31 Ocak 2013 Perşembe

EZGİLERLE MÜZİK...

                             
Mehmet ÜNLÜ 

                 Flamenko ve Tarihçesi

               Müzik türleri arasında apayrı bir yeri olan “Flamenko”, Güney İspanya'nın Endülüs (Andalucia) bölgesine özgü ama bu bölgeyle sınırlı kalmamış, bir müzik ve dans türüdür ve Güney İspanya'nın kendi folklorik müziğiyle çingenelerin yaratmış oldukları müziğin kaynaşmasıyla ortaya çıkmıştır. Flamenko, coğrafik olarak evine çok bağlı da olsa, ne bütün Endülüs folk müzik ve dansları flamenkodur, ne de bütün flamenko sanatçıları Endülüs'lüdür denilebilir.                                    
               Bu toprakların tarihine bir göz atarsak: Cadiz (Kadiz) Avrupa'nın en eski yerleşimi olarak bilinmektedir. M.Ö. 1100'de Fenikeliler "Cadir" dedikleri Kadiz şehrini kurdular. Burada günümüz İspanya'sında halen canlandırılan danslara benzer dans tavırları ilk kez Fenikeliler tarafından sergilendi. M.Ö. 550'de Eski Yunanlılar Güney İspanya'yı kontrolleri altına aldılar. İspanya M.Ö. 201'den M.S. 206'ya kadar Roma İmparatorluğunun bir parçası olmuştur. 711 senesinde ise Mağribiler (Faslılar) olarak bilinen Araplar, Suriyeliler ve Berberiler, Cebelitarık Boğazı'ndan İspanya'yı işgal ettiler. Yaklaşık yediyüz sene burada hâkimiyet kurdular. Arap kültürü İspanya'yı çok büyük boyutlarda etkiledi.
               Müslümanlar buraya, şiir, şarkı ve müzikal enstrümanları da getirdiler. Ayrıca, İspanyol müziğine duygusallık ve duyarlılık kazandırdılar. İspanyol müziği ve Flamenkoda önem kazanan çoğu şarkının zambra, zorongo, zarabanda ve fandango gibi arapça isimleri vardır. Aslında "zambras" terimi o zamanki müzisyenlere ya da bunların çaldıkları toplantılara verilen isimdir. Günümüzde halen Kanada'daki çingeneler festivallerine "zambras" demektedirler...

             İspanya‘da yeniden Hıristiyan hâkimiyeti

              Günümüze ulaşan kayıtlara göre 1447 senesinde çingeneler İspanya'da görülmeye başladılar. Aynı dönem içinde kuzeyden nüfuz ederek Barselona'ya, oradan da sonraki yüzyıllar içerisinde İspanya'ya yayıldılar. Sekizinci- dokuzuncu yüzyılda Hindistan'dan göç etmeye başlayan bu esmer tenli insanlar usta metal işçileriydi ve kendi müzik ve dans kültürlerine sahiptiler. Çingenelerin getirdikleri kültürle, Endülüs kültürünün kaynaşmasıyla flamenko biçimlenmeye başlamıştır. Flamenko sadece Güney İspanya'ya (Andalucia) aittir. Dünyanın diğer yerlerindeki çingenelerin kültürlerinde flamenkoyu çağrıştıran ögeler yoktur. (İspanyol flamenkosunu temel alarak kendi özgün müziklerini geliştiren Güney Fransa çingeneleri hariç).
                18. yüzyıla gelindiğinde şu iki unsurun Endülüs müziğini etkilediğini görüyoruz: 1700'lerden beri İspanyolların Afrika'yı yoğun bir şekilde keşfetmeye başlamaları ve Sevilla şehrinin İspanyol yarımadasının en büyük köle marketi haline gelmesi. (Bugün halen Andalucia'da yaşayan ve kökenleri o günlere dayanan zenci aileler vardır ve zenci müziğinin Endülüs müziği üzerinde mutlaka ki bir etkisi olmuştur). İkinci olarak da İspanyolların Amerika'nın keşfinde oynadıkları roldür. Güney Amerika'da oluşan Latin Amerika müziği, 19. yüzyılda geri gelen İspanyollarla Endülüs'e taşındı ve bu bölgenin müziğinde daha belirgin bir hal aldı. 1700'lerde gitar 6 telli oldu. 1800 senesinde ise kaynaklara göre, çingenelerin yaptığı 24 çeşit dans vardı. Bunların çoğu bugün yokolmuştur ve Fandangos ve Sevillianas gibi çingene tarzı taşımayan danslar dışında hiçbiri bu günkü bilinen çingene dansında belirli bir şekilde yer almamaktadır. O dönemki gezginlerin söylediklerine göreyse, dansçılar ayaklarını dans ederken kullanmaz, sadece kalça, vücudun üst kısmı ve kollarını hareket ettirirlermiş.

             Flamenko’nun “Altın Çağı” 
 
             1840'lı yıllardan itibaren flamenkonun altın çağı başladı ve flamenko dansının doğasını etkileyen değişiklikler yaşandı. Şarkıya ve dansa daha çok önem verilmeye başlandı. Bilinen ilk "cafe cante" yani flamenko gece kulübü 1842 yılında Sevilla'da açıldı."Cafe Cantante" olarak bilinen bu dönem için, bu günkü flamenkonun başlangıcıdır demek hiç de yalan olmaz. 1910 senesi flamenkonun altın çağının ve Cafe Cantantanelerin sonu olarak bilinir.1921'den sonra yavaş yavaş klasik bale figürleri flamenko dansına girmeye başladı. Yavaş yavaş kadınlar pantalon giyip ayaklarını kullanmaya başladılar. Böylece flamenko yeni bir tarz kazanmış oldu.
               1936'da başlayan iç savaş, birçok sanatçının ülkeyi terketmesine sebep oldu. Ancak bu durum flamenkonun dünyaya açılmasını da sağladı. Carmen Amaya ve ailesi Güney Amerika'ya giderek orada büyük başarı kazandılar. Carlos Montaya bir dans şirketi ile Amerika'ya gitti ve New York'ta kaldı. Vincente Escudero Paris'e, oradan da Amerika'ya gitti. Roman Montaya Paris, Londra, İsviçre ve Buenos Aires (Arjantin)'de gitar resitalleri verdi. 1940'ların sonunda flamenkonun onlarca sene evvel başlayan tiyatro ve opera serüveni önemini yitirmeye başladı ve 1950'lerde de son buldu. 
                                    
