BÂB-I ÂLİ HABERLERİ (BÂB-I ÂLİ NEWS)
YAYIN KURULU: Süleyman Boyoğlu, Raşit Yakalı, Ali Kılıç, Gürcan Arıtürk, Rüya Özkalkan, Recep Yaşar, /Bu blog Basın Ahlâk Yasası'na tamamen uyar ve amatör bir ruhla hazırlanır. Yazı ve fotoğraflar izinsiz kullanılamaz. Kullananlar hakkında yasal işlem başlatılır../
16 Şubat 2024 Cuma
8 Ocak 2024 Pazartesi
DATÇA-BURGAZ ŞARAP İŞLİĞİ...
Burgaz Hellenistik Dönem Şarap İşliği, Datça’da “Burgaz Ören Yeri”nin hemen bir kilometre doğusunda, deniz kıyısında bulunmaktadır. Yaklaşık 2 bin 500 metrekarelik bir açık alan üzerine kurulmuş olan Burgaz Şarap İşliği, Hellenistik Dönem boyunca kullanılmış ve Datça Yarımadası’nda bulunan en kompleks işlik olarak bilinir. İşliğin üzüm ezme odaları, presleri, geniş depoları ve kendi rıhtımının bulunması burada endüstriyel bir üretimin gerçekleştiğini göstermektedir. Arkeolojik kazılar, Burgaz Şarap İşliği’nin kullanım sürecinde 47 bin litre ile 50 bin litre arasında üretim kapasitesine sahip olduğunu ortaya koymaktadır.
Şarap
İşliği tabela ve tanıtım yazılarına göre, Burgaz Helenistik Dönem Şarap İşliği
oldukça büyük boyutlara sahip. İşlik,
Arkeolojik
kazılardan elde edilen bulgular, Burgaz Şarap İşliği’nin M.Ö. 3. yüz yıldan
itibaren kullanıldığını, ancak M.Ö. 1. yüz yılın ikinci yarısında kullanımının
sonlandığını göstermektedir.
Antik
çağda şarap, Akdeniz havzasında günlük yaşamın vazgeçilmez bir parçasıydı.
Şarap aynı zamanda medeniyetin temel unsurlarından biri olarak da kabul
ediliyordu. Thukydides’in “Peloponnesas
Savaşları” adlı eserinde “Akdeniz halkları zeytin ve üzüm yetiştirmeye
öğrendikleri zaman barbarlıktan kurtuldu” sözü, Yunanlıların şarapla ilişkisini
açıkça ortaya koyar. Bağcılık Anadolu uygarlıklarının tarihinde önemli bir yer
tutar. Ege bölgesi, ılıman Akdeniz iklimi ve coğrafi konumu nedeniyle üzüm
yetiştiriciliği için son derece uygun koşulları sahiptir.
Yunan
toplumunun yaşamında bağcılık ve şarap üretimi, tarımla uğraşan nüfusun
yaklaşık yüzde 80’inin etkileyen önemli bir faaliyetti. Artık dünyada
zeytinyağı ve şarap üreten bölgeler ile tahıl fazlası üreten bölgeler
arasındaki ticaret ekonomisinin temelini oluşturuyordu. Öyle ki, ekonomik ve
sosyal yaşamın önemli bir parçası olan şarap, suyun ardından en önemli
içecekti.
Antik
dünyada şarap farklı şekillerde tüketilirdi. Bazı yoğun şaraplar su ile
inceltilerek içilirdi. Yunanlılar, şarap ile su karıştırılmadan içmenin barbarca
bir davranış olduğunu düşünürdü.
Bu
arada şarabın uzun süre saklanması için deniz suyu eklenirdi. Şarap üretimi,
fermantasyon sırasında şarabın buharlaşmasını önlemek için reçine sürülen
kaplarda bekletilirdi. Bu nedenle şarapta reçine tadı oluşurdu. Ayrıca mermer
tozu şarabın ekşi tadını azaltmak için kullanılırdı. Antik dönemde, su
katılmamış şarabın içilmesinin erken ölüme veya deliliğe neden olabileceğine
inanılırdı.
