sosyalizmde Gerçek Cins Eşitliği ve Kadın Özgürlüğü

EZGİLERLE MÜZİK...



Mehmet ÜNLÜ

       Merhaba değerli okurlar,

       Bendeniz 1978 yılından 1995 yılına kadar yazılı basında birçok gazetede foto muhabirliği, muhabirlik, büro şefliği, redaktörlük yapmış, 1995 yılından itibaren de görsel basına geçerek muhtelif TV kanallarında muhabirlik, editörlük, istihbarat şefliği ve haber müdürlüğünün yanı sıra, program metin yazarlığı yaptım. Emekli olmama rağmen bitmez tükenmez sevda nedeniyle hâlâ fırsat buldukça editörlüğü ve yazı yazmayı sürdürüyorum.
       Ancak, küçük denecek yaşta mandolin öğrenmeye başladım, kurslara devam ettim. Armoni, solfej ve şan dersleri aldım.. Bir iki yıl sonra akustik gitar sahibi olup, onunla hastalık derecesinde ilgilendim.. Birçok hocadan ders aldım, kendimi geliştirmeye çalıştım.. Lise yıllarında okul orkestrası kurup, konserler vermeye başladık.. Yaz aylarında da  düğün salonlarında çalışıyorduk. Bu uzun yıllar böyle devam etti.. Askerliğimi orduevinde müzisyen olarak yaptım.. Askerlik sonrası daha kaliteli ve bu kez klasik gitar edinip, sevdiğim bir tür olan Latin ve Nostalji Müziği ile ilgilenmeye başladım.. Ve iyi repertuar oluşturduğuma inanıyorum. Hâlâ bir yandan müzikten de uzak kalmamaya çalışıyorum.
       Çok sevdiğim değerli kardeşim, meslektaşım Süleyman Boyoğlu ile bir ara sohbet ederken bana “Babıali News” adlı sitesinden bahsetti.. Çok beğendim, bir gazeteci gözüyle oluşturduğu sitenin şirinliği ve sıcaklığı beni yazmaya itti. Süleyman, müzik konusunda yazı yazmamı isteyince tereddütsüz kabul ettim. Kendisine teşekkürlerimi sunuyorum.
       Bundan böyle, zaman zaman  sizlerle buluşacağız.. İlk yazımı sunuyorum:

                   MÜZİĞİN TOPLUMDAKİ YERİ VE ETKİSİ

       Müziğin tek bir dili  olduğunu bilmeyenimiz yoktur.. Müziğin, özellikle ruhumuzun yenilenmesi ile birlikte yüreklerimizin ferahlamasına büyük destek olduğunu çok iyi  biliriz. “Müzik ruhun gıdasıdır” özdeyişi ise küçük yaşlardan beri hepimizin belleğindedir. Sizlere, Latin Müziği’nin, Flamenco’nun, Rockn’Roll’un, Cazz ve Blues’un, Pop Müziği’nin ve müzik dünyasının o muhteşem  güzelliklerini, adını tarihe altın harflerle yazdırmış sanatçılarını, çok değerli müzisyenlerle ilgili çeşitli bilgiler aktarmaya çalışacağım.
       Bu ilk yazımda, müziğin genel olarak çıkış noktaları, değeri ve yeri konusundaki  bilgileri paylaşmaya çalışacağım.
       Müziğin kendine özel anlatımı, duyguları ve bunları insanlara kuvvetle hissettirmek gibi ayrıcalıklı bir yeteneği var. Tabi bu yeteneğin aktardığı mesajlar, söz ve  müziğin harmanlanarak, enstrümanlarla bütünleşip, ezgiler halinde yayılmaktadır.