                             Rönesans dönemi                                                                    
                 Flamenko, 1960'lardan itibaren rönesansını yaşamaya başladı. İspanya'da eski şarkıların çoğunu gelecek nesillere aktarmak için kayıtlar yapıldı. Entellektüel "aficionados"lar ise flamenkonun tarihini araştıran ve türlerini analiz eden kitaplar yazmaya başladılar. 1958'de Jeres de la Fontera'da kurulan "Catedra de Flamencologia", flamenkoyu korumayı ve bu konuda çalışmalar yapmayı amaçladı.
                Müzikal bağlamda zor bir flamenko gitaristi olan Victor Monje "Serranito", ürkütücü his veren yeni bir teknik ve çok karmaşık bir müzik yarattı. 1960'ların sonunda Paco de Lucia'nın ilk albümü çıktığında, flamenko gitarının devrimi gerçek anlamda başlamış oldu. O dönemde çıkarttığı "Rumba" albümüyle de İspanya'daki ulusal ilgiyi flamenkonun üzerine çekmeyi başardı. Paco de Lucia'nın da beraber çalıştığı "cante"lerin (şarkı) genç dehası Camaron de la Isla, en az O'nun kadar önemliydi. Camaron 1970'lerin en etkili şarkıcısıydı; kendine has, ızdırap ve acı ile haykıran güçlü Arap nameleriyle dolu bir tarzı vardı. Paco ve Camaron bir düzinenin üzerinde albüm çıkardılar ve Flamenko severler için dünyada "yıldız" olarak tabir edilen kişilerden daha fazlası oldular.
               1970'lerde, festival olgusu ortaya çıktı. Festivaller (fiesta) normalde gece 11 civarında başlar ve tan ağarana kadar sürerdi. Flamenkodaki samimiyet ve doğaçlama, yerini ustalığa ve ticarete bıraktı. Sanatçı içini saran isteği dindirmek için değil, sırası geldiği için dans etmeye başladı...
               80'lerde ise sanatın her alanında teknik gelişmeler yaşandı. Bu da beraberinde ticari patlamayı getirdi. Son yirmi yıl içerisinde gitar teknikleri ve müzikal anlamda bilgiyi geliştirme oldukça iyi yollar aldı. Günümüzdeyse flamenko esnek yapısıyla gelişmelere açıktır, bir bakıma kontrol dışındadır.

                Flamenko’da Şarkı (Cante)

                Flamenkoda öncelikli ve vazgeçilmez olan şarkıcıdır. Flamenko şarkıcısı, en azından "cante"nin birkaç tarzında uzman olmalı ve ilgili olduğu tarzın ise birçok ritmini, geleneksel ezgilerini ve çeşitli şiirlerini bilmek durumundadır. Klasik geleneklerde iyi vokal tekniği olarak bilinen, kendine özgü, ayırdedilebilen bir sese sahip olmalıdır.
                 Ayrıca sesini batıdan çok doğu tekniğine yakın bir tarzda kullanabilmelidir. Flamenko şarkıcıları, parmaklarını masaya vurarak, alkış yaparak, ayaklarıyla -yaşlıysa bastonuyla- yere vurup ritm tutarak, kendi sağlayacağı ritmik eşlikle geleneğe bağlı fakat kendi ruhunu ve anın getirdiği hisleri de katarak kendi solosunu yaratır. Kadın ve erkek şarkıcılar tipik olarak aynı mutlak ses aralığında, birbirine yakın seslerde söylerler. Teknik olarak erkekler yüksek tenor, kadınlar da alto aralığında söyler.

                  Flamenko’da Dinleyici (Aficion)

                  Flamenkonun temel niteliği, "Aficionado" denen, önceden bilgilendirilmiş, sempatik bir dinleyiciye bağlıdır. Bu kişi ya da kişiler, ailenin bir üyesi, arkadaş veya genel dinleyicilerden biri de olabilir. Flamenkoda yalnızlık, yalıtılmışlık var gibi görünse de ya da çoğunlukla şarkı söylemek, dans etmek edimleri ayrı ayrı yapılsa da gerçekte, flamenkonun, yaşayabilmesi için -doğası gereği- aktif dinleyicilerin katılımına ihtiyacı vardır.
                 Aficionado'nun rolü temeldir ve bunu gerçekleştirebilmesi için bu kişinin hem sanatı önemsemesi, hem de gelenekleri hakkında birşeyler bilmesi gerekir. Aficionado, bazen bir eleştirmen bazen de para ödeyen biri olabilir ama temel rolü ne eleştirmek ne de patronluk yapmaktır; sempatik, ilgili olmalı ve şarkıcının yapmaya çalıştığı şeyi desteklemelidir.
                Dinleyici flamenko yapanlara mümkün olduğunca yakın oturmalı ve onların çabalarını alkış ya da ayak ritmleriyle desteklemelidirler. Ya da sadece dinleyip, geleneksel çeşitli destekleme taktir etme yöntemleriyle (Joleo) cevap vermelidir. ("Ole", "Bueno" gibi) Sanatçı bu desteğe -ki ciddi konser seyircisinden oldukça farklıdır- dayanarak onunla iletişim kurar. Sanatçıya verilen böyle bir destek aslında kendi içinde küçük bir sanattır.

                Flamenko’da dans (Baile)

                Dans, cante gibi temelde solo, arasıra da önceden hazırlanmadan yapılan bir düettir. Ama bir grup dansı değildir. Bu önceden hazırlanılmamış olması "puro flamenko"nun özelliğinde vardır. Cante ile aynı ritmde, ruhen ve biçimsel olarak eşleştirilebilir olmalıdır. Ancak flamenko dansını ve tekniğini karakterize eden şeyler bunlardan çok fazlasıdır. Performans flamenkosunun daha ihtimamlı ve tanımlanmış bir tekniği vardır. Oldukça gelişmiş bir üst gövde, kol tekniğiyle karmaşık ve ses çıkartılarak yapılan ayak hareketlerinin birleşiminden oluşur.
                Bu yönleriyle de diğer etnik danslardan ayrılır. Amerikan tap dansında, clog dansında (Tahta ayakkabıyla yapılır), İrlanda dansında ve bazı Meksika halk danslarında da sesli ayak vuruşları vardır. Ancak üst gövde, daha çok "sürüklenir". Üst gövdenin kullanıldığı doğu danslarında ise ayak hareketleri bu kadar karmaşık değildir. Temel flamenko duruşları, diğer danslardaki görünüşlere birkaç nedenden ötürü zıttır: Üst gövde ve baş, dik ve yüksek. Omuzlar aşağıda ve geride, bacaklar hafifçe bükülü asla kilikli değil, kol eklemleri vurgulu (Parmaklar, bilekler, dirsekler) gizli değil, nadiren yumuşak, örneğin kollar kalkarken omuzun üzerine çıkana kadar dirsekler daha yukarıdadır.
                  Torso'nun gücü, yükselme derecesi ve kollar ayak aktif hale geldiğinde asla sönmemeli ve ölmemelidir. Yoksa dans çizgi filmlerdeki öfkeli ayak vuruşları klişesine benzer. Kadınlar için, kostümün kendisi dansın bir bölümünü oluşturur. Kendine özgü tam etek, onu kontrol etmesini bilen bir dansçının üzerinde kendi dansını yapabilir.

