29 Haziran 2012 Cuma

GAZETECİLERE ÖZGÜRLÜK YÜRÜYÜŞÜ...


       93 meslek örgütünce oluşturulan Gazetecilere Özgürlük Platformu’nun (GÖP) düzenlediği “Zindanlar Boşalsın-Gazetecilere Özgürlük Yürüyüşü” bu akşam İstanbul’da yapıldı. Tünel’den başlayan yürüyüş Taksim Meydanı’nda sona erdi.
        Burada basın açıklamasını okuyan GÖP Dönem Başkanı ve Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) Genel Başkanı Ercan İpekçi, “2009 yılının başından bu yana, basın özgürlüğü ihlallerini düzenli olarak takip ediyoruz ve kamuoyuyla paylaşıyoruz. Giderek vahim bir hal alan bu utanç tablosunu yurt içinde ve dışında tüm yetkililerin dikkatine sunuyoruz” dedi.
         İpekçi, KESK’e, Atılım ve Etkin Haber Ajansı işyerlerine yönelik baskın, gözaltı ve tutuklamaları kınadıklarını vurgulayarak, şöyle devam etti:
         “Başbakanın, sadece gazetecilere değil, toplumun tüm kesimlerinin boynuna tasma, ellerine kelepçe takma niyetini reddediyoruz!
          İktidar temsilcilerinin bu üsluplarını değiştirmesi; baskıcı, faşizan yöntemlerden vazgeçmemesi; her hafta yeni bir gazetecinin, aydının, yazarın, sendikacının gözaltına alınması; basın kuruluşlarına yönelik polis baskınlarının sona ermemesi; bu hükümetin, ülkedeki tutuklu gazeteciler, basın ve ifade özgürlüğü sorununa köklü bir çözüm arama niyetinde olmadığının da işaretlerini veriyor.
          Siyasi iktidarın temsilcileri, hapisteki gazetecileri ‘terörist’ olmakla suçlayadursun, bizler, GÖP çatısı altında buluşan 93 meslek örgütü olarak, Çağlayan’daki Adliye Sarayı’nın önünde 5 Haziran’dan 28 Haziran’a kadar hafta içi tam 18 gün boyunca meslektaşlarımızın gazetecilik faaliyetlerinin yargılandığına tanıklık yaptık. 18 gün boyunca 91 meslektaşımızın adını andık, gazeteciliğini anlattık, iddianamelerdeki gülünç suçlamaları deşifre ettik.
           Bizim tespitlerimize göre en az 90 gazeteci cezaevinde. Bu meslektaşlarımızın 11’i hükümlü, 79’u tutukludur. Cezaevindeki gazetecilerin 20’si ise kadındır.
           Gazetecilerde burada, onların örgütleri de burada! Gazetecilik faaliyetlerimizin arkasında bir örgüt arıyorsanız, o örgütlerin hepsi burada, bu meydanda… Bizi başka yerde aramayın!”
Yürüyüşe Türkiye Gazeteciler Federasyonu Başkanı Atilla Sertel, TGC Genel Sekreteri Sibel Güneş, BDP Milletvekili Sabahat Tuncel, Hava-İş Sendikası    Genel Başkanı Atilay Ayçin, Türk-İş Birinci Bölge Temsilcisi Faruk Büyükkucak, yayıncı Ragıp Zarakolu, gazeteci-yazar Ahmet Şık, Şükran Soner, sanatçı Nur Süer, Şevval Sam, Elif Ilgaz olmak üzere çok sayıda gazeteci, sendikacı ve sanatçı katılarak, destek verdi. (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

EBRU ERDOĞAN EVLENDİ...


Habertürk ekonomi muhabiri Ebru Erdoğan ile aynı gazetenin yazı işleri sayfa sekreterlerinden Ozan Göktepe, Beşiktaş Belediyesi Evlendirme Dairesi'nde bugün kıyılan nikâhla evlendiler. Çiftin şahitlerinden biri sanatçı Okay Temiz oldu. (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

28 Haziran 2012 Perşembe

DEDEDEN TORUNA NESİLLER BOYU MÜZİK...

                                                     İpek Nine (Servet Sarak arşivi)

Süleyman Boyoğlu

      Hanperi Köyü (Onurlu) Refahiye’nin en yüksek tepelerinden birinin üzerinde kuruludur.  İlçe merkezine yürüyerek gitmek hızlı adımlarla yarım saati bulmaz…  Köyde kış çok sert, yaz ayları ise yayla havasında geçer; insanı terletmez, bunaltmaz…
Çok değil bundan 20-30 yıl önce köyler arası haberleşme yüksek bir tepeye ya da taşın üzerine çıkılıp var olan güçle, hançereyi yırtarcasına bağırarak yapılırdı. En kolay haberleşmeyi yüksek bir tepede olduğu için Hanperi sağlardı,  diğerleri için pek kolay değildi.
      İşte bundan mıdır? Yoksa bağlı olduğu il Erzincan’ın yetiştirdiği büyük ozanların etkisinden midir bilinmez, ama güçlü ozanlar yetiştirdi Hanperi… Hem de dededen toruna…
Babası (Mustafa) 1914-17 Osmanlı Rus Savaşı’nda (Kafkas Cephesi) kendisi henüz 5 yaşındayken şehit düşen Ali Rıza Sarak, işte böyle yaman bir kış günü dünyaya gelir. Dünyaya gelmesi de öyle kolay olmamıştır. Kardan görünmeyen köy damlarının birinde İpek Hanım doğum sancıları çeker. Doğum konusunda tecrübeli köy kadınlarının müdahaleleri ve yardımları fayda etmez.
     Bu sırada köylüler de toplu halde köy odasında oturmaktadırlar. Doğum evinde bir o yana bir bu yana koşturan kaynana “Haçırlı Kiraz Nine” ile diğer kadınlar çaresiz kalırlar. Kiraz Nine’yi köy odasına gönderirler. Kiraz Nine, odadakilere gelini İpek’in doğum sancıları çektiğini, ama doğumun bir türlü gerçekleşmediğini ve ne yapacaklarını bilmediklerini heyecanlı bir şekilde anlatırken, kapıdan içeri yaşlı, beyaz sakallı ve ayakları kırmızı çamurlu bir ihtiyar girer. Köylüler, bu karda kıyamette ihtiyarın köy odasından içeri girmesine şaşırırlar, oturması için yer gösterirler.
     Gelen ihtiyar Kiraz Nine’nin umurunda değildir, gelinini düşünür. Köylük yerlerde zorlu doğum esnasında hem annenin hem de bebeğin kaybedildiğini bildiğinden; “Ne olur gelinimi kurtarın… Bana yardım edin…” diye feryat figan eder. Kiraz Nine’nin büyük bir üzüntü ve acı içinde feryat figan etmesine ve yardım istemesine “Tanrı misafiri” olan ihtiyar adam kayıtsız kalmaz. Aksakallı ihtiyar odadakilerden bir tas su ister. Hemen bir tas su getirirler. İçi su dolu tası eline alır dua eder, ardından Kiraz Nine’ye uzatır; “Götür bu suyu geline ver; içsin. Bir oğlu olacak. Adı da Ali Rıza olacak” der.
     Kiraz Nine, bir umutla doğumun gerçekleşeceği dama karlara bata çıka gider.  Bu arada aksakallı ihtiyar da dışarı çıkmak üzere bir ibrik ister. İhtiyar kendisine getirilen ibriği alır, dışarı çıkar. Köylüler ihtiyarın uzun süre geçtiği halde geri dönmemesini merak ederler ve hep birlikte kapıya çıkıp bakarlar ki ibrik bir metreyi bulan karın üzerinde duruyor, ama kendisi görünürde yok. Sağa bakarlar, sola bakarlar ama izine rastlayamazlar. Bir müddet sonra köylüler o ihtiyarın “Hızır Aleyhüsselam” olduğuna inanırlar, iyi ağırlayamadıkları için de dövünmeye başlarlar. Köylüler ihtiyarı ararken ve dövünürken İpek Hanım da nur topu gibi bir erkek çocuk dünyaya getirir ve adını “Hızır Aleyhüsselam”ın söylediği gibi “Ali Rıza” koyarlar.  