Antik
dönemde evlerde yapılan şarap, “cinokhoe” adı verilen yonca ağızlı testilerle
servis edilirdi. Şarap önce kaba konulur, ardından su eklenir ve tatlandırmak
için bal veya deniz suyu eklenirdi. Ayrıca şaraba kireç, mermer tozu ve çeşitli
baharatlar eklenerek lezzetlendirilirdi. Şarap içmeden önce tanrılara, özellikle
Dianyssos’a bağbozumu bolluğunu temsil eden dualar edilir ve kadehten birkaç
damla şarap yere dökülürdü. Şarap bazen kahvaltılarda tüketilir ve hatta
şarapla ıslatılmış ekmek yenirdi. Çocuklar için oldukça seyreltilmiş ve bal ile
karıştırılmış şaraplar, besleyici içerikleri nedeniyle verilirdi.
Hippokratesi’in
tedavi yöntemlerinden biri olan şarap, kekik, adaçayı veya diğer baharatlar
eklenerek tıp alanında da kullanılırdı.. Örneğin Arkadia'da üretilen şarabın
erkekleri sersemlettiği kadınların doğurganlığını artırdığı antik kaynaklarda
yer alır. Şarabın tedavide yoğun kullanımı nedeniyle hekimlere “şarap verenler”
denilmiştir.
(Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)
10 Aralık 2023 Pazar
4 Aralık 2023 Pazartesi
BİR BÜYÜĞÜMÜZÜN ARDINDAN...
(Ateş Nesin (solda), Mustafa Geniş)
Her
yıl, eskilerin söylemiyle “Zemheri” ayı yaklaştıkça tüm bedenimi bir korku bürür;
“Bu yıl ölüm sırası hangi büyüğümüzde” diye…
Ne
yazık ki son yıllarda anne ve öteki yakınların kaybından sonra dün (3 Aralık
2023 Pazar günü) de İstanbul’dan son büyüğümüz Mustafa dayımın ölüm haberini
aldım.
Şimdi
size akrabalar arasında “ilklere” imza atan Mustafa dayımı kısaca anlatayım;
daha uzununu yazmakta olduğum kitapta anlatacağım.
Dayım,
40’lı yılların sonlarına doğru, askerlik öncesi İstanbul’a ayak basıyor.
Babası, yani dedem Adil’in ardından İstanbul’a geliyor. O da dedelerim ve
akrabalarım gibi askeri fırınlarda çalışmaya başlıyor. Tophane Askeri
Fırını’nda çalışan akrabaları ve hemşerileriyle Beyoğlu-Taksim, Eminönü ve
Topkapı bölgesini gezip tozuyor.
Sadece
gezip tozmakla kalmıyor, Kasımpaşa Güreş Kulübü’nde güreş de yapıyor. Avrupa’ya
giden orada başarılı dereceler elde eden arkadaşları Yaşar Doğu ve Celal Atik
gibi olabileceği söylenen güreş sevdalısı dayım, şimdilerde adına tüberküloz
dediğimiz verem hastalığına yakalanıyor.
İstanbul’da
bekâr hayatı yaşadığı için yeme içme konusunda sıkıntı yaşıyor. Doktorların
tavsiyesi ile memleketi olan Erzincan’a geri dönmek zorunda kalıyor.
Fakat,
köyünde fazla kalamıyor. Kendisini biraz toparladıktan sonra tekrar İstanbul’a
geliyor. Eski çalıştığı Tophane Askeri Fırını’na geri dönüyor. Usta olarak
çalışan bir hemşerisinin vasıtasıyla Aziz Nesin’in kayınvalidesi ile tanışıyor.
Böyle bir tanışmanın sonrası Aziz Nesin’in “Marko Paşa”, “Malum Paşa”
dergilerinin tiryakisi oluyor.
Beyoğlu-Boğazlıyan’da
bir evde yaşayan Aziz Nesin’in ailesine kendisini sevdiriyor; güvenlerini
kazanıyor. Kızları Oya ile Ateş’i gezdirme, sinemaya götürme görevi veriliyor.