                Flamenkoda gitar (Toque)

                Şarkıcıya bir gitarcı eşlik eder. Gürültülü bir eğlence ortamında iki ya da daha fazla gitarcının da olduğu görülür. Gitarcı tabii ki icra edilen şarkı formunun ritmini iyi bilmeli ve şarkının geleneksel melodilerine aşina olmalıdır. Şarkıcıyı desteklemek için cümlelerin sonuna kısa dekorasyonlar ya da cevaplar ekleyebilir. Letralar arasında "faseta" denen melodik çeşitlemeler (geleneksel ya da kendi keşfettiği) çalabilir. Şarkı ile birlikte dansta varsa o zaman gitarcının dansçıyı da desteklemek gibi bir görevi vardır. Bu durumda dansın ritmlerine uygun üslupları da bilmek zorundadır. Böyle bir ortamda gitarcı sololarda yapabildiğinden değil öncelikle dansa ve / veya şarkıya getirebildiğinin en iyisinden dolayı ödüllendirilir.
                Flamenko gitarı ve tekniğini ele alırsak: Enstrümanın kendisi daha çok klasik gitara benzer. Yapısı daha hafif, sesi daha parlaktır ve teller gitarın gövdesine daha yakındır. Ses deliği ve köprü arasındaki bölgeyi "golpe"denen (yüzük parmağının tırnağı ile yapılan hafif vuruşlar) tıklatmalardan koruyan ince bir plastik tabaka vardır. Bu, sese, perküsyona yakın bir vurgu sağlar. Sol el tekniği, klasik tekniğe benzemesine rağmen perdeli pozisyonları bireyselleşmiş parmak pozisyonlarından daha çok tutulur. Sağ el tekniği, klasik teknikten daha fazla olarak birkaç şey daha ister. Bunlar çeşitli rasqueadolar (çeşitli parmaklarla bütün tellere yapılan hızlı ve perküsyon tarzı çarpmalar) ve yukarıda da bahsettiğim golpelerdir. Genel olarak flamenko gitarı daha çok atakla ve daha agresif çalınır.
              
              Flamenkoda’ki biçimler (makamlar)
Alboreas
Alegrias
Bamberas
Bulerias
Caleseras
Campanilleras
Cantinas
Cana
Caracoles
Carseleras
Cartageneras
Chuflas
Colombianas
Danza Mora
Debla
Fandangos Grandes
Fandangos de Huelva
Fandanguillos
Farruca
Garotin
Granainas
Guajiras
Jaberas
Jaleos
Livianas
Malaguenas
Marianas
Martinetes
Media Granaina
Milongas
Mineras
Mirabras
Murcianas
Nanas
Palmares
Peteneras
Playeras
Policana
Polo
Roas
Romeras
Rondena(Toque)
Rondenas
Rosas
Rumba Gitana
Soetas
Serranas
Sevillanas
Siguiriyas
Solea
Solea Corta
Soleares
Soleariya
Tangos
Tanguillo
Tarantas
Taranto
Temporeras
Tientos
TientosCanesteros
Tiranas
Tonas
Trilleras
Verdiales
Vito
Zambra
Zapateado
Zorongo Gitano

14 Ocak 2013 Pazartesi

BİZİM KÖYÜN "KELEŞ"İ...


                                                     Rıza Keleş
        Bizim köyde bir “Keleş” vardı. Adı Rıza soyadı Keleş’ti, ama herkes, “Keleş Rıza”, “Delirıza” diye hitap eder-seslenirdi. Keleş soyadının gerçek olduğunu kimse bilmez; lakabı olduğunu sanırdı. Keleş soyadını alması; yiğit olmasından mı, yakışıklı olmasından mı, başının kel olmasından mı, yoksa nüfus memurunun muzipliğinden midir bilinmez. Bilinen tek şey sadece köyde değil, bütün ilçede çocuğundan büyüğüne herkesi jest, mimik ve sözleriyle gülmekten kırıp geçirmesiydi.
         Rıza Keleş, muzip, kurnaz, aynı zaman da zeki bir insandı. Eğer onu bir rejisör ya da bir tiyatro ustası keşfetseydi, ilimizin, hatta Türkiye’nin ilk Kemal Sunal’ı olurdu.  Düğünler, bayramlar onsuz olmaz, olsa da tatsız tuzsuz olurdu. Hele misafir olarak gittiği bir evde, ya da bir toplantıda çocuklara takma dişlerini dilinin yardımıyla dışarı çıkarıp tekrar ağzının içine alması şaşkınlık yaratır, çok komik gelirdi. Takma diş nedir bilmeyen çocuklar gözlerini dört açar; aynı hareketi tekrarlaması için ısrar ederdi.
         Keleş’i 1960 ya da 1961 yılında Dursun dedemin babasının köydeki odasında tanıdım. Akraba çocuklarının:
         -Delirıza bizim odaya, Şamil Dede’nin odasına gelmiş, diye söylemeleri üzerine yanlarına gittim.
         Hakikaten başının ön tarafında hiç saç olmayan Delirıza, odadan içeri giren biz çocukları tepeden tırnağa süzdü. Ardından söylendiği gibi büyük dedeye çaktırmadan şaklabanlıklara başladı.
         Şamil Dede’nin resmi olmayan “köy hocası” olmasından mı, yoksa büyük olarak saygı göstermesinden mi şimdi tam çıkaramıyorum, ama Delirıza ona çaktırmadan takma dişlerini ağzından bizlere çıkarıp, şaklabanlıklar yapıyordu. Şamil Dede ona döndüğünde ise şaklabanlıklarına hemen son veriyordu. İçimizden:
        - Ne komik adam, şu Şamil Dede bir dışarı çıksa da gösterisine devam etse, diye dua ederdik.
         Şamil Dede, bu fırsatı bizlere sobaya odun atmak ya da gelinlerine yemek-çay söylemek için kapıya çıktığında veriyordu. Büyük dedenin dışarı çıkmasını fırsat bilen Delirıza bize tam bir tiyatro oyunu sunardı. Gülmekten yerlere yatırırdı. Şamil Dede içeri girdiğinde ise yine çok ciddi (!) bir adam olurdu.   
         Hele bir kış benim de okuduğum köy okulunda (o zaman ilkokul ikinci sınıf öğrencisiydim) üç gün üç gece süren düğünde bir akşam sırayla büyük-küçük ayrımı yapılmadan söyletilen sıra türküsünde Delirıza’nın “Celal Oğlan” türküsünü içten söylemesi büyük alkış almış, tekrarlattırılmıştı. Belleğime kazınan ve hâlâ hüzünle dinlediğim türkünün sözleri şöyleydi:
            İpek mendil dane dane
                  Yudular serdiler güle
                  Ana Celal’i (Kamil’i) vurdular
                  Başucunda döne döne
                  Yavrum oy oy… Kamil oğlum oy oy…

