29 Eylül 2012 Cumartesi

BABIÂLİ GÜNLERİ...

                                   
Yazı ve Fotoğraflar:
Süleyman Boyoğlu

          Benim de üyesi olduğum ve Basın Senatosu Sekreteri olarak görev yaptığım Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nce (TGC) bu yıl beşincisi düzenlenen “Babıâli Günleri” çerçevesinde bugün Basın Müzesi’nde saat 14.00’te gerçekleşen “Evrensel Kültür Perspektifinde Muhafazakâr Sanat” paneline katıldım.
          TGC Başkan Vekili Turgay Olcayto’nun yönettiği, TGC Genel Sekreter Yardımcısı Ahmet Özdemir, Yazar-Sanat Tarihçisi Gürol Sözen ve Yazar-Edebiyat Dergisi Genel Sanat Yönetmeni Beşir Ayvazoğlu’nun konuşmacı olarak katıldığı panelden sonra Babıâli Günleri kapsamında Gülhane Parkı’nda açılan stantları görmek için yürüyerek buraya gittim. Gülhane Parkı her zamanki gibi hareketliydi. Gazetelerin, televizyon kanallarının, yayınevlerinin ve radyoların stantları girişten az ileride sol tarafta yol üzerinde tek sıra halinde yerlerini almıştı.
         Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) standından geçerken bir gün önce Cemiyet’teyken bir göz attığım, ama tamamını okuyamadığım “Tutuklu Gazete”nin Eylül sayısını aldım. Bu sayıda gazeteci Hacı Boğatekin’in enfes bir yazısı vardı. “Zırlayan Eşeği Susturmak” başlığını taşıyan o yazıyı bir daha okumak istiyordum. TGC’nin standına da uğradım, günlük Bizim Gazete’yi alarak yoluma devam ettim.
          Konser alanına vardığımda Urfa’dan gelerek TGC’nin etkinliğine destek veren Mehmet Mahmutoğlu’nun şiirlerini keyifle dinledim. Bu arada Cemiyet’ten görevli arkadaşlar, saat 17.00’de konser verecek olan Özgür Doğan’ın (Barış TV’den) yerine saat 21.00’de konser verecek olan Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu’ndan arkadaşım Leyla Ünver’in sahne alacağını söylediler.
         Leyla’nın konserinin başlamasına yarım saatlik bir süre vardı. Hoparlörden yüksek ses çıkıyordu. Plastik bir koltuk alarak konser alanının en arkalarında bir yere oturdum. Burada Mehmet Mahmutoğlu’nu dinlemeye devam ettim. Sonra yanıma Leyla gibi yine benden bir alt sınıftan olan gazeteci arkadaşım Bilal Öztürk gelip oturdu.
         Leyla’nın saz ekibinin sahneye çıkmasıyla parkta bulunan turistlerin de konser alanına geldiklerini gördüm. Leyla sahneye çıktığında boş olan koltuklar ve çimlerin üzeri dolmaya başladı. Leyla insanlara duygulu ve keyifli anlar yaşattı. Konserin sonundaki hareketli parçalar ise hem bizim insanlarımızı hem de konseri izleyen turistleri hareketlendirdi. Onlar da halaylara katıldı. Renkli görüntüler ortaya çıktı. Ben de o anları fotoğraflamaya çalıştım…
                        
                  Leyla, konser sonrası kendisini tebrik eden okul arkadaşlarıyla.


ATEŞ NESİN DEDESİ ABDÜLAZİZ'İN EVİNDE...

                                 
                                                     (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)
                          
                                                             ŞEBİNKARAHİSAR NOTLARI...

        Babam Aziz Nesin, 1959 yılında  armatör Malik Yolaç'ın sahibi bulunduğu Akşam gazetesinde çalışırken, gazetesi adına bir yurt gezisine çıkar. Bu gezisinde, ata diyarı, baba ocağı Şebinkarahisar'a da uğrar. Aziz Nesin Şebinkarahisar'a gittiği zaman 44 yaşında şöhret basamaklarını hızla tırmanan genç bir gazeteci-yazardır.
        Ben ise utanarak söylüyorum, bugüne dek çok gitmeyi arzu etmeme rağmen Şebinkarahisar'a ilk kez, hemşehrilerimin isteği ve desteği, özellikle de eski adıyla Gölve, yeni adıyla da Ocaktaşı olan köyümüz derneğinin değerli başkanı Sayın Yakup Şeker'in davetiyle, ancak ilerlemiş bir yaşta, köyümüzün geleneksel olarak (Geçen yıl terör nedeniyle yapılamayan) 20 yıldır Luvat yaylasında gerçekleştirilen  festivaline eşimle  gidebildim.
        Bu arada  aynı günlerle çakışan ilçenin festivalini de görmek şansını yakaladım. Ben böyle bir gecikmenin geçerli bir mazereti olabileceğini kabul etmiyorum.. Ama yine de, "Geç olsun temiz olsun" sözünün arkasına sığınmaktan başka elimden başka bir şey gelmiyor. Bu konuda tek tesellim ve sevincim bu dünyadan göç etmeden önce oraları gidip görebilmiş olabilmem ve geleneklerine  bağlı olan babamın isabetli bir kararla aile kütüğümüzü Şebinkarahisar'da bırakmasıdır diyebilirim.

                                                   "YAŞAMIMIN EN HEYECANLI ANI"

       Yaşamımın en heyecanlı, duygusal ve anlamlı anlarından birini ben, şenliğe giderken uğradığım atalarımın köyü olan Ocaktaşı köyünde yaşadım. Dedemin (Abdülaziz) evinin bulunduğu bahçe kapısını itip içeriye adım attığımda, sanki buradan bir kaç gün önce bir iş için çıkıp gitmiş ve şimdi de geriye dönmüşüm gibi geldi bana. Altı hâlâ ahır olan köhne evin taş basamaklarını çıkıp, beni bekleyen tertemiz yatağıma uzanıp dinlenmek için sabırsızlanıyordum adeta. Heyecanım gerçekten doruğa ulaşmıştı. Duygularımın her bir yanımdan taşıp fışkırmasını  frenleyemiyordum.

                                         "HEMŞEHRİLERİMLE BİRLİKTE GÖZ YAŞI DÖKTÜM"

       Daha sonra İstek üzerine yaylada yapmış olduğum kısa konuşmamda ise neler dediğimi tam olarak anımsayamıyorum şimdi. Sadece bir ara ağladığımı, çevremde toplanmış hemşehrilerimin de benimle birlikte  göz yaşı döktüklerini ve ellerinde kağıt mendillerle sildiklerini gördüm. Bir ara içlerinden biri, o Anadolu insanının olanca saflığıyla bana dönüp, "Aynı konuşmayı bir kez daha yapabilir misin amca" dedi! Hemen anımsatayım; bu bölgenin insanları, hemşehriler birbirlerine sıkça amca diye hitap ediyorlar.

28 Eylül 2012 Cuma

TGC 5. BABIALİ GÜNLERİ...



                       “Uzman Habercilik"
Münevver ÇAKIRTAŞ

           Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) 5. Babıali Günleri, “Uzman Habercilik” paneliyle başladı. Panelde konusunda deneyimli haberciler, birikimlerini konuklarla paylaştı

          Türkiye’nin en büyük gazetecilik meslek örgütü olan TGC’nin gazeteciler arasındaki dayanışmayı güçlendirmek, gündemdeki sorunları paylaşmak amacıyla düzenlediği 5.Babıali Günleri, dün “Uzman Habercilik” paneliyle başladı. TGC Burhan Felek Konferans Salonu'nda yapılan panelin moderatörlüğünü TGC Başkan Yardımcısı Vahap Munyar yaptı.