                              Kaliteli Müzik 

        İşte bu noktadan itibaren müziğin kalitesi sorgulanır.. Ben de  müziğin her yönüyle kaliteli yapılmasından ve yaygınlaştırılmasından yanayım…
        Nedir bu kaliteli müzik? Bu sorunun cevabının apar topar verilmemesi gerektiğini düşünüyorum.
        Günümüz müzik piyasasına şöyle bir dönüp baktığımız  zaman, müzikalitenin ne durumda olduğu ortadadır.. Hani, eskilerden gelen bir cümle vardır ya ara sıra hatırlanan, “eskiye rağbet olsa idi, bit pazarına nur yağardı”..  Evet..  Ne yazık ki, eskiyi arayışın, eskiye özlemin burunlarda tüttüğünü bal gibi görüyoruz.
        Peki, bu özlem niye, neden geriye dönüş harekâtı ile arşivler karıştırılarak, eski melodiler yeni versiyonlarla sunulmaktadır?
        İşte, bunun tek nedeni, sadece ve sadece  kaliteli beste yapılmaması. Üretim  artık yok. Nerede o besteciler?.. Nerede o aranjörler?  Ve nerede o söz yazarları?..
        Buradan soruyorum.. Var mı, eskilerin pabuçlarını dama atabilecek kişiler?..
        Sizce var mı?
        Bence yok!..
        Bakınız, bu sözlerim  asla birilerinin damarına basılması amacını taşımamaktadır.. Ama bir hafta, on beş gün gibi kısa sürede yazılan şarkıları duymak zorunda kalıyoruz ne yazık ki..
        Duygu yoksunu, “Synthesizer”dan programlanmış efektlerin eşliğinde, ne anlattığı anlaşılamayan sözlerle, “ucube” müzik türlerinin genç beyinlere aşılanmasıyla, toplumumuzun içinde bulunduğu durumu, psikiyatristler de açıklayamaz halde..
        Buradan, bir Çiğdem Talu, bir Melih Kibar, bir Fecri Ebcioğlu, bir Sezen Cumhur Önal gibi yazdıkları şarkı sözleriyle, Atilla Özdemiroğlu gibi besteci ve aranjörlüğüyle Türk Pop Müziği’nde adını altın harflerle yazdırmış birçok üstadın yerini doldurabilecek kim var diye sormak, sorgulamak gerekmiyor mu? .. Bu değerler, popüler müziğimizin temel taşları olarak bir çırpıda hemen aklımıza gelenler…