                  Evlerinin önü yonca
                  Yonca kalkmış dam boyunca
                  Bu yoncayı kim biçecek
                  Celal oğlan (Kamil oğlan) olmayınca
                  Yavrum oy oy… Kamil oğlum oy oy…

                  Evlerinin önü arpa
                  Kırat gelir kırpa kırpa
                  Benim yavrum hastalanmış
                  Kuru yerde yata yata
                  Yavrum oy oy… Kamil oğlum oy oy…
              
        Bu türküyü içten gelerek söyleyen şaklaban bildiğimiz Delirıza hemen hemen herkesin gözlerinden yaşlar döktürmüştü. Hele türkünün içinde geçen Celal ismini o sırada askerde olan oğlu Kamil’in adıyla değiştirmesi düğüne katılanları çok hüzünlendirmişti. Daha sonra davul-zurna çalmaya başladığında da yerinde duramamış elindeki dolu rakı bardağını başının üzerine yerleştirerek, devirmeden oyun oynaması özellikle çocukları şaşkına çevirmişti.      
        Aynı yılın yaz ayında ailece İstanbul’a göçtük. Delirıza da o yılın sonbaharında İstanbul’a geldi. Aynı şaklabanlıkları bu kentte de hemşerileri arasında sürdürüyordu. Sırayla evlere, evler yetmiyor meyhanelere bile götürülüyordu. Sıla-gurbet türkülerinden buralarda da söylettiriliyor, rakı bardağını başının üzerine koyarak oyun oynamasını keyifle izliyor, alkışlıyorlardı.
       Bu matrak insanın köyde ve kentte yaptıklarını birçokları taklit etmeye çalışıyor, herkes birer “Keleş”, birer “Delirıza” olmak için çaba sarf ediyordu. Onun gibi yetenekli hemşerilerimiz de çıkmıyor değildi…
       Yalnız bu insanın kentte meyhanelerde yaptığı şaklabanlıklar ve meyhanedeki kadınlarla çektirdiği “hatıra fotoğrafları” köyde başına bin türlü belalar açıyordu. Bir tek kelime Türkçe bilmeyen karısı Melek’e fotoğrafları gösterme tehdit ve şantajlarıyla içki ziyafeti vermesini isteyenlere çok zaman boyun eğmek zorunda kalıyordu. Boyun eğmediği zaman da karısının ayakkabılı-sopalı kovalamasıyla kendini evden dışarıya zor atıyordu. Bu şakayı yapanları kahkahalara boğuyordu.
       Alevisi, Sunnisiyle herkesin sevgisini, saygısını kazanan Delirıza, aynı zamanda ormanı koruma bekçiliği de yapıyordu. Ormana gelenler çok sevdiği “Aslan Sütü”nden mutlaka getirirdi, getirmedikleri takdirde surat asmasından çekinirlerdi. Haa unutuyordum, “Aslan Sütü”nün yanı sıra azık da getirirlerdi, hep birlikte çam ormanında muhabbete dalarlardı. Dönüşte de beraberinde getirdikleri hayvanlarına yakacak odunlarını yükleyip, geldikleri istikâmete yönelirlerdi…
       Keleş, kentte de köyde artık bir fenomendi… Onsuz hiçbir sohbet olmuyor, onsuz bir düğün-dernek yapılmıyordu. Ta ki 1985 yılında orman içindeki köyünde (bir komşusunun dahi olmadığı) kendi evinde hayata gözlerini yumana kadar.
       Keleş’in cenazesi de bir düğün gibi kalabalıktı. İlçeden, köylerden, kentlerden gelenlerle cenaze evi dolup taştı. Keleş’in cenazesi toprağa verilir verilmez “canaşı yemeği”ni beklemeden beş kişilik bir grup ciple köyden ayrıldı.

                      “ASLAN SÜTÜ” İÇME VE KAZA…

       Grup, Delirıza Keleş’in de büyük bir keyif aldığı çamların arasındaki “Hoppiğin Suyu”nda cipi durdurdu. Ellerinde nevaleleri ile suyun başına geldiler. İlçeden aldıkları leblebi ve tulum peynirini mendillerinin üzerine yaydılar. Enfes suyla “Aslan Sütü”nü çay bardaklarında buluşturdular. Suyun rengini gökyüzündeki açık bulutlara dönüştürdüler. İçtikçe içtiler… Gökyüzündeki koyu bulutlara döndüler. Soğuk havada soğuk suyun başındaki muhabbet dönüp dolaşıp hep Delirıza’ya geliyordu. Söz Delirıza’ya gelince gülmekten karların üzerine yuvarlanıyorlardı… Birileri görecek olsa:
       - Yahu bunlar cenazeye mi yoksa eğlenmeye mi gelmiş, diye bir ara endişeye kapıldılar, ama sonra kaldıkları yerden şen-şakrak gülmeye, eğlenmeye devam ettiler. İçlerinden birisi Keleş gibi bardağı kafasına koyup oynamayı denedi, ama başaramadı. İnce belli beş bardaktan birinin eksilmesine sebep oldu. Kafadarlar, artık iyice çakırkeyif olmuşlardı.
       Grup arasındaki “Deli Nail”in:
       - Haydi toparlanın gidiyoruz! gür sesiyle biraz olsun kendilerine geldiler. Daha sonra keyifli içmeyi, muhabbeti bırakıp cipe doluştular. Şarkılar türküler eşliğinde ilçenin yolunu tuttular. Hızlarını alamamışlardı, cipin içinde de türküler söyleyip, el çırpıyorlardı.
       Keyifleri Düztarla’nın altındaki keskin viraja kadar sürdü. “Aslan Sütü” şişede durduğu gibi midede durmadı. Diğerleri gibi kafayı bulan ve arada arkadaşları gibi el şaklatan şoför cipi burada devirdi. İlçenin ileri gelenlerinden Deli Nail, cipin altında kaldı. Öteki arkadaşlarının da her biri bir yere savruldu. Kimisinin bacağı, kimisinin kolu kırıldı. Kimisinin de başı yarıldı, ama hiç birinin durumu Deli Nail’inki kadar vahim değildi. Deli Nail cipin altında inleyemiyordu bile…