                 MUNYAR: BİRİKİM OLUŞMUŞTUR

              TGC Başkan Yardımcısı Vahap Munyar, uzman gazeteciliğinin zaman içinde geliştiğini dile getirdi. Munyar, “Uzmanlıkta birikim oluşmuştur. Uzman haberci, haber yaparken bütün dengeleri çok iyi bilir ve tartar” şeklinde konuştu. “Uzman Habercilik” panelinde Literatür Dergisi Yayın Yönetmeni, Eğitim ve Sağlık Muhabirleri Derneği Başkanı Ziyneti Kocabıyık, Habertürk Ekonomi Yazarı Abdurrahman Yıldırım, Hürriyet Gazetesi Muhabiri Arda Akın ve Cumhuriyet Gazetesi Eğitim Editörü Figen Atalay konuşmacı olarak yer aldı. Panelde, “Tarafsızlık nasıl korunuyor?”, “Güvenilir haberciliğin şartları neler?”, “Uzman habercinin önündeki engeller” gibi birbirinden önemli ve merak edilen konular ele alındı. 

                     YILDIRIM: KARŞILIĞI YOK

    Uzman gazeteciliğin önünde çeşitli engellerin olduğunu dile getiren Habertürk Ekonomi Yazarı Abdurrahman Yıldırım, uzmanlaşan gazetecilerin ekonomik sıkıntılar nedeniyle başka yollara başvurmak zorunda kaldığını anlattı. Yıldırım, şunları söyledi.
     “Zaman içinde uzmanlaşan gazeteciler de gazetecilik mesleğinden uzmanlaştıkları alanlara geçerek gazetecilik mesleğini bıraktılar. Çok yetenekli olup da gazeteciliği bu şekilde bırakanları gördüm. Demek ki bir ücret sorunumuz var. Biz uzman gazetecileri istihdam edip, toplumun önüne koyamıyoruz. Sonra dışarıdan alanındaki uzmanları gazeteye getirip onlara yazı yazdırdık. Bu durum bir bakıma içeriden uzman gazetecilerin yetişmesine engel oldu. Türkiye’de uzman gazeteciliğin önünde kanunlar, siyasi engellemeler ve sektörün içinden gelen engeller var. Aslında potansiyel olarak uzman gazeteciye ihtiyaç var ancak arz yok.  Gazetelerin yapıları nedeniyle uzman gazeteciler yetişmiyor. Bu nedenle gazetelerin yapılarının değişmesi uzman haberciliğin önünü açacaktır”

                     ATALAY: UZMANLAŞMALI

      Cumhuriyet Gazetesi Eğitim Editörü Figen Atalay, uzman habercilerin en önemli özelliğinin ‘bilgi’ olduğunu söyledi. Atalay, “Bir konuda bilgi sahibi olmak, kişinin özgüven sahibi olmasını sağlıyor. Uzman haberciler, duydukları her haberi yazmadan önce kendi bilgi süzgecinden geçirirler. Yanlış yönlendirilmeye kapalı olurlar. Çünkü o alanda çok sayıda seminere gitmişlerdir. Yurt dışına gitmiştir, toplantılara katılmıştır. Uzman olduğu sektördeki kuruluşları, haber kaynağını, kimden hangi görüşü alacağını bilir” ifadesini kullandı.

                     KOCABIYIK: DAHA TİTİZ OLMALI

        Literatür Dergisi Yayın Yönetmeni, Eğitim ve Sağlık Muhabirleri Derneği Başkanı Ziyneti Kocabıyık, sağlık alanında haber yapmanın diğer alanlara göre daha zor olduğunu söyledi. Bu alanda yapılacak bir yanlışın, eksik aktarılan bir haberinin pek çok kişinin hayatını etkileyeceğini dile getiren Kocabıyık, iyi bir sağlık muhabir olmak için ise çok çalışılması gerektiğini belirtti. 
      “Umut tacirliği yapılmamalı” diyen Kocabıyık, “Örnek vermek gerekirse bitkisel kaynaklı ilaçların bir hastalığa iyi geldiği şeklinde yapılan haberler çok riskli. Bu konuda çok duyarlı olmak gerekiyor” dedi. Şu anda medyada sağlık muhabiri sayısının da azlığına dikkat çeken Kocabıyık, “Gazeteler sağlık muhabiri yetiştirmiyor. Şu anda ortada kalan bir alan” dedi. 

                  AKIN: ENGELLER KALDIRILMALI

      Hürriyet Gazetesi Muhabiri Arda Akın,  polis-adliye muhabirliğinde uzmanlaşma konusuna değindi.  Mesleğe başladığı günden beri polis-adliye muhabirliğinin değiştiğini ve geliştiğini dile getiren Akın, “Şu an resme bütün bakıldığında bu alanda iyi bir haber yapabilmenin ilk şartı güvenilir olmaktan geçiyor. Ama son zamanlarda gerçekten iyi bir gazeteci, bu alanda hak ettiği haberi alamayabiliyor. Bir haber kaynağımıza ulaşabiliyorsak diğerine ulaşamayabiliyoruz. Yaşanan süreçten memnun değiliz. Polis adliye konusunda şu an uzman gazetecinin yetiştiğini düşünmüyorum. Bu noktada uzman gazeteciliğin önündeki engeller kaldırılmalı” ifadesini kullandı. 
          TGC 5. Babıali Günleri etkinliği, panellerle, sergilerle ve Gülhane Parkı’ndaki konser, imza günleriyle 30 Eylül Pazar gününe kadar sürecek. 

EZGİLERLE MÜZİK...


Mehmet ÜNLÜ

                                 Türk Popüler Müziği’nin Tarihi (1)

                               
                           
         Batı müziğinin Türkiye'deki tarihi, 1826'ya dek uzanır. II. Mahmut, Yeniçeri ocağını "Osmanlı'yı temsil etmekten uzak" olduğu gerekçesiyle kaldırır, daha 'batılı' bir ordunun kurulmasını sağlar. Mehter müziğinin, giysilerinden yürüyüş düzenine kadar her şeyi değişen yeni orduya uymaması üzerine arayışlara girilir, Mehtehane kapatılarak yerine Muzika-yı Hümayun kurulur, bu yeni oluşuma uygun marşlar yazdırılmasına karar verilir.
        Bunun için Avrupa'dan getirilen bir müzisyen, Manguel, başarılı olamayınca 1828'de ünlü opera bestecisi Gaetano Donizetti'nin ağabeyi Guiseppe Donizetti İstanbul'a davet edilir. Sanatçı, gelir gelmez 'paşa' ünvanıyla onurlandırılır ve geniş yetkilerle göreve başlar: Bando için marşlar besteler ve yeni besteciler yetiştirir.
         Kantolar, ilk popüler batı müziği ürünleri kabul edilir. Sarayda icra edilen geleneksel 'ağır' musikiye halkça bir tepki sonucu ortaya çıkan bu tür, 1870 sonrasında, tuluat tiyatrolarında perde ve oyun aralarırıda söylenen şarkılar olarak ortaya çıkar ve işgal yıllarına dek hızla yayılır.
        Yerli operetlerin bestelenmeye başlaması batı müziğinin evrimi ve yayılması açısından önemli dönüm noktalarından birisidir. İlk yerli operet Dikran Çuhaevyan tarafından bestelenen "Leblebici Horhor Ağa"dır. Ocak 1876'da temsil edilen operet büyük ilgi toplayınca arkası gelir. Kantolar, operet şarkılarına çevrilir. Batı müziği, popüler anlamda yeni bir tür kazanır. Daha batılı ve giderek daha çoksesli.
        1900'lerin ilk yıllarında batı müziğinin seyri değişmeye başlar. Bu yıllar Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarıdır. Savaş ve işgal, sosyal yaşamda etkisini göstermiş, bir durağanlığa yol açmıştır. Halk, eğlenceyi daha az düşünür olmuştur... Bu yıllarda salon eğlenceleri devreye girer. 1905-1914 yılları arasında en popüler salon dansları mazurka, kadril ve polka'dır. 1908 yılından itibaren yeni bir tür olan tango hızlı bir gelişme gösterir. Arjantin'de doğan, Avrupa yoluyla İstanbul'a ulaşan, gelirken Endülüs ve İtalyan folklöründen yararlanarak yeni bir şekil alan tango, bulunduğu ülkenin yerel müziğinden alabildiğine yararlanmayı bilmiş bir türdür. Türkiye'de de kolayca ulusallaştırılmış, birbiri ardına tango yorumlayan ve besteleyen sanatçılar ortaya çıkmıştır.                
       1935-37 yılları arasında yurt dışında eğitim gören Orhan Avşar ve 1938'de Türkiye'ye gelen Macar asıllı Darvaş, bu türün ilk 'yerli' öncüleridir. Aynı dönemde Fehmi Ege tarafından kurulan orkestra Arjantin çıkışlı tangoyu Türkiye'ye uyarlar.                    
       Fehmi Ege, Necip Celal Andel ve Necdet Koyutürk ile birlikte Türkiye'deki iIk tango bestecilerindendir. Tango gitgide özgünleşerek özellikle '60'larda devlet radyolarının da desteğiyle altın yıllarını yaşar.                              
      1920'li yıllarda caz girer Türkiye'ye: Ermeni asıllı Leon Avigdor, Avrupa'da duyduğu bu müziğe hayran olur ve Türkiye'de de icra etmeye başlar; 1933 yılına dek kurduğu değişik topluluklarla İstanbul'da duyurur cazı. Birçok müzisyeni yetiştirir ve önünü açar. Aynı yıllarda kurulan Arto Haçadurian Orkestrası, bu dönemde kurulmuş ilk önemli topluluklardandır. İsmet Sıral Türkiye'nin yetiştirdiği en önemli caz müzisyenidir.
     Sevinç Tevs ve Ayten Alpman yorumlarıyla sivrilirken Cüneyt Sermet, İlhan Mimaroğlu, Süheyl Denizci, Selçuk Sun, Erol Pekcan gibi sanatçılar başarılı çalışmalara imza atar.                    
     İlerleyen dönemde Neşet Ruacan'dan Önder Focan'a, Kerem Görsev'den İmer Demirer'e uzanan başarılı müzisyenler yetişir.                          
   
