30 Temmuz 2012 Pazartesi

GÜLHANE VE SULTANAHMET'TE İNSAN MANZARALARI...






       Bugün (30 Temmuz Pazartesi) akşam TGC'den çıktıktan sonra eşimle Sirkeci'de buluştuk. Oradan yürüyerek Gülhane Parkı'na geldik. Parkta hem yabancıların hem de bizim insanlarımızın çimlerin üzerine sere serpe uzanıp yatmalarını ve parkın girişine yakın bir yerde bulunan Atatürk Heykeli önünde hatıra fotoğrafı çekmelerini görüntüledim.
      Gülhane Parkı'nda bir süre dinlendikten sonra Çelik Gülersoy'un İstanbullulara kazandırdığı tarihi konakların bulunduğu Soğukçeşme sokağından geçerek saat 18.30 sıralarında Ayasofya Müzesi'nin önüne geldik. Buradan Sultanahmet Meydanı'na gitmeyi düşünüyorduk. Ancak daha önce turistlerin yoğun olarak bulunduğu Ayasofya Müzesi'nin karşısındaki süs havuzunun etrafındaki park ve yeşil alan varoşlardan kopup gelen insanların adeta istilasına uğradığını gördük. Önce ayakkabı ve terliklerini çıkararak çimlere serdikleri halı-kilim ve örtülerin üzerine oturan kadınlı-erkekli ve çocuklu kimselerin, dinlenmek için orada bulunduklarını düşündük. Bir kaç kare fotoğraf da buradan aldım.
     Sultanahmet Meydanı'na geldiğimizde benzer manzarayla burada da karşılaştık. Hele Sultanahmet Camii'nin ön tarafına, yani dikili taşların bulunduğu büyük alana vardığımızda masalar ve sıraların insanlarla dolu olduğunu ve iftar saatini beklediklerini anladık. Bu masalarda ve çimlerin üzerinde oturanların yanlarında örtü ve kilimlerin yanı sıra tüp, çaydanlık ve yiyecek bir şeyler getirdiklerini de fark ettik. Sultanahmet'te de Gülhane ve süs havuzun bulunduğu çimlerin üzerindeki insanların yaptıklarının aynısını yaptıklarını gördük.
     Daha sonra "Asırlık Tatlar ve Sanatlar" stantlarını hem yerli halkımızla hem de yabancı turistlerle birlikte gezdik. İftar saatini beklemeden Sultanahmet'ten ayrıldık...
(Yazı ve fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

29 Temmuz 2012 Pazar

SOKAK KEDİLERİNE ŞEFKÂT ELİ...





Esenler-Çiftehavuzlar Mahallesi'nde kendisini sokak kedilerine adayan Kemal Sayım, her sabah akşam onları doyurabilmek için ya kendi bahçesinde ya da komşusunun kapısının önünde topluyor. Sayım, bir ıslık ya da adlarını tek tek söyleyerek yanına çağırdığı kedilere yiyeceklerini adaletli bir şekilde dağıtıyor ve kavga etmelerine izin vermeden görevini tamamlıyor. (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

HİKMET AKSOY'DAN FIKRALAR...



O  Zaman Ayılıyrım!

Köyden kent  merkezine eşi Fadime ile birlikte inen Temel, caddede yürürlerken yanlarından genç ve güzel bir kız geçince Temel gayrı ihtiyari bakmak durumunda kalınca, Fadime kaşlarını çatıp öfkeli öfkeli uyarısını yaptı:
- Ula gene çapkunluğun uzerınde... Kari görunce evli olduğuni unutaysın!..
Temel'in yanıtı  ne olsun beğenirsiniz:
- Yok kıız...Evli olduğumi o zaman anlayrım.
......................................................................................................
Ula  Bizi Arayı...

1940'lı yıllar...Kıtlık/yokluk yılları. Sıtma hastalığı Karadenizliyi kırıp-geçiriyor. Temel, arkadaşı Cemal'in iftar daveti üzerine komşu köye gider. Yaz mevsimidir. Sivrisinekler geceleri adete göz çıkarmakta...
Cemal iftar sonrası yatıya da kalan Temel'i uyarır:
-Temel, gardaşım biliysın, sivri gece adami sokayi... Sakın ola kafani  yorganın altından çıkarma!
Temel, yatınca Cemal'in önerisini tutar, ama yorganın altında havasız kalıp kafasını çıkarınca ne görsün... Bir ateş böceği odada dolaşıp duruyor.
Temel, hemen yan odadaki Cemal'e seslenir:
- Ulaa Cemaal!..  Sakın kafağın tişari çikarma, sivrinın biri elfenerilan bizi arayi...
...........................................................................................................................................
Haftada  Her Gece...

Temel işsizdi. İş için başvurduğu fabrika ofisinde doldurması için kendisine bir form verilir.
Soruların bilinir olması kendine güveni artırmıştı. Önce adını, soyadını yazdı. Sonra doğum yeri ve tarihini...
Sıra medeni durumuna gelmişti. Şöyle bir soru vardı formda:
"Medeni hali?."
Temel daha önceki yanıtlarında olduğu gibi bunda da gururlanarak doğruyu yazdı:
- Haftada her gece...
...............................................................................................................................
Göremez ki Bizi...

Yıllarca gurbette kalıp sılaya dönen Temel arkadaşı Cemal'le buluşunca hemen teklifini yetiştirdi:
- Hadi, gel birlikte bir yemek yiyelım... Bir iki kadeh da atarız arada...
Cemal, sağlık sorunlarını da anlattıktan sonra;
- Doktor  baa  içki içmeyi yasakladi ula... İçemem...
Bu durumda Temel'in yanıtı ilginçtir:
- Ula, nerden görecek bizi doktor, hayde, hayde!
........................................................................................................................................
Hamsi olmayan sofranın bereketi hiç olmayi...


Uzun zamandır "BÂB-I ÂLİ NEWS"e fıkra gönderemeyen Hikmet Bey'e bugün "Temel ve Fadime size küstü; fıkralarından yazmanızı bekliyorlar..." diye mail atmıştım. Hikmet Bey, sağ olsun beni kırmadı ve üstteki fıkraların yanı sıra, aşağıdaki Temel ve Fadime fıkrasıyla bu haftaki fıkralarını tamamladı:
Süleyman Bey, merhaba... İyi ki anımsattın. Yoksa bunca koşuşturma arasında Temel'i de, Fadime'yi de unutmuştum. Çağırdım onları iftara...  Nefis bir masa donattı hanım. Oturduk, iftar açtık, yedik. Elhamdülillah diyecektik ki Temel ne desin beğenirsin:
- Hamsi olmayan sofranın bereketi hiç olmayi...
....................................................

28 Temmuz 2012 Cumartesi

BUGÜN YAKACIK'TAYDIM...


                                Üsküdar'da ayaklarını denizde serinleten Arap turistler ve bir olta...
        Bugün (28 Temmuz Cumartesi) günlük gezime yine Merter’den başladım. Ama bu gezi biraz zorunluluktan kaynaklandı. Yaklaşık üç yıl önce sızı yapan, ama Güngören’deki diş doktorumun bir türlü çözüm bulamadığı (Daha doğrusu o zaman kendi yapıştırdığı köprüyü sökemediği; yaptığı diş bakımından sonra da sızı kesildiği için bir daha gitmemiştim) aynı bölgedeki sızı bu kez şiddetini artırınca doktora gitmeye karar verdim. Dişlerimi fırçalarken o bölgede bir de şişlik oluştuğunu fark edince biraz panikledim. Çünkü şişlik hiç de iltihaba benzemiyordu…
        Yakacık’ta akrabalarımın ortak olduğu tıp merkezine gitmek için evden apar-topar çıktım. Yakınımızdan geçen Esenler-Eminönü İETT otobüsüne bu kez “sürekli sarı basın kartı”mı göstererek değil de işletmenin verdiği ve üzerinde “Ücretsiz Taşıma Kartı” yazan kartımı okutarak bindim. Aslında “sürekli sarı basın kart”larımızı göstererek otobüslere binmek fiyakalı oluyordu, ama belediye bu fiyakamızı bozdu…
        Cevizlibağ’da metrobüse binmek için otobüsten indim. Üst geçitten geçtikten sonra metrobüs durağına indim. Avcılar istikametinden gelen araçların hiç birisi durmuyordu. Yanımda duran bir vatandaş fena halde sinirliydi:
         - 10 dakikadır bekliyorum, hiçbir metrobüs durmuyor, Bunların metrobüsünün de… derken birkaç metrobüs daha önümüzden geçip gitti. İki-üç dakika sonra Zincirlikuyu’ya kadar giden bir metrobüs durdu, bindik…
                Üç köprü: Galata ve Unkapanı köprüsü ile yapımı devam eden metro köprüsünün (ortada) ayakları...
          Zincirlikuyu’da hiç beklemeden aktarma yaptım. Evden çıktığımda saat 12.00’ye geliyordu. İstanbul’da yoğun bir trafik göze çarpmıyordu.  Uzunçayır durağında metrobüsten indim. Hafif esintili köprü altında Uğur Mumcu Mahallesi’ne giden İETT otobüslerini beklemeye başladım. İETT otobüslerinin durağa yanaşmaları minibüslerin ve halk otobüslerinin saygısızlığından güç oluyordu. İnsanlar gelen otobüsleri göremedikleri için bir ileri bir geri yapıp duruyordu. Ben de onlar gibi yapıyordum.

                     KARETE HAREKETLERİ YAPAN AKIL HASTASI

         Bir on dakika oldu, bir kez daha ileri hamle yapacakken, 30-40 yaşlarında akıl hastası bir kişi bağırıp çağırarak önümüzden geçip İETT durak tabelasının altına kadar gitti. Bu kez bağırmanın yanında kendi kendine boks-karate hareketleri de yapmaya başladı. Akıl hastasının hareketlerinden korkan insanlar, tekrar minibüslerin yolcu aldığı alana kaymaya başladı. Ben de çaktırmadan onlar gibi yaptım…
         Neyse on beş dakika kadar sonra Uğur Mumcu’ya giden otobüs geldi. Otobüsün içi klima olmamasına rağmen sıcak değildi. Çünkü bütün camları açıktı; üstelik kalabalık da değildi. Güneş almayan bir koltuk gözüme kestirdim, geçip oturdum. Küçükyalı’ya geldiğimizde üç aracın karıştığı bir trafik kazası vardı, ama trafiği olumsuz etkilemiyordu.
         Soğanlık’a vardığımızda otobüse bir süre önce haberini yaptığım halk müziği sanatçısı Servet Sarak bindi. Yakacık’a kadar sohbet ettik. O Uğur Mumcu’ya devam etti, ben Yakacık’ta indim. Tıp merkezi durağın hemen karşısındaydı; kapıdan içeri girdim, direkt teras katına çıktım. Yemeğe denk geldim. Bizim yörede gittiğin bir evde eğer yemeğe denk gelirsen; “Kaynanan seni çok seviyormuş” derler, ama aşçıları Yazgülü Hanım’ın ve diğerlerinin ısrarlı “yemeğe buyur” davetlerini kabul edemedim.
        Zira öncelikle halletmem gereken diş sorunum vardı. Tıp merkezinin ortaklarından akrabamız Mehmet’le vakit kaybetmeden diş doktoru hanımın odasına gittik. Doktor hanım muayeneden sonra “panoramik” röntgen filmi istedi. Bunun için de Kartal’da bulunan görüntüleme merkezine gitmemiz gerekti. Mehmet arabasıyla beni götürdü. Filmi beş dakika içinde hemen çekip verdiler. Zaman kaybetmeden tıp merkezine döndük.
        Doktor hanım filmi inceledikten sonra;
        - Beze gibi şişliğin yanında, köprünün altındaki dişlerden birinde biraz kararma var. Sanırım sorun bu dişten kaynaklanmakta. Önce bir antibiyotik yazacağım. Antibiyotik bittikten sonra gelişmeye göre bölgeye küçük bir operasyon yapacağız, dedi ve beni uğurladı.
                               Çamlıca Tepesi-Üsküdar ve Boğaz'dan geçen dev bir yolcu gemisi...
        Tıp merkezinde işim bittikten sonra yine bir İETT otobüsüne bindim ve Üsküdar’a geldim. Oradan da vapurla Eminönü’ne geçtim. Bolca fotoğraf kareleri ile eve döndüm…
(Yazı ve fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu) 

BÂB-I ÂLİ ECZANESİ KAPANDI...

                                                            (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)
Önce gazeteler ve matbaalar taşındı Bâb-ı âli'den, sonra eskiye dair ne varsa yok edildi. Bizi biz yapan her şeyin izi silindi akıp giden zaman içinde. Artık Nur ve Nil Koloğlu kardeşlerin Bâbıâli Eczanesi de yok. Yıllarca ilaçlarımızı aldığımız iki eczaneden biri olan, kısa sohbetlere paragraf açtığımız eczane tarihe karıştı...
(Fotoğraf: İskender Özsoy) 

26 Temmuz 2012 Perşembe

BİR AVUÇ SU...

İstanbul'da dayanılmaz hava sıcaklığı hayvanları da etkiliyor. Aksaray hafif metro istasyonu girişinde bimekan takımından bir yurttaş, susuzluğunu gidermek için aldığı pet şişe suyunu bir sokak köpeği ile paylaştı. Gariban  adam bu tavrıyla metroya giriş-çıkış yapanlara insanlık dersi verdi. Bu dünyanın sadece insanlara ait olmadığını diğer canlıların da yaşama hakkı olduğunu ve onlar için "Bir kap su" kapılarımızın önüne koymamızı bir kez daha hatırlattı. (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu) 

25 Temmuz 2012 Çarşamba

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ ÖDÜLLERİ...

                                                 Sürekli basın kartı alanlardan bazılarına TGC ve Basın Senatosu
                                                        önceki başkanlarından Nail Güreli plaketlerini verdi.           
                                                                                
        Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin (TGC) basın özgürlüğünün önemini vurgulamak amacıyla her yıl verdiği "Basın Özgürlüğü Ödülleri" dün akşam Taksim'deki The Marmara Oteli'nde düzenlenen törenle verildi. 2012 Basın Özgürlüğü ödülü kişi dalında, basın özgürlüğü konusunda yaptığı çalışmaları, bu konudaki örgütlü mücadeleyi geliştirmeye yönelik katkıları, sürece ulusal ve uluslararası mesleki destekleri katmayı başarabilmesi nedeniyle Ferai Tınç'a verildi.
      Basın Özgürlüğü Ödülü Büyük Seçici Kurulu ayrıca, sayıları 100'e yaklaşan tutuklu gazeteciler adına da 2012 Basın Özgürlüğü Ödülü'nün bu yıl kurum dalında gazeteciler ve yayıncılar üzerindeki baskıları sürekli dile getirmesi, düşünce ve ifade özgürlüğü üzerinde raporlar hazırlayarak kamuoyunun aydınlatması nedeniyle Türkiye Yayıncılar Birliği'ne verildi.
      Törende konuşan TGC Başkanı Orhan Erinç, sansürün kaldırılışının 104. yıl dönümü olduğunu hatırlatarak, "Sansürün varlığından söz etmek zorunda kalışımız utanılacak bir durumda olduğumuzu da sergiliyor" dedi.
       Ödülünü Orhan Erinç'in elinden alan Ferai Tınç, Türkiye'nin uluslararası kurumlarda basın özgürlüğü konusunda sürekli uyarılır hale geldiğini söyledi.
       Tutuklu Gazeteciler adına Basın Özgürlüğü Ödülü'nü Bedri Adanır ile paylaşan Birgün gazetesi muhabiri Zeynep Kuray'ın ablası Sema Kuray ise kardeşinin sadece yazı yazdığı için hapiste olduğuna dikkat çekerek, "Onun içeride olması ailemi çok üzüyor, ancak onu o duvarlar durduramayacak" diye konuştu.
     Öte yandan, sürekli basın kartı almayı hak kazananlara da TGC birer tane plaket verdi.
     The Marmara Oteli'ndeki törenden sonra TRT muhabiri Gürcan Arıtürk, oğlu Memed, ben ve kardeşim Hüseyin, Taksim'den Harbiye'ye kadar yürüdük. Hoplata zıplata götürdüğümüz yaramaz-sevimli Memed, yorulunca yol boyunca tekmelediği babası omzuna almak zorunda kaldı.
(Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu) 

23 Temmuz 2012 Pazartesi

GAZETECİ AYDIN DÖRTER'İ KÖPEK ISIRDI...

                                                        
TGC'nin müdavimlerinden gazeteci Aydın Dörter'i, Basınköy'de bir sokak köpeği ısırdı. Aydın Dörter, "Her zaman başını okşadığım, sevdiğim bir köpekti. Bu kez gözümde camları siyah bir gözlük vardı, sanırım beni tanımadı. İstanbul Tıp Fakültesi'ne gittim, işaret parmağıma dikiş atıldı. İki kez kuduz aşısı oldum, üç aşım daha kaldı" dedi. (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

RAŞİT YAKALI...


Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), sansürün kaldırılışının 104. yıl dönümü ve Geleneksel Gazeteciler Günü nedeniyle yarın akşam Taksim'deki The Marmara Marmara Oteli Büyük Balo Salo'nunda bir tören düzenleyecek. Törende "2012 Basın Özgürlüğü Ödülleri" sahiplerine verilecek.

ATEŞ NESİN...

                                                         (Fotoğraf: S.Boyoğlu)



                                                        PANİK ATAK
                                                       ---------------------


İşaret Dili


Milletvekillerinin bir yıllık karnesine göre
AKP'li 28 vekil yalnızca el kaldırıp indirmişler.
O bir yol boyunca el kaldırıp indirirlerken
kim bilir bizim de bilmediğimiz bu ülkede
neleri yerlerinden oynatmışlardır.

*****


Ağır Yük


Uçak yolculuklarımızda en çok kitap
unutmuşuz!
Aklımız hep bir karış havada
olduğu içindir...

*****


Laf Ola


Bazı kişilerin gerçekleri kabullenmeye
yanaşmaması çıkarları uğruna ölü
numaralarından kaynaklanmaktadır.

*****


Herkes Kendi İşine


Cumhurbaşkanı Gül, mutlaka Esad artık görevi
bırakmalı demiş!
Ama biliyorsunuz değil mi
yuva yıkanın yuvası olmazmış!






21 Temmuz 2012 Cumartesi

METROBÜS YOLCULUĞUM VE YANGIN...


                         
                                           Beylikdüzü- TÜYAP metrobüs son durağı

        Söğütlüçeşme-Avcılar metrobüs hattı Beylikdüzü’ne kadar uzatıldı. Birkaç gündür Avcılar-Beylikdüzü arasında deneme seferleri yapan metrobüslerden birine bugün öğleden sonra saat 13.15’te Merter durağında bindim.
        Hava bugün de sıcaktı. Metrobüsün klimaları yolcuları serinletmeye yetmiyordu. Hele de  cam kenarındaki bir koltuğa denk geldiysen yandın. İşte ben de hem ters hem de cam kenarındaki bir koltuğa ilişmek zorunda kaldım. İki durak zor gidebildim, serin olur diye ortalarda boşalan başka ters bir koltuğa geçtim. Önde az da olsa klimanın etkisini hissediyordum, ama ortalarda klima yokmuş gibi yolculuk yapmaya başladım.
        Allah’tan bu kez düz bir koltuk boşaldı, ona geçtim. Hem de bu kez cam kenarı değildi. Yanına iliştiğim kızıl saçlı genç bir kız camdan vuran güneşe ve sıcaklığa aldırmıyordu. Kafası önüne eğik, elindeki telefonla meşguldü, benim yanına iliştiğimin bile sanırım farkına varmadı.
        Gideceğim durak sayısı azaldıkça metrobüsteki insan sayısı da azalıyordu. Avcılar’da Şükrübey durağına geldiğimizde şoför yolcuları uyardı:
         - Beylikdüzü’ne devam edecekler, bu durakta insin, arkadan gelecek olan Beylikdüzü’ne binsinler, dedi.
         Sanırım “34/T yazan metrobüse binin” diye uyardı, tam duyamadım. Diğer yolculara uydum, ben de indim. Önümüzdeki metrobüs Beylikdüzü’ne gidenmiş, ama çok kalabalıktı binmek istemedim. Çünkü acelem yoktu, bugün benim amacım metrobüsle Beylikdüzü’ne kadar gitmek, gördüklerimi yazmaktı. Metrobüsler peş peşe geliyordu, ama içlerinde Beylikdüzü yazan yoktu. Bir beş dakika ya sürdü ya sürmedi, tepesinde Beylikdüzü yazan bir metrobüs belirdi. Ön kapının daha müsait olduğunu hesaplayarak, bu kapıya yöneldim, rahat bir şekilde bindim. Bu kez ayakta yolculuk yapmaya başladım.
                                                        Metrobüs durakları vatandaşları hem güneşten 
                                                         hem de yağmurdan koruyacak şekilde yapılmış...
         Birkaç durak gittikten sonra yine bir boş yer buldum bu kez de metrobüsün motorunun bulunduğu yere yakın bir yerdi, içerisi bir önceki metrobüsten daha sıcak geldi. Yerimden kalkıp kalkmamakta tereddüt yaşıyordum ki yan yollara bir göz attım, araçlarının içindekilere acıdım, kendi halime şükrettim.
         Avcılar sonrasında duraklara henüz ad verilmediği, daha doğrusu durak tabelaları asılmadığı için hangi semte vardığımızı çıkaramıyordum. Bu kez metrobüs Haramidere’yi geçip rampaya koyulduğunda (dönüş yolunda yanımdaki bayan bir yolcunun ifadesine göre)  “Balaban Durağı”nda daha yeni bindiğimiz metrobüsün şoförü bu kez yerinden kalktı;
         - Aracı boşaltmanızı ve başka araca geçmenizi rica ediyorum, dedi.
         Ben de dahil hiç kimseden ses çıkmıyor, söylenilenleri harfiyen yapıyorduk. Bu kez de öyle yaptık. Başka bir metrobüse bindik.  Beylikdüzü son durağa kadar gittim. Son durak TÜYAP Kitap Fuarı’na yakın bir yerdeydi. İçimden; “Artık kitap fuarına rahat gidip geliriz” diye geçirdim. Büyükçekmece ilçesi ayaklar altındaydı... Durağa vardığımda saat 14.05’ti. Duraktan hiç çıkmadım, birkaç kare fotoğraf çektim. İşim bittikten sonra saat 14.10'da hareket eden metrobüse (Belki de geldiğimdi) bindim.
                                     Metrobüs son durakta Büyükçekmece'nin görünümü...
         Bu kez son durak olduğu için güneş almayan bir koltuk gözüme kestirdim, yine de sıcak olacak ki gözümde güneş gözlükleri dalmışım herhalde… Kafamın yanımda oturan ve Balaban Durağı’nın adını bana söyleyen bayanın tarafına düştüğü korkusuyla oturduğum koltuktan sıçradım.  
         Bu kez Kadıköy’e kadar gitmeye karar verdim. Saat 14.55’te metrobüs Maltepe durağına vardı. Bu aracın şöförü de;
         - Lütfen bu aracı boşaltın Kadıköy aracına geçiniz, diye duyuru yaptı.
Bu sefer bir iki kişiden;
         - Bu uygulama ne zaman başladı, haberimiz yok, gibisinden cılız sesler yükseldi.
         Söylenileni yine yaptık. Başka bir metrobüse bindik. Metrobüs çok kalabalıktı. Şansıma yine güneş alan bir cam kenarı düştü. Mecburen oturdum. Bu kez şapkamı da taktım, zaten gözlükleri gözümden indirmiyorum… Fazla detaya girmeyeyim, saat: 15.35’te Kadıköy-Söğütlüçeşme’ye vardım.
          Tam tren istasyonunun altından geçip Kadıköy’e doğru ilerlerken itfaiye araçlarının sirenleri ötmeye başladı. Üç itfaiye aracı önlerinde yoğun trafiğe takılan otomobillerin ve otobüslerin yol vermesi için sirenlerini acı acı öttürüyordu… İtfaiye araçlarından “Araçlarınızı sağa çekiniz, itfaiyeye yol veriniz” anonsları bir işe yaramıyordu. Bazı araç şoförleri telaşla yol açmaya çalışırken, bazıları umursamıyordu bile… Ben kaldırımda itfaiye araçlarından daha hızlı gidiyordum.  
                                                           Kadıköy'de yangın...
           Altıyol’a Boğa Heykeli’nin önüne geldiğimde duman her tarafı kaplamış vaziyetteydi. Vapur İskelesi’ne inen yol üzerinde sağlı sollu insan kümeleri vardı. Yangının çıktığı yöne akın ediyorlardı. Çantamdaki fotoğraf makinemi çıkarıp fotoğraf çekmeye hazırlanırken, arkamdan bir bayanın:
           - Gazeteciler itfaiyeden önce geliyor, dediğini duydum, ama biraz daha ilerlediğimde dört beş tane itfaiye aracının arkada trafiğe takılan üç itfaiye aracından önce olay yerine geldiğini, yani geç kalmadıklarını gördüm. Yangına müdahale ediyorlardı, ama üç katlı ahşap binayı söndürmekte zorlanıyorlar olacak ki takviye araç geliyordu…
          Vatandaşların söylediğine bakılırsa Osmanağa Mahallesi Başçavuş sokaktaki yangın saat 15.30 gibi çıkmış. Sohbet ettiğim vatandaşlar, üç katlı binanın alt katının 15 sene öncesine kadar nalbur olduğunu, nalburu da bir Rum vatandaşımızın işlettiğini anlattılar. Vatandaşlar, nalburu işleten kişinin ölümü sonrası mirasçılarının anlaşamadığını, bu nedenle de üç katlı ahşap binanın uzun zamandır boş olduğunu söylediler.
          Yangın yerinden de birkaç kare fotoğraf aldıktan, Kadıköy’de bir saate yakın dolaştıktan sonra vapur iskelesine geldim. Karaköy vapuruna binerek Avrupa yakasına geçtim. Bir günümü de böyle tükettim…
(Yazı ve fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

TRT ANILARI (17)...


                                                                          (Fotoğraf: S. Boyoğlu)


Gürcan Arıtürk

     "İnsan bazen, yaşadı mı, duydu mu, filmde mi seyretti, okudu mu, hayalini mi gördü, karıştırıyor. Yaşam biraz da bu karmadan ibaret... O yüzden anılara güven olmaz ama anılarsız da olmaz. Anılar olmadan insanlar ot gibi olur. Umarım bu anılar hoşunuza gider, kimi zaman anlatacak kimse olmasa bile hatırlamak yeterince güzel!
     Aşağıdaki kimilerini benim yaşadığım kimilerini gördüğüm ya da duyduğum TRT anılarını eski bir toplu fotoğrafa bakarak anında-bir çırpıda yazdım, aklıma gelenleri kalın delikli bir süzgeçten geçirdim, eminim siz okurken daha ince eleyip sık dokuyacaksınızdır!”



                                        TEY Mİ THY Mİ?

     Kameraman Ali Murat Ekşi, taksi fişi yazmak için taksiciden plakasını sorar. Adam Trakyalıdır diğer deyimle "ücbeş". 34 TEY falanca diye plakasını verir. Kameraman Ali'nin 34 TEY falanca diye yazdığını görünce düzültme gereği duyar (oysa Ali sürücünün dediği gibi yazmıştır plakayı) ve "TEY'deki E H'ın E'sidir diye" düzeltir!" 


20 Temmuz 2012 Cuma

BÂB-I ÂLİ'NİN ÇINARLARI...


                           
                                                                 (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)
                                                   
                                     İSKENDER ÖZSOY:

       İskender Özsoy, matbaa mürekkebi ve hurufatla üniversitede okurken 1970 yılında çalıştığı sendikanın dergisi hazırlanırken tanıştı.
      12 Mart'ta sendikalar kapatılınca önce Candost dergisinde, sonra ancak iki sayı çıkarabildiği sanat dergisi Umut'la mürekkep ve hurufatla ahbaplığını ilerletti.
      1973 yılında mesleğe başladı. Çeşitli gazetelerde mesleğin her kademesinde çalıştı. 42 yıldır Babıâli'den besleniyor. Başka da hiç bir iş yapmadı. 
       42 yıla “Kemal Tahir Kaynakçası”, “55 Yılın Tanıkları”, “İki Vatan Yorgunları. Mübadelenin Öksüz Çocukları” ve “Kurşun Harflerin Efendisi” kitaplarını sığdırdı.
       İskender Özsoy’un basılma aşamasında dört kitabı daha var.

19 Temmuz 2012 Perşembe

HİKMET AKSOY'DAN BİR FIKRA...




Ben da hiç beğenmeyrım...
 
Bir gece Fadime aniden hastalanınca Temel hemen komşularının da yardımıyla
karısını doktora yetiştirir.
Doktor uzun uzun muayene sonunda Temel'i bir kenara çekip alçak sesle
Temel'e Fadime'nin durumunu anlatır:
- Temelcim, ben Fadime'nin durumunu hiç beğenmiyorum.
Temel tam da yarasına basmış olan doktoru yanıtlar:
- Ne has deysın doktorum. Ben 30 senedır beğenmeyrim. Ne çektuğumi bi sen
 anlanladın...

18 Temmuz 2012 Çarşamba

TGC BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ ÖDÜLLERİ...


                           
   Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin (TGC) basın özgürlüğünün önemini vurgulamak amacıyla her yıl verdiği Basın Özgürlüğü Ödülü”nü kazanan isimler belli oldu. 2012 Basın Özgürlüğü Ödülü Büyük Seçici Kurulu 16 Temmuz 2012 Pazartesi günü Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Merkezi’nde toplandı.
    2012 Basın Özgürlüğü Ödülleri Büyük Seçici Kurulu’nda bu yıl  Türkiye Barolar Birliği Adına  Av. Teoman Ergül, Türkiye Gazeteciler Sendikası adına Genel Eğitim Sekreteri Şehriban Kıraç, iletişim fakültelerinden  Bahçeşehir Üniversitesi  İletişim Fakültesi Yeni Medya Bölüm Başkanı Prof. Dr. Orhan Tekelioğlu, İletişim Araştırmaları Derneği’nden Prof. Dr. Nurçay Türkoğlu, İletişim Mezunları Derneği adına Başkan Hüseyin Irmak, TGC önceki başkanlardan Nail Güreli, ödül alanlardan Altan Öymen, Türkiye Yayıncılar Birliği’nden Başkan Metin Celal Zeynioğlu, yayın yönetmenlerinden Dünya Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hakan Güldağ yer aldı. Büyük Seçici Kurulda TGC’yi  Başkanvekili Turgay Olcayto ve Genel Sekreter Sibel Güneş temsil etti. Toplantıya  İstanbul dışında bulunan Altan Öymen katılamadı, oyunu gönderdi.
     Büyük Seçici Kurul Başkanlığı’na Prof. Dr. Nurçay Türkoğlu’nun, raportörlüğe Sibel Güneş’in oybirliği ile seçilmelerinin ardından adayların değerlendirilmesine geçildi. 2012 Basın Özgürlüğü Ödülü kişi dalında, basın özgürlüğü konusunda yaptığı çalışmaları, bu konudaki örgütlü mücadeleyi geliştirmeye yönelik katkıları, sürece ulusal ve uluslar arası  mesleki destekleri katmayı başarabilmesi gibi nedenlerle gazeteci Ferai Tınç’a verildi. Büyük Seçici Kurul ayrıca sayıları 100’e yaklaşan tutuklu gazeteciler adına da 2012  Basın Özgürlüğü Ödülünün Bedri Adanır ve Zeynep Kuray arasında paylaştırılmasına karar verdi. 2012 Basın Özgürlüğü Ödülü’nün bu yıl kurum dalında gazeteciler ve yayıncılar üzerindeki baskıları sürekli dile getirmesi, düşünce ve ifade özgürlüğü üzerinde raporlar hazırlayarak kamuoyunu aydınlatması  nedeniyle Türkiye Yayıncılar Birliği’ne verilmesi kararlaştırıldı. 
  TGC 2012 Basın Özgürlüğü Ödülleri Büyük Seçici Kurulu,  ayrıca basın özgürlüğü ile ilgili gazetecilerin yaşadığı sorunlara da dikkat çekerek şu açıklamayı yaptı: 
  “Gazeteciliğin meslek ilkelerine bağlı olarak özgürlükçü bir anlayışla yapılması önemli ölçüde kısıtlanmaya uğramıştır. Farklı görüşleri ve çok sesliliği dile getirdikleri için medyadan uzaklaştırılan ve siyasi iktidar tarafından hedef gösterilen gazetecilerin sayısı hızla artmaktadır. Türkiye’nin basın özgürlüğü açısından içinden geçmekte zorlandığı bu dönemde halkın haber alma hakkını savunan, gerçekleri dile getirmekten vazgeçmeyen gazetecilere her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Bu durumda bırakılan gazeteci arkadaşlarımızı desteklediğimizi mesleki tutumlarını övgüyle karşıladığımızı kamuoyu ile paylaşırız.”  
    Ödüller 24 Temmuz Salı günü The Marmara Oteli’nde düzenlenecek törenle sahiplerini bulacak.


BÂB-I ÂLİ'NİN ÇINARLARI ANLATIYOR...


                                    
                                                        (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

 MİLLİYET GAZETESİ HABER MERKEZİ ESKİ GECE SORUMLUSU
 SERACEDDİN ZIDDIOĞLU, YEDEK SUBAY ÖĞRETMENKEN 
                BAŞINDAN GEÇEN BİR ANISINI ANLATTI:
                                          
            “1960 senesinde Konya’nın Ilgın kazasına bağlı Argıthan nahiyesinde yedek subay öğretmenlik yaparken, nahiyede fırıncılık yapan birisi ikiz kardeşinin bir vukuattan Bakırköy Akıl Hastanesi hapishanesinde yattığını söyledi. Bana ‘Yatan ikizimin adı Hasan’dır, kardeşim olarak söylemiyorum, ama çok iyi bir insandır. Uzun zamandır orada yatıyor. Sen gazetecisin bize yardımcı olup da oradan kurtarabilir misin?’ dedi.
Ben de ‘olur’ dedim. Orayla ilgili çok haber yaptım. Başhekimi de tanıyorum. İstanbul’a gittiğimde ilgilenirim’ dedim.
            Bir müddet sonra İstanbul’a geldim. Gazeteden hastanenin başhekimi Dr. Faruk Bayülken’e telefon ettim. ‘Hocam müsaitseniz size geleceğim’ dedim. Başhekim ‘Hay hay… Seni bekliyorum, istediğin zaman gel…’ dedi. Makamına gittim. Hoş-beşten sonra ‘Hayırdır Seraceddin Bey’ diye sordu. Ben de ‘Efendim ben yedek subay öğretmen olarak Konya’nın Ilgın kazasına bağlı Argıthan nahiyesinde görev yapıyorum. Oradaki bir fırıncı benden ricada bulundu. İkiz kardeşi Hasan’ın sizin hastanenize akıl sağlığının yerinde olup olmadığı için gönderildiğini söyledi. Kardeşinin çok iyi bir insan olduğunu, burada yattığına üzüldüğünü anlattı. Ben de bunu kurtarmanın yolu var mı? Kardeşinin söylediği gibi suçsuz yere mi yatıyor. Onu sizden öğrenmek ve yardımlarınızı rica etmek için geldim’, dedim.
           Bayülgen, Hasan’ın yattığı servise bakan şef doktoru aradı, ‘Seraceddin Bey’i sana gönderiyorum, ilgilenmenizi rica ediyorum’ dedi. Ben kalktım şef doktorun yanına gittim. Hastanın adını soyadını söyledim. ‘Bunu buradan çıkarmanın bir yolu var mı?’ dedim. Doktor da mahkemenin akıl sağlığının yerinde olup olmadığının tespiti için kendilerine gönderdiğini belirterek, ‘Hasan’ı buradan vereceğimiz raporla tekrar mahkemeye sevk ederiz, mahkemenin kararına göre işlem yapılır’ dedi.

                              "MÜCADELEYE DEVAM!.."

           Bu arada doktor hademe vasıtasıyla Hasan’ı yattığı yerden çağırtıp getirtti. Doktor odasına aldığı hastasıyla bir müddet konuştu. Sohbete ben de katıldım. Doktor ‘Bak Hasan senin nahiyende öğretmenlik yapan bir öğretmen geldi. Seni buradan çıkarmak istiyor. Ne diyorsun?’ dedi. Hasan biraz durdu ‘Efendim hoş gelmişsiniz, sefa gelmişsiniz. Ben buradan bir an önce çıkmak istiyorum. Buradan kurtarırsanız çok memnun olurum’ dedi. Sonra elimi öpmeye yeltendi. Doktor, bir soru sordu, ‘Hasan Konya’da Atatürk’ün büstünü çekiçle tahrip etmişsin, bir daha bu hareketi yapmayacaksın değil mi?’ dedi. Hasan ayağa kalktı; 'Doktor Bey mücadeleye devam!' dedi.
          Doktor benim gözümün içine ben onun gözünün içine bakarak, bir süre sessiz kaldık. Artık yapacak bir şey kalmamıştı. Doktor ‘Hasan’ı geri götürün’ diye talimat verdi…"
(Süleyman Boyoğlu)

14 Temmuz 2012 Cumartesi

ESENLER'DE TOPRAKLA GEÇEN BİR ÖMÜR...


                                              Ayşe Teyze kendi elleriyle diktiği incir ağacı ile
                                                       
         Süleyman Boyoğlu
           
           Özel bir hastanede doktorluk yapan arkadaşım Salih Çelik, 13 Temmuz Cuma günü telefonuma mesaj göndermişti. Salih “iletim merkezi”mizdi. Mesajında Esenler Ortaokulu’ndan arkadaşımız Yıldız’ın babasının vefat ettiği, 14 Temmuz Cumartesi günü de cenazesinin Yavuzselim Camii’nde kılınacak cenaze namazının ardından toprağa verileceğini iletmişti. Çok zeki bir arkadaşımız olan (İlk mezunlarından olduğumuz Esenler Ortaokulu'nun üç sınıfının öğrencilerinin ad-soyad ve numaralarını bugün bile ezbere bilir)  Salih, aynı zamanda ortaokul arkadaşlarımız arasında en vefalı olanıdır. Kimin bir derdi bir sıkıntısı olsa, hemen yardımına koşar, elinden gelen bütün çabayı sarfeder.
          O nedenle Cumartesi günü öğlene doğru cenaze törenine katılmak için Yavuzselim Camii’ne gittim. Yıldız’ın babası Yavuzselim Mahallesi’nin “Bakkal Mehmet Amca”sıydı ve semtin en eski esnafındandı. Yavuzselim Mahallesi benim çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği Namık Kemal Mahallesi ile komşu bir mahalleydi.
          Camiye vardığımda vakit erkendi, bir akrabamın işyerine uğradım. Bir süre orada vakit geçirdikten sonra tekrar camiye döndüm. Burada Esenler CHP eski ilçe başkanı ve belediye başkan adayı Cemal Kaya ile karşılaştım. Cemal Kaya’nın ablası Münüre de Yıldız gibi Esenler Ortaokulu’ndan arkadaşımdı.
         Cemal Kaya ile sohbet ederken, amcasının oğlu, benim de yine ortaokuldan arkadaşım Enver Kaya geldi. Cemal ve Enver’ler Namık Kemal Mahallesi’nde önemli bir araziye sahipti. Bu büyük arazinin bir kısmında amca çocukları ile halı saha işletiyorlardı. Bir zamanlar ortaokul arkadaşlarımdan bir gurupla bu halı sahada futbol maçı yapıyorduk.
          Enver ile uzun zamandır görüşemiyorduk, ayaküstü sohbet bizi kesmedi. Hava çok sıcaktı, insanı bunaltıyordu. Daha doğrusu gölgede bile şıpır şıpır terler akıttıryordu. “Haydi halı sahaya gidelim, bir şeyler içeriz, ondan sonra gidersin” teklifine bu yüzden hayır diyemedim.
                                                          Bel elinden hiç düşmüyor...
              
                                 89 YAŞINDA, AMA HÂLÂ DİNÇ

          Halı sahada ailelerimizden konu açıldı. Annesini sordum:
          - Annem kendi anlatımına göre şu an 89 yaşında, ama çok dinç. Yalnız böbreğinde büyük bir taş var. Salih’e götürüyorum bir iğne vuruyor, o iğne ile bir altı ay idare ediyoruz. Başka da önemli bir sağlık sorunu yok. Hâlâ bahçede çapa yapıyor. Bir de Kangal köpeğimiz var, ona bakıyor, dedi.
          Enver bunları söyleyince, şaşırdım. Maden sularımızı bitirir bitirmez:
          - Enver kalk annene gidiyoruz! Annenle görüşmek istiyorum! dedim.
          Vakit kaybetmeden halı sahanın hemen arkasında büyük bir alan üzerine kurulu evlerinin yolunu tuttuk. Yıllardır özlemini duyduğum yeşillik ve meyve ağaçlarının arasından geçerek, kendisinin de oturduğu üç katlı apartmanın kapısının önüne vardık. Kapının önünde iki kadın oturuyordu. Enver’e:
          - Annen içeride mi? dedim.
           Enver, şaşırdığımı anladı:
          - Soldaki annem, sağdaki de ablam, diye söyleyince hani derler ya, “küçük dilimi yutacaktım” aynen öyle oldum. Karşımda en fazla 75-80 yaşlarında gösteren sevimli bir teyze buldum. Selamlaştık. Enver:
          - Anne bu benim Esenler Ortaokulu’ndan arkadaşım, seninle röportaj yapmak istiyor. Senin bu yaşta olduğuna ve hâlâ bağ-bahçe işiyle uğraştığına inanamadı, ben de sana getirdim, dedi.
          Kapının önündeki plastik koltuklardan birer tane alıp Ayşe Teyze ile binanın arka kısmına geçtik. Arka kısım hem güneş almıyor hem de meyve ağaçlarının altıydı.

                  BABAM RUSLAR’A ESİR DÜŞÜYOR

          Meyvelerden neler yoktu ki; incir, armut, erik, ayva ve elma ağaçlarının dalları kırılıyordu…
          Ayşe Teyze:
         - Tüm bu meyvelerde emeğim vardır, çoğunu da ben diktim. Bu gördüğün büyük bostanı da hâlâ ben belliyor ve ekiyorum, demez mi!..
         Şaşkınlığım daha da arttı. O yaşta ve hâlâ enerjik oluşu beni gerçekten hayrete düşürdü. Ayşe Teyze'nin bu çalışkanlığı, tam bir Karadenizli kadın olduğunun ispatıydı...  
         “Maşallah sana Teyze” diyerek sorularımı sıraladım. Ayşe Teyze anlatımına babasıyla başladı:
         - Babamın ataları Maraş’tan Bayburt’a, Bayburt’tan da Maçka’ya gelmiş. Babamın sülalesi “Kakoşumoğulları” diye bilinir. Babama da “Kakoşumoğlu Şükrü” derlerdi. Babam Ruslar Maçka’yı işgal ettiğinde askere alınmış. Amcamın bedelini vermişler, parasızlıktan babamın verememişler… Babam yedi sene askerlik yapmış; Ruslara esir düşmüş. Babam ve iki arkadaşı Rusların elinden bir fırsatını bulup kaçmışlar. Babam; “Kaçarken hep doğuya kaçtık. Çünkü Türkiye’nin nerede olduğunu bilemiyorduk. Güneş ne tarafta doğuyorsa o tarafa doğru kaçtık” diyordu. Kaçarlarken köylüleri “Rüstemoğlu Gençağa”yı da kaçırmak istemişler, ama o tel örgülerin arkasındaymış. Babamlara “Siz beni bırakın, bana yaklaşmayın kaçın gidin” demiş. Gençağa’yı orada bırakıp kaçmışlar. Gençağa ile beraber bizim köyden beş kişi daha esirlikten dönememiş…
          Ayşe Teyze’ye dönemeyen o beş kişinin adlarını biliyor musun? dedim.
          - Bilmez olur muyum! Dönemeyenler; Kakoşumoğlu Mehmet, Kakoşumoğlu İbrahim, Kakoşumoğlu Kazım, Kakoşumoğlu Kamil, yine bir başka Kakoşumoğlu Mehmet. Bunların hepsi esir alınıyor, ama sülaleden bir tek babam 'Kakoşumoğlu Şükrü' kaçıyor, kurtuluyor. Diğer beş kişiden bir daha haber alınamıyor. Bu kaçmadan dolayı Kakoşumoğlu Şükrü’ye yani babama maaş bağlanmıyor…
          Ayşe Teyze’ye “seferberlik”te annenler ne yapmış? Nereye gitmişler? diye sordum:
          - Ruslar Maçka’ya geldiğinde, babam bedel ödeyemeyip askere gitmeden önce felçli annesini ve beş teneke unu sırtlayarak, annem (Havva), ağabeyim Hasan ve ablam Hanım’la köyü boşaltıp yine Maçka’ya bağlı Zano köyüne gidiyorlar. Annemler ve benden büyük kardeşlerim Zano’da bir yıl kaldıktan sonra dayımlarla (Kahraman, İsmail, Ali Osman, Süleyman) geri dönüyorlar. Dayımlar annemlere bir dam yapıyorlar, annemleri içine yerleştiriyorlar. Babam döndükten sonra annem abim Emin’e hamile kalıyor. Ben de 1923 yılında doğuyorum. Yani seferberlikten sonra…

              ANNEM BİR EKMEK İÇİN RUSLAR’LA ÇALIŞMIŞ

         Ayşe Teyze’ye Rusların köylerinde neler yaptıklarını da sordum:
         - Ruslar bizim köyde kilise yapmışlar, demiryolu yapmışlar; Maçka-Trabzon arasında… Sonra o demiryollarını bizimkiler söküp satmışlar. Annem, Ruslar yol yaparken onlara bir ekmeğe çalışmış akşama kadar… O zaman Rus askerleri çocuklara şeker verirmiş, ama çocuklar şekerin ne olduğunu bilmezlermiş…
         Zaman zaman eski günlere dalıp giden Ayşe Teyze’ye ne zaman evlendiğini soruyordum ki oğlu Enver’in oturduğu plastik koltukla beraber meyilli arazide arka üstü düşmek üzere olduğunu fark ettik, ama şansı varmış ki düşmedi. Enver'i daha sonra annesiyle aramızdaki boşluğa yerleştirdik. Enver, annesinin söylediklerini ilk defa duyuyormuş gibi can kulağı ile dinlemeye devam etti. Ha unutuyordum, sohbetimize önce Enver’in en büyük ablası Fatma sonra da küçük kız kardeşi Emine de eşlik etti:
         - Ben Mavura’ya yakın Solday’dan, şimdiki adı Sevinçli köyden 17 yaşında gelin geldim. Rahmetli eşim Bahri Bey’le akrabalığımız vardı. Mavura’da tarlalarımız vardı; mısır ekerdik. İneklerimiz de vardı, fakir değildik. Her yaz yaylaya çıkardık, yaylada evimiz vardı. Yaylaya çıkmamız bir gün sürerdi. Orada Karoptal (yayla şenliği) yapardık.
                                                       Çocuklarıyla...

                                  1958’DE ESENLER KÖYDÜ

         Ayşe Teyze’ye ne zaman İstanbul’a geldiğini sorduğumda ise:
         - 1958’de Esenler Köyü’ne geldik. Biz geldiğimizde Esenler'de fazla ev yoktu. Mahmutbey bucağına, Bakırköy kazasına bağlıydı. İstanbul’a beş çocukla geldim. Remziye, Fatma, Necati, Enver ve Şevket Maçka’da doğdu. Emine ile Ayhan ise burada doğdu.
        Ayşe Teyze, Trabzon’dan İstanbul'a gemiyle, Salıpazarı’ndan da kamyonla Esenler’e geldiklerini anlattı:
        - Esenler’e geldiğimizde Ekim ayıydı, diye devam ederken kızı Fatma söze karıştı:
        - Biz geldiğimizde okullar başlamıştı. Esenler Dörtyol’da tek katlı, tek sınıflı sarı bir bina vardı. Oraya yürüyerek giderdik. Bütün sınıflar bir arada eğitim görüyorduk, dedi.
        Kızı sözlerini tamamladıktan sonra Ayşe Teyze, konuşmasına kaldığı yerden devam etti.
        - Biz geldiğimizde oturacak bir evimiz yoktu. Bu bulunduğumuz büyük araziyi Yakup, Bahri ve Dursun’un babaları Kavasoğlu Şevket Ağa alıyor. Beyimin ağabeyi Yakup Ağa bizden önce yani 1936 yılında buraya geliyor.Önce Yakup Ağa buraya yerleşiyor...
         Ben 1958 yılında geldiğimde bizden önce gelip yerleşen Boşnaklar ve Arnavutlar da vardı. Onlar Yugoslavya ve Selanik tarafından gelmişlerdi. Bugün vefat eden rahmetli Bakkal Mehmet’ler, Raşitler, Memişler, Ferhatlar, Recep Altan’lar bizden önce varlardı. Bunlar inek besiciliği yapıyorlardı. Biz de onlara özendik, inek besiciliği yaptık. 
         Davutpaşa Askeri Fırını’na kadar bütün tarlalar, araziler bizimdi, sonra büyük bir kısmını sattık. Şevket Ağa’nın Beyazıt’taki üniversitenin altında dükkânları varmış, orada bakırcılık yapıyormuş. Kaynatam çok tutumluymuş, tramvayda hep ucuz mevkide seyahat edermiş. Eğer o erken ölmeseydi (gülerek), İstanbul’da epeyce arazi alırmış… Bizden başka Romanya’dan gelen eski muhtar Sami Dayangaç’ların arazisi de çoktu. 
         Sonra Esenler-Dörtyol’da; Gürsesler, Hoşmenler, Bayrampaşa’da; Şaban Ağalar (Bayrampaşa Stadyumu’nun olduğu yerin eski sahipleri) vardı.
         Bizim tarlalarda Davutpaşa Askeri Kışlası’ndaki askerler gelip tatbikat yaparlardı. Bir sabah bakardık, bizim tarlalarda askerler çukurlar kazmış, bir şeyler yapıyorlar…”

         1960 İHTİLAL’İNDEN ÖNCE GÖZALTINA ALINANLARA SU VERDİM

         Ayşe Teyze, “1960 İhtilâli” öncesi bir grup öğrencinin gözaltına alınarak Davutpaşa Askeri Kışlası’na getirilmesini de anımsıyor:
         - Bizim tarlalardan aşağı geldiler. Çok kalabalıklardı, heyecanlılardı. Kaçar gibiydilar, su istediler, su verdik…
         Sohbetimizi noktalamak üzereyken, küçük kızı Emine daldan kopardığı kara eriklerden bir avuç yıkayıp bizlere uzattı. Erikler enfesti… Bir müddet sonra yine bir avuç erikle geldi. Ayşe Teyze, iki hafta sonra olgunlaşacak kendi elleriyle diktiği incirlerden yemeye beklediğini de söyledi:
         - Ama anneni de getir, yıllardır aynı mahallede oturuyoruz, birbirimizi tanımıyoruz. Annen kaç yaşında? dedi.
         - Doğum tarihini kendisi de ben de tam olarak bilmiyoruz, ama 81-82 yaşlarında. Kalp ve yüksek tansiyon sorunu var, dedim.
         - Benim de böbrek ve yüksek tansiyon sorunum var. Eski tanıdıklarımdan kimse kalmadı. Yaşı bana yakın, sen getir biz anlaşırız… Sakın unutma!  dedi.

                                                   Elleriyle beslediği Kangal cinsi köpekle...
         Ayşe Teyze’ye veda edip ayrılırken, kendi elleriyle beslediği “köpeklerin efendisi” kangalı görmeye gittik. Adı "Efe" olan heybetli Kangal cinsi köpek beni yabancı görünce zincirini koparacak gibi oldu. Çok korktum... Bir kaç kez ismiyle seslendim, sonra alıştı, ama yine de yanına yaklaşmaya ve sevmeye cesaret edemedim. Ayşe Teyze'ye "Kangallar ülkemizin en asil köpek cinslerinden,  geniş bir arazim olursa ben de böyle senin gibi Kangal cinsi bir köpek beslemeyi çok arzu ediyorum" dedim. 
      Ayşe Teyze ile yavruyken alıp büyüttüğü "Efe"sinin fotoğrafını çektikten sonra en kısa zamanda görüşmek üzere vedalaştık…   
(Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)  
          

TALİHSİZ KEDİ...


İstanbul-Tozkoparan'da muhtemelen bir fare için hazırlanan yapışkanlı tuzak, talihsiz bu kediyi bulmuş...
                                                                                   (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)  

13 Temmuz 2012 Cuma

BASINDA SANSÜRÜN KALDIRILIŞI...




      Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), sansürün ilk kez kaldırılışının 104. yıldönümü ve "Geleneksel Gazeteciler Günü" dolayısıyla 24 Temmuz 2012 Salı günü bir tören düzenledi. 
      TGC'den yapılan açıklamaya göre, The Marmara Oteli Taksim’deki Büyük Balo Salonu’nda 19.30-22.30 saatleri arasında yapılacak törende 2012 Basın Özgürlüğü Ödülleri de sahibini bulacak.
      Aynı törende Sürekli Basın Kartı taşımaya hak kazanan TGC üyelerine armağanları da verilecek. Tören  kokteyl prolonge ile sürecek. 

     ÖNEMLİ NOT: Güvenlik nedeniyle giriş kapısında davetiye kontrolü zorunlu olduğundan, töreni onurlandıracak üyelerin, 16 Temmuz Pazartesi gününden başlayarak 23 Temmuz 2012  Pazartesi günü saat 16.00‘ya kadar Cemiyet merkezinde ada yazılı davetiyelerini almaları ve yanlarında bulundurmaları gerekmektedir.