                     “DELİ NAİL” CİPİN ALTINDA

       Cipin olanca ağırlığı Deli Nail’in üzerindeydi. Dili ağzından dışarı sarkmış, ağzından ve başından kanlar akıyordu. Akan kanı anında karlar emiyor, Nail’in ne kadar kan kaybettiği anlaşılamıyordu.
       Arkadaşlardan sadece kolu kırılan Hüseyin ile başından yara alan Turan ayaktaydı. Onlarda ne yapacaklarını bilemez vaziyette cipin etrafında dönüp duruyorlardı. Diğerleri de Deli Nail gibi cipin altında değil, ama karların üzerinde yatıyordu. Etrafta sanki onlardan başka kimseler varmış gibi:
       - Allah rızası için bizi kurtarın. Of aman… Ölüyoruz… diye feryat figan etmeleri bir işe yaramıyordu.
       Civarı çok iyi bilen Hüseyin’in aklına Düztarla’ya gitmek oradan yardım istemek geldi. Kendisine göre daha sağlıklı görünen Turan’a dönerek:
        - Haydi köye gidelim. Köyde birileri vardır, bize yardım eder, dedi.
        Turan, arkadaşının kendi köyüne gitmeyi önerdiğini sanarak:
        - Gardaş sen ne deyin? Ne köyü? Burası neresi? Bizim köy neresi? Gülen nerede? diye sızlanarak, aczini dile getirdi.    
        Diğerlerine göre kendisini çok iyi ve şanslı hisseden Hüseyin:
        - Sana Mank’a mı diyorum, Düztarla’ya gidelim diyorum. Hemen bu tarlanın üstündeki Düztarla’ya yürüyelim, belki orada birileri vardır, bize yardıma gelirler, diye cevap verdi.
        Turan’ın gözlerinin içi parladı:
        - Doğru mu söylüyorsun… Hay gözünün yağını yiyem. Haydi, hemen gidelim, yoksa cipin altında kalan Deli Nail’i kaybedeceğiz.
        İki arkadaş, karlara bata çıka, oflaya-puflaya Düztarla’ya yukarı yürüdüler. Hüseyin sol kolunun ağrısına dayanamıyordu. Sağ eliyle zaman zaman destek verdiği kırık kolu çok acı veriyordu. 
        Tarlanın bitiminde bir başka tarlanın sınırı başlıyordu. Yeni tarlanın sınırına vardıklarında köy görünmeye başlamıştı. Gözlerine karlar altında bacası gözükmeyen bir damı kestirdiler. Zorlukla damın kapısına vardılar. Vardıklarında hem acıdan hem de yokuş çıkmaktan ter içinde kaldılar. Tam kalın tahta kapıyı yumrukla döveceklerken, “Bölük”ün hırlamasıyla kendilerini tekrar geldikleri yöne doğru attılar. Ardından:
        - Ölüyoruz, evde kimse yok mu? diye bağırırlarken bir kadın odanın penceresini araladı. Ağzı burnundaki genç gelin yaşmağını indirip köpeği azarladı:
        - Hoşt… Hoşt…
        Ardından:
        - Kimsiniz? Ne istiyorsunuz? diye bağırıyordu ki orman bakım memuru Hüseyin’i sesinden tanıdı.
        - Ne oldu Hüseyin Bey? Bu haliniz ne? dedi.
        Bakım memuru Hüseyin’le Turan evin gelini Kudret’e:
        - Bacım hiç sorma… Bir bilsen başımıza neler geldi.
        - Ne oldu Hüseyin Bey, çabuk söyle?
        Dili hem soğuktan hem de içkinin etkisiyle iyice dolanan Hüseyin, zar zor:
        - Kaaaza yaptık. Şoförümüz cipi devirdi. Cipin altında kalan arkadaşlarımız var. Köyde bize yardım edecek kimse var mı?
       - Köyde iki komşu kızı ile benden başka kimse yok. Hepsi Keleş dayının cenazesine gitti.
       Hüseyin ile Turan:
       - Şimdi ne b.k yiyeceğiz, adam can çekişiyor. Biz bir şey yapamıyoruz, diye sızlanırken Kudret gelin:
       - Ben size yardım ederim, siz biraz bekleyin üzerime bir şeyler giyineyim geliyorum. Kudret, pencereyi kapadı gözden kayboldu. Kalın hırkasını giyinip çıkarken,  Hüseyin ile Turan’ı zangır zangır titrerken buldu:
        - Siz yavaş yavaş kaza yerine inin, ben komşu kızları Bahasor’a göndereyim. Belki orada birileri vardır.
        Hüseyin ile Turan, gelinden pek umutlu değillerdi, ama yapacakları da bir şey yoktu. Gelinin dediklerini yaptılar, ağır ağır geldikleri izlere basarak kaza yerine inmeye başladılar.
Kudret gelin, Ezo Gıco ile Sefil Haydar’ın kızlarını evlerinden aldı. Bakım memuru ile arkadaşlarının çay tarlanın altında kaza yaptıklarını, durumları ağır olanların bulunduğunu  izah ederek, iki kızı Bahasor’a uğurlarken, kendisi de ahırdan kalın bir sicim (urgan, ip) omzuna atarak ağır ağır kaza yerine gidenlerin izlerinden ilerledi.
        Kaza yerine vardıklarında Kudret gelin bir komutan edasıyla, karlar üzerinde “Of anam, öldüm anam, doğurmaz olaydın anam”  diye inleyenlere seslendi:
        - Bağırmayı ve yatmayı bırakın, ayağa kalkın…
       Ardından:
       - Bir süreliğine ağrılarınızı unutun, şu sicimin ucunu cipe bağlayın, dedi.
       Kazazedelerin hepsi bir çocuk gibiydi. Kudret gelinin söylediklerini aynen uyguluyorlardı, ancak hiç birinde güç takat kalmamıştı. İp bağladıkları cipi 10-15 santim kadar ancak kaldırıyorlar, güçleri daha fazla kaldırmaya yetmediği için dili dışarıda ve dişlerinin arasında kurtarılmayı bekleyen Deli Nail’in üzerine tekrar düşürüyorlardı. Adamcağız bağıramıyordu bile…
       Kudret gözüne karlar üzerine savrulan kara bir kutuyu fark etti. Yanına yaklaştı cipin aküsü olduğunu anladı. Kafasındaki planı uygulamak için kazazedelere bir kez daha emir verdi:
       - Haydi ağabeyler bir kez daha sicime asılın. Ben bu aküyü altta kalan amcanın başının yanına koymaya çalışacağım. Böylece cipin ağırlığı üzerine binmez. Sonra da cipin altında çekip alırız.
      Kazazedeler Kudret gelinin bu isteğini güç bela da olsa oflayarak-puflayarak yerine getirmek için bir hamle daha yaptılar. Allah’tan hepsine güç geldi. Cipi Deli Nail’in üzerinden yarım metre kadar kaldırdılar. Kudret gelin de el çabukluğu ile aküyü cipin altına yerleştirdi. Kazazedeler güç kaybedip sicimi bırakana kadar işini bitirdi. Cip bir kez daha Deli Nail’in üzerine düştü, ama bu kez bir zarar vermedi. İşte o anda hepsinin yüzünde bir sevinç belirdi. Kudret’in:
      - Haydin ne duruyorsunuz amcayı cipin altında çekip çıkaralım. Çok kan kaybediyor, sözleriyle harekete geçtiler.
                                  (Fotoğraf: Ali Kılıç'ın arşivinden)