Aziz
Nesin’in ilk eşi Vedia Hanım çok güzel bir kadındır. Bir gün tramvayda bir
ayakkabıcının tacizine uğrar. O zaman bu olay günlerce konuşulur.
ATEŞ
NESİN’LE TANIŞMA
Yıllar sonra Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nde (TGC) görev yaparken, bir kokteylde Ateş Nesin’le tanıştım. Aslında Ateş Nesin de ben de TGC’nin yayın organı “Bizim Gazete”de haftada bir köşe yazısı yazıyorduk. Ben medyada olup bitenleri yazıyordum, Ateş Nesin “Zoka” başlığı altında taşlama yazıları yazıyordu, ama yakından tanışmıyorduk.
Ateş
Nesin, aynı zamanda bir turizm firmasında İtalyanca bildiği için (İtalyan
lisesinde okumuş, yüksek öğrenimini de İtalya’da yapmış) turistlere rehberlik
yapıyordu. Hemen hemen her hafta köşe yazılarının çıktığı gazeteyi almak için
TGC’ye geliyor, mutlaka bana da uğruyordu. Gelemediği zamanlar ise gazetesini
ayırıyordum…
Ateş
Nesin’e, 1980 Askeri darbe öncesi babasının Esenler-Çiftehavuzlar Mahallesi’nde
muhtar olan dayımın yanına geldiğini, mahalledeki iki arsasını dayımın
kızlarına sattığını anlattım. Ateş Nesin, çocukken kendisini ve ablasını
gezmeye götüren dayım Mustafa’yı tanımak istediğini söyledi. Olur dedim ve
dayım ile Ateş Nesin’i 1 Ocak 2008 tarihinde Şişli Camii’nin karşısındaki bir
kafede bir araya getirdim.
Dayım
bana anlattıklarının daha fazlasını Ateş Nesin’e anlattı. Hatta Kasımpaşa Güreş
Kulübü’nde güreş sporu yaparken çektirdiği siyah-beyaz fotoğrafını da gösterdi.
Dayım Aziz demezdi, Erzincan yöresi şivesinden olsa gerek Aziz’e “Eziz” derdi:
“Eziz
Nesin’in ilk kaynanası Kemah Çimişkedek köyünden Melehat hanımdı. Melehat hanım
yakın köylümüz Manklı Mustafa Bahçecik ile evliydi. Ya da birlikte yaşıyordu. Ben
de Mustafa usta da Tophane’deki Levazım Amirliği’nin ekmek fırınında
çalışıyorduk. Vedia hanımın kardeşi Azmi bey, Vedia hanım, sen ve ablan Oya, Boğazkesen
Çiçek sokakta ahşap bir binanın ikinci katında Melahat hanımın kiraladığı bu
evde oturuyordunuz. Vedia hanım dünya güzeli bir kadındı. Görülmemiş bir
güzelliği vardı.
Eziz
Nesin üsteğmenken askerlikten ayrıldı. Ayrılmasaydı yüzbaşı olacaktı.
Askerlikten ayrıldıktan sonra Marko Paşa gazetesini çıkarıyordu. Ben hep Marko
Paşa okuyordum. Niye okuyordum? Çünkü siyasete çok dokunduruyordu. Bir gün
Vedia hanıma Eziz beyin ne zaman geleceğini sordum. Daha resmen
ayrılmamışlardı. Ama Eziz beyin babası dindar bir insanmış, oğlunun Vedia
hanımla görüşmesini istemiyormuş. Çünkü Vedia hanım başı açık ve kısa kollu
giysiler giyerdi.
Bir
gün Vedia hanıma ısrar ettim, yalvardım; ‘Ne olursun bir gün beni Eziz Bey’le
tanıştır, yazılarını çok beğeniyorum, geldiğinde bana göster’ dedim.
‘Tamam’
dedi annen. Babanın geleceği gün ben sokakta oyalandım. Eziz bey geldi, kapıdan
içeri girdi. Sonra da ben yeni gelmiş gibi içeri girdim. Beni Eziz beyle
tanıştırdı. Eziz beye yazılarını çok beğendiğimi, devamlı okuduğumu söyledim. O
arada annen de kendisine getirdiğim gazeteleri getirip gösterdi. Annen; ‘Ben de
senin yazılarını Mustafa’nın getirdiği dergiden okuyorum’ dedi.
Böyle
diyince Eziz Nesin beni gözlerimden öptü, teşekkür etti; “Herkes bu gazeteyi
senin gibi okusa beni kimse tutamaz’ dedi.”
Dayım,
o gün Melahat Hanım ve kızı Vedia hanımın Ateş ve Oya’yı gezdirmesi konusunda
Aziz Nesin’in bir diyeceğinin olup olmadığını sormaları üzerine bir sakıncası
olmadığını söylediğini, o izinden sonra iki kardeşi parka ve sinemaya götürdüğünü,
hatta ilk gidişlerinde Melahat hanım ile Vedia hanımın da kendilerine eşlik
ettiğini anlattı.
Dayım
Mustafa bu görüşmelerinin yapıldığı yılın 1949 yılı olması gerektiğini, zira
Cumhurbaşkanı olarak İsmet İnönü’nün başta olduğunu söyledi. Dayım, Aziz Nesin’e,
“Neden Vedia hanım burada kalıyor” diye sorduğunu da dile getirdiğini,
Nesin’in; “Babam istemiyor. Vedia’dan ayrıldığımı biliyor. Benim buraya
geldiğimi bilse bana da kızar. Ondan gizli geliyorum” diyor.
DAYI GÜREŞ KULÜBÜNDE
Dayım Mustafa, bana daha önce anlattığı gibi Ateş Nesin’e de Kasımpaşa Güreş Kulübü’nde hastalanarak nasıl ayrıldığını anlattı:
“Ben
hasta oldum. Akciğerlerimden rahatsızlandım. İçkiden akciğerimde siyah bir
nokta bulundu. Dr. Mehmet Dedeoğlu; ‘Fransa’ya gidemezsin’ dedi ve ben gidemedim.
Kasımpaşa Spor Kulübü’nden ayrıldım. Hastalanmasaydım Fransa’da düzenlenen
olimpiyatlara gidecektim. Yaşar Doğu, Tekirdağlı Hüseyin, Celal Atik vardı.
Tekirdağlı Hüseyin, Yaşar Doğu, Ali Yücel, grekoromende dünya şampiyonu
olmuşlardı. Bana çok değer veriyorlardı. Yaşar Doğu, beni gördüğü zaman
gözlerimden öperdi; ‘Bunu fazla hırpalamayın, vücudu narin. Benim yerimi
tutacaksın, inşallah gözüm görecek’ derdi.”
Babamın
ve köylümüz Raşit’in de haftada bir 15 günde bir Kasımpaşa Güreş Kulübü’ne
kendisini izlemeye gittiklerini de vurgulayan dayım, sonra çok kötü bir
vaziyette 1950 senesinin Mart ayında Erzincan’a köyüne gittiğini anlattı:
“Refahiye’deki
köyümde bir buçuk sene kaldım. Sonra asker oldum Hadımköy’e geldim. Askerdeyken
Melahat Abla’nın Boğazkesen’de oturduğu eve ziyaretine gideyim dedim. Evin
kapısına vardım kapı kilitliydi. Yeni evini öğrendim yine Boğazkesen’de ikinci
katta bir evde oturuyordu. Ziline bastım, cevap veren olmadı. Orada
komşularından birisi; ‘şimdi gelir’ dedi. Komşusuna; ‘Oğlun Mustafa Geniş geldi
dersin’ dedim. Askerlik sonrası Melehat Hanıma bir daha uğradım yine göremedim.
Manklı
hemşerimiz olan kocası Mustafa Bahçeci sonra köye gitti köyde öldü. Deden
Dursun da Tophane’deki Askeri Fırın’da çalışıyordu. Bana çok kızıyordu;
‘Mustafa Bahçeci senin paralarını yiyor’ diyordu. Mustafa Bahçeci çok güzel uzun
hava türkü söylerdi. O söylediği zaman ben ağlardım. Kendisiyle çok muhabbet
ederdik.”
Dayım,
Askeri Fırın’ın ustabaşısı Kemal’in de Kemah’ın Ihtik köyünden olduğunu, dedem
Dursun’u çok sevdiğini, dedemin kendisine “Beybaba” diye hitap ettiğini bana
dönerek söyledi:
“Ustabaşı
Kemal ben işe geç gitsem bile deden hatırı için bana ses çıkarmazdı. O zaman
hepimiz fırında yatıp kalkıyorduk.”
VEDİA
HANIMIN GÜZELLİĞİ
Dayım Mustafa, Vedia Hanım’ın güzelliğini ve o güzelliğinin başına neler getirdiğini de şöyle anlattı:
“Vedia
hanım Beşiktaş’ta tramvaya biniyor. Yanına Karaköy’de ayakkabıcılık yapan
birisi oturuyor. Ayakkabıcı tramvayda Vedia hanıma sarkıntılık yapıyor.
Burnundan ısırıyor. Vedia hanım şikâyetçi oluyor. Mahkeme başkanı hâkim, sanığı
azarlıyor; ‘Niye böyle bir şey yaptın’ diye… Sanık, hâkime diyor ki; ‘Hâkim bey
sizde bu kadına dikkatli bakın. Çok güzeldi dayanamadım, sarkıntılığı yaptım’
diyince hâkim adamı bir güzel azarlıyor, adamı hapse atıyor.”
Dayım, Aziz Nesin’in 1980 öncesi Güngören’e bağlı olan daha sonra Esenler’e bağlanan Çiftehavuzlar Mahallesi’ndeki iki arsasını almak için çok uğraştığını da şöyle anlattı:
“Davutpaşa
Askeri Fırın’da uzun yıllar ustabaşı olarak çalıştıktan sonra emekli oldum.
Muhtarlık seçimlerine girdim, mahalleye muhtar oldum.
Bir
gün sabah baktım bir araba benim muhtarlık binasının önünde durdu. Bir emekli
albay ile Eziz bey beraber geldiler. Bana; ‘Bu iki arsa benim. Belediye
arsamdan nasıl yol vurabilir. Hem de tapulu arsalarımın içinden… Eziz bey beni
tanımadı. Ben tanıdım ama sesimi çıkarmadım. Sonra; ‘Haberim yok’ dedim. ‘O
zaman sen bizimle beraber belediyeye geleceksin’ dedi. Hay hay gidelim dedim.”
Hep
birlikte belediyeye giderler. Belediyeden içeri girer girmez çalışanlar Aziz
Nesin’in etrafını sararlar. Mustafa dayım da avukatın odasına geçer. Avukat;
‘Mustafa abi Aziz Nesin gelmiş, onu görelim’ der. Mustafa dayım; ‘Onu ben
getirdim’ diyip beraber Aziz Nesin’in olduğu belediye salonuna geçerler. Dayıma;
‘Allah senden razı olsun, Aziz beyi nereden buldun getirdin’ diyorlar.
AZİZ NESİN'NDEN ARSA ALMA
O ana kadar Mustafa dayım kendisini tanıtmıyor, tanıtmamasının nedeni de o iki arsanın arasına yolu kendisi açtırmış… O yüzden kendisinin yolu açtırdığını söylemiyor. Aziz Nesin, belediyeyi mahkemeye vereceğini falan söylüyor. O zamanki Güngören Belediye Başkanı Baki Durmuş, “Hocam beni niçin mahkemeye veriyorsunuz. Yolu senin arsaların arasında vuran seni getiren, yanında oturan adam, muhtar.. Hep sizden bahsediyordu” demez mi?
Aziz
Nesin, döner yanında oturan Mustafa dayıyı süzmeye başlar:
-Muhtar,
niye muhtarlıktayken söylemedin, der.
Dayım
hemen kendisini tanıtır:
-Ben
seni Tophane’den tanıyorum. Subayken, gazeteciyken tanıyorum. Adım Mustafa
Geniş…
Aziz
Nesin elini uzatır, Mustafa dayı uzatılan eli öper. Melahat hanımdan, Vedia
hanımdan, kızı Oya, oğlu Ateş’ten, Marko Paşa’dan, Malum Paşa’dan bahseder.
Dayım bunları söyleyince Aziz Nesin sakinleşir:
-
O arsaları satacağım. Çatalca’da vakıf kurdum, diye söyler.
Dayım
da:
-O
zaman o arsaları bana sat, ben alayım, der.
Aziz
Nesin:
-Tamam
vereyim. Avukatımla görüş. Ben mahkemeye gitmekten vazgeçtim. Çatalca’ya gelin.
Yola da karışmıyorum, diyip belediyeden ayrılırlar…
Dayım
küçük kızı Sehel’i de yanına alarak Çatalca’nın yolunu tutar. Fiyat konusunda
anlaşırlar. Çatalca’daki yetim çocuklar için alınan Vakıf arazisinde arı
kovanlarını görür. Mustafa dayı bakımından anladığı için arılarla ilgili
bilgiler verir.
Aziz
Nesin, Vakfı yetim çocuklar için yaptığını, arsalardan aldığı parayı da bu
vakfa harcayacağını söyler. Dayım o gidişinde Vakıf’ta 22 çocuğun bulunduğunu,
Vakıfta başka misafirlerin de olduğunu, kızı Sehel’le yemek yediklerini, büyük
kütüphanesini gezdiklerini, sonra da kapıya kadar uğurladığını anlattı.
Aziz
Nesin, Çiftehavuzlar Mahallesi’ndeki arsaların değerini öğrenmeleri için orada
bulanan iki kadına görev verir. Onlar da daha sonra arsaların değerini
öğrenirler. Mustafa dayıyı Laleli’deki avukata yönlendirirler ve arsalar
alınır. Arsanın birisi büyük kızı Gülbeyaz’a, birisi de küçük kızı Sehel’e…
Dayım,
memlekette ve İstanbul’da kendi çapında ilklere imza atan bir adamdı.
Refahiye’de Sarıkoç Köyü İlkokulu’nun köye yapılmasında öncülük etti.
İstanbul’da hemşerileri arasında Sağmalcılar’da ilk bakkal dükkânını açtı, ilk
“hatlı minibüsü” aldı, kahve ocakları, oturak kahvesi işletti. Davutpaşa Askeri
Fırını’nda ustabaşı olarak görev yaparken, köylerinde zor geçinen 72
hemşerisinin işe alınmasını sağladı. 12 Eylül askeri darbesinin en ağır
günlerini yaşadı. Bir oğlu hapse atıldı, bir oğlu da İsviçre’de “sol içi
şiddete” kurban gitti. Eşinin ardından büyük kızını kaybetti. Yalnız yaşayan
dayım 95 yaşında bu dünyadan göçüp gitti.
Bakalım
hain zemheri daha kaç kişiyi aramızda alacak…
(Yazı
ve Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)
2 Kasım 2023 Perşembe
İDA DAĞI'NIN BAĞRINDAKİ TAHTACI KÖYÜ...
Ege bölgesinde, özellikle Kaz
Dağları’nın (İda Dağı) içlerinde görülmeye değer çok köyler var. Bu köylerden
bir tanesi Edremit-Mehmetalan Köyü…
Mehmetalan Köyü’ne,
Zeytinliköyü’nü otomobille bir kilometre kadar geçtikten sonra varılıyor.
Zeytinliköyü’nden sol istikamet takip edilirse Hasanboğuldu’ya, sağ istikamet
takip edilirse Mehmetalan Köyü’ne gidiliyor.
Köyün girişinde yolun üstünde
hemen solda Saltıksoy Zeytinyağı imalathanesi sizi karşılıyor. Burasını karı-koca
işletiyor.
Sonra köyün içine doğru
yürüyüşe geçtiğinizde, bu kez sizi sağ kolda bir zamanlar öğrencilerin cıvıl
cıvıl sesler çıkardığı, şimdi eğitim ve öğretim vermeyen köyün ilkokulu dikkatinizi
çekiyor. Biraz daha ilerledikten sonra bir çeşmenin yanında tezgâhlarını kurup
satış yapan köylü kadınlarla karşılaşırsanız, oturun muhabbet edin. Çeşmenin
taşında yazan “Bu çeşmenin su içecek tası yok, kırma insan kalbini yapacak
ustası yok” sözlerini de mutlaka okuyun… Yanınızda pet ya da bir su bidonunuz
varsa, içimine doyulmayan suyundan için ve doldurun.
Yolunuza yokuş yukarı devam ederseniz,
yolun nasıl bittiğini anlayamaz, ormanın içinde kendinizi bulursunuz. Eski
evlerin fotoğrafını çekerken, zincire bağlı iri bir köpeğin hamlesinden ise
korkmayınız; ama ben çok korktum…
Dönüş yolunda Salman ve Hasan
Altıntaş kardeşlerin kapı önlerinde sandalyelerine oturmuş sohbetine mutlaka
iştirak edin. İki kardeşin anlattıkları dinlemeye değer:
“Biz Tahtacı Alevisiyiz… Atalarımız
Orta Asya’dan gelmişler, ama hangi tarihte geldiklerini tam olarak bilmiyoruz.
Ancak şöyle; Fatih Sultan Mehmet zamanında Güneydoğu’ya, oradan da Antalya,
Aydın tarafına geliyorlar. Sonra gele gele buraya gelmişler yerleşmişler.
Fatih Sultan Mehmet bu dağlarda
bizim dedelerimize kereste yaptırmış, gemilerle İstanbul’a sevk ettirmiş.
1946 yılına kadar hayvancılık
ve orman işiyle uğraşmış büyüklerimiz. 1946 yılında burada büyük bir yangın
çıkmış. Dedemiz Salman yanmış. O yıl ben doğmuşum. Dedem yangında ölünce onun
adını bana koymuşlar.
Orman yanınca atalarımız iki
üç dönüm yer açmışlar kendilerine ve zeytin ağaçları dikmişler. Bu tarihten
sonra da zeytin ve zeytinyağı işiyle uğraşmışlar.”
Salman Altıntaş, eskiden
büyüklerin el bıçkısıyla (hızar) kereste biçtiklerini anımsadığını da
anlatarak; “Bir erkek yukarıda, iki kadın hızarın altında olurdu. Öyle tahta ve
kereste biçerlerdi” diyor.
Bu arada, Salman Altıntaş
yaşadıklarını ve gördüklerini anlatırken, dağdan aşağı gelen ve sırtlarına
yükledikleri çalı çırpı ile yanımızdan geçen üç kadının fotoğrafını çekmek için
yerimden fırladım. Birkaç kare fotoğraflarını çektim. Bir tanesinin sırtındaki
yüke aldırış etmeden cep telefonuyla konuşması ise dikkatimden kaçmadı. Demek
ki aradan 80 değil, 180 yıl da geçse kadının çilesi bitmiyor…
“Doğu’da Malatya, Elazığ ve
Tunceli’ye kadar gittim. Erzincan’a geçmedim Tunceli’den geri döndüm.
Karadeniz’de Giresun’a kadar gittim. Akdeniz’de Antalya’ya kadar gittim. Yani
anlayacağın Türkiye’nin dörtte üçüne gittim. 1997 yılında emekli oldum. Emekli
olalı 25 yıl oldu. Bu köy 170 hane, bu 170 hanenin 150’si şimdi emekli…”
Altıntaş, Edremit Belediye
Başkanı Selman Hasan Arslan’ın köylüleri olduğuna da vurgu yapıyor ve köye
yaptığı yardımları anlatıyor. Köylerinin etrafının “Milli Park” ilan
edilmesinden dolayı hayvancılığın bittiğini, yoğurt ve sütü artık parayla
dışarıdan aldıklarını söylüyor. Köylerinde satılık ev ve arsa olmadığını da
kaydeden Salman Altıntaş, satılık olanların sadece büyük dönüm zeytinlik alanları
olduğunu söylüyor.
En sona Pınarbaşı’nı
aratmayan (bana göre daha da harika olan) doğal güzelliğe sahip piknik yerine
merdivenlerden inip-çıkıp, köprü üzerinden mezarlık istikametine uzunca ve
keyifli bir yürüyüşten sonra gezimizi noktalıyoruz…
(Yazı ve Fotoğraflar:
Süleyman Boyoğlu)