                 KOCASI ŞEHİT OLUNCA TOP MERMİSİ TAŞIR

    İpek Hanım’ın kocası Osmanlı-Rus Harbi’nde şehit olur, ama bu kez kocasının boşluğunu o doldurur ve askerlere yardım eder. Erzincan’da sırtıyla cephelere top mermisi taşır. İyi bir kırık-çıkıkçıdır. Askerlerle iç içe olduğu için Bitlis-Ahlat’lı Ali Çavuş’la da burada tanışırlar. Ali Çavuş’un gizliden gizliye kendisine sevdalandığını sezer. Ali Çavuş’un ısrarlı evlilik tekliflerini önce reddeder, sonra bazı şartlar ileri sürerek kabul eder. Şartlardan en ağırı da “Ama babamın yurduna yerleşeceğiz. Baba ocağını tüttüreceğiz” olur.  Ali Çavuş “Aşkın gözü kördür” misali İpek Hanım’ın bu ağır şartını gönülsüz olsa da kabul eder. İpek Hanım'ın baba köyü Alibekler'e giderlerken akşam karanlığı çökmek üzeredir. Ali Çavuş vahşi doğayı görünce ürperir, ellerini açarak; 'Hey Allah'ım benim cenazemi buralara nasip etmeyesin!' diye dua eder. Zorlu yollardan geçerek, yalnızca iki ailenin yaşadığı  hanımın köyüne varırlar. Ali Çavuş önceleri yeni köyünü çok yadırgar, ama aşkı uğruna katlanır.
    Ali Çavuş,  Refahiye ve Erzincan’da tanınan ünlü bir sünnetçi, iyi bir “kırıkçı-çıkıkçı” olur.  Ayrıca otlardan ilaçlar yaparak çeşitli hastalıkları iyileştiren iyi bir “şifacı” olarak da tanınır. Ali Çavuş, askerde komutanından öğrendiği sünnetçiliği üvey oğlu Ali Rıza ile diğer oğulları Ziya, Nazım ve Kazım’a da öğretir. Alibekler’de mutlu bir yaşam sürerler. Ta ki Ali Çavuş ile ikinci oğlu Nazım 1939’daki büyük Erzincan depreminde yaşamlarını yitirene kadar. Baba-oğulun sünnet için gittiği ve misafir oldukları Kaçaklar Köyü’ndeki ev yerle bir olur. Baba ile oğul enkaz altında kalırlar. 
    Ali Rıza üvey babası Ali Çavuş’u kaybettikten sonra büyük sarsıntı yaşar, ama sıkıntı yaşamaz. Rüştiye Mektebi’ni bitirir. Dini konularda bilgisini artırır.  Babalığı Ali Çavuş’un namını yürütür; iyi bir sünnetçi olur. Çevresinde sevilip sayılır. Sağlık Bakanlığı’nın açtığı sınava girer, “sünnetçi” diplomasını alır. Annesini ve kardeşlerini kimseye muhtaç etmez. 
    O yıllarda köylerde düğünler eksik olmaz. Düğünle birlikte sünnetler de yapılır. Ali Rıza düğünlerde çocukları sünnet ettikten sonra kurulan sofralarda keman eşliğinde türküler söyler. Sünnetçilik ünü yanında sazı ve sözü de beğenilir.  Saz ve sözdeki ünü şehir dışına taşar.
                                                                          Rıza Sarak
                                                           (Fotoğraf: Torun Ali Ekber Sarak)
                                
                                 MUZAFFER SARISÖZEN’LE TANIŞMA

    Ali Rıza Sarak, 1954 yılında Ankara Radyosu’nda görev yapan ve türküler derleyen Muzaffer Sarısözen’e gider. Sarısözen canlı yayında Ali Rıza’ya üç eser söyletir. Bu eserlerden birisi Ali Rıza’nın derlediği Refahiye yöresine ait “Melik Şerif Düzünü Çiçek Almış Yüzünü”dür. Sonra bu eser Ali Rıza adına TRT repertuarında yer alır.  Ali Rıza’nın radyoda söylediği ikinci eser ise Muzaffer Sarısözen’in derlediği  “Gönül Gurbet Ele Varma”dır. (Bu eseri Ali Rıza’nın oğlu Servet Sarak da 1997 yılında ‘Gönül Ezgilerimiz 1’e okur. 2012’de de oğlu Serdar Kemal’le düet yapar). Radyoya okuduğu, üçüncü türkü de Sarısözen’in derlediği bir eserdir.
    Ali Rıza, 1968 yılında İstanbul’a göç eder. Gülsuyu’nda mesleğini ve sanatını 1975 yılına kadar sürdürür. Gülsuyu deniz manzaralı havadar bir yer olmasına karşın, hep köy özlemi ile yanıp tutuşur. 1996 yılında İstanbul’da kardeşleri ve yakın çevresiyle vedalaşıp, doğduğu köye; Hanperi’ye döner.  Bir gün beraberinde götürdüğü elektrikli tıraş makinesi ile bastonunu kaynına verir. Verirken “Artık benim bunlara ihtiyacım yok, senin olsun” der. Sonra ağaçtan bir yaprak koparır ve koklar. “Ne kadar da güzel toprak kokuyor” der. Akşam da bütün köy halkıyla vedalaşıp yatağına girer.
    Köylüleri her sabah erkenden kalkmaya alışık olan “Ali Rıza Amca”larından ses seda çıkmayınca yattığı odaya girdiklerinde gözlerine inanamazlar. Ali Rıza Amca’larının öldüğünü anlarlar, ama kendi çenesini kendisinin bağlamasına şaşırırlar, akıl sır erdiremezler…
                                                 Atilla Meriç, Servet Sarak, İsmail Özden
                   