                 KAĞNI ARABASIYLA YARALILARI TAŞIDI

      Deli Nail’i zor da olsa cipin altından çekip çıkardılar, karların üzerine yatırdılar. Kudret’in aklına kocasının kışın yakmak için meşe ağaçlarının arasına sakladığı ardıç pürleri (yaprak) geldi. O pürlerden bir kucak dolusu getirdi. Karların üzerinde yatan Deli Nail’in yanına yığdı, arkadaşlarına:
-         Çağmağı olan var mı? diye sordu.
Karlar üzerinde yatan Deli Nail hariç hepsi:
-         Var… Var, diye sevinçle cevap verdiler.
      Ardıç pürleri çıtır çıtır sesler çıkararak yanmaya başladı. Ardıç pürleri kısa süreliğine de olsa kazazedelerin ellerini ve yüzlerini ısıtırken, Kudret gelin bir kez daha yaralılara döndü:
-         Şimdi beni iyi dinleyin. Ben şimdi tekrar köye gidiyorum. Öküz arabasını koşup (öküzleri kağnı arabasına bağlamak) geleceğim. Bu amcayı öküz arabasıyla köye götüreceğim, dedi.
       Hüseyin’le Turan:
      - Biz de seninle gelelim, sen bu halinle arabayı nasıl koşacaksın, dediklerini duymadı bile Kudret gelin, yine geldikleri izlere basarak köye geri döndü. Köyde ahıra girdi, karınları tok, keyifleri yerinde geviş getiren öküzleri yattıkları yerden kaldırdı. Kapıya çıkardı, kağnıya bağladı. Kağnının üzerine yatak-yorgan serecekken Bahasor’a yardım istemeye giden kızlarla birlikte Pusans köyünden Nusret’in oğlu Erdal’ın yanına yaklaştığını fark etmedi bile…
      Erdal’ın:
      - Yenge sen bana bırak ben hallederim, demesiyle kendine geldi. 
      Kudret gelin:
      - Erdal gardaş sen bana yardım etme, acele nahiyeye git. Refahiye’den cenazeye gelenler cipi devirmişler. Birinin durumu ağır… Çok kan kaybediyordu. Ben ağır yaralı olarak karlar üzerinde bıraktım geldim. Sen şimdi Esirkağa seyirt. Oradan Nail amcanın yakınlarına bir telefon et, acele gelmelerini söyle. Adam kan kaybından her an ölebilir. Belki de ölmüştür.
     - Deme yenge, o kadar durumları kötü mü?
     - He ya kötü…
     Soğuktan ve koşturmaktan nefes nefese Düztarla’ya gelen Erdal, cenaze törenine geç kaldığı için Rıza Keleş’in köyüne gidememiş, Bahasor’da eylenmişti. Cenazeden dönenleri burada beklerken küçük kızların yardım isteğine koşarak gelmişti:
      - Tamam yenge, o vakit sen de oyalanma, ben hemen Esirkağ’a gidiyorum, dedi. Erdal, karlar üzerinde esen bir rüzgar gibi Esirkağ’ın yolunu tutarken, Kudret’te öküz arabasına koşulu öküzlerine, adeta yalvarırcasına:
      - Ha babam, de babam, diye mastasıyla dürterek, yol alıyordu.
      Çay tarlanın altına vardığında, Deli Nail’i hâlâ karlar üzerinde baygın bir şekilde buldu. Arkadaşları karga tulumba Deli Nail’i öküz arabasına serilen yün yatağın üzerine uzattılar. Yorganı da üzerine çektiler. Durumları pekiyi olmayan iki kişi daha öküz arabasına bindi. Hüseyin ile Turan:
       - Bacı sana çok zahmet oldu. Sen bunlarla köye çık. Biz ağır ağır geliriz, dediler.
       Kudret gelin:
       - Siz de arabaya binin…
       Hüseyin ile Turan:
       - Olmaz bacı, hayvanlara yazık. Hepimizi çekemezler.
       Kudret gelin elleriyle beslediği, güçlü-yiğit öküzlerine güveniyordu:
        - Siz de atlayın. Bunlar sizin gibi beş kişiyi daha taşırlar, diye kararlı bir şekilde konuşunca Hüseyin de Turan da iki tekerli öküz arabasının üzerine oturdu. Güçlü hayvanlar un çuvalı, buğday çuvalı taşır gibi yaralı insanları Düztarla’ya çıkarırken, devrilen cip çayda karlar arasında yatmaya devam ediyordu.
       Köye vardıklarında Kudret gelin durumu ağır olmayan misafirlerine odayı gösterdi. Altı ahır üstü oda olan damın merdivenlerini çıkmayı göze alamayan bazı yaralılar:
       - Bacı biz ahırda bekleriz. Çok üşüdük, burada hayvanların arasında ısınırız, deyince Kudret gelin:
       - Yok olmaz, merdiveni çıkmanıza gerek yok, evin arkadan da kapısı var. Düzayak, rahat çıkarsınız, dedi.