                              BATI MÜZİĞİ’NİN TANINMASI

       1950'ler. Türkiye'de cazın dışındaki batı müziği türlerinin iyice tanındığı ve yerleştiği yıllardır. Bu gelişim yıllarında, ilk popüler yıldız ortaya çıkar: Beyaz smokin ceketi, papyonu ve hiç değişmeyen arkaya doğru taranmrş saçları ile sahneye çıktığında yeri göğü inleten bu yıldız Celal İnce'dir. Adana'da doğan, önce Muallim Musiki Mektebi'ne, ardından konservatuara giden ve bir süre müzik öğretmenliği yapan bu genç, tango yorumlarıyla atıldığı müzik hayatını kendi besteleri ve uyarlamalarıyla sürdürmüş, sadece sahnelerin değil, plakların da aranan yıldızı olmuştur.
     Onun sesinden tüm Türkiye'ye yayılan "Kovboy Şarkısı", bir dönemin en sevilen şarkılarından birisi haline gelmiş, böylelikle tango dışında bir türün de Türkiye'de tutulabileceğini göstermiştir.
     Celal ince'nin popüler olduğu yıllarda birbiri ardına kurulan orkestralar, mambo'dan ça-ça'ya birçok türde ürünler verir. Bu ortkestraların çalışma alanları, art arda açılan gece kulüpleridir. Niyazi Erden, İlham Gencer, İbrahim Solmaz, Kanat Gür, Üstün Poyrazoğlu, Çetin İnöntepe, Şevket Yücesaz, Süheyl Denizci, İlhan Feyman, Müfit Kiper o dönemde kendi adıyla orkestra kuran müzisyenlerden bazılarıdır.                                                      

                              İLK ORKESTRA D.H.O. ÖĞRENCİLERİNDEN    

       1955'te İstanbul'da Deniz Harp Okulu öğrencilerince bir rock'n'roll orkestrası kurulur. Bu, yeni bir dönemin başlangıcıdır. Türkiye'de belki de ilk defa yeni bir batı müziği türü batıyla aynı zamanda icra edilir.
      Dünya Bill Haley and The Comets'in 'Rock Around the Clock'uyla sallanıp yuvarlanırken Türkiye, Deniz Harp Okulu Orkestrasıyla birlikte bu müzikle tanışır.
      Durul Gence ve Erkan Gürsal tarafından kurulan Deniz Harp Okulu Orkestrası, önce okul içinde, sonraları da Soner Soyata ve Arkadaşları uydurma adıyla İstanbul okullarında konserler verir ve tanınırlar. Erkut Taçkın, Yalçın Ateş gibi isimleri de içinde barındıran orkestra, elemanlarının okulu bitirmesiyle dağılır. 1958 yılında İstanbul'da önemli bir grup kurulur: İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi bünyesinde müzik yapan Şanar Yurdatapan'lı Kuyrukluyıldızlar. Sweaters, Sekstet SSS, Jüpiterler gibi topluluklar bu dönemde Ankara'da kurulan gruplardır. Bu arada genç bir sanatçı Tanju Okan da 1961'de Ankara'da profesyonel müzik yaşamına atılır.        
            
                             EROL BÜYÜKBURÇ’UN BÜYÜK KATKISI

         Erol Büyükburç ise  bu tarihlerde ortaya çıkar. Önceleri rock'n'roll şarkıları söyleyen ve bu tarzda besteler yapan Büyükburç, sonraları yerel  müziklere merak salar. '50'lerin sonunda klasik şarkıları, batı anlayışına göre düzenler ve bunları sahnede söylemeye başlar. Erol Büyükburç'un repertuarı oldukça geniştir: üzerine Türkçe söz yazılmış yabancı bestelerden caz standartlarına, türkü düzenlemelerine uzanan bir repertuara kendi bestelerini de ekler zamanla. 1981'de bestelediği ve bir taş plakta dinleyiciye ulaştırdığı "Little Lucy" büyük başarı kazanır. Bunu "Ağlarım", "Altın Tasta Üzüm Var", "Kırık Kalp" gibi Türkçe sözlü besteler izler. '70'lerin ilk yarısında Erol Büyükburç bir efsanedir. Birbiri ardına çevirdiği filmler ve bu filmlerin şarkıları dillerdedir. °Bir Başka Sevgiliyi Sevemem.. Sevemem.." gibi. Büyükburç, Konserlerde de fırtına gibi eser. İlk büyük Anadolu turnesini gerçekleştiren pop yıldızının ve sahnelere kıyafetlerden kareografiye değin bir dizi yenilik getirmiştir."Little   Lucy" ile başlayan plak piyasasındaki canlanma, 45'liklerin ortaya çıkışıyla daha da artar. Taş plaklar giderek yerlerini daha kullanışlı olan ve kolay üretilen 45'liklere bırakır.

                       BARIŞ MANÇO’DAN İLK 45’LİK PLAK

         Türkiye'de ilk batı müziği 45'liğini, 1962'de, o dönemde Galatasaray Lisesi'nde öğrenci olan Barış Manço ve topluluğu Harmoniler yapar. Süheyl Denizci Orkestrası, İlham Gencer ve Kuarteti, Faruk Akel Show Orkestrası, Kadri Ünalan Orkestrası, Şevket Uğurluer ve Arkadaşları o dönemin plak doldurmuş ve 'iş yapmış' orkestralardır.            
                                                                                               
          Haziran 1962'de Doruk Onatkut Orkestrası'na katılan Şanar Yurdatapan, Onatkut ile birlikte önemli bir çalışmaya imza atar: ça ça ritminde düzenlediği "Kara Tren" türküsü büyük sükse yapar. Bu, Türkiye'de batı tarzında yapılmış ilk türkü düzenlemesidir. Yurdatapan'ın, Ankara'da, halasının oğlu Alpay ile kurduğu 'Arkadaşlar' da dönemin en üretken gruplarındandır. Alpay, daha sonra 'Arkadaşlar'dan ayrılır, kendi adına plaklar yapar. Bu, Alpay adının Ankara dışında da duyulmasını sağlar.
                         
