31 Ekim 2012 Çarşamba

GÜLBAHÇE'Yİ KAYBETTİK...

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin (TGC) 43 yıllık emektarı Fikret Gülbahçe, trafik terörüne yenildi. (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

CEMİYET'İN EMEKTARI GÜLBAHÇE YOĞUN BAKIMDA...

                                                                Fikret Gülbahçe
                                    Fikret Gülbahçe (sağda), tarihçi-yazar Orhan Koloğlu ile...
          
        Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) emektarı Fikret Gülbahçe (58), Kabataş’ta geçirdiği trafik kazası sonucu ağır yaralandı.
        Dün gece saat 22.30 sıralarında Kabataş-Meclisi Mebusan Caddesi’nde karşıdan karşıya geçmeye çalışan Fikret Gülbahçe’ye Yavuz Mutlu’nun kullandığı 34 AT 9291 plakalı motosiklet çarptı. Kazada motosikletin çarptığı Fikret Gülbahçe ile sürücü Mutlu yaralandı.
       Gülbahçe önce Taksim Eğitim ve İlkyardım Hastanesi’ne kaldırıldı. İlk tedavisi burada yapılan Gülbahçe daha sonra Kocasinan Özel Gelişim Hastanesi'ne götürüldü. Fikret Gülbahçe hastanenin yoğum bakım ünitesinde tutuluyor.
(Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

26 Ekim 2012 Cuma

ATEŞ NESİN...


                                              (Fotoğraf: S. Boyoğlu)

                 Yazar adaylarına öneriler                                      
ÜNLÜ bir yazarımıza "Nasıl yazıyorsunuz?" diye sorulunca, O da "Esin perime bağlı. Bazen sırtüstü yatarak, bazen de yüzükoyun yere, halının üzerine uzanarak, ara sıra da  amuda kalkarak yazıyorum. Baktım olmadı, zaman zaman da  kendimi tuvalete kilitleyip, klozetin üstüne oturarak yazıyorum" diye yanıt vermiş.

Yazı yazmak her babayiğidin harcı değildir elbette. Lütfen dikkat; ben kağıt üzerinde kalem oynatmak ya da bilgisayarın tuşlarına gelişigüzel basmaktan değil, yeni fikirler üreterek ortaya taze bir şeyler koyup, gerçek anlamda yazı yazmaktan söz ediyorum.

Yapılan söyleşilerde "Yazı yazmak sonradan edinilen bir olgu mu, yoksa doğuştan gelen  bir yetenek mi?" diye ünlü kalemlere sorarlar hep. Kişioğlunun yazma yeteneğini, yaşamı boyunca karşısına çıkan yazma fırsatlarıyla harmanlaması ve kendi biçemini oluşturması ile zaman içersinde geliştirebileceğine inananlardanım.

İyi yazı yazmak çok zordur. Ama inanın ki, kötü yazmak bile o kadar kolay bir iş değildir. Yılların gazetecisi bir dostum bir gün bana," Yahu Ateş,  bazıları o kadar kötü yazıyor ki, bu  başarıyı nasıl gösteriyorlar, şaşıp kalıyorum vallahi" derken hiç de haksız sayılmazdı…

Eli ayağı düzgün, okunduğunda anlaşılabilir kıvamda bir yazı ortaya çıkarabilecek kişinin öncelikle belli bir eğitimden geçmesi, kültür birikiminin getirdiği belirli bir alt yapıya sahip olması gerekmektedir. Ayrıca yazı yazmaya heveslenenlerin başarılı olabilmeleri için çok kitap okumaları,  sevsinler sevmesinler, hiçbir konuya burun kıvırmadan; politikadan magazine, spora kadar medyadaki tüm haberleri mümkün olduğunca izlemeleri, İnternet sayfalarını sürekli taramaları,  olmazsa olmazın ilk koşuludur. Daha şanslı sayılan yabancı dil bilenler ise, bildikleri dillerde dünyadaki tüm olayları izlemeye çalışmalıdırlar. Bütün bunlara ek olarak; yazı yazanların fırsat buldukça gezip dolaşmalarını, insanlarla sık diyalog kurmalarını buradan bir kez daha anımsatmama bilmem gerek var mı?…

Yazı yazmak; aklımızdan geçen başıboş, serseri kelimeleri gelişigüzel yan yana getirerek çorba yapıp kafaları karıştırmak değil, bilinçli bir şekilde değişik düşünceler üretip olaylara farklı bir biçimde yaklaşabilmek sanatıdır.

Yazı yazma meraklılarımızın; (buna  profesyonel bazı yazarlarımız da dahil) cafcaflı ve ağdalı kelimeler kullandıkça, küfürlü ifadelerle yerli yersiz polemiklere girdikçe, yazdıklarını anlaşılamaz kördüğüm haline getirdikçe, tümce ile paragrafın varlığını unutup, yazılarını ha babam uzattıkça,  zengin görünsün diye anlam ve yazımını tam olarak bilmedikleri dilimizdeki yabancı kökenli kelimeleri kullandıkça; çok başarılı, olağanüstü şeyler yazdıklarına kendilerini de inandırıp, sonunda büyük hayal kırıklıkları yaşamaları kaçınılmazdır.

Evet, yazmak çok güzel bir uğraştır. Ama şunu da hiçbir zaman unutmamalı ki; bu güzel uğraşın  üstesinden gelip, beceremeyenlerin, bu heveslerini  bir an önce  okuma eylemine dönüştürmeleri  hiç de kötü bir şey değildir!..

16 Ekim 2012 Salı

YURDAGÜN GÖKER...

                                                           

13 Ekim 2012 Cumartesi

"CAFER ZORLU KARİKATÜR SERGİSİ"...

            Dün usta karikatüristlerimizden Yurdagün Göker, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’ne (TGC) gelmişti. Yurdagün ustaya bugün açılacak olan “Cafer Zorlu Karikatür Sergisi” ile ilgili yazları Bodrum’da yaşayan karikatürist Raşit Yakalı ustanın bloğundan duyuru yaptığını söyledim:
        - Biliyorum, haberim var. Belki gelirim, demişti.
          Yurdagün Göker usta çok mütevazi bir insan. Gençliğinde çeşitli gazetelerdeki karikatüristliğinin yanı sıra basketbol oyunculuğu ve koçluk da yapan Yurdagün usta, uzun yıllar Almanya’da ustalığını kanıtlamış bir kişi…  Kendisinden bahsetmeyi pek sevmeyen, bu satırları yazdığım için belki bana da kızacak olan Yurdagün usta, hâlâ her gün karikatür çizimlerini aksatmadan sürdürüyor.
        Gelme konusunda biraz gönülsüz olan Yurdagün ustayı:
        - Raşit Bey’le telefonla görüştüm. Kendisi yarın Bodrum’dan İstanbul’a geliyor. Gelirseniz orada görüşürüz, deyip uğurlamıştım. 
         Serginin açılışı bugün (13 Ekim Cumartesi) Tepebaşı-İBB Karikatür Mizah Merkezi’nde saat: 14.00’te yapılacaktı. Gittiğimde sergi alanı kalabalıktı. Hemen hemen eski ustaların hepsi sergi salonunda yerlerini almıştı. Hem Cafer Zorlu ustanın eserlerinin yer aldığı sergiyi gezdim, hem de bolca fotoğraf çektim. Oda müziği eşliğinde serginin açılışı yapıldı. 
          Kanepeler, tatlı ve tuzlu yiyeceklerden oluşan yiyecek ikramı yapılırken, Cafer Zorlu’nun bazı karikatürist arkadaşları:
         - Keşke bu kokteylde kuru fasulye de verilseydi. Çünkü rahmetli kuru fasulyeyi çok severdi, diye espri yaptılar. Gülüştük…
         Kokteylin ortalarına doğru Yurdagün Göker Usta geldi. Tatlı sohbetlerin ardından Yurdagün Göker, Raşit Yakalı, Erdoğan Bozok ve Ruhi İdacıtürk ile birlikte İstiklâl Caddesi’ne yürürken yol boyunca Raşit Yakalı ustanın “Migros reklamı”ndaki performansının esprisini yaptık.
         Dip Not:
         Bu arada, bu yazıda belirtmeden geçmek istemedim. Rahmetli Cafer Zorlu ustanın meslek yaşamına ve karşılaştığı sıkıntılara “Hazandan Önce Babıali” kitabımda geniş bir şekilde yer vermiştim.
(Yazı ve Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

12 Ekim 2012 Cuma

EZGİLERLE MÜZİK...


Mehmet ÜNLÜ
                               
                                  TÜRK POPÜLER MÜZİĞİ’NİN TARİHİ (2)                                    

                                           BAYAN   “YOH YOH”     
      
          1968-'70 arasında pek çok plak yapan Esin Afşar, adını Kul Ahmet'ten aldığı bir türküyle duyurur: "Yoh Yoh". Türkiye'de ve dünyada pek çok festivale katılır, 'diplomatik sanatçı' ünvanı alır. 1970 Balkan Festivali'nde Metin Eloğlu'nun sözleri üzerine Selmi Andak'ın bestelediği "Gurbet Yorganı" ile üçüncü olur.                           
            Sonraki yıllarda ününü "Zühtü", "Sanatçının Kaderi" gibi şarkılarla sürdürür. Esin Afşar'a ilk plaklarında Modern Folk ÜçIüsü eşlik eder. Ahmet Kurtaran, Selami Karaibrahimgil ve Doğan Canku'dan kurulan grup, 1970'te yaptıklan "Deriko" ile üne kavuşur. Grubun türkülere getirdiği çoksesli yorum başta yadırganır. Modern Folk Üçlüsü, tarzını geliştirerek sürdürür. Ancak ilerleyen dönemde yaptıkları çoksesli çalışmalarla Türkiye'de bir devrin en önemli topluluklarından birisi haline gelir.
                          
                                          ANADOLU POP AKIMI

             Anadolu-pop akımının önemli gruplarından birisi de Üç Hürel'dir. Kendilerine özgü çalışmaları ile '70'lerin ilk yarısında kendilerinden söz ettiren Üç Hürel ilk plağını 1971'de çıkartır: "Şeytan Bunun Neresinde / Ve Ölüm". 1973'e kadar birbiri ardına 45'likler çıkaran grup elemanları, aynı yıl "Hürel Arşivi" adıyla bir toplama albüm yapar. Albüm çok satar ve Üç Hürel, bu plakla Türkiye'de ilk altın plak ödülünü alır. Topluluk, Alpay ve Nesrin Sipahi ile yaptıkları plaklarla da büyük başarı kazanır. '70'lerin başında ortaya çıkan Selda ve 1972'de bir kere daha, bu kez Günaydın gazetesince yapılan Altın Mikrofon'un kazandırdığı Edip Akbayram, Anadolu-pop'un son dönem başarılı temsilcileridir.                               
            Barış Manço, 1970'te kemençe üstadı Cüneyd Orhon ile yaptığı "Dağlar Dağlar" ile bir anda patlar. Aynı yıl "Söyle Sazım" adlı bestesiyle sükse yapan Fikret Kızılok, bir anda Manço'nun en büyük rakibi haline gelir.
            Cahit Oben Orkestrası'nda başladığı müzik yaşantısını bireysel olarak sürdüren ve elinde gitar, sırtında kaftanıyla yepyeni bit tarz yaratan Kızılok, birbiri ardına yaptığı plaklarla dikkat çeker. İlerleyen dönemde Tehlikeli Madde adlı bit topluluk kuran ve deneysel çalışmalara imza atan Kızılok'un Ahmed Arif'le yaptığı ortak çalışmalar ve Nazım Hikmet'in şiirlerini farklı bir tarzda yorumladığı "Not Defterimden" adlı albüm hala aşılamamış çalışmalardır.
            Barış Manço ise, herkes gidip geldikten sonra kurduğu Kurtalan Ekspres adlı grubuyla ölümüne dek sürecek bir beraberliği başlatır.                           
            Anadolu-pop bir yandan gelişimini sürdürürken diğer yandan da 'aranjman' hızla yayılır. 60'ların sonunda Ajda Pekkan'ın açtığı yoldan ilerleyen bir grup, bu türde eserler veriyordu. Aslında düzenleme anlamına gelen, ancak yanlış bir kullanımla bir türe adını veren 'aranjman', yabancı şarkılara yazılan Türkçe sözlerle oluşmuş bir 'ara' tür. Bestelerin İngilizce yapıldığı, Türkçe söylemenin 'ayıp' sayıldığı bir dönemde ortaya çıkmış ve başarı kazanmış; böylelikle Türkçe bestelerin de önünü açmıştır. 'Aranjman', iki önemli bestecinin ortaya çıkışıyla yavaş yavaş etkisini yitirir. Bora Ayanoğlu ve Timur Selçuk.

                                 ARANJMANLARIN YAYGINLAŞMASI

            Ayanoğlu, yaptığı bestelerle adını duyurmuştur. Alpay'ın yorumladığı "Fabrika Kızı", popüler olmuş ilk yerli bestedir. Çetin Akçan'ın sesinden ünlenen "Elvan Elvan"; Nesrin Sipahi'nin yorumuyla akıllara kazınan "Yunus", aynı dönemin ürünü olan, İnci Çayırlı'nın yorumladığı "Postacı", yine Alpay'ın yorumuyla "Tren", "Toprak", Gönül Akkor'un unutulmaz sesinden bugünlere ulaşan "GülIer Ve Dudaklar" Bora Ayanoğlu'nun önemli bestelerinden sadece birkaçı. Kendi yorumladığı "Race-Marie" ile ününün doruğuna tırmanan sanatçı, popüler batı müziğinin en önemli bestecilerinden birisi haline gelmiştir.
            Timur Selçuk ise, '60'ların sonunda, Fransa dönüşünden sonra kendi yorumladığı Fransız etkili besteleriyle adından söz ettiren genç bir müzisyen olarak atıldığı müzik dünyasındaki yerini giderek sağlamlaştırır. 1987 tarihli ilk plağı "Ayrılanlar için" büyük başarı kazanır, ardından yaptığı "Sen Nerdesin", "İspanyol Meyhanesi", "Beyaz Güvercin" gibi besteler bu türün klasikleri haline gelir.

                                          ALİ KOCATEPE DÖNEMİ

        Bora Ayanoğlu ve Timur Selçuk'un açtığı yoldan ilerleyen bir başka sanatçı da İzmirli besteci Ali Kocatepe.                              
        Müzik hayatına yorumcu olarak başlayan, sonra kendi bestelerini yapan Kocatepe, prodüktörtüğüyle de Türkiye'de pop müziğe önemli hizmetlerde bulunmuş bir müzik insanı.
        Aralarında, 'bütün zamanların en iyi pop albümü sayılan Bülent Ortaçgil'in "Benimle Oynar mısın" albümünün de bulunduğu 100'den fazla albümün prodüktörlüğünü yapan; Gökben, Sibel Egemen, İskender Doğan, Coşkun Demir gibi isimleri müzik dünyasına kazandıran Kocatepe, 1970'te kurduğu 1 Numara plak şirketiyle '80'lere kadar kesintisiz hizmet vermiştir.                                                              
       Ali Kocatepe'nin çalıştığı en önemli yorumculardan birisi Nüket Duru'dur. 1974 yılında yaptığı bir 45'likle müzik hayatına atılan, ardından söz yazan Mehmet Teoman ve besteci Cenk Taşkan ile ortak bir çalışma içine giren ve büyük başarılar kazanan Duru, 1977'den sonra Ali Kocatepe ile çalışmış, bestecinin Sabahattin Ali şiirleri üzerine yaptığı şarkıları seslendirmiştir.

                   NÜKET DURU, SEZEN AKSU, NİLÜFER VE HÜMEYRA

         Nükhet Duru ile birlikte dönemin iki büyük yorumcusu sayılan Sezen Aksu ve Nilüfer de aynı yıllarda zirveye yerleşirier. Nilüfer iIk plağını 1972'de yapar. "Dünya Dönüyor" ile ilk altın plağını aldığında yıl 1973'tür. Ardından 45'lik plaklar birbiri ardına gelir. Nino Varon'un keşfi olan sanatçı, daha çok Tuğrul Dağcı ile çalışır. Sezen Aksu ise Sezen Seley adıyla yaptığı ilk plağını 1975'te çıkartır. Asıl ününü "Kaybolan Yıllar"a borçlu olan Aksu, o dönemde "Seni Gidi Vurdumduymaz", "Olmaz Olsun", "Kusura Bakma", "Kaç Yıl Geçti Aradan" gibi başarılı çalışmalara imza atar.
            Melodi Plak'ta grafiker-ressam olarak çalışırken kendi bestelerini plak yapma imkanı bulan Hümeyra da '70'li yıllara damgasını vurmuş özgün isimlerden birisidir. "Kördüğüm", "Yol", "Ölüm" gibi plaklarıyla kendisine özel bir yer edinir ve yıllarca değişmeyecek düzeyli bir çizgide ürünler verir.
            Türkiye'de oturmuş bir müzik endüstrisinden söz etmek '70'li yıllar için pek olası değil, Bu anlamda, Ali Kocatepe'nin kurduğu 1 Numara plak şirketi önemli bir girişim. Ancak daha önemlisi, 1972 yılında Şanar Yurdatapan ve Attila Özdemiroğlu'nun kurduğu, Türkiye'nin ilk prodüksüyon şirketi olan ŞAT Yapım. Bünyesinde barındırdığı müzisyenlerin yanı sıra dışarıya da iş yapan ŞAT Yapım, bir dönemin en önemli organizasyonlarından birisi olan 1. Topluiğne Beste Yarışması'nın da düzenleyicisi. TRT tarafından canlı olarak yayınlanan bu yarışma, Türkiye'de düzenlenen geniş katılımlı ilk beste yarışması olması açısından oldukça önemli.                                                                                     
           O dönemde can çekişmeye başlayan 'aranjman'lara vurulmuş son ve etkileyici darbe aynı zamanda. "Unutama Beni" adlı Erol Tanır bestesine getirdiği yorumla birinciliği kazanan Esmeray,Topluiğne bir başka kazanımı.
          Aslında Topluiğne bir anlamda Eurovision provasıdır. TRT, bu yarışmaya 1975'ten itibaren katılma kararı almış ve çalışmalara başlamıştır. Topluiğne'nin başarılı bir şekilde sonuçlanmasının ardından çalışmalar hız kazanır. 1975 yılındaki ilk Eurovision'da ufak aksaklıklar yaşansa da bu yarışma Semiha Yankı'nın galibiyetiyle sonuçlanır. Münir Ebcioğlu bestesi "Seninle Bir Dakika", Stockholm'de 3 puan alır. Yine de yarışmaya ilgi artar. Yıllarca en önemli müzik olaylarından sayılır Eurovision.

                                    ÇİĞDEM TALU- MELİH KİBAR

          '60'ların sonundan beri yaptığı plaklarla bir yerlere gelmeye çalışan, bunu bir ölçüde başaran Erol Evgin, yanına `70'lerden bu yana müziğin içinde olan besteci Melih Kibar'ı ve söz yazarı Çiğdem Talu'yu alarak 1976'da yeni bir çalışmaya başlar.                       
            Bu üçlü kısa sürede ilk ürünlerini verir: "İşte Öyle Bir Şey". Plak büyük başarı kazanınca arkası gelir. "Bir de Bana Sor", "Sevdan Olmasa", "Etme Eyleme", "İçimdeki Fırtına"... Böylelikle Türkiye'de popüler müziğin en başarılı ekip çalışması başlar. Talu-Kibar ikilisinin şarkılarını sadece Erol Evgin yorumlamaz.                                             
             Tanju Okan, Füsun Önal, Hümeyra, Rezzan Yücel bu şarkıları yorumlarlar ve büyük başarı kazanırlar. Türkiye'de popüler müziğe en çok katkının yapıldığı dönemde en üretken ekip olarak dikkat çeker Talu-Kibar-Evgin üçlüsü.                    
           Aynı yıllarda Asu Maralman, Yeliz, Yeşim gibi sanatçılar da plaklarıyla dikkat çekerler. Pop müziğin gerçekten popüler olduğu yıllardır `70'ler. Ancak siyasi hareketlerin tırmanışı, dengelerin değişmesi ve toplumsal muhalefetin güçlenmesi pop müziği de etkiler.
                            
                                           SLOGANLAŞAN ŞARKILAR                   

             Yıllardır Anadolu kokulu çalışmalar yapan Cem Karaca, Selda, Edip Akbayram gibi sanatçıların başını çektiği bir ekip, giderek sloganlaşan şarkılar üretmeye başlar. Ali İzzet Özkan'dan Aşık Mahzuni'ye, Aşık İhsani'den Ruhi Su'ya uzanan bir geniş kültürün üzerine sağlam yapıtarla inşa edilen bu tür bir anda gelişir. Rahmi Saltuk, Sadri Gürbüz gibi yorumcular 'iyi' çalışmalara imza atarken Timur Selçuk, yepyeni bir çizgide yaptığı plakla bu türün en önemli isimlerinden biri haline gelir.
              Politik müziğin yükselişe geçmesi yeni yorumcuları ortaya çıkartırken pop müziğin ünlü sesleri toplumsal mesajlar içeren şarkılar üretmeye başlar: Metin Ersoy, İskender Doğan, Füsun Önal, Tanju Okan, Ali Rıza Binboğa, Yeşim bunlardan birkaçıdır. 1974'te Yılmaz Güney'in "Arkadaş" filminde adını duyuran Melike Demirağ, `70'lerin ikinci yarısında en önemli yorumcu olarak dikkat çeker. Birbiri ardına yaptığı plaklarda Şanar Yurdatapan şarkıları yorumlar. Şanar'ın ŞAT Yapım`dan ortağı Attila Özdemiroğlu da aynı yıllarda Zülfü Livaneli'ye yaptığı düzenlemelerle ilgi çeker.
             1980 askeri harekatı, her şey gibi pop müziği de duraklatır. Piyasa krizdedir. Bir dönemin çok satan pop plaklarının yerini arabesk plakları almıştır. `70'lerin sonundan itibaren ortalığı kaplayan kaset furyası plak sektörünü vurmuş, kasetçilerin doldurduğu karışık kasetler çok satar olmuştur.

                                        “HOŞ SADA” İLE YILDIRIM GÜRSES

             Böylesi bir dönemde, dönemin tek televizyonu olan TRT, yeni insanları ve türleri lanse etmeye başlar. Beş Yıl Önce On Yıl Sonra, bu yıllarda kurulmuş uzun süreli olamayan bir topluluktur. Yıldırım Gürses'in "Hoş Sada" çalışmalarıyla örneklediği 'Çoksesli Türk Hafif Sanat Müziği' de yeni bir tür olarak ortaya çıkartılır. Bu tür, TRT tarafından pompalanmış, bu pompalama başta etkili olmuş, sonrasında giderek etkisini yitirmiştir. '68'in Altın Mikrofon birincisi, '70'lerin en popüler bestecisi Yıldırım Gürses bunun ardından bir suskunluk dönemine girer. Bu suskunluğunu 1999'da yaptığı ikili bir albümle bozar.
           Bu kısır ortarnda, yine de iyi çalışmalar üretilir. Fikret Kızılok'un "Zaman Zaman"ı, Erkin Koray'ın ''70'Ii yıllara bir selam gönderdiği "İlla ki"si ve Ergüder - Nur Yoldaş ikilisinin unutulmaz "Sultan-ı Yegah"ı bu dönemin çalışmalarıdır. Özellikle "Sultan-ı Yegah" büyük ses getirir. `70'lerde kurduğu orkestrayla önemli çalışmalara imza atan, doğu-batı sentezini oluşturma uğrunda ciddi çabaları olan Ergüder Yoldaş, 1982'de yaptığı bir albümle o güne dek yaptıklarına son noktayı koyar. O dönemki eşi Nur Yoldaş'ın yorumladığı ve önemli müzisyenlerin katılımıyla oluşturulan albüm, hemen tüm şarkılarıyla dillere yerleşir.
           Ama o yıllarda asıl `patlamayı', dönemin 'genç' grubu Mazhar Fuat Özkan yapar. 1984'te yayınlanan "Ele Güne Karşı Yapayalnız", bir anda her yerde çalınan, dinlenen bir albüm haline gelir. Aynı yıl yayınlanan iki albüm, Sezen Aksu'nun arabesk motiflerle dolu "Sen Ağlama" ve Zülfü Livaneli'nin `ip'lerin duyarlılığından çok uzakta bambaşka dünyalara doğru yelken açtığı "Ada" albümleri de ciddi satış rakamlarına ulaşınca piyasa yeniden 'pop' yapıtlarını desteklemeye başlar.

                                                     GENÇLERİN SEVGİLİSİ: MFÖ

             Bu dönemde, Mazhar Fuat Özkan'ın kazandığı başarının da etkisiyle Grup Gündoğarken'le başlayan, Yeni Türkü, Ezginin Günlüğü gibi düzeyli sentez gruplarına ulaşan bir gruplar patlaması yaşanır. Gündoğarken yaz aşklarını anlatır, Yeni Türkü popüler Yunan Şarkıları üzerine yazdıkları sözlerle sivrilirken Ezginin Günlüğü, daha çok üniversite çevrelerinde dinlenen 'elit' bir topluluk olarak yükselir.Yine aynı zamanlarda, İstanbul'da kurulan bir başka topluluk, Grup Yorum, darbe sonrasında `unutulan` bambaşka duyarlılıkları hatırlatır, birbiri ardına yaptığı albümlerle özellikle '80'lerin ikinci yarısına damgasını vuran topluluk haline gelir.
             '70'lerde yaptığı iki 45'lik plakla müzik hayatına atılan Nejat Yavaşoğulları ise kurduğu yeni grubu Bulutsuzluk Özlemi ile bambaşka bir hattın kapısını açar. '80 sonrasında, 1989'da yaptıkları ikinci aIbümleri "Uçtu Uçtu"nun büyük başarı kazanması, Bulutsuzluk Özlemi'ni müstesna bir yere oturtur. "Uçtu Uçtu", bu anlamda önemli bir albümdür. Yol açıcı, gerektiğince protest ve rnüzikal seviyesi oldukça yüksekte...
               Bulutsuzluk Özlemi'nin açtığı hattan ilerteyen başka gruplar ilerleyen dönemde oluşacak Türkçe rock patlamasının öncüleridir. O kadar ki, `70'lerin efsane grupları Moğollar ve Üç Hürel yeniden bir araya gelirler ve '90'lu yıllarda söz sahibi olan gruplar arasına girerler.
                                                     
                                                           KAYAHAN FIRTINASI

              '70'li yılların sonuna doğru yaptığı bir 45'lik ve '80 sonrasında yaptığı kimi çalışmalarla adından söz ettiren Kayahan, 1991'de yaptığı "Yemin Ettim" adlı albümüyle çok büyük bir satış rakamına imza atar. '80'lerin ilk yarısında Atila Özdemiroğlu'nun önce Sezen Aksu'nun "Firuze"si sonra Nükhet Duru'nun "Sevda"sı ile girişdiği deneyin yıllar sonra ortaya çıkan bir yankısıdır "Yemin Ettim'. Arabesk ve pop flörtünün de başlangıcıdır.
               Kayahan'ın ilerlediği hattın, sonradan "özgün" olarak anılacak müzik türüne de yansımaları ortaya çıkar; Ferhat Tunç ve Ahmet Kaya, yaptıkları 'politik' şarkılarda arabesk tınıları alabildiğine kullanarak geniş kitlelere hitap etmeyi başarırlar. Ahmet Kaya giderek bir fenomen haline gelir. Onca yıpratma ve yok etme politikasına rağmen yıllarca dimdik ayakta durur; albümleri çıktığında hep çok satar.
             '90'Iı yılların müziği türlerin birbiri içine geçtiği, değişik denemelerin ortalarda dolandığı garip bir karışımdır. 1991 yılında "Abone" ile başlayan 'pop' şarkıları devri hızla artan ürünlerin piyasayı doldurmasıyla engellenemez bir hal alır. Sezen Aksu'nun "Hadi Bakalım", Nilüfer'in "Şov Yapma" şarkıları diskolarda çalınmaya başlar. Birbiri ardına 'yeni' şarkılar ve şarkıcılar çıkar piyasaya. Sezen Aksu'nun yetiştirdiği insanlar da birbiri ardına albüm yapar. Sertab Erener ve Levent Yüksel, önemli çalışmalara imza atar. '90'Iarın son fenomeni, Tarkan, Sezen Aksu imzalı şarkılarla adından söz ettirir, Avrupa'ya açılır ve bir dünya starı olma yolunda önemli adımlar atar.
              Bu dönemlerde türküler ve 'Anadolu-rock' yeniden moda olur. '70'lerin Anadolu-pop akımının ve bu akımı yaratanların saflığının çok uzağında, tümüyle ticari düşünülerek ortaya çıkan bir 'moda'dır bu, Murat Göğebakan, Haluk Levent gibiler Cem Karaca gibi söyleyerek kendilerine bir hayran kitlesi oluştururlar, Özlem Tekin, Şebnem Ferah, Sibel Tüzün gibi şarkıcılar, Bulutsuzluk Özlemi'nin açtığı yolda ilerler ve oldukça da başarılı olurlar. Zamanla hayran kitlesinin çemberi genişledikçe albümleri nerede ise yok satar hale gelir.. İşte, onlarda ”Türk Rock Müziği”ne isimlerini yazdırmayı başarırlar ve başarıları da halen devam etmektedir.
              Günümüzde “Türk Pop Müziği”nde  her geçen gün yeni sesler, yeni isimler ortaya çıkıyor. Ancak bir gerçekle karşı karşıya kalınıyor.. O da kalıcılık.. İşte bütün olay bu..Ama ne yazık ki, “Top on” denilen listelere çıkmaları her ne kadar tanıdıklar(!) aracılığı ile olsa da uzun sürmüyor liste lerde yer almak..         
              Lütfen şöyle bir bakalım olanlara.. Kendine güvenen kişi, külliyetli miktarda para ödeyerek şarkı sözü ve beste satın alıyor..Bunu bir klipe çekiyor.. Klip ücreti ayrı ödeniyor, o da hatırı sayılır bir bedel.. Bu arada aranjörün yanısıra stüdyo kirası ve cd ücretleri de ayrı bir bedel.. Evet sonuçta bir CD hazır… Peki sonra?.. Bundan sonrası ise TV’lerin müzik programlarında yayınlatmak.. Yayınlandığını kabul edelim.. Bir kez daha, bir kez daha yayınlansa da müzik severlerin beğenisini kazanabildi mi? diye bakmak lazım.. Ancak sonu ne yazık ki hüsranla bitenler, onca bedeli ödedikleriyle kalabiliyorlar.. Ödenen bedel ise buradan belirtmeyelim, tahmin etmeyi sizlere bırakıyorum.
             Şimdi gelelim gerçeklerin ortaya konulmasına.. Kişi şarkı söylemeye karar vermişse önce kendisini, ”sesim yeterli mi?”, “ses rengim etkili olurmu?” gibi sorularla test etmeli, bir uzmana mutlaka danışmalı ve ardından mutlaka ama mutlaka; “şan”, “solfej”, “ritm” ve “armoni” eğitimi almalıdır.. Tabi bu eğitimlerin çocuk yaşlarda başlaması, iyi bir müzisyenin yetişmesine büyük fayda sağlar..
             İşte bilinmesi gereken ise,  kaliteli bir müzisyenin iyi bir müzik eğitimi almış ve uzun yıllar müzikle iç içe olması gerçeğidir..Yıllarını müziğe vermiş ve Türk Pop Müziği’nde altın harflerle adını yazdırmış değerli abimiz, İlham Gencer, kendisini sadece “Müzisyen” olarak tanımlar,  asla sanatçı olarak tanıtmaz..     
            Hoşça kalın..

11 Ekim 2012 Perşembe

LEVENT'İN BAĞLAMACISI...

                                                        (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

10 Ekim 2012 Çarşamba

MENEKŞE'DEN ÖNCE BELGESELİ...

           2 Temmuz 1993’te Sivas’ta Alevilere karşı gerçekleştirilen katliamı konu alan “Menekşe’den Önce” belgeseli Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ve Beşiktaş Belediyesi’nin her Çarşamba günü ortaklaşa düzenlediği “Bir Belgesel, Bir Gazeteci, Çay ve Simit” etkinliği çerçevesinde Levent’teki Beşiktaş Kültür Merkezi’nde gösterildi.
           Yönetmenliğini gazeteci-yazar Soner Yalçın’ın yaptığı belgesel, 12 yaşındaki oğlu Koray ve 15 yaşındaki kızı Menekşe’yi kaybeden Hüsne Kaya’nın hayata tutunabilmek için yine Menekşe adını verdiği bir çocuk dünyaya getirmesini konu ediyor.
           Belgeselde Menekşe, kaybettiği ablasının yaşına geldiğinde, hiç tanımadığı abla ve ağabeyini tanımak ve yaşananları öğrenmek için katliamdan kurtulan yazar Lütfiye Aydın’nın katliamı anlattığı kitabını okuyarak bilgi yolculuğuna başlar. Ardından olayın birinci derece tanıkları ve katliamda yakınlarını yitirenlerin ağzından dinledikleri ile o gün yaşananların izini sürer.
           Belgeseli sanatçı Levent Kırca ile çok sayıda vatandaş izledi. Belgeselin konukları ise Zeynep Oltıok, Halide Didem ve Tuğçe Tatari idi...
Yazı ve Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu          

TGC ŞİİR VE MUSİKİ GÜNLERİ...

                                         
                 
         Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin düzenlediği "Basın Müzesi Şiir ve Musiki Günleri" etkinliğinin 2012-2013 sezonu ilk programı sanatçılar ve sanatseverlerin katılımlarıyla 13 Ekim Cumartesi günü saat 13-15.30 arasında yapılacak.
          TGC Genel Sekreter Yardımcısı Ahmet Özdemir’in yöneteceği etkinliğin birinci bölümünde “yadımıza düşen” sanatkârlar anılacak. 3 Ekim 2012 Çarşamba günü toprağa verdiğimiz Fahri Ersavaş’la birlikte Zaman Tünelinin Ekim ayında aramızdan ayrılan Faik Ali Ozansoy, Edgar Allan Poe, Metin Eloğlu, Şemsi Belli, Cahit Sıtkı Tarancı, Kâzım Nami Duru, Mustafa Seyit Sutüven, Asaf Halet Çelebi, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Enis Behiç Koryürek, Sabri Altınel, Behçet Kemal Çağlar, Ziya Gökalp, İbrahim Alâettin Gövsa gibi birçok şairden söz edilecek.
          Programın ikinci bölümünde ağırlıklı olarak "Şiirimizde ve Musikimizde hazan" konusu işlenecek. Konuk şairler, şiirlerini okurken, müzisyenler şarkı ve türküleriyle programa duygu ve anlam katacaklar.  Adres: Basın Müzesi Divanyolu Caddesi No:76 ÇemberlitaşTelefon: 0212 519 59 09, 0212 513 84 58, 0505 556 74 63  Türkocağı Cad. No.1 Cağaloğlu-İstanbul Tel: 02125138300Fax: 02125268046
 E-Posta: tgc@tgc.org.tr

9 Ekim 2012 Salı

ALMANYA'YA DEĞİL ANADOLU'YA...

İstanbul’un tarihi binalarından Sirkeci Garı’na yolu düşenler, garın yan tarafında biriken kalabalığın ne olduğunu merak etmişlerdir. Ben de merak ettim ve öğrendim: Meğer, bu kalabalık Anadolu’ya gidecek yüklerin karayolu ile sevki için çalışanlarmış…
İstanbul’da bulunan kamyoncular “simsarlar” vasıtasıyla Sirkeci Garı’na gelip Anadolu’nun çeşitli illerine gidecek yüklerle ilgili bağlantıyı buradan sağlıyorlar.
1960'lı yıllarda Sirkeci Garı Anadolu'dan Almanya'ya işçi olarak gidenlerin yoğunluğuna sahne olurken, bugünlerde Anadolu'ya yük taşıyacak kamyoncuların ve nakliyecilerin simsarları ile dolu...
(Yazı ve Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

8 Ekim 2012 Pazartesi

KEMAL ILICAK'IN GENÇLİĞİ...

                                       
                                                                   Kemal Ilıcak
          
          Yazı ve Fotoğraflar:
              Süleyman Boyoğlu

           TGC üyesi Mahmut Gültekin, TGC Genel Sekreter Yardımcısı Zafer Atay'a bugün Basın Senatosu odasında bir fotoğraf göstedi. Fotoğraf dikkatimi çekti, Gültekin'e "Kimin fotoğrafı" diye sordum. Mahmut Gültekin, "Bil bakalım kimin?" diye hemen atağa geçti. "Zafer Bey'in mi?" dedim, "Hayır" bilemedin. Peki kimin diye ısrar edince; "Tercüman gazetesinin eski sahibi rahmetli Kemal Ilıcak'ın" dedi ve fotoğrafı nasıl elde ettiğini anlatmaya başladı:
           "Bir gün Ethem İzzet Benice'ye ait 'Benice Han'da oturuyorduk. Masasında Kemal Bey'in fotoğrafını gördüm. Bunu alabilir miyim dedim. 'Tabii alabilirsin, sende hatıra olarak kalsın' dedi. O gündür bu gündür bu fotoğrafı cebimde taşıyorum.
                                         Mahmut Gültekin
           Rahmetli Ilıcak çok çok iyi bir insandı. Patron olarak da insan olarak da eşi benzeri bulunmayan bir kişiydi. Allah rahmet eylesin. Eğer rahmetli yaşasaydı, basın bugün daha başka yerde olabilirdi..."
            Mahmut Gültekin, Tercüman gazetesine başlama hikâyesini de şöyle anlattı:
            "Esnaf gazetesi olan Türkiye Birlik'te çalışma hayatına başladım. Kemal Ilıcak Bey'le burada tanıştık. Gazetede ben sayfa sekreteri olarak görev yaptım. Ünal Sakman, Kemal Ilıcak, Sadettin Çulcu Gece Postası'nda çalışıyorlardı. Öğleden sonra da Türkiye Birlik gazetesine geliyorlardı. İki gazete de Cağaloğlu'nda faaliyet gösteriyordu.
            Bir müddet sonra Kemal Ilıcak, Tercüman gazetesinin patronu oldu. Sakman da Çulcu da Tercüman'a geçti. Ben de onlarla birlikte Tercüman gazetesinde başladım.
             10 yıldan fazla Cağaloğlu'ndaki gazetede görev yaptım. Sonra Kemal Ilıcak Bey, Cevizlibağ'daki binayı yaptırdı. Buradaki gazeteyi oraya taşıdı. Hep birlikte oraya gittik. Ben Tercüman'ın son dönemlerdeki sıkıntılı durumlarını yaşamadan emekli oldum."

ERİNÇ: MEDYA TARAFSIZ DEĞİL, BAĞIMSIZ OLMALI

        
         Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) ve Konrad Adenauer Stiftung’ın (KAS) ortaklaşa düzenlediği 64. Yerel Gazetecilik ve Meslek İçi Eğitim Semineri; değerlendirme toplantısı ve sertifika töreni ile sona erdi.
         TGC Başkanı Orhan Erinç, Adana’da yapılan 64. Yerel Medya Semineri’nin kapanış konuşmasında tarafsızlığın değil bağımsızlığın önemli olduğuna dikkat çekti.
         Gazetelerin tarafsız olup olmadığı konusunun sıklıkla gündeme geldiğini dile getiren Erinç, şöyle dedi:
         “Şu bir gerçektir ki, her yayın organı bazı konularda taraf olduğunu açıklayarak yayına başlar. Okuruna bir bildiri yapar. ‘Ben tarafım’ diyerek yayın hayatına başlayan yayın organında ‘sen illaki tarafsız ol’ diyerek bir istekte bulunmak bana doğru gelmiyor. Bana göre, tarafsızlık değil bağımsızlık önemlidir. Tarafsızlığın pratiğe yansıması da mümkün değil. Örnek vermek gerekirse, gazetelere, internet portallarını da sayarsak 2 bin haber geldiğini düşünelim. Bunlardan ancak 200 tanesi yayınlanabilir. O zaman geriye kalan bin 800 haberi koymadığımıza göre nasıl tarafsız olabiliriz? 1800 haberi neden koymadığınızı anlatmanız gerekir. Örneğin, ‘Benim okur kitlem bunu merak etmez. Öğrenmesi gerekmez’ de diyebilirsiniz. Yahut ‘Ben bu haberi koyamam benim patronum başı derde girer’ diyebilirsiniz. Tarafsızlıktan çok bağımsızlığa önem vermek gerektiğini düşünüyorum.”

                                  GENÇ İLETİŞİMCİLERİN SORUNU

           İletişim fakültesinde okuyan gazeteci adayların önündeki iki engel olduğunu belirten Erinç, şunları söyledi: 
           “Eskiden staja gelen öğrenciler, kâğıt kalem usulüyle resim altlarını yazıyorlar idi ama bilgisayar süreci başladığında, gazetelerde bilgisayarların sayılı olması nedeniyle staja gelecek öğrenci sayısında bir sınırlama meydana geldi. İkincisi ise Sosyal Güvenlik Kurumu yasasında yapılan değişikliktir. Amacı ne olursa olsun Türkiye’de çalışanların sosyal güvenlik şemsiyesi altında olması gerekir. O dönemin Çalışma ve Soysal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer idi. Kendisine sorunu anlattık çözüm bulunmasını istedik. Gazetelerin kaçak işçi çalıştırmaktan korktuklarını belirttik. Yapılan düzenlemeler sonucunda staj için gazeteye giden bir gencin staj yaptığı sürede sigortasının yapılması zorunlu hale geldi.”
          Staja gönderilen öğrencilerin sigorta primlerinin, üniversitelerin rektörleri ya da dekanlıkları tarafından ödenmesi gerektiğini ifade eden Erinç, bu noktada karşılaşılan sorunu ise şu sözlerle ifade etti:
         “Üniversitelerin de sıkıntıları söz konusu. O dönemin Bakanı sayın Dinçer, ‘Ben kim çalıştırıyorsa cezayı ondan alırım’ dedi. Anladığım kadarıyla sonra hoşgörülü bir yaklaşımı gündeme geldi. Ama staj konusunda gerçekten sıkıntılı bir süreç var. İletişim fakültesi dekanları kendi aralarında toplantılar yaparak sorunu çözmeye çalışıyor ama bu konuda da somut bir adım atıldığını söylemek biraz zor. TGC olarak bu konuda da çalışmalarımızı sürdürüyoruz.”
          Pek çok gazetecinin internet haberciliğine başlamak zorunda kaldıklarını ve yasalar gereği basın kartlarının artık devam ettiremediklerini dile getiren Erinç, sözlerini şöyle sürdürdü:
          “Şimdi Türkiye’de bazı gruplar ve bazı gazeteler; internet gazeteciliğiyle ilgili bir yasa çalışmasını sürdürüyorlar. Bu yasanın iki amacı var. Birincisi internet gazetecilerinin 212 basın yasası kapsamında sağlamaları konusunda bir değişiklik öngörüyor ama çıkış olarak doğru belirlenmesine karşın bu yasayı, basın yasası kapsamında yapmak gibi bir tercihi seçmişler. Oysa bildiğiniz gibi basın yasası, basılı iletişim araçlarıyla ilgilidir. İnternet gazeteciliği ise tamamen teknolojik bir yayın süreciyle gündeme geliyor. Yani basın yasasıyla internet gazeteciliği yasasını bir araya getirmeyi hukuki olarak, teknolojik olarak mümkün olmadığı görüşündeyiz. Çünkü ülkemizde süresiz ve süreli yayın söz konusu. İnternet, süreli değil sürekli bir yayın. O açıdan aynı yasa içinde düzenlenmesi yerine internet gazeteciliği için kendi teknolojisine uygun bir yasa yapılmalı. Belirlenen kuralların basın yasasına monte edilmesinden vazgeçilip başlı başına bir yasa hazırlamak gerekiyor.”

                        YEREL GAZETELER BİRLEŞTİRİLEBİLİR Mİ?

           Yerelde çalışan gazetecilerin daha ağır şartlarda çalıştığını vurgulayan Erinç, “Basın İlan Kurumu da burada konuşulan konulardan biriydi. Basın İlan Kurumu’nun yereldeki gazetelerin birleşmesini istemesi, bu çok sessizliğe aykırı bir görüş olarak gündeme geliyor” dedi.
           Erinç, şöyle devam etti:
          “Evet yerel de çok sayıda gazete var ama bunu birleştirirsek azaltılması, pratiğe yansıması en azından asgari kadroları dikkate alırsak, gazetecilerin de işsiz kalması gibi bir sonucu ortaya çıkarır. Aslında Basın İlan Kurumu’nun gazeteleri birleştirme konusu yeni bir konu değil. Benim anımsadığım 1960’ların sonunda 1970’lerin başlarında Konya’da gazetelerin birleştirilmesi konusunda bir uygulama yapıldı ama bu uygulama iki sene kadar sürdü. Daha sonra yeniden birleşen gazeteler ayrıldı.”

6 Ekim 2012 Cumartesi

CEMAL SÜREYA'NIN EVİ...


1990 yılında kaybettiğimiz usta şair Cemal Süreya'nın Kadıköy'deki evi. Sokak Cemal Süreya'nın adını taşıyor.
(Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

Üstü Kalsın

Ölüyorum Tanrı'm
Bu da oldu işte
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum Tanrı'm
Ama ayrıca aldığın şu hayat
Fena değildir
Üstü kalsın

                           Cemal Süreya

SERTEL: AKREDİTE VİRÜSÜ YAYILIYOR...

                                                

       Balıkesir Belediye Başkanlığı, kentte yayın yapan iki yerel gazetenin belediyenin basın toplantılarına katılmamaları yönünde karar alırken, MHP'li Başkan İsmail Ok, Başbakan'ın AK Parti kongresine bazı gazeteleri almamasını örnek gösterdi.
      Türkiye Gazeteciler Federasyonu (TGF) Genel Başkanı ve İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Atilla Sertel, Başbakan tarafından gündeme getirilen “akredite virüsü”nün yayıldığına dikkat çekti. Sertel, belediyenin gazetecileri engellemeye yönelik kararını kınarken, bir an önce bu yanlıştan dönülmesi yönünde çağrıda bulundu.
      Balıkesir Belediyesi'nin kentteki iki yerel gazeteye, belediye çalışmalarıyla ilgili toplantı ve teknik gezileri katılmalarının engellediğinin öğrenilmesi üzerine yazılı bir açıklama yayımlayan Atilla Sertel, gazetecilerin halkın haber alma hakkı için çalıştığını ve kamu görevi gördüğünü belirterek, halkın haber alma özgürlüğünün engellenemeyeceğini vurguladı. Sertel, şunları söyledi:

                             TEHLİKELİ BİR SÜREÇ

      “Balıkesir Belediye Başkanı Sayın İsmail Ok talimatlarıyla, belediyenin yapımı devam eden çalışmaları yerinde incelemek üzere düzenlediği 'teknik gezi'ye davet edilen gazetelerin temsilcileri arasında yer alan Gazete Balıkesir Haber Müdürü Mustafa Sütçüoğlu'nun, gazetecilerin bulunduğu belediye otobüsünden belediye görevlilerince indirildiğini üzüntüyle öğrenmiş bulunuyorum. Benzer bir olayın Ayna Gazetesi spor muhabirine de yapıldığı bilgisi de var.
       Belediyeler halk için, kamu yararı için çalışırlar. Hizmetlerini de basın aracılığıyla halka anlatırlar. Sayın Ok, şunu unutmasın ki; gazeteciler de aynı amaç için görev görürler. Halkın haber alma hakkı için büyük bir özveriyle çalışırlar.
       Meslektaşlarımızın kamuya ait araçlardan indirilmesi, Anayasa ile güvence altına alınan haber alma hakkının engellenmesi anlamına geldiği gibi aynı zamanda 'rencide' edici bir davranış biçimidir. Hiçbir kişi ve kurumun gazetecileri rencide etmeye hakkı yoktur.
       Görünen o ki; Sayın Başbakan’ın AKP Kongresi’nde başlattığı ayrımcılık ve ‘sansür’ uygulaması adeta bir virüs gibi diğer kurum ve kuruluşlara da yayılmaktadır. Bu süreç demokrasi adına, basın ve ifade özgürlüğü adına, halkın haber alma ve gerçekleri öğrenmesi adına çok tehlikeli bir süreçtir.
Balıkesir Belediye yönetimini gazetecilere uyguladığı ayrımcılıktan ‘hemen’ vazgeçmeye davet ediyor, demokrasinin nimetlerinden faydalanarak halk tarafından göreve getirilen bir kişinin demokrasiyi ihlal etmesini kınıyoruz.”

SARIYER'DE ÇATI TEMİZLİĞİ...

(Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

3 Ekim 2012 Çarşamba

TGS'DEN AÇIKLAMA...

"BAŞBAKANI 'HADDİNİ BİLMEYE' ÇAĞIRIYORUZ"
       Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS), iktidar partisi AKP’nin pazar günü Ankara’da yapılan kongresine birçok yayın kuruluşunun temsilcisi, muhabiri, foto muhabiri, kameramanı ve köşe yazarının girişinin doğrudan doğruya Başbakanın talimatıyla engellendiğini ileri sürdü.
        TGS Yönetim Kurulu açıklamasında şöyle denildi:
        “İleri demokrasi”, “demokratik açılım” sözlerini dilinden düşürmeyen Başbakan ise bu antidemokratik uygulamayı savunmaya devam etmektedir. Konuyla ilgili ilk açıklamasında “Bize hakaret edenleri özel günümüze almadık” diyerek AKP Kongresine “çeyrek altın günü” muamelesi yapan Başbakan, Salı günü partisinin TBMM Grup toplantısında ise kendilerine “hakaret ettiğini” öne sürdüğü basın kuruluşlarına “hadlerini bildirdiklerini” ifade ederek, haddini fazlasıyla aşmıştır.
       Muhalif tüm sesleri susturmak için -gazetecileri, yazarları, aydınları, bilim insanlarını, sendikacıları, öğrencileri cezaevlerine koymak dâhil- her yola başvuran AKP iktidarı, son uygulamasıyla halkın haber alma hakkına da ambargo koymuştur.Öncelikle, bir siyasi partinin kongresinin haber amacıyla izlenmesinin yasaklanmasını, “davet etmemek” olarak nitelendiren Başbakanın bu ifadeleri tam anlamıyla bir çarpıtmadır.   Basın, kamuoyunu ilgilendiren etkinliklere “davet” edilmez; oraya gitmek ve halkın gerçekleri öğrenmesine aracılık etmek gazetecinin öncelikli görevidir ve kamuoyu adına hakkıdır. Söz konusu olan bir “davet” meselesi değil, yürütmenin başı olan Başbakanın talimatıyla basına doğrudan doğruya “sansür” uygulanmasıdır.
       AKP iktidarının, halkın gerçekleri öğrenme ve haber alma hakkını, basın ve ifade özgürlüğünü hiçe sayan uygulamalarını kınıyor; “hadlerini bildirdik” diyen Başbakanı, “haddini bilmeye” çağırıyoruz"