             KAYNAR SUYU BACAKLARINA DÖKTÜ

       Yaralılar oflaya puflaya arka kapıya yönelirken, Kudret gelin Deli Nail’in de üzerinde olduğu öküz arabasını arka kapıya yanaştırdı. Yine arkadaşlarının yardımıyla ağır hastayı odada açılan yün yatağın üzerine koydular. Konuklar, sobaya bolca odun atarken Kudret gelin de soban üzerinde fokurdayan demlikten çay yapmak için mutfağa yöneldi.
       Kudret mutfakta çaydanlığa çay koyarken, dizlerine kadar beyaz yün çoraplı yaralılardan biri, sobanın üzerinde kaynayan demliği buz bağlayan iki bacağına boca etti. Arkadaşlarının:
       - Ula ne ettin, nasıl yaptın! Bacaklarını haşladın, yaktın, haykırışlarını duymadı bile beyaz yün çoraplı adam…
       Kudret de mutfakta eğilip çaydanlığa çay dökmek istedi, ama bir daha doğrulamadı. Oturduğu yere çöküp kaldı. Karnındaki dokuz aylık bebeğin kendisini çok yorduğunu şiddetli gelen ağrısıyla anladı. Bir müddet öylece kalakaldı. Çöktüğü yerden doğrulup kalkmaya çalıştığı sırada, kapıda da bir hengame koptu. Ağlayan-sızlayan, bağırıp-çağıran insan kalabalığının sesi git gide yaklaşıyordu ki Kudret gelin kendinden geçti.
      İlçeden gelen iki arabadan birine Deli Nail’i, diğerine de Kudret gelini karga tulumba bindirdiler. Ağlamalar-sızlamalar, inlemeler arasında iki araç da hasta ve yaralıları Refahiye’ye yetiştirmek için henüz kontaklarını kapatmadıkları araçlarıyla alelacele yola koyuldular. Devlet Hastanesi’ne vardıklarında Deli Nail’i az kalsın kan kaybında kaybedeceklerdi. Yeterli tıbbi donanımın bulunmadığı hastanede ilk müdahalenin ardından  Deli Nail, Erzincan’a kaldırıldı. Doktorların uzun uğraşıları sonucu Deli Nail hayata döndürüldü. Kudret gelin de iki gün sonra nur topu gibi bir kız çocuğu dünyaya getirdi. İyileşen Deli Nail ile Kudret gelin, bacı-kardeş oldular. Deli Nail, hayatını kurtaran Kudret gelin ilçeye geldiğinde önüne gelen herkese:
      - İşte benim hayatımı kurtaran bu gelin. Bu benim bacım. Ne isterse yerine getirin, verin, diye söyler oldu. Kudret gelinin de köyünü içine alan “Gülen köyleri”ne birisi kötü bir söz söylediğinde hep karşılarına dikildi:
       - Keşke hepiniz, hepimiz o insanlar kadar değerli olsak, diye savundu. Her fırsatta Kudret gelinle kocası Hacı’ya misafir oldu. Yapabileceği bir şey olursa destek vermeye hazır olduğunu her yerde ve her ortamda söyledi durdu…              
(Yazı ve fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

10 Ocak 2013 Perşembe

ATEŞ NESİN



                                                 NANİK ATAK

Her gün onların

Bugün 10 Ocak çalışan gazeteciler günü
Yılın diğer günleri de hiç şüphesiz işsiz 
ve tutuklu gazeteciler günüdür!

9 Ocak 2013 Çarşamba

GÖP'TEN SİLİVRİ'DE 10 OCAK PANELİ...




Türkiye’deki 93 meslek örgütünün katılımıyla oluşturulan Gazetecilere Özgürlük Platformu  (GÖP) 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü’nde (yarın) Silivri’deki çadırlarda, “Çalışan Gazetecilerin Sorunları ve İfade Özgürlüğü” konulu bir panel düzenleyecek.
Silivri çadırlarında saat 10.30’da başlayacak olan panele konuşmacı olarak TGC Yönetim Kurulu Üyesi ve Genel Sekreter Yardımcısı Zafer Atay, TGS Genel Başkanı Ercan İpekçi, Avrupa Gazeteciler Federasyonu (EFJ) Başkanı Arne König, gazeteci Soner Yalçın ve Ankara Barosu Yönetim Kurulu Üyesi Avukat Erol Aras katılacak.
Panelde, cezaevindeki gazeteci sayısı açısından dünya birincisi olan Türkiye’de ifade özgürlüğü alanında yaşanan sorunlar ve gazetecilerin çalışma koşullarındaki gerileme ile çözüm önerileri ele alınacak.
Katılımcılar, panel sonrasında, Ergenekon davasında tutuklu ve tutuksuz olarak yargılanan gazetecilerin yarınki duruşmasını da izleyecek.

10 OCAK ÇALIŞAN GAZETECİLER GÜNÜ...



TGC AÇIKLAMASI...
                                      
       Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu, 212 Sayılı Yasa’nın (5953 sayılı) yürürlüğe girişinin 52’nci yıldönümü nedeniyle yaptığı açıklamada “Gazetecilerin çalışma koşullarının yanı sıra, ifade özgürlüğü düzeyinin de her yıl biraz daha geriye gittiğini” belirterek TBMM’yi göreve çağırdı. 
          TGC Yönetim Kurulu’nun açıklaması şöyle:
         “Gazetecilerin sosyal ve ekonomik haklarında önemli iyileştirmeler sağlayan 212 Sayılı Yasa 10 Ocak 1961’de yürürlüğe girmiş ve gazeteciler tarafından “Çalışan Gazeteciler Bayramı” olarak kutlanır olmuştu. O günden bugüne çalışan gazetecilerin koşulları her gün biraz daha güçleşmiştir. Şöyle ki: Sendikasızlaştırma girişimleri: Uzunca bir süredir bu önemli yıl dönümünün “Çalışan Gazeteciler Günü” olarak anılmasıyla sınırlı kalınması gazetecilerin içinde bulundukları koşulların da düzeltilmek bir yana ağırlaşarak sürdüğünü simgelemektedir. 
        Uygulanmasını zorunlu kılacak etkili yaptırımların bulunmaması ve sendikasızlaştırma girişimleri nedeniyle yasa, genelde yok sayılır bir düzeye indirgenmiştir. Yıpranma payı kaldırıldı: Bilimsel olmayan gerekçelerle yıpranma payının da kaldırılmış olması gazetecilik mesleğinin sürdürebilirliğini daha da zorlaştırmıştır. Gazetecilik faaliyetinin terör suçu kapsamında değerlendirilmesi: Gazetecilik faaliyetlerinin özellikle Terörle Mücadele Yasası’nın son dönemdeki yorumlarla “Terör Suçu” kapsamında değerlendirilmesi, demokratik ülkelerde benzerine rastlanmayan bir durumunda yaşanmasına yol açmıştır.
     70 gazeteci hapiste: 2008 yılından bu yana tutuklandığı belirlenen 190 gazeteciden 70’i gazetecilik faaliyetleri nedeniyle bu yıl da 10 Ocak’ı cezaevlerinde geçirmek zorunda kalmışlardır.Türkiye hapisteki gazeteciler açısından dünya birincisi: İfade özgürlüğü konusundaki eksiklikler giderilmezken, Türkiye’nin hapisteki gazeteci sayısı yönünden dünyada ilk sırayı alması da bu yılki anmanın en üzücü yanını oluşturmaktadır. 
     Tutukluluk sürelerinin ceza infazına dönüşmesi de Türkiye’nin bir başka ayıbını oluşturmaktadır.Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Yönetim Kurulu olarak yukarıda özetlediğimiz sorunların çözümü için TBMM’yi bir kez daha göreve çağırma zorunluluğu duyduğumuzu belirtiriz.”

8 Ocak 2013 Salı

BAHÇIVAN NASIL PAŞA OLDU?


                                                
                                         TGC GENEL SEKRETER YARDIMCISI ZAFER ATAY
                                         NASIL "PAŞA TORUNU! " OLAMADIĞINI ANLATTI:

                 1890’lı yıllarda dedem Çinçin Hakkı Bey, Dâhiliye Nezareti’nde (İçişleri Bakanlığı’nda) müdür muavini olarak (bugünkü İstanbul'daki Valilik Binası) görev yapıyor. O dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nda üç değişik paşalık var. Tabii önce orduda subay olarak hizmet eden ve yararlılık gösteren subaylara verilen bir unvan. İkinci grup bürokraside öne çıkan, başarılı olanlara verilen bir unvan (Mithat Paşa, Talat Paşa gibi). Üçüncü grup ise padişahın emriyle imparatorluğun çeşitli bölgelerinde yaşayan ve bulundukları yerlerde yaptıklarıyla ün salan kişilere verilen bir tür şeref unvanı…
            Çinçin Hakkı Bey’in görevleri arasında, imparatorluğun çeşitli bölgelerinden gelen paşalık taleplerini Saray’a bildirmek işi de var. Dedem Hakkı Bey, Antakya’da doğmuş, geniş bir aileye mensup bir kişi… İstanbul’a eğitim yapmak amacıyla gelmiş, eğitimini tamamladıktan sonra da Dâhiliye Nezareti’nde çalışmaya başlamış, burada yükselerek önemli bir makama getirilmiş. Bu göreve getirilince Antakya’dan kendisinin de tanıdığı üç-dört bey, paşalık isteklerini dedeme iletiyorlar, o da gerekli belge ve yazıları hazırlayarak Saray’a arz ediyor.
           Dönem Sultan 2. Abdülhamit dönemi… Dedemin Antakya’daki dostları dedemden haber çıkmayınca mektupla “Ne oldu bizim paşalık?” diye sormaya başlamışlar. Dedem de cevap olarak “Paşalık benim elimde değil ki ben durumunuzu Saray’a bildirdim, oradan cevap bekliyorum. Cevap alırsam sizi bilgilendireceğim” diyor. Ama paşalık bekleyenlerin mektupları artık öyle bir hal alıyor ki taciz durumuna varıyor, ha bire “Ne oldu bizim paşalıklar?” diye ısrarla soruyorlar.

                                  ŞALVARLI PAŞA!

           Dedem Çinçin Hakkı Bey, şair ruhlu, demokrat tavırlı bir adam. Bu tacizlerden artık sıkılıyor. Ve bir gün kendi kendine “Yahu bu paşalık bu kadar mı kıymetli" diyor ve Antakya-Samandağ’daki bahçıvanı adına da müracaatta bulunuyor. Bir süre sonra paşalık unvanları çıkıyor. Tabii bahçıvanın paşalığı da bunların arasında...
           Saray’ın yolladığı berat ve nişan Antakya’da önde gelen mülkü amirlerin katıldığı bir törenle "paşalık unvanı"nı kazananlara nişanları takılıyor. Manzara şu; yan yana duran ve paşalık unvanları kabul edilen üç tane beyefendi. Beyefendilerin sırtlarında redingotları, ipek kravatları, kalıplı fesleri, ayaklarında pırıltılı ayakkabıları ile huzurda bekliyorlar. Bir kenarda ise zavallı bir adam (bahçıvan) ayağında yarım pabuç, sırtında yamalı bir şalvar ve üstünde dökülen bir gömlekle boynu bükük bir vaziyette bekliyor. Törenle beylere nişanları takılıyor, ardından bahçıvana da nişanı takılıyor o da "Paşa!" oluyor. Soyadı kanunundan sonra bu paşanın ailesi "Paşa" soy adını alıyor. Hala o paşanın torunları Samandağ ilçesinde yaşıyorlar.
          İşin bir başka yanı da şu; rahmetli anne annem, birazcık dedemin maaşı da artar umuduyla, “Bey sende artık paşalık için başvursan iyi olur” diyor. Annemin babası Çinçin Hakkı Bey, o demokrat tavrıyla “Hanım sırası geldiği zaman” diyor, ama o sıra bir türlü gelmiyor ve dedem 50’li yaşlarda vefat ediyor. Anne anneme azıcık dul maaşı, anneme de çok az bir yetim maaşı bağlanıyor. Eğer dedem anne annemin sözünü dinmiş olsaydı bugün ben de “Paşa torunu!” idim… 
(Yazı ve Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)