30 Ocak 2012 Pazartesi

"ÂŞIK VEYSEL İLE BİR KONUŞMA"

             
                                              ŞAKİR PALANCIOĞLU’NUN   “ÂŞIK
                                              VEYSEL İLE BİR KONUŞMA”SI…

             ÂŞIK VEYSEL:
              - İSTANBUL’U İNSANLARI İLE SEVİYORUM”
              - BİR KOYUNUN SÜRÜDEN AYRILDIĞI GİBİ
               İSTANBUL’DAN AYRILIYOR İNSAN

         İstanbul’da 21 Ocak Cumartesi günü yaşamını yitiren TGC üyesi gazeteci-yazar Şakir Palancıoğlu, anılara merakımdan dolayı ölmeden önce bana “Türk San’atı/Görüş-Duyuş-İnanış/Onbeş Günlük Edebiyat, Fikir, Sanat Mecmuası” ile ünlü halk ozanımız Âşık Veysel’in kendisine “hatıra” olarak verdiği fotoğrafı vermişti. Üstad Palancıoğlu, fotoğrafı bana verirken, “Bu fotoğraftan bir tane de Tahir Kutsi Makal’da vardı. Başka da kimsede yok” demişti.
        Şakir Palancıoğlu, “Türk San’atı” dergisinin 1953 yılı Ekim ayı sayısında “Âşık Veysel İle Bir Konuşma” başlığıyla kaleme aldığı yazıda şöyle diyor:
        “Beş aydır İstanbul’da bulunan büyük halk şairimiz Âşık Veysel’le köyüne gideceği bu günlerde ‘Türk San’atı” için, bir konuşma yapmayı düşündüm. Âşığımızı yakından tanıyanların bildiği gibi, onun sazı ve şiirleri kadar, sözüne de doyum olmaz. Öyle ki geçen yıl, jübilesinden önce ziyaretine gelen Eflâtun Cem Güney, benimde bulunduğum tatlı bir sohbet sırasında hayranlığını şöyle ifadelendirmişti:
- Saz bir türlü, söz bir türlü… Biri su gibi akıyor, biri ateş gibi yakıyor…
İşte yine böyle tatlı bir sohbette onunla konuşuyorum. Onunla konuşmak… Ne kadar tatlıdır bilseniz? İlkin İstanbul’dan ayrılırken neler duyuyorsunuz sualimi cevaplandırıyor:
- Bir koyunun sürüden ayrıldığı gibi ayrılıyor insan. Nasıl sürüden ayrılan bir koyun, yalnız kalıp melerse, eşten dosttan kalabalık yerden ayrılınca, biz de ona benziyoruz. Ama bazı koyunlar da vardır, sürüsüyle beraber gider, fakat kuzusunu çok sevdiği için, çobanın önünden kaçar yavrusunu bulur. Bizimki de buna benzer bir şey oluyor. Çobandan kaçıp kendi yavrularıma kavuşuyorum.
              Yalnız burada köyün hasreti, köyde de buranın hasretiyle yanan içim.”
         Söz “hasret” konusuna gelince, bu hususta ne düşündüğünü soruyorum:
- Hasret kalbe ekilen bir tohum demek bence. Nasıl tarlaya ekilen tohum bir zaman sonra mahsul veriyorsa, insan için hasrette böyle:”

               "YALNIZ GÜRÜLTÜSÜ BİRAZ FAZLA"
         Konuşmamız aziz İstanbul’un fetih yıldönümü günlerine rastladığı için, İstanbul’a dair düşüncelerini de öğrenmek istiyorum:
- İstanbul’u insanları ile seviyorum.  Bir de dünya çapında bir şehir olup da bizim memleketimiz olduğu için sevgim artıyor ve gurur duyuyorum. Yalnız İstanbul’un gürültüsü çok fazla… Bütün hissim kulağımda olduğu için, bu gürültüden rahatsız oluyorum. Zaten yalnız İstanbul değil, köyde ve nerede olursa olsun gürültüyü sevmem.”
       Ne yazı ki bu güzel şehri Âşığımız yalnız hissiyle tanıyabiliyor. Ama, hafızası o kadar kuvvetli ki geçtiği yerleri, tekrar geçerken derhal hatırlar. Bunun birçok defa şahidi olmuşumdur. Sanki bir saat gibi, otomobil Tophane’den geçerken, “Tophane”  der ve insanı hayretler içinde bırakır.
       Bu yazıyı çıktığında, Âşığımız köyüne ve aile yuvasına çoktan kavuşmuş olacaktır. Onun yanında bile, onun hasretiyle yanan gönüller, kim bilir ondan uzak nasıl yaşayacak? Birkaç ay sonra tekrar geleceği müjdesi de olmasa, bu ayrılık ateşini bilmem nasıl söndürecek?

Not: İstanbul'un gürültüsünden 1953 yılında yakınan Âşık Veysel, eğer yaşasaydı bugün için ne derdi?
  (Süleyman BOYOĞLU)      

ATEŞ NESİN...

                                               

                                                         HAFTADA BİR
                                                              NaNiK                                                                 
                                                    
                                                        Yeni alanımız
                                        

                                            Son yıllarda ayaklarımız büyüyormuş
                                            Burunlarımız için büyüyecek yer kalmayınca

                                            büyüme ayağa düşmüş desenize! 
                                                         
                                                               ***

                                                         Acılı  kent
                                        
                                            En çok fakir İstanbul'daymış
                                           Bu kentte her Allah'ın günü 24 saat

                                           diken üstünde oturan bizimkilerin
                                           yanında Hint fakirleri halt etmiş!

29 Ocak 2012 Pazar

DEĞİRMENDERE'NİN KIŞ YALNIZLIĞI...













Kültür-sanat denilince ilk akla gelen beldelerden olan, ancak 17 Ağustos 1999 deprem felaketinde yarısına yakını sular altında kalan, 2009'da Gölcük'e bağlanan  Değermendere, şimdi de kış yalnızlığını yaşıyor... (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

27 Ocak 2012 Cuma

GÖP BAŞKANI ERİNÇ'İN AÇIKLAMASI...

       
       Gazetecilere Özgürlük Platformu (GÖP) Dönem Başkanı ve Türkiye  Gazeteciler Cemiyeti (TGC)  Başkanı Orhan Erinç, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın “Tutuklu