                             KALİPSO KRALI: METİN ERSOY

               Askerliğini Kore'de yapan Metin Ersoy, aynı yıllarda, orada duyduğu yeni bir türü Türkiye'ye taşır: Kalipso. 1961'de Türkiye'ye döndükten sonra İlham Gencer Orkestrası'na giren ve ilk taş plağını da aynı yıl yapan Ersoy, daha sonra bu türde 'eser'ler üretir ve kendisini 'Kalipso Kralı' ilan eder. Bir ara İsmet Sıral Orkestrası'nda da görünür ve yurtdışında 'repertuarı geliştirmek amacıyla' uzun süre çalışır.


           TÜRK POP MÜZİĞİ’NDE FECRİ EBCİOĞLU DAMGASI

             60'ların başında bir yandan yerli beste ve düzenlemeler üretilirken bir yandan da meşhur yabancı şarkılara Türkçe sözler yazılır ve bu şarkılar 'aslı gibi' çalınarak söylenir. O dönemde üretilmiş şarkılardan en önemlisi, İstanbul Radyosu diskjokeylerinden Fecri Ebciğlu'nun "C'est Ecru Dans Le Ciel" adlı şarkıya Türkçe sözler yazarak oluşturduğu "Bak Bir Varmış Bir Yokmuş"tur. İlham Gencer Orkestrası tarafından seslendirilen bu şarkı, daha sonra 'aranjman' adını alacak bu türün ilk 'hit'idir. Yabancı şarkılara Türkçe söz yazarak şarkı 'üretenlerin' başını Fecri Ebcioğlu çeker. Bu şarkılar, o dönemde Türkiye'ye gelmiş yabancı şarkıcılar tarafından da seslendirilir. Ebcioğlu'nun sözlerini yazdığı "Her Yerde Kar Var", bir diğer 'ilk' şarkıdır. Adamo'nun, kendi bestesi "Tombe la Nuege" üzerine yazılmış sözleri seslendirdiği plak çok satar. Bunun üzerine, aynı yıllarda ortaya çrkan Sezen Cumhur Önal, yabancı şarkıcı ve topluluklara yazdığı Türkçe sözlerle sivrilir: Peppino Di Capri, Juanito, Sacha Distel, Marc Aryan, Patricia Carti bu dönemde Türkçe şarkılar söyleyen yabancılardan birkaçıdır. Ajda Pekkan, bu yılların en büyük yıldızıdır. Ay-feri, Gönül Turgut, Zaliha, Zümrüt, Kamuran Akkor '60'ların ikinci yarısndan itibaren yorumladıkları şarkılarla adlarından söz ettirirler.                                
                                   
         Plaklarının peynir ekmek gibi satıldığı dönemde Tülay German, Türkiye'de yeni bir tarzın yıldızı olarak parlar. 1964'te Yugoslavya'da düzenlenen Balkan Melodileri Festivali'nde Erol Büyükburç ve Tanju Okan ile birlikte 'milli' orkestranın solistliğini üstlenen German, bu festivalde seslendirdiği "Burçak Tarlası" ile büyük sükse yapar. Festival sonrasında piyasaya çıkan ilk Tülay German 45'liği "Burçak Tarlası / Mecnunum Leylamı Gördüm" çok satar. Bu 45'lik, yıllar sonra Anadolu-pop adını alacak türün ilk 'hit'idir.                            
                             
              "Burçak Tarlası"nın ilgi görmesinin ardından aynı tarzda yapılmış çok sayıda plak yayınlanır. "Yerli melodileri batı sazlarıyla yeniden yorumlama" olarak da tanımlanabilecek olan Anadolu-pop bu tarihlerde hız kazanır. Tülay German'ın Türkiye macerası ise kısa sürer, 30 Mart 1966'da Erdem Buri ile Paris'e giden sanatçı, müzik çalışmalarını Philips adına Fransa'da yaptığı plaklar ve konserlerle sürdürür. Orada da tanınır. 1980 yılında çıkan Zülfü Livaneli'nin "Günlerimiz" adlı plağına konuk sanatçı olarak katılan German, o tarihe kadar Türkiye'de plak yayınlamaz.

                       BARIŞ MANÇO’DAN YENİ ATAKLAR

           Galatasaray Lisesi yıllarında müziğe başlayan Barış Manço bu yıllarda Kaygısızlar'la birleşir. Kaygısızlar, 1966'da Fuat Güner ve Mazhar Alanson tarafından kurulur. Barış Manço ile yaptığı çalışmalar haricinde kendi adlarına da plaklar dolduran Kaygısızlar, dönemin önemli gruplarından birisidir.

           62-'65 arası, Anadolu-pop'un önemli isimlerinin müziğe başladığı ya da tanındığı dönemdir. Ama aynı yıllarda tanınan başka bazı orkestralar, bu alan dışında yaptıkları çalışmalarla ilgi görürler.                                      
                                     
           Bu arada Ersan Erdura 1963'te, Erol Evgin de 1964'te düzenlenen amatör ses yarışmalannda birinci olur ve müziğe başlarlar.                                
                                           

            1964, '70'lerde pop müziğe damgasını vuracak Beyaz Kelebekler'in de kurulduğu yıldır. '70'lerin pop aranjörlerinden Baha Boduroğlu'nun ve Ömür Göksel'in müziğe başladığı yıl da 1965'tir.                                                                

             1965 yılının asıl önemi, Hürriyet Gazetesi tarafından düzenlenen Altın Mikrofon yarışmasının başlangıç yılı olmasından gelir. 1965-'68 arasında kesintisiz olarak süren, 1972 ve 1979'da birer kere daha yapılan ve birçok ismi müzik dünyasına kazandıran Altın Mikrofon Armağanı Yarışması, "Batı müziğinin zengin teknik ve şekillerinden faydalanarak yine Batı müziği aletleriyle çalınmak suretiyle Türk musikisine yeni bir yön vermek için hazırlanmıştır".
                                   
                                  MUHTEŞEM ORKESTRALAR                                    

             Fikret Kızılok'lu Oben Dörtlüsü, Ferdi Özbeğen Orkestrası, İlham Gencer ve Arkadaşları, Kanat Gür Orkestrası, Mavi Işıklar. Metin Alkanlı, Selçuk Alagöz Orkestrası, Silüetler, Grup Sonya Dores ve Yıldırım Gürses ilk Altın Mikrofon'un yarışmacılarıdır.
                               
            Bu ilk yarışmada birinciliği kendi bestesi "Gençliğe Veda" ile Yıldırım Gürses alır. Gürses, Kurduğu 26 kişilik orkestrasında keman, çello, saksofon, flüt, korno, kontrbas, timpani, bongo, trombon ve piyano gibi batı aletlerini barındırır.       

                         

       Altın Mikrofon'un müzik dünyasına kazandırdığı pek çok isim vardır: Rana Alagöz, daha sonra Haramiler adını alacak olan Ali Atasagun, daha çok Batman Petrolleri Orkestrası adıyla tanınan Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı Orkestrası, Moğollar, Asım Ekren, Uğur Dikmen...

                           ALTIN MİKROFON’DAN  TARİHE DAMGA VURANLAR

         Altın Mikrofon'un 'kazandırdığı' müzisyenlerden ikisi Cem Karaca ve Erkin Koray, '60'ların sonunda yaptıkları çalışmalarla popüler batı müziğinde yeni bir hat açarlar. Erkin Koray, ilk yıllarında "Kızları da Alın Askere", "Silinmeyen Hatıralar", "Yağmur", "Aşkımız Bitecek", "Hop Hop Gelsin" sonraki yıllarda "Şaşkın", "Fesuphanallah", "Estarabim" gibi şarkılarla dillerde dolanır.

         Aynı tarihlerde Cem Karaca birbiri ardına yaptığı 45'Iiklerle 'Ulusal Türk Müziği' akımının öncüsü olarak tanımlanır. Anadolu-pop isminin daha telaffuz edilmediği yıllarda Diskotek dergisi tarafından önerilen ve sadece Dönüşüm gurubu tarafından sahiplenilen bu isim tutmaz. Dönüşüm, o dönemde, diğer gruplar arasında değişik çizgisiyle dikkat çeker.