                             Unutulmaz Sesler

       Unutulamaz sesleriyle; Barış Manço, Tanju Okan, Cem Karaca, İlham Gencer, Şevket Uğurluer, Alpay, Dario Moreno, Bülent Ortaçgil, Edip Akbayram, Sezen Aksu, Leman Sam, Fatih Erkoç, Metin Ersoy, Ömür Göksel, Timur Selçuk, Özdemir Erdoğan, Ajda Pekkan, Ersan Erdura, Erol Evgin, Erol Büyükburç, Salim Dündar, Ferdi Özbeğen, Yıldırım Gürses, Selçuk Ural, Rana-Selçuk Alagöz, Zülfü Livaneli, Erkin Koray, Fikret Kızılok, Timur Selçuk, Nüket Duru, Nilüfer, Hümeyra, Ayla Algan, Esmeray, Füsun Önal,  Ayten Alpman, Esin Avşar,  Berkant, Kayahan, Selda Bağcan gibi değerli yorumcular ve Süheyl Denizci, Doruk Onatkut, Şerif Yüzbaşıoğlu, Beyaz Kelebekler, Haramiler, Modern Folk Üçlüsü, İstanbul Gelişim, Üç Hürel, Moğollar, MFÖ gibi değerli orkestra ve gruplar yeri dolduramayacak müzisyenlerin şarkıları uzun yıllar top-on olarak yer alır, 45’lik plakları 33’lük albümleri yok satardı..
        Onno Tunç, Norayr Demirci gibi aranjörler de Popüler Müziğimiz’e çok büyük katkılar sağladılar.
        1960’dan 1985’lere kadar  bırakın Türkiye’de, adları dünya çapında bir bir dolaşıyordu. Hatta, Dario Moreno, Marc Aryan, Adamo, Anne Marie David gibi Avrupa’nın tanınmış bir çok sanatçısı ülkemizde Türkçe albüm bile hazırladılar, çok sevildi, çok beğenildi, aylarca listelerin başlarında yer aldı..
        İşte, kaliteli müzik diye boşuna değinmiyoruz..
        Hani derdik, slow müzik, hızlı müzik diye.. Yani, slow deyince iz bırakan, kısacası beyinlerde yer eden aşk, ayrılık, hüzün kokan besteler; hızlı denince mutluluk, sevinç, çoşku anlatılırdı..
        Artık, hepsi birbirine karıştı.. Şarkıda, “sevgilimden ayrıldım, çok mutsuzum”, o beni terk etti şimdi ne yapsam” veya “bir daha  yüzüne bakmam, beni aldattı” diye yazılmış hüzün dolu sözlerin ardında, müthiş yüksek volümlü ve aşırı hızlı bir ritm, hani disko ritmi denilen müzik türü…
         Fakat, bir bakıyorsunuz, söyleyen ile izleyenler hepsi birden havalara zıplıyorlar.. Kimse yerinde duramıyor, kim ne kadar hızlı zıplarsa gibi bir de rekabet göze çarpıyor bu arada..
         Güya aşk veya hüzün anlatan şarkılar!..
         Peki, dinlerken üzüleceğiz mi, sevineceğiz mi?
         Karar vermek çok zor. Ama besteciler mutlaka aşk şarkısı yazmıştır(!), öyle değil mi?
         Artık, hızlı olanı da buyurun siz düşünün…
         Eleştriden kimse çekinmemelidir.. Biz burada, daha iyi, daha kaliteli müziğin yapılması adına görüşlerimizi ortaya koyuyoruz.. Kimseyi eleştirmek gibi bir niyetimiz yoktur, olmayacaktır da..
         Ama ne yazık ki günümüzde müziğin, sadece para kazanmak için bir araç olduğunu üzülerek görüyoruz..
         Üzülüyoruz..
         Çünkü  iyi müzik yapan sanatçılar azaldı, nerede ise bir elin parmakları kadar var ya da yoklar..
            
                     Popüler müzik başı boşluktan kurtarılmalı
       
         Sonuç olarak,
         Popüler müzik dünyamız, artık başı boşluktan kurtulmalı, kaliteli hale gelmeli, birkaç şarkı ezberleyip kendisine repertuar yaptım zannederek,  müziğe hasbel kader, iki şarkı ezberleyip (sanatçı!..)olmaya karar vermiş kişilere pirim verilmemeli diye düşünüyorum. Buradan, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün bir vecizesini aktarmadan geçemeyeceğim, Efendiler... Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz; hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz; fakat sanatçı olamazsınız. Yaşamlarını büyük bir sanata adayan bu çocukları sevelim. (1930)
       Hoşçakalın…

16 Ağustos 2012 Perşembe

TGC'DEN KINAMA...


            
        Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Yönetim Kurulu, Yeni Akit gazetesinde "Sakık'tan Bombalar" başlığıyla yayımlanan yazıda gazeteci Cengiz Çandar, Hasan Cemal, Ahmet Altan ve Yasemin Çongar'ın hedef gösterilmesini kınadı.
        Bugün 90 dolayında gazetecinin ceza evinde bulunduğunu, gazeteciler hakkında açılmış 10 bine yakın dava olduğunu hatırlatan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu’nun açıklaması şöyle:
       "Dışardaki gazeteciler de sözlü ve fiziksel şiddetle hedef alınmakta itibarsızlaştırılmaya çalışılmaktadır. Birçok gazeteci korku ve tehdit dolu günler geçirmektedir. Gazetecilerin gazeteciler tarafından hedef gösterilmesi ayrıca üzüntü vericidir. Gazetecilik, hiçbir zaman, görüşlerini paylaşmadığımız insanların afişe edilmesi veya hedef gösterilmesi mesleği olamaz. Olmamalıdır. Meslektaşlarımızdan Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'nin, 'Gazeteci; bilgi ve haber alma, yorum yapma ve eleştirme özgürlüklerini ne pahasına olursa olsun savunur' ve 'Gazeteci; başta barış, demokrasi ve insan hakları olmak üzere, insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur' ilkelerine titizlikle uymalarını bekliyoruz. Hedef gösterilen gazetecilerin can güvenliklerinin korunması için yetkilileri göreve çağırıyoruz."