                                                   OĞUL SERVET BABASININ YOLUNDA

    Ali Rıza Sarak’ın ardından babasının yolundan oğlu Servet Sarak yürüdü. Servet, 1968 yılında İstanbul’a geldi. Maltepe Lisesi’ni bitirdikten sonra askerlik görevini yaptı. Sonra iş hayatına başladı. Çeşitli sektörlerde çalıştıktan sonra 1978 yılında İstanbul Belediyesi’ne memur olarak girdi. Bu arada babadan etkilendiği müzikle ilgilendi. İlk albümü 1993 yılında “Muhabbette Biz de Varız” olarak çıktı. Aynı yıl “Kırkların Cemi” adlı albümü müzik raflarında yerini aldı. Servet Sarak’ın gurup arkadaşları ise; İsmail Özden, Yüksel Yıldız’dı…  Sarak, Atilla Meriç ve İsmail Özden 1997 yılında “Gönül Ezgilerimiz 1” i,  1998 yılında da “Gönül Ezgilerimiz 2”yi çıkardılar.
    Servet Sarak 1999 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ndeki görevinden emekliye ayrıldı. Ama o da Türk halk müziği bayrağını oğlu Serdar Kemal’e devretti. 
    Serdar Kemal, babasının desteğiyle 1993 yılında Erdal Erzincan’dan bağlama dersleri aldı. 1997 yılında İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı sınavını kazanarak, Temel Bilimler bölümünde üniversite eğitimine başladı. Aynı yıl bazı özel kurumlarda bağlama dersleri vermeye başladı. Konservatuar yılları süresince okul korosunda bağlama ile birçok konsere katıldı. Ayrıca Türk halk müziğini tanıtmak ve sevdirmek amacıyla yurtiçinde ve yurtdışında solo bağlama resitalleri ve dinletileri sundu. Bağlamadaki şelpe tekniğini geliştirerek, birçok sanatçının albümlerinde ve konserlerinde yer aldı. 2004-2005 yıllarında devlet tiyatrolarında sahnelenen ve müziklerini Timur Selçuk’un, senaryo ve rejisini Mehmet Akan’ın yaptığı “Bedrettin” isimli oyunun orkestrasında görev yaptı. 2005 yılında aynı oyunun piyasaya çıkan müzik CD’sinde Timur Selçuk’la çalıştı. 2005-2008 yılları arasında Haliç Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “yüksek lisans” eğitimini tamamladı.
                                                  Volkan Konak, Serdar Kemal Sarak
                           
                                  TORUN SERDAR’LA VOLKAN KONAK’IN DÜETİ

    2007 yılında müzik direktörlüğünü kendisinin yaptığı ve ilk solo albümü olan “Serden Türküler”i piyasaya çıkardı. Ayrıca “Kardeş Nereye-Mübadele”, “Oyunlarla Yaşayan Şehir” isimli belgesellerin ve “Hayırsız Olay” isimli tiyatro oyunun da müziklerini yaptı. Aranjörlüğünü Ersin Bişgen’in yaptığı ve usta müzisyenlerin (babası Servet, hocası Erdal Erzincan ile Volkan Konak gibi) eşlik ettiği yeni albümü “Duru”yu Ada Müzik etiketi ile müzik severlerin beğenisine sundu.
    Böylece Dede Ali Rıza’nın onur ve gururla taşıdığı Türk halk müziği bayrağı oğula, oğuldan da toruna yükseklerde dalgalanarak geçmiş oldu…


26 Haziran 2012 Salı

TGC: "BİR SALDIRIYLA KARŞI KARŞIYAYIZ"...


            
      TGC:  “İfade ve basın ögürlüğüne yönelik 
          yeni bir saldırıyla karşı karşıyayız”

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Yönetim Kurulu, Atılım gazetesi ve Etkin Haber Ajansı'nın (ETHA) İstanbul Aksaray’daki bürolarına yapılan polis baskınını, ifade ve basın özgürlüğüne yönelik yeni bir saldırı olarak niteledi.

Ceza yasalarında ve Terörle Mücadele Yasası'nın 6 ve 7.maddelerinde verilen sözlere karşın bugüne dek hiçbir iyileştirme gerçekleştirilmediğine de dikkat çekilen açıklamada, iktidarın özellikle muhalif gazetecilere baskı ve korkutma amacı güden bir tutum izlediği görüşüne yer verildi.

TGC’nin açıklamasında şöyle denildi:

“Atılım gazetesi ve Etkin Haber Ajansı bürolarının polis tarafından basılması, avukatları beklenmeksizin aranması, ülkede var olan sansür ve oto sansürün yeni bir örneğidir. Halkın bilgi edinme hakkına indirilmiş yeni bir darbedir.100 dolayında meslektaşımızın cezaevlerinde tutulduğu bir dönemde ülke insanı üzerinde yaratılmak istenen korku ve tedirginlik ikliminden, halk haberciliği yapan, araştıran, irdeleyen, sorgulayan gazetecilerin asla etkilenmeyeceğini ve mücadelelerini sürdüreceği bilinmelidir. TGC olarak, iktidarı ve muhalefeti ile tüm siyasetçilerden dileğimiz cezaevlerine gazeteci tıkan, düşünceyi ifade özgürlüğünü engelleyen bir ülke imajından kurtarmak için ivedi olarak önlem almaları ve çağdaş bir demokrasinin gereklerini yerine getirmeleridir.”

"TANIKLIK GÜNLERİ"NDE 16. GÜN...

        Dönem başkanlığını Türkiye Gazeteciler Sendikası'nın (TGS) yaptığı Gazetecilere Özgürlük Platformu'nun (GÖP) gerçekleştirdiği İstanbul Adliyesi önündeki "Tanıklık Günleri" 16. gününü doldurdu. "Tanıklık Günleri"nin bugünkü konuğu DİSK Genel Başkanı Erol Ekici oldu. Ekici, hapisteki basın emekçilerine özgürlük istedi. (Fotoğraf: Caner Gören) 

GÖP'TEN KINAMA...


                                                
         GÖP: BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNE SALDIRIYI KINIYORUZ
Gazetecilere Özgürlük Platformu (GÖP) Dönem Başkanlığı, Atılım Gazetesi ve Etkin Haber Ajansı’nın (ETHA) İstanbul Aksaray’daki bürolarının bu sabah polis tarafından basılarak aranmasını kınadı. 
GÖP’ten yapılan açıklamada, şöyle denildi:
“Atılım Gazetesi ve Etkin Haber Ajansı’nın (ETHA) İstanbul Aksaray’daki büroları bu sabah polis tarafından basılarak arama yapıldı. Bu uygulama, basın ve ifade özgürlüğünün açıkça ihlali anlamına gelir. Demokrasilerde, yayın kuruluşlarının basılması, faaliyetlerinin engellenmesi, yayın durdurma, yayın araçlarına el konulması kabul edilemez. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye aleyhine verdiği birçok ihlal kararında vurgulandığı üzere, “yalnızca toplumda genel kabul gören, zararsız ya da kayıtsızlık içeren fikirler değil; aynı zamanda toplumu sarsıcı, şoke edici veya rahatsız edici düşünce açıklamaları” da basın ve ifade özgürlüğü kapsamındadır. Bu çerçevede, Atılım Gazetesi ve Etkin Haber Ajansı’na yapılan baskınlar, AİHM kararlarına da aykırıdır. 
Yasal olarak yayın hayatını sürdüren, adresi ve çalışanları belli olan bu iki kuruluşun, “yasadışı örgütlerin yayın organı” olarak nitelendirilmesinin, cezaevindeki meslektaşlarımızın “terörist” olarak suçlanmasından da hiçbir farkı yoktur. 
Ülkemizde 100’e yakın gazetecinin hapiste olduğu, gazeteciler hakkında 10 bin dolayında soruşturma ve davanın bulunduğu bir ortamda, basın ve ifade özgürlüğü üzerinde baskılara dayanak oluşturan yasa hükümlerinin değiştirilmesini beklerken; tam tersine anti-demokratik uygulamaların şiddeti giderek artmaktadır. Bu tür baskılar, ülkemizin ve halkımızın demokratik geleceği açısından duyduğumuz kaygıları daha da derinleştirmektedir. Daha özgür bir toplum olabilmek umuduyla, basın üzerindeki bu baskıların artık sona ermesini bir kez daha talep ediyoruz.”

25 Haziran 2012 Pazartesi

"MODERN İLÇE"DE BİR GARİP...

                                                            (Fotoğraf: S.Boyoğlu)

          Bir çınarın altında “Modern ilçe” “Yeşil Fatih” tabelası önünde çimlerin üzerinde yatan bu insan beni dedemin (Dursun) anlattığı 30’lu yıllardaki anılarına götürdü. Dedem,  Erzincan-Refahiye’den yürüyerek Giresun’a, buradan “Gülcemal” vapuru ile Karaköy-Salıpazarı’na gelirmiş. Salıpazarı rıhtımından da yürüyerek Tophane’deki hemşerilerinin yanına gidermiş. Yeme-içme ve yatmanın parasız olduğu (tabii bedenen çalışması karşılığında) Tophane Askeri Fırını’nda iş başı yapana kadar sabahçı kahvehanelerinde sabahlarmış… Kahvehane sabaha karşı tenhalaştığında iki-üç sandalye ya da iki masayı birleştirerek, uyumaya çalışırmış. Bütün yıl gezme-eğlenme lüksü nedir bilmeyen Dursun dedemin anlattıklarını içim burkularak dinlerdim.
          Bu akşam da Cemiyet’ten çıkışta gazeteci Seraceddin Zıddıoğlu ile “Sultanahmet’ten mi tramvaya binsek, yoksa Eminönü’nden mi” anlaşmazlığına düştük. O Sultanahmet tramvay durağını, ben de Eminönü’nden boş dönen tramvaya binmeyi tercih ettim. Büyükpostane’yi geçtikten sonra bir çınarın altında çimlerin üzerine boydan boya uzanıp uyuya kalan bu kişiyi görünce fotoğrafını çekip çekmeme konusunda ikilemde kaldım. Sekiz-on adım kadar ilerlemişken, ani bir kararla geri döndüm ve fotoğraf makinemin deklanşörüne bir kez bastım. Tek kara fotoğrafla yetinip, bloğumda kullanıp kullanmama konusunda tereddütler yaşayarak Eminönü tramvay durağına doğru yürüdüm.
         Yürürken, gözümün önüne yokluk ve açlıkla taa Balkan ve Birinci Dünya Savaşı’yla tanışan, “Seferberlikte” annesinden ayrı düşen, yetim büyüyen, sonraki yıllarda da gurbetle tanışan, gurbette; çocuklarımı nasıl doyururum, köyde bir tarla nasıl edinebilirim, onlara süt verecek bir inek nasıl alabilirim kaygısını yaşayan Dedem aklıma geldi. Hüzünlendim…  Ama yaşadığımız hayat böyleydi… Kimilerine cömert davranıyor; sayfiye yerlerinde şezlong üzerinde keyif çattırıyor, kimilerini de bir çınar altında böyle konuk ediyordu…
(Süleyman Boyoğlu)

"ZİNDANLAR BOŞALSIN-GAZETECİLERE ÖZGÜRLÜK"


                                      
Gazetecilere Özgürlük Platformu (GÖP), 29 Haziran 2012 Cuma günü İstanbul’da İstiklal Caddesi’nde “Zindanlar Boşalsın – Gazetecilere Özgürlük” adı altında bir yürüyüş düzenleyecek.
İstiklal Caddesi’nin Tünel çıkışından saat 19.00’da başlayacak olan “ZİNDANLAR BOŞALSIN” yürüyüşü, saat 20.00’de Taksim Meydanı’nda yapılacak basın açıklamasıyla sona erecek.
Gazetecilere Özgürlük Platformu Dönem Başkanlığı'ndan yapılan açıklamada, şöyle denildi:
"Basın özgürlüğünün, sadece gazetecilere ait bir özgürlük talebi olmadığının bilincindeyiz.
Basın özgürlüğü, halkın gerçekleri öğrenme hakkına saygı talebidir.
Basın özgürlüğü, halkın her kesiminin –şiddet çağrısı ve nefret söylemi içermemek kaydıyla– en aykırı fikirleri bile ifade etme ve yayma hakkıdır.
Özgür olmayan bir basın, ifade özgürlüğü hakkının kullanılmasının önünde bir engeldir.
Özgür basın olmadan özgür toplum da olamaz.
O nedenle, tüm yurttaşları, 'Gazetecilere Özgürlük' yürüyüşü ve basın açıklamasına destek olmaya çağırıyoruz.
Türk Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunu’ndan mağdur olan,yargılanan ve tutuklanan toplumun tüm kesimlerini, tutuklu ve hükümlü yakınlarını ve örgütlerini, yazarları, köşe yazarlarını, akademisyenleri, sanatçıları, avukatları, baroları, sendikaları, işçileri, memurları, işten atılanları, öğrencileri, sivil toplum kuruluşlarını ve siyasi partileri “ZİNDANLAR BOŞALSIN” yürüyüşüne katılmaya ve hep birlikte alanlarda dayanışma içinde olmaya çağırıyoruz."


ATEŞ NESİN...






                                                             NANİK ATAK
                                                             -------------------


Halüsinasyon

Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, Metris Cezaevi'nde kendisini ziyaret
eden CHP'li vekillere," Bizi ele geçiremeyecekler" demiş
Yazık, sağlık durumu iyicene bozulmuş demek ki... 
Dört duvar arasındayken  bile dışarılarda özgürce dolaştığını sanıyor!

***

Özrü kabahatinden büyük

Başbakan yardımcısı Bülent Arınç," Dağlıca'ya saldıran PKK'lıların hem
sayıları fazlaydı hem de silahlıydılar" demiş
Bir yandan teröristlerle  masaya oturup, diğer yandan da Türk ordusunu
budarken sonucun ne olmasını bekliyordunuz ki?  

23 Haziran 2012 Cumartesi

TRT ANILARI...(14)


                                                   

Gürcan ARITÜRK

   
  "İnsan bazen, yaşadı mı, duydu mu, filmde mi seyretti, okudu mu, hayalini mi gördü, karıştırıyor. Yaşam biraz da bu karmadan ibaret…  O yüzden anılara güven olmaz ama anılarsız da olmaz. Anılar olmadan insanlar ot gibi olur. Umarım bu anılar hoşunuza gider, kimi zaman anlatacak kimse olmasa bile hatırlamak yeterince güzel!
     Aşağıdaki kimilerini benim yaşadığım kimilerini gördüğüm ya da duyduğum TRT anılarını eski bir toplu fotoğrafa bakarak anında-bir çırpıda yazdım, aklıma gelenleri kalın delikli bir süzgeçten geçirdim, eminim siz okurken daha ince eleyip sık dokuyacaksınızdır!"
  


                       Adile Naşit'in ölümü

          Adile Naşit'in öldüğü gün istihbarat şefimiz Ali Kaptan, sabahtan Naşit'in tedavi gördüğü Alman Hastanesi'ni aramamı istedi. Ben defalarca aradım, hep meşguldü hastanenin telefonu-telefonları. 
          Normalde ısrarcı değilimdir ama o gün ısrar ettim, çok kereler sonra, öğlen aradığımda, "az önce öldü Adile hanım" dediler. O zaman google yok. Doğan Hızlan'ı Adile Naşit'in özgeçmişini almak için aradığımda, nereden bilebilirdim, onların daha ölümden haberleri olmadığını. Üstelik telefona çıkan sekreter hem Doğan Bey’in hem de o zamanlar Hürriyet'te yazan Adile Naşit'in sekreterliğini yapıyormuş ve kaybı duyunca telefonda bayıldı.  
        Sonrasında Adile Naşit'in ölümü üzerine Münir Özkul ile görüşmek üzere evine gittik kameraman arkadaşım İbrahim Tosun ile. Münir Özkul'un evinde büyük bir hüzün vardı. Sonradan öğreniyoruz ki bu hüzünün bir bölümü Adile Naşit içinse bir bölümü de Münir Özkul'un TRT ekibi olarak bizi kabul etmesinden sonra genç eşinin -bir hafta önce bir TRT TV ekibi eve gelmiş ve çok kalabalıklarmış- yine TRT'ciler evi dağıtacaklar diye kızmasından ve kavga çıkarmasındanmış. 
        Münir Özkul gözleri yaşlı Adile Naşit'i anlattı, O’nu bir buzdağı olarak tanımladı v.b. ama bizim kameraman arkadaş kameranın ses almasını açmayı unutmuştu. Allah’tan evden çıkmadan fark etti. O zaman TRT-2 nispeten yeni kurulmuştu, ben Münir Bey'e "Bu yaptığımız birinci kanal içindi, bir de ikinci kanal için yapalım röportaj" dedim de olayı kurtardık. Ama biz büroya döndüğümüzde bana telefon eden Münir Özkul, evdekilerle konuştuğunu ve birinci röportajın daha iyi olduğunu, onu kullanırsak sevineceklerini söyledi. Tamam dedik ama gereğini yapamadık tabii ki...

             TV haberciliğinden anlayan Devlet Bakanı

        Spordan sorumlu Devlet Bakanı Şükrü Erdem'in İstanbul'da katıldığı bir spor salonu açılışını TRT ekibi kaçırmıştı. TRT Muhabiri Serdar Sevim, bakana giderek konuşmaları çekemediklerini ama bu haberi vermek istediklerini söyledi. Bakan da anlayışla karşılayarak "Sizin için kürsüye çıkar bir daha konuşurum" dedi. Ekip sevindi. Bakan sanki gerçek bir törende gibi kürsüye çıktı ve TRT Muhabirine bu TV haberinin dsf'mi doğal sesli mi olacağını sordu. (Not: Dsf görüntünün üzerine spikerin yayında haberi okuması. Doğal ses ise konuşucunun sesinin bir bölümünün montajlanarak, olduğu gibi aktarılması)

       Serdar Sevim, dsf olacağını söyleyince bakan nasıl olsa sesinin verilmeyeceğini düşünerek konuşmadı, konuşur gibi yaptı, ağzını kıpırdattı, TRT ekibi yetirence görüntü çekene kadar.

                      Deli ile deli olma!

         TRT Muhabiri Aykın Tuna, Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde düzenlenen moral konseri-gününü izlemek üzere kameraman arkadaşıyla hastanenin toplantı salonundaydı. Konser sırasında ayaktaki ruh hastalarından biri Aykın Tuna'ya yavaş yavaş yanaşarak bir tokat atıp kaçtı. Bayağı sert bir tokattı. Aradan bir süre geçtikten sonra aynı hastanın yavaş yavaş TRT Muhabiri Aykın Tuna'ya yaklaştığı görüldü. (Daha doğrusu görülmedi, en azından Aykın Tuna görmedi ki) Hasta Aykın Tuna'ya ikinci kez tokat atarak yine kaçtı. Bu kez ki daha sertti ve Aykın Tuna elini yanağına götürmek zorunda kaldı. Aynı hastanın üçüncü kez aynı şeyi yapmak için yanaştığını gören TRT Muhabiri Aykın Tuna, bu kez hastadan daha atik davrandı ve ona bir tokat atarak bir nevi intikamını aldı.


ŞİMDİ KARA DUT ZAMANI...

                                                       (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

KAMPANYA...

                                                 (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

22 Haziran 2012 Cuma

İKİ ÇINAR SULTANAHMET'TE...

                                          Gazeteci Hikmet Andaç ve Seraceddin Zıddıoğlu
                                               Serçelere mısır ikram eden bir genç
                                           Otomobilin tekerinin üstünde saklanan bir yavru kedi
                                          Eski İstanbul Adliyesi'nin yanındaki tarihi kalıntı
                          Divanyolu Caddesi üzerindeki bir binanın çatısında beslenen güvercinlerin dansı...   
                                               (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

21 Haziran 2012 Perşembe

SABIRSIZ YOLCULARDAN TEHLİKELİ HAREKETLER...


Bugün (21 Haziran Perşembe) akşam saatlerinde Aksaray-Havalimanı "hafif metro" hattında teknik nedenlerle kısa süreliğine seferler aksayınca, sabırsız yolcular anonslara aldırmadan Davutpaşa İstasyonu'nda tehlikeli hareketlerde bulundular. Yolcular merdivenleri kullanmak yerine, rayların üzerinden yürüyerek Havalimanı yönüne geçtiler... (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

20 Haziran 2012 Çarşamba

"NASRETTİN HOCA" BÂB-I ÂLİ'DE...

(Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

         
          Bugün (20 Haziran Çarşamba) öğleden sonra saat 15.00 sıralarında Aydın Üniversitesi’nden ödev konusu için gelen bir öğrenci kardeşimi uğurladıktan sonra çalışmama devam ederken, odamdan içeri iki kişi girdi. İkisi de tanıdıktı. Birisi Basın Senatosu İkinci Başkanı Seraceddin Zıddıoğlu, diğeri de üç yıl kadar önce İstiklâl Caddesi’nde fotoğrafını çektiğim “Nasrettin Hoca” idi. Seraceddin Zıddıoğlu “Bak sana kimi getirdim” dedi. Ben de ‘Arkadaşı tanıyorum, üç yıl önce İstiklâl Caddesi’nde fotoğrafını çekmiştim’ dedim. Zıddıoğlu “Öyle mi? Ben daha önce görmemişsin, bir röportaj yaparsın diye getirdim” dedi. “Nasrettin Hoca”ya yer gösterdim, oturdu.
          Otururlarken Zıddıoğlu’na ‘Beni Ali Kılıç’la kavga ettireceksin. Ben bu beyin fotoğrafını üç sene önce İstiklâl Caddesi’nde çekmiştim. Birkaç ay önce de Ali aynı fotoğrafı çekmiş bana göndermişti; ‘Bâb-ı Âli News’de kullanayım diye. Şaka yollu ‘bayatlamış fotoğrafları bana yollama, ben bu fotoğrafı üç yıl önce çekmiştim, demiş Ali’yi küstürmüştüm. Röportaj yapıp, beyin fotoğrafını yayınlarsam yine Ali’yi küstürüm’ diye espri yaptım. Bir koltuğa oturan “Nasrettin Hoca”nın birkaç kare fotoğrafını çektim.
          Ben sordum adı Hamdi (Cemil) Yılmaz, olan “Nasrettin Hoca” anlattı:
          “1962 yılında Aydın Boğaziçi köyünde doğdum. Babam imamdı. Aslen Düzce Akçakocalı idi. Çocukluğum ve gençliğim Zonguldak Ereğli’de geçti. İlkokulu Ereğli’de okudum. Ortaokulu yatılı Düzece İmam Hatip’te okudum. Yatılı okulu beceremedim, Ereğli’ye döndüm. Ereğli Ticaret Lisesi’ne yazıldım. Bu lisenin ilk mezunlarındanım.

                     TİYATRO HASTALIĞIM LİSE'DE BAŞLADI          

           Tiyatro hastalığım lise birde başladı. Lise birde Cevat Fehmi Başkut’un 'Paydos' piyesinde oynadım. Ticaret lisesini bitirince Ereğli-Çaycuma Başören Köyü’nde bir dönem vekil öğretmenlik yaptım. Askere gittim. 1983 yılında Erzincan’daki askerlik görevimi tamamladım.
           Bu arada Denizli’ye taşınmıştık. Denizli’de fazla kalmadım 1984’te İstanbul’a geldim. 6-7 yıl İstanbul’da kaldım. Sonra Aydın’da ev cihazları tamircisi olan ağabeyim yanına gittim. Ev cihazları tamircisi ustası oldum. Bu işi bıraktım Aydın'ın Çine ilçesinde iki yıl da bakkallık yaptım. Sermayesizlikten dolayı iflas ettim. Sonra Denizli'ye yerleştim.     
                    
                             KİM NE YAPSIN SENİN ANILARINI SİMİTÇİ?

           Denizli'de işsiz kaldım. Tiyatro içimde ukdeydi. Okuyucu ve seyirci olarak tiyatrodan kopamadım. Yapamadıkça hırsım arttı. Bu arada işsizim. Tekrar çocukluğumdaki simitçiliğe döndüm, yedi sene simit sattım. Akşamları da Halk Eğitim Tiyatro Kursu’na katıldım. 5 yıl tiyatro eğitimi aldım. Ve defalarca Halk Eğitim Sahnesi’nde, Çatalca Çeşme Oda Tiyatrosu’nda, EGS Kültür Merkezi’nde sahne aldım. Tiyatroda rol alırken, simit satmaya devam ettim. Çünkü amatör tiyatroda para yoktu. Denizli’de yerel basında tanındım. Ve seyyar simitçi olarak da ilk kitabımı yazdım. 'Kim Ne Yapsın Senin Anılarını Simitçi?' birinci kitabımın ismi…
           İkinci kitabım 'Engel Tanımayan Özel İnsanlar' oldu… Bu kitapta gözleri görmeyen, elleri olmayan, ayakları olmayan, ama hayata meydan okuyan insanları yazmaya çalıştım. Denizli’de 'Engel Tanımayan Özel İnsanlar' başlığında iki sergi açtım. Biri Denizli Ticaret Odası Sergi Salonu’nda, diğerini de belediyenin sergi salonunda açtım.
          Denizli “Dünya amatör tiyatrolar başkenti” olarak biliniyor. Bu nedenle belediye her sene dünyanın çeşitli ülkelerinin tiyatro gruplarını şehre davet ediyor, tiyatro festivali yapıyordu. Bu festivallerde halk beni Nasrettin Hoca’ya çok benzetiyordu. Bu benim için bir günlük bir hayaldi... Onu icra ediyordum. 

             "BİR YAZ GECESİ" FİLMİNDE OYNADIM

           Sanırım 2006 yılıydı Denizli Belediyesi’nin sponsor olduğu Ankara Birlik Tiyatrosu’nun 'Bir Yaz Gecesi Rüyası' filmi Denizli ve civarında çevrilecekti. Nasrettin Hoca’yı oynayacak genç oyuncu otobüs bileti bulamadığı için Denizli’ye gelememişti. Dolayısıyla çekimler yapılamıyordu, Nasrettin Hoca’yı oynayacak kişiyi arıyorlarmış. Ben de o yıl Denizli Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nda oyuncuydum. Beni tavsiye ediyorlar, 'Nasrettin Hoca’ya benzeyen simitçi Hamdi var diyorlar', beni buldular. Takma sakal takarak Denizli’nin Güzelköyü’nde Nasreddin Hoca rolünü oynadım.
           Ondan sonra amatör tiyatrolar yapılırken bu kostümleri bir daha giyip de seyircilere 'hoş geldiniz' bir jest yapayım diye düşündüm. Yediden yetmiş yediye millet fotoğraf çektirmek için sıraya girdi. Ben şoke oldum.
          Kendimi iyice kaptırdım... Nasreddin Hoca kitaplarını araştırmaya başladım. 30-40 kitap aldım. Akşehire gittim. Karikatürlere ve figürlere bakarak yüzde 70-80 fıkralarda anlatılan anatomisi, fiziki yapısıyla Nasrettin Hoca’ya benzediğimi anladım. 20’den fazla ortak özelliğimiz olduğunu da okuduğum kitaplarda gördüğümde şaşırdım.
          İnsanlar 'Aaa Nasreddin Hoca' diye fotoğraf çektirmek için sıraya girince bazı tiyatrocu arkadaşlarımdan 'Sen kimden izin aldın da bu kostümleri giydin' diyenler oldu. Ama halkın ilgisi çok hoşuma gittiği için eleştirilere aldırış etmeden halkla fotoğraf çektirmeye devam ettim. Bu altı yedi ay devam etti. Fakat bir Allah’ın kulu şaşırıp da şu adamın heybesine bir kuruş atalım demedi. Denizli’nin tanıtımı için bazı esnaf bana sponsor oldu, maddi yardımda bulundu. Sponsorum Volkan Beşek üç yıl önceki Antalya Film Festivali’ne beni gönderdi. Festivalde gönüllü Nasrettin Hoca’lık yaptım, ama asla para almadım…

           "AKŞEHİR'DE MEZARLIĞA GÖTÜRÜLDÜM"

         Ardından üç yıl önce Akşehir’e gittim. Kadir Çöpdemir görevliymiş. 7-8 bin kişi hücum edince, aşırı izdiham oldu. İzdiham 15-20 dakika sürdü. Rüyada gibiydim, kendimi çok ünlü birisi sandım. Kendimi çimdikledim. Ama halkın aşırı ilgisi kısa sürdü. Zira sivil polisler ve zabıtalar beni kucakladığı gibi Akşehir Mezarlığı’ndaki bir kulübeye götürdüler. Burada  kostümlerimi bir poşete doldurdular. 'Seni kim gönderdi. Programımızı alt üst edeceksin. Burada görevli iki Nasrettin Hoca olmaz. Kostümsüz bir hafta misafirimiz olabilirsin, ama bizden izinsiz Nasreddin Hoca kostümü giyemezsin!' dediler.
         Halk 'Bu adam Nasrettin Hoca’ya daha çok benziyor. Biz bu adamın Nasrettin Hoca olmasını istiyoruz' diye bağırıyordu, ama halkın sesi yetmedi.  
           
          "ÜÇ YIL ÖNCE FESHANE'DE İŞ TEKLİFİ ALDIM"             

        Denizli veya Anadolu’nun her hangi bir yerinde fotoğraf çektirerek maddi olarak ayakta kalamayacağımı anlayarak İzmir, Ankara ve İstanbul’da animasyon işini araştırdım. Üç yıl önce bu işin İstanbul’da geçerli olduğunu öğrendim. Sonra ikinci gurbet başladı. 2009’un aralık ayında İstanbul’a geldim.  Ramazan ayında Feshane'ye gittim. Feshanedeki animasyon işini bir şirket üstlenmişti. Burada gezinirken bana iş teklif ettiler. 'Bizimle çalışır mısın?” dediler. Bir ay boyunca Feshane’de 'Nasrettin Hoca'lık yapmaya çalıştım. Sahnede fıkra anlattım, sohbet ettim.
        Sonra iki yıl Eyüp’te bir pansiyonda kaldım. Ardından animasyon şirketlerine kaydoldum. Dükkân-mağaza açılışlarına, sünnet düğünlerine, ana okullarına gitmeye başladım. Tiyatro sinema hastalığından dolayı da figüran ajanslarına kaydoldum. 'Geniş Aile'de küçük bir rol verdiler. Televizyon programlarına katıldım.

           "GALATASARAY LİSESİ ÖNÜNDE KİTAP İMZALADIM"

        İstiklâl Caddesi’nde Galatasaray Lisesi önünde iki defa sokakta kitap imza günü düzenledim. Tabii İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nden izinli olarak… Üçüncü kitabım adı 'Denizli’nin Nasrettin Hocası' idi. Kitap imza gönümde yaşadığım en dramatik, en komik ve en düşündürücü olay şudur: Kitabımı satın alan kişilerle gönüllü fotoğraf çektirmek amacındaydım. 'Ben kitabı ne yapayım kardeşim, kitap okumam ben zaten, resim çekilelim ben sana kitabın parasını yine ödeyeyim!' diyenleri görünce çok üzüldüm. Çünkü kitap okuma özürlü olmak çok acı bir şey…
       Tiyatro kökenli olduğum için ilgi görmek hoşuma gidiyor, ama Türkiye’de figüran bile olamadım. Hâlâ figüran olarak bile tanınmıyorum. Ama Nasrettin Hoca’nın benzeri olarak Papua Yeni Gine’ye bile fotoğraflarım gitti. Hatta Afrika’nın çöllerine, Çin’e bile gitti… Bu belki Yılmaz Güney’e bile nasip olmadı, ama bana nasip oldu. O yönden manevi mutluluğum var..."
(Süleyman Boyoğlu)
                                                                       Seraceddin Zıddıoğlu ve Nasrettin Hoca
                                                                                  (Fotoğraf: S. Boyoğlu)

DUVARA TIRMANDIRAN AŞK...

         Bu sabah (20 Haziran Çarşamba) saat 10.00 gibi TGC'de mesaime başlamak için dış kapıdan içeri girerken, ikisi bayan üç kişiyi Cemiyet'in logosunun altında fotoğraf çekerken gördüm. İçlerinden erkek olanının Cemiyet logosu ve yazısının altındaki çıkıntıya çıkarak uçar gibi fotoğraf çektirmesi dikkatimi çekti. Turist zannettim! Çok çok az (a little) İngilizcemle "One minute! I Want take your picture" dedim. Genç erkek "Niye fotoğraf çekmek istiyorsun?" demez mi! Şaşırdım... 'Ya ben sizi turist zannettim... Logonun altında inerken uçar gibi yapman dikkatimi çekti, o yüzden fotoğrafını çekmek istedim. Niye öyle yapıyordun?' dedim. 
        İsmini sormadığım genç arkadaş, "Bahçeşehir Üniversitesi'nde gazetecilik okuyorum. En büyük hayalim gazeteci olmak" dedi. Ben de kendisine 'Duvarına tırmanmanmaya çalıştığın Cemiyet'te görev yapıyorum' dedim. Bunun üzerine "İnşallah ben de sizin gibi gazeteci olurum" dedi. İçimden 'İnşallah pişman olmazsın!' diye söylendim. 
       İstediğim pozu almak için kendisinden az önce verdiği pozun benzerini bana da vermesini rica ederek, Cemiyet duvarına yeniden tırmandırdım. Ama istediğim pozu alamadan, yine de bir kare fotoğrafını çektim. Ardından kendisine başarılar dileyerek Cemiyet binasından içeri girdim. Fotoğrafı bilgisayara yükledim, altına da bu satırları karaladım...
(Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)   

18 Haziran 2012 Pazartesi

RECEP BİLGİNER ANILDI...

                                                     (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

            Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin (TGC) önceki genel sekreteri, genel saymanı ve başkan yardımcılarından gazeteci-yazar Recep Bilginer, ölümünün 7. yılında bugün TGC Burhan Felek Konferans Salonu'nda düzenlenen panelle anıldı. 
           TGC Başkanı Orhan Erinç'in moderatörlüğünü yaptığı panele gazeteci-yazar Refik Erduran, Bilginer'in kızı yazar ve belgesel yönetmeni Tülay Bilginer Kopkiman ve yönetmen Hüsamettin Ünlüoğlu konuşmacı olarak katıldı.   Konuşmacılardan Refik Erduran, Bilginer'in bilinmeyen yönlerini anlattı. Erduran, "Recep Bilginer'in çok olumlu bir deliliği vardı, ama bunu hiç bir zaman kendi egosu ve çıkarı için kullanmadı" dedi. Erduran, Recep Bilginer'le Moskova'ya yaptıkları bir ziyarette, Bilginer'i Tiyatro Yazarları Derneği Başkanı olarak tanıttığını, bunun üzerine tiyatro müdürünün önünü ilikleyerek saygı gösterisinde bulunduğunu anlattı. Erduran, şöyle konuştu:
            "Ardından ikimize 'Sizi onur locası'nda oturtacağız dediler. Ben kaytardım. Bilginer locada Çar'ın da oturduğu koltuğa oturdu. Sonraları da Stalin oturuyormuş... Piyes bittikten sonra oyuncalar şeref locasına dönerek selamlarını verirken Bilginer heyecanlandı, birden yerinden kalktı, ellerini sallayarak; 'Türkiye'den selam' diye bağırdı. Müthiş bir sempati oluştu... O sahne hâlâ gözlerimin önünde" diye konuştu. 
          Erduran, Recep Bilginer'in bir ayağının tiyatroda, bir ayağının basında olduğunu belirterek, son günlerinde tiyatro kesiminden bazılarının egolarını tatmin etmek için Recep Bilginer'le uğraştıklarını ve üzdüklerini söyledi. Erduran, "O kişiler Recep kardeşimin o kadar canını sıktılar, o kadar kırdılar ki içim kanayarak Allah onların yaptıklarını affetsin diyorum" dedi. 
         Recep Bilginer'in kızı Tülay Bilginer de babasına karşı yapılan haksızlıkları ve vefasızlıkları anlattı. Bilginer, babasını en çok genç yaşta kaybettikleri gazeteci ağabeyi Engin Bilginer'in ölümünün yıktığını belirtti.   
(Süleyman Boyoğlu)

ATEŞ NESİN...



                                                              NANİK ATAK

Yakışmadı

Fethullah Gülen," Türkiye güvenlikli ülke değil, dönmem" demiş
Eh be adam, bu ülkede her bir şeyi sağlıyorsun da bir güvenliği mi sağlamaktan acizsin!

***

Orta malı

Leyla Zana , "Hürriyet Gazetesi logosunu değiştirip, 'Türkiye Türklerindir' yerine, 'Türkiye Türkiyelilerindir' deme büyüklüğünü göstermelidir" demiş
Hayatta yetmez... 
Medyada en büyük olduğunu kanıtlaması için de "Türkiye uzaylılarındır" demesi gerekir!

***

LAF OLA...
Unutmayalım; Babayı baba yapan analardır!