         Cem Karaca, özellikle "Hudey Hudey" ve "Emrah"'a getirdiği yorumla dikkat çeker. Apaşlar, Cem Karaca sound'unu oluşturan gruptur. Beraber yaptıkları şarkılar, özellikle bir Mehmet Soyarslan bestesi olan "Resimdeki Gözyaşları", ilk yayınlandığı andan itibaren ilgi görmüş ve klasikler arasına girmştir. Aynı dönemlerde üretilmiş "Bu Son Olsun", "Zeyno", "Ayrılık Günümüz" gibi şarkılar çok önemli çalışmalardır. Apaşlar'la birlikteliği 1969'da sona eren Karaca, Seyhan Karabay ve Ünol Büyükgönenç'in kurduğu Kardaşlar'a katılır ve daha deneysel çalışmalara yönelir. "Dadaloğlu", "Acı Doktor" ve "Tatlı Dillim" bu dönem ürünleridir. Karaca sonrasında Dervişan ve Edirdahan'la farklı çizgide çalışmalar üretir.

         1968 Altın Mikrofon Yarışması'na katılan ekiplerden Moğollar, fırtına gibi esti. İlk dönemlerinde bir arayış içinde olan topluluk, 1970 yılında amaçlarını "ileri teknikle zengin folk öğelerini birleştirmek" olarak özetler ve Anadolu-pop adını ilk kez telaffuz eder. Bu açıklamadan hemen sonra ilk hit plak "Dağ ve Çocuk" yayınlanır. 1971'de Fransa'da yayınlanan ilk albümleriyle Academie Charles Grass ödülünü alır. Moğollar, '70'lerin ikinci yarısında grubu oluşturan müzisyenlerin farklı çalışmalar yapmak istemesi üzerine dağılır. Ancak bu döneme dek Selda, Barış Manço, Cem Karaca ve Ersen'le başarılı çalışmalara imza atar ve Anadolu-pop türünün en önemli temsilcileri olurlar.

         Moğollar'ın Anadolu-pop ismini koydukları yıllarda Ajlan ve Üç Ozan, Türeyiş, Siluetler, Mavi Çocuklar, Mavi Işıklar gibi topluluklar önemli başarılara imza atar. Bu dönemde, Devlet Tiyatroları'nda oyunculuk yaparak hayatını kazanan Esin Afşar tiyatrodan ayrılır ve müzikle ilgilenmeye başlar.

Yazının 2.bölümü yakında sizlerle

26 Eylül 2012 Çarşamba

TGC'DEN KINAMA...




                                      TÜRKİYE  GAZETECİLER CEMİYETİ
                         BASIN İLAN KURUMU GÖREVLİLERİNİN SİLAHLI
                         SALDIRIYA UĞRAMASINI ŞİDDETLE KINADI.

        Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Sakarya’da denetleme görevini yapan Basın İlan Kurumu 
Kontrol Hizmetleri Müdürü Devrim Ersin Özergin’in şehit edilmesi ve Sakarya Şube Müdürünün yaralanması karşısında üzüntülerini dile getirdi. TGC Yönetim Kurulu aşağıdaki mesajı yayınladı: 
       “Sakarya’daki denetleme görevleri sırasında Basın İlan Kurumu görevlilerinin silahlı saldırıya uğramasını büyük bir meslek ihaneti olarak değerlendiriyor ve şiddetle kınıyoruz.
       Resmi ilan dağıtımındaki adaleti sağlamakla görevli arkadaşlarımıza yönelik saldırının 'gazete sahibi' kimliğini taşıyan bir kişiden gelmiş olması acımızı ve tepkimizi daha da büyütüyor. 
       Genç yaşta kaybettiğimiz Devrim Ersin Özergin’e Allah’tan rahmet,  çalışma arkadaşlarımıza başsağlığı, yaralılara da geçmiş olsun dileklerimizi sunuyoruz.”

SADDAM'IN AKBULUT'UN ÖNÜNDE EĞİLMESİ...


                                                           (Fotoğraf: S.Boyoğlu)
                    
                    CANER GÖREN, SADDAM’IN AKBULUT’UN ÖNÜNDE
                    EĞİLMESİ FOTOĞRAFI’NIN HİKÂYESİNİ ANLATTI…

Süleyman Boyoğlu

      Anadolu Ajansı eski duayen foto muhabirlerinden Caner Gören, 1990 yılında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlarından Yıldırım Akbulut’un Bağdat’ı ziyaretini izlemekle görevlendirilir.
      Caner’in burada çektiği Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin fotoğrafı, hem seyahat sonunda hem de daha sonraki yıllarda iki ülke arasında bir “fotoğraf krizi”nin yaşanmasına neden olur. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’ni ziyarete gelen Caner Gören, 1990 yılında krize sebep olan bu fotoğrafı çekme öyküsünü şöyle anlattı:
       “1990 yılında dönemin başbakanı Yıldırım Akbulut’un Bağdat’a yapacağı ziyareti izlemekle görevlendirildim. Seyahat rutin geçiyordu. O dönem korkulu bir diktatör olan Saddam Hüseyin ile bir görüşme programda görünmüyordu. Ancak, iki ülke arasında o dönem en büyük sorun olan su meselesi ve diğer konular nedeniyle görüşmenin olabileceğini tahmin ediyorduk.
         Güvenlik nedeniyle Saddam Hüseyin’in 18 adet sarayından hangisinde kaldığı ve ne zaman nerede olacağı asla bilinmiyordu. Fakat devlet başkanı Saddam Hüseyin ile bir görüşme olmazsa seyahatin başarısız olacağı çokça dillendiriliyordu.
          Ziyaretimizin üçüncü gününde TRT kameramanı Uğur Yıldırım ile AA foto muhabiri olan bana ayrıntı verilmeden konvoydaki araçlardan çıkarıldık. Ve önde başbakan ve bakanların da bulunduğu araçlara alındık. Heyetteki diğer gazetecilere bu ayrıcalık tanınmadı…
           Ben bir araca, Uğur Yıldırım başka bir araca alındık. Yarım saatlik bir yolculuktan sonra bir sarayın kapıları açıldı, hiç durmadan içeri alındık. Sonradan Erman Toroğlu’nun programında ‘oynatalım Uğurcuğum’ dediği Uğur Yıldırım ile ben ayrılarak ayrı salonlara alındık. Çok detaylı bir aramadan geçirildikten sonra kamera, fotoğraf makinesi ve flaşlarımız ikinci kez kontrol edildi, hatta bomba uzmanı köpeklere bile alet edevatımız koklatıldı.
            Ben o an ‘Uğur Saddam’ı göreceğiz’ dedim. Uğur da ‘Abi haklısın galiba’ dedi. Çok geçmeden askeri kıyafetli ve elinde sıradan bir kamera olan bir görevli ortaya çıktı. Saddam’ı göreceğim inancı daha da güçlendi. Rütbesini anlayamadığım bir subay, üçümüzü alarak sarayın koridorlarından yürüterek oldukça şık döşenmiş salona soktu.
             Biz Uğur’la birkaç dakika ne olacağını, neler yaşanacağını kestiremeden ayakta bekledik. Bu arada, salonun bir köşesinde paravanın arkasından çok şiddetli boğaz ve burun temizleme sesleri duymaya başladık. Uğur tepki gösterdi; ‘kim bu görgüsüz’ ya da buna benzer bir söz etti. Bir dakika geçmeden Saddam Hüseyin paravanın arkasından gözüktü.
   
                        "SADDAM'LA SELAMLAŞTIK..."

             Gri ve sivil bir takım elbise üzerinde olan Saddam Hüseyin konuğunu karşılama pozisyonu almak üzere kırmızı halının kenarında durdu. Bir ara Saddam’la göz göre geldiğimizde ben başımı hafif öne eğerek ‘baş selamı’ verdim. Saddam anında başını benim gibi eğerek karşılık verdi. Sonra Saddam’ın tam karşısındaki kapı açıldı, omuzu bol kordonlu emir subayı tipli bir kişi belirdi ve gür bir sesle Arapça olarak; ‘Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’ diye seslendi. Saddam kabul anlamında başını ‘buyursun’ anlamında tekrar eğdi. Ve en önde başbakan Akbulut olmak üzere Türk heyeti teker teker salona girdi. Biz Uğur’la her anı görüntülüyorduk. Zaten erken içeri alınmamızın sebebi tokalaşmaları çekmemizdi.
              O dönem 36 karelik film dönemiydi. Ben o nedenle makinemdeki 15 karelik filmi çıkarıp 36’lık yeni film takmıştım. Flaşım da doluydu. Protokol gereği iki lider birlikte birbirlerine yer göstererek oturmaları gerekirken, heyetin tamamı tokalaşmadan başbakan Akbulut, boş bulunup oturdu. Başbakan oturunca Saddam Hüseyin ayakta kaldı.
             Oturan başbakan, ayakta kalan ise devlet başkanıydı. Irak protokol görevlileri karşılama gereği halının ucunda olan ve oturma koltuğuna uzak olan Saddam Hüseyin’e oturması için koltuğu uzattılar. Saddam Hüseyin oturmaya çalışırken, ben de anında açımı değiştirerek, fotoğraf çekmeye devam ettim. Ve Akbulut oturuyor, Saddam Hüseyin eğiliyor şeklinde bir kareyi aldığımdan emin olarak ‘işte aradığım kare bu’ diyerek gizli bir sevinç yaşadım.
             Bir iki dakika sonra Uğur’la beni dışarı çıkardılar. İçerde resmi görüşmeye geçtiler. Biz yine resmi heyetle çıkacağımız için iki saat kadar daha içerde bekletildik. O esnada ben çektiğim fotoğraf karelerinin başına bir iş gelebileceği endişesini taşımaya başladım. ‘Filmi biz yıkayalım size verelim’ diyebilirlerdi. O zaman bu kareyi fark edip, el koyabilirlerdi.
             Neyse ki korktuğum başıma gelmedi. Hatta bize çay kahve, kuru pasta gibi şeyler ettiler. Böyle olunca biraz rahatladım. Biz Uğurcuğum ile iki saate yakın ‘geyik’ yaptık…. 
             Sonra heyet çıktı, biz de heyete dahil olarak otelimize geri döndük.
             O zamanki sisteme göre yanımda getirdiğim film banyoları ile filmi yıkadım. İstediğim kareyi telefoto makinesine koydum, Anadolu Ajansı’nın genel müdürlüğünün bulunduğu Ankara’yı aradım ve fotoğrafı renkli olduğu için üç kalıp da ve 21 dakikada geçtim. Fotoğrafı geçtikten sonra üzerimde büyük bir yükün kalktığını hissettim. Resmen yerde yürümüyor gibiydim; kendimi havada hissetmeye başladım. O rahatlıkla diğer sıradan fotoğrafları da ‘tokalaşma, oturma, resmi görüşme vb’ laf olsun diye geçtim.
             Gazetelere girecek olan karenin ‘eğilme’ karesi olacağına emindim. Düşündüğüm ertesi gün gerçekleşti. Hemen hemen bütün gazetelerde, logolarının üzerinde  ‘eğilme’ fotoğrafını gördüm. Henüz Bağdat’taydık, iki duyguyu birden yaşamaya başladım; ‘Acaba Saddam Hüseyin ve adamları ne yaparlar!’
                        
                        "IRAKLI BAKAN KÖPÜRDÜ..."

              Enformasyon bakanları Casim’i elinde Türkiye’den fakslanan gazetelerin birinci sayfaları ile otele geldiğini gördüm. Casim çok hiddetliydi. Lobide Enerji Bakanı Işın Çelebi’ye ‘Bu nasıl olur, bunu nasıl basarsınız?’ şeklinde bir şeyler söylüyordu. Sayın Çelebi de ‘Türkiye’de basın hürdür, Türkiye’de ne basacaklarına, ne yazacaklarına karışamayız’ mealinde yanıtlar veriyordu. Ancak Irak Enformasyon Bakanı Casim, o dönem adeta kendisin ‘yarı tanrı’ gibi gören Saddam Hüseyin’in Akbulut karşısında eğiliyor gibi gösteren bu fotoğrafa çok kızmıştı.
              İki saat sonra Türkiye’ye dönüş için hazırlık yapılıyordu. Bazı görevliler yanıma gelerek, ‘heyette ayrılmamamı, otelde çıkmamamı ve yalnız dolaşmamamı’ söylediler. Başbakan ve bakanların yanında beni alamazlardı, buna emindim, ama yine de söylediklerini dikkate aldım. Cebimde kalan 30-40 Irak dinarını harcamayı düşünüyordum, bu gelişmeden dolayı vazgeçtim. Daha sonra Türk görevliler erkenden uçağa aldılar. Uçağa girince rahatladım; çünkü uçak Türkiye’nin toprağı sayılır. Bir saate yakın uçağın içinde yalnız başıma bekledim. Heyet geldi, uçak yerden tekerlerini kesince içimden derin bir oh çektim…
           Daha sonra Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve Başbakan Yıldırım Akbulut, Irak’la ilgili bir konu geçtiğinde defalarca ‘fotoğraf krizine’ değinerek; ‘O fotoğrafı sorun yaptılar’ dediklerini sıkça duydum… Hatta bir keresinde Özal, yine aynı konuda ‘Bence o fotoğrafı çeken adam Türkiye’de bile kendine dikkat etsin’ dediğinde gazeteci Hulki Cevizoğlu beni göstererek; ‘İşte Cumhurbaşkanım o fotoğrafı çeken arkadaş bu’ dedi...”

24 Eylül 2012 Pazartesi

BABIALİ GÜNLERİ...



                                TGC 5. Babıali Günleri başlıyor

 Türkiye’nin en büyük gazetecilik meslek örgütü olan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti; gazeteciler arasındaki dayanışmayı güçlendirmek, gündemdeki sorunları paylaşmak amacıyla düzenlediği Babıali Günleri’nin 5.'sini 28-30 Eylül 2012 tarihleri arasında gerçekleştirecek. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin her yıl olduğu gibi bu yıl da 27 Eylül 2012 saat 14.00’de TGC Burhan Felek Konferans Salonu’nda Uzman Habercilik paneliyle başlayacak etkinlik aynı akşam boğaz gezisi ile devam edecek. Organizasyonda, konser, sergi, imza günü, paneller yer alacak.
Etkinliğe İBB, İstanbul Ticaret Odası, Aydın Doğan, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Renault, Medicana, İstanbul Sanayi Odası, İBB Şehir Tiyatroları ve İBB Kent Orkestrası destek veriyor.

GAZETECİLİK NEREYE GİDİYOR?

Gülhane Parkı, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Burhan Felek Konferans Salonu ve Basın Müzesi’nde gerçekleştirilecek etkinlikler, her yıl olduğu gibi bu yıl da radyo ve tv’lerin canlı yayınlarıyla medya ve halkı birleştirecek. Etkinliklerde ayrıca yer alan panellerde birbirinden önemli konular, deneyimli gazetecilerin katılımıyla gerçekleşecek. Panellerde “Uzman Habercilik”, Gazete Çalışanları Ne Kadar Özgür?”, “Evrensel Kültür Perspektifinde Muhafazakar Sanat”,Gençlerin Gözünden Medya”, “Türkiye Olimpiyatlara Hazır mı?” gibi birbirinden önemli konu başlıkları yer alacak.

4 SERGİ SANATSEVERLERLE BULUŞACAK

Ayrıca etkinlik boyunca Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Rum Vakıfları Destekleme Derneği İstanbul Basın Tarihinde (1830-1914) Rum Yayıncı ve Gazeteciler Sergisi, Aydın Doğan Vakfı “Dünya Çizerlerinden Medyaya Bakış” Karikatür Sergisi, İETT “Omnibüsten Metrobüse” Fotoğraf Sergisi, Jülide Burgucu’nun “İklimler” Resim Sergisi de TGC’nin Basın Müzesi’nde izleyicilerle buluşacak.

MÜZİK ARASI VERMEYE NE DERSİNİZ?

Yoğun koşuşturmanın arasında biraz müzik arası vermeye ne dersiniz? İstanbul’un en güzel mekânlarından Babıali’de İBB Kent Orkestrası Oda Müziği Grubu, etkinlikte yer alan isimler arasında. Bu arada Mustafa Tatlıtürk, Leyla Ünver Türk,Ahmet Turan, Özgür Doğan, Murat Akaya  konserleri de etkinlikte sizleri bekliyor.

İMZA GÜNLERİNDE KİMLER VAR?

Gülhane Parkı’nda düzenlenecek imza günlerinde ise Nail Güreli, Nedim Şener, Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu, Müyesser Yıldız, Deniz Banoğlu, Önder Balıkçı, Emin Karaca, Hikmet Altınkaynak, Orhan Koloğlu, Nazım Alpman, Nazır Şentürk,Nurullah Can, Osman Şenkul gibi değerli isimler yer alacak.

23 Eylül 2012 Pazar

İSMAİL SİVRİ ÖDÜLLERİ...

                                         Ödül alanlar ve ödül verenler toplu halde...
      Türkiye Gazeteciler Federasyonu tarafından bu yıl ilk kez düzenlenen "TGF İsmail Sivri Gazetecilik Yarışması"nda dereceye girenler, Ankara’da düzenlenen törenle ödüllerini aldı.     
Türkiye’nin dört bir yanından 135 gazetecinin 187 eserle katıldığı TGF İsmail Sivri Gazetecilik Yarışması’nda 9 dalda 14 gazeteci ödül aldı. Türkiye Gazeteciler Federasyonu 7. Olağan Genel Kurulu öncesi düzenlenen ödül törenine, TGF Genel Başkanı Atilla Sertel, TGF yönetim kurulu üyeleri, Basın İlan Kurumu Genel Müdürü Mehmet Atalay, Çağdaş Gazeteciler Derneği Başkanı Ahmet Abakay, İsmail Sivri’nin oğlu Talat Sivri, kızı Hikmet Gökmen, TGF’ye üye basın meslek örgütü başkanları ve çok sayıda gazeteci katıldı.
Sertel, törende yaptığı konuşmada, “İsmail Sivri iyi bir gazeteci olduğu kadar tam bir gönül adamıydı. Hem İzmir hem de Anadolu’daki gazeteciler için örnek çalışmalar yaptı. Uzun dönem İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanlığı görevinde bulunan Onursal Başkanımız, Türkiye Gazeteciler Federasyonu’nun da kurucu başkanlığını yaptı. Federasyonun kuruluşuyla Anadolu medyasının sorunlarını en üst düzeyde konuştu çözümlere kavuşturdu. TGF Yönetim Kurulu olarak, kurucu başkanımız adına bu yıl ilkini düzenlediğimiz yarışma bundan böyle geleneksel hale gelecek ve onun medya ile gazeteciler için yaptığı mücadeleler her zaman saygı ve sevgiyle anılacaktır” dedi.
Yarışmanın "Büyük Jürisi" oy birliğiyle, Milliyet Gazetesi Yazarı Hasan Pulur’a “İsmail Sivri Meslek Onur Ödülü” verdi. Hasan Pulur’un ödülünü Çağdaş Gazeteciler Derneği Genel Başkanı Ahmet Abakay,  Atilla Sertel’in elinden aldı.

2011 Türkiye Gazeteciler Federasyonu İsmail Sivri Gazetecilik ödülünü kazananlar şöyle: 

İSMAİL SİVRİ MESLEK ONUR ÖDÜLÜ:
HASAN PULUR : Gazeteci-Yazar

TGF İSMAİL SİVRİ GAZETECİLİK YARIŞMASI'NDA ÖDÜL KAZANANLAR:

HABER ÖDÜLÜ
Ahmet Yukuş                                   Haber Türk Gazetesi Diyarbakır
(Töre, DNA Dinlemedi)

Jüri Özel Ödülü :
Mahmut Acaröz                               Balıkesir Yeni Haber Gazetesi
(8 yılda 45 bin kilometre yol yaptı, SBS'de birinci oldu)

GÜNCEL YAZILAR ÖDÜLÜ
İbrahim Bursalı                                Bursa Anadolu Bayram Gazetesi
(Yargı Kararıyla Demokrasi)

ARAŞTIRMA-İNCELEME ÖDÜLÜ
Yıldız Çelik                                          Cumhuriyet Gazetesi
(Bereketli Hilalin Suriyesi’nde Hıristiyanlar)
             
RÖPORTAJ ÖDÜLÜ
Banu Şen                                              Milliyet Gazetesi
(Karşınızda Köyün İhsan Halası)

Mansiyon :
Selma Kara                                          Kayseri Anadolu Haber Gazetesi
(Bir Dersim Tanıklığı Hökümat Teslim)

FOTOĞRAF ÖDÜLÜ
Kenan Gürbüz                                      Anadolu Ajansı Muğla
(Ateş Savaşçıları)

Mansiyon :
Arif Aslan                                              Batman Çağdaş Gazetesi
(Çevik Kuvvet ile Sivil Polisin “Cop” Kapışması

SAYFA DÜZENİ ÖDÜLÜ
Emine Çiftçi                                          Eskişehir Son Haber Gazetesi

SPOR HABERİ ÖDÜLÜ
Ergin Karataş                                        Hürriyet Ege    
(Kardeşlik Kurtardı)


RADYO - TV HABER ÖDÜLÜ
Fatih Turan                                             DHA Trabzon
(Hopa’daki AK Parti Mitingi’nde Olaylar)

Mansiyon :
Emin Bal                                                  DHA Şırnak
(Savaş Uçakları Sivilleri Vurdu)

RADYO - TV PROGRAM ÖDÜLÜ
Meryem Özen Firik-Celal Çevirgen        TRT
(Haber Kameramanı)

Mansiyon :
Fatih Mehmet İlyasoğlu                           SKY Türk
(Çağatay Yolda)

21 Eylül 2012 Cuma

TGC'DEN BALBAY VE ÖZKAN AÇIKLAMASI


      Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu, Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan’a verilen 16 duruşmaya katılmama cezasının, uygulanan tecridi daha da katmerleştirdiği  için kabul edilemez olduğunu açıkladı. Açıklamada şöyle denildi: 
     “Meslektaşlarımız  Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan herhangi bir disiplin suçu işlemedikleri halde cezaevinde idare kararıyla mahkum  konumunda tecritte tutulmaktadırlar. 
    16 duruşmaya katılmama cezası, duruşmaya gelerek bir ölçüde tecritten kurtulma olanağı bulan meslektaşlarımızın, bundan da mahrum edilmesi anlamına gelmektedir. 
    Özel yetkili mahkemelerdeki usul uygulamalarının sıkça tartışıldığı bir ortamda, sanıkların haklarında söylenenleri duymadan savunma yapmalarının mümkün olmadığı da dikkate alındığında kararın bu yönden de değerlendirilmesi gerektiği kanısındayız.”

20 Eylül 2012 Perşembe

GÜNEŞ ENERJİSİ İLE YANAN AMPULLER...

                                                     (Fotoğraf: Ayça Müge Boyoğlu)

PEHLİVAN VE TERKOĞLU TGC'DE...


       BİZİM GAZETE - Silivri cezaevinde 20 ay tutuklu kaldıktan sonra tahliye edilen Odatv Sorumlu Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan ve Haber Müdürü Barış Terkoğlu, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu’nu ziyaret etti.
    Ziyarette Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Başkanı Orhan Erinç, Başkan Vekili Turgay Olcayto, Genel Sekreter Sibel Güneş, Genel Sayman Gülseren Ergezer Güver, Genel Sekreter Yardımcısı Zafer Atay, Yönetim Kurulu Üyesi Recep Yaşar ve Yönetim Kurulu Üyesi  Celal Toprak bulundu. Ziyaret sırasında TGC’ye desteği için teşekkür eden Odatv Sorumlu Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan ve Haber Müdürü Barış Terkoğlu, 20 ay tutuklu kaldıkları süreci ve bundan sonraki yaşamlarında neler yapacaklarını anlattılar.
    14 Şubat 2011 günü gözaltına alınıp tutuklandıkların anlatan Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan şöyle konuştu:
    “Bugün bizim için 15 Şubat. Aynen bıraktığımız yerden yazmaya, haber yapmaya, gazetecilik yapmaya devam edeceğiz. Bundan sonra yapmamız gereken bir şey daha var. O zaman dışarıdaki gazeteciydik şimdi içeriden dışarıya çıkmış gazeteciyiz… İçerideki diğer gazetecilerin de dışarı çıkması için hukuk, ahlak kuralları çerçevesinde elimizden geleni yapmaya çalışacağız.”
              GAZETECİLİK FALİYETLERİ NEDENİYLE YARGILANDILAR
    Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Başkanı Orhan Erinç ziyaret sırasında “Gazetecilerin ilk gözaltına alınmasından bu yana yapılanların gazetecilik mesleğiyle ilgili olduğunu düşündüğümüzü her fırsatta dile getiriyoruz” diyerek şöyle devam etti:
    “Bizim gibi kıdemli gazeteciler, ustalarımızın yanında daha sonra yönetici olduğumuzda; bir gazetecinin alınması sırasında bir takım kıstaslar, kriterler olduğunu biliyoruz. Bunlardan birincisi görev alacağınız gazetecinin arşivinin zengin olup olmadığıdır. İkincisi telefon rehberinin kalabalık olup olmadığıdır. Üçüncüsü de yazdıklarıdır. Şimdi öyle bir yere geldi ki gazetecinin başarılı sayılması için aranan koşullar suç unsuru haline dönüştü. Böyle bir sakatlık söz konusu… 
                  “HANİ DELİLDEN SANIĞA GİDİLECEKTİ?”
    Ceza öngören yasalar açısından baktığımızda ilk değişiklik 2004’ün Eylül ayında, Türk Ceza Yasası’nda başladı ve 3. yargı paketine kadar geldi. Terörle Mücadele Yasası da dâhil. Orada ya Adalet Bakanları ya da Bakanlık sözcüleri yasayı gündeme getirdikleri zaman bu yasa ile neyin değişeceğini anlattılar bize hep. Ama geldiğimiz noktada görüyoruz anlatılanlarla uygulanan arasında bir bağlantı yok. En azından şu örneği vermek mümkün: Dediler ki eskiden sanıktan delile gidiliyordu, bundan sonra delilden sanığa gidilecek. Deliller toplandıktan sonra iddianame hazırlanacak, mahkeme verilecek, mahkeme inceleyecek tamamsa devanın açılmasını kabul edip gün verecek. Şimdi pek çok kararda delillerin karartma şüphesinden söz ediliyor. Şimdi son 3. yargı paketi konusundaki tartışmalardan da, söylenenlerden de anlıyoruz ki; getirilen yasa maddeleriyle, uygulama arasında farklar var.”
     Başkan Orhan Erinç, sözlerini şöyle sürdürdü:
   “Biz meslektaşlarımızın gazetecilik faaliyetleri nedeniyle yargılandıklarını, yasalardaki yanlış tanımlardan yola çıkarak terörist sayılmalarının anlamsız olduğunu söylüyoruz. Ve diyoruz ki, Türkiye evrensel hukuk kurallarına uygun yasaların yapıldığı ve uygulandığı ülke haline gelsin. Bu konuda TGC ve 93 meslek örgütünün bir araya gelerek oluşturduğu GÖP olarak çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Cezaevinde gazeteci olmayacak açıklamalarına karşın Türkiye’de en çok gazetecinin hapiste olduğu bir süreç geçiriliyorsa bunda Türkiye’deki demokrasianlayışıenönemlinedendir.Dileğimiz,meslektaşlarımızın mesleklerinden alıkonmadan gazetecilik sıfatını kullanmaya devam etmeleridir. Cezaevlerinde gazeteci kalmamasını istiyoruz. Bundan da umudumuz devam ediyor…”
               TERKOĞLU:“TAHLİYEMİZLE DAVA ÇÖKTÜ”
    Tutuklanmalarının hukuka uygun olmadığı gibi tahliye olmalarının da hukuka uygun olmadığını anlatan Barış Terkoğlu ise şunları söyledi:
    “Çünkü esasında bize bugüne kadar ne bir soru soruldu ne hukuk konusunda bir ilerleme kaydedebildik. Çünkü yargılama yapılmadı işin esasına bakılırsa. Ama bizim tahliyemizle bu davanın dayandığı esaslar tamamen çökmüş durumdadır… Çünkü iddianamenin deliler bölümündeki bütün deliller dijital delillerdi. TUBİTAK raporu açık ve net bir şekilde ‘klasörler sanıklar tarafından oluşturulmamış,değiştirilmemiş,açılmamışüzerindebirişlem gerçekleştirilmemiş’ diyerek bizim hiç haberimizin olmadığını gösteriyor.”
               TERKOĞLU “MANŞETTEN LİNÇ EDİLDİK”
     Bu davalarda gazeteciliğin yargılandığını anlatmak için mücadele ettiklerini dile getiren Terkoğlu ise gazetecilerin terörist, anarşist gibi tanımlamalardan çıkarılması gerektiğini aktardı.
   Terkoğlu, bu noktada herkese büyük görev düştüğünü söyledi. Özellikle gazetecilerin birbirini anlaması gerektiğini anlatan Terkoğlu, “Hücrede sizin mensup olduğunuz bir gazeteyi elinize alıyorsunuz ve manşetten linç edildiğinizi görüyorsunuz. Hâlbuki bizim gazetecilik yaptığımız biliniyor. Gazetecilik yaparken haber kaynaklarıyla nasıl görüşüldüğünü, işin özünü herkes biliyor. Bu anlamda Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’ne çok büyük görev düşüyor. Ttutuklu gazetecilerin gazetecilik faaliyeti nedeniyle içeride olduklarının altı çizilerek, vurgulanarak, bıkmadan usanmadan anlatılması gerektiğini düşünüyoruz. İçeride bir tane dahi tutuklu gazeteci kalmayana kadar hangi davadan olursa olsun, tutuklu gazeteci kalmayana kadar bu mücadeleyi sürdürmeye devam edeceğiz” dedi.
             PEHLİVAN: “YARIM KALAN ADALET SORUNU VAR”
    “Biz çıktık bu iş bitti diye düşünmüyoruz” diyen Barış Pehlivan, sözlerini şöyle sürdürdü:
     “Biz dışarı çıktık ama kendi halimize sevinemedik. Çünkü esasında içerinin acılarını hala unutmuş değiliz. Hâlâ içeride onlarca gazeteci arkadaşımız var. Bizim davamızda tutuklu olan gazeteci arkadaşlarımız var. Onlarca, Türkiye’nin dört bir yanında gazeteci arkadaşımız var. Ustamız, 26 yıllık gazeteci Soner Yalçın içeride. Bu yüzden kendimizi özgür hissetmiyoruz. İçerideki tutuklu gazeteciler gazetecilik faaliyetleri nedeniyle tutuklular. Bunu yorulmadan sürekli haykırmamız gerekiyor. Sürekli anlatmamız gerekiyor. Bizler gazeteci olarak girdik, gazeteci olarak çıktık, gazeteciliğe devam edeceğiz. O insanlar da gazeteci olarak girdi, gazeteci olarak çıkacaklar. Bunu için bundan sonra mücadele edeceğiz. Biz işin iş bitmedi yarım kalan adalet sorunu var.
                “BU DÖNEM GAZETECİLİK İÇİN FIRSAT”
     Bu dönemler gazeteciliğe fırsat da sunar bence. Yani büyük haksızlıkların olduğu dönemlerde gazetecilik bir aydın faaliyeti olarak kendi bulunduğu yeri  birkezdahaateş çemberinden geçerek tanımlar. Haksızlıklarla hukuksuzluklarla, mücadele etmenin bir aracı mı olacak yoksa sadece susup oturup köşeye sinip insanlara karşı kötülük yapmanın mı aracı olacak? O yüzden ben bu dönemi bir fırsat olarak görüyorum. Her şey kötü ama bir de fırsat olarak görüyorum. Lütfen o fırsatı kötüye kullanmayın.”