ŞEYH BEDRETTİN'İN MEZARI...

                                     
      Bu sabah Sultan 2. Mahmut ve 2. Abdülhamit’in mezarının da bulunduğu Çemberlitaş’taki türbenin önünden geçerken yaşlı bir amcanın mermerlerin arasında fışkıran yeşil otları yolarken gördüm; bir kare fotoğrafını çektim. Sonra kendimi türbenin içinde buldum.
      Lise ve gazetecilik hayatım Sultanahmet ve Cağaloğlu bölgesinde geçti. Hâlâ da o bölgedeyim. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’ne (TGC) gidip gelirken hep önünden geçtiğim 2. Mahmut türbesine ilk girişim yıllar önce “İlk Basın Şehidi Hasan Tahsin”i anma nedeniyle olmuştu. Sonraki yıllarda da birkaç kez yine tören için gitmişliğim vardı. Bir kerede “Bâb-ı Âli Şenlikleri” kapsamında gitmiştim. Şenliğe katılan konukları gezdiren rehbere:
- Burada Şeyh Bedrettin’in de mezarı var, ondan neden bahsetmiyorsunuz?” dediğimde adam çılgına dönmüştü.
     - Biz Kültür Bakanlığı’nın verdiği bilgiler doğrultusunda hareket ederiz. Bize burada öyle birinin yattığından hiç bahsedilmedi vs. vs..
      Sesimi daha fazla çıkarmadım, çünkü şenlikleri benim de üyesi olduğum ve Basın Senatosu Sekreterliği yaptığım Cemiyetimiz düzenliyordu.
      Bundan birkaç yıl önce usta romancımız Yaşar Kemal’i ziyaretimde Şeyh Bedrettin’den söz açılmıştı. Yaşar Kemal’e:
-Yaşar Ağabey, Şeyh Bedrettin’in Sultan 2. Mahmut türbesinin içindeki mezarını biliyorsunuz.
-Evet, biliyorum, dedi.
-Şeyh Bedrettin’in mezarı diğer mezarların ihtişamı karşısında çok mütevazı kalıyor.
      Yaşar Kemal, heyecanlandı:
-Nasıl olur! Ne yapılması gerekiyorsa ben yardıma hazırım. Yalnız Kültür ve Turizm Bakanlığı ile konuşmak gerekir, demişti.
        Bugün türbeden içeri girdim, ardımdan biri kadın genç iki turist daha geldi. Ziya Gökalp’in, Hasan Tahsi’nin mezarlarının fotoğrafını çektikten sonra Şeyh Bedrettin’in yattığı gömütün başına gittim. Hemen hemen yerle bir seviyede olan Şeyh Bedrettin’in mezarının orta yerinde kırmızı bir gül ağacı vardı. Bir de mezarın mermeri üzerinde yavru kedi…
(Yazı ve Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

15 Ağustos 2012 Çarşamba

ABORJİNLERİN ÇALGISI...

Eminönü'nde bir genç, Aborjinlerin çalgısı olarak bilinen "Didgeridoo"yu özel bir teknikle üflerken, çalgıya ve sesine alışık olmayan vatandaşlar, meraklı gözlerle müzisyeni izlerken görülüyor. (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

HARUN KARADENİZ ANILDI...

68 kuşağı gençlik liderlerinden Harun Karadeniz, ölümünün 37. yılında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Burhan Felek Konferans Salonu'nda, 68'Liler Birliği Vakfı'nca düzenlenen forumla anıldı. Forumda arkadaşları kanser hastalığına yakalanarak genç yaşta yaşamını yitiren Harun Karadeniz'i anlattı. Harun Karadeniz sabah da Karacaahmet Mezarlığı'ndaki gömütü başında anıldı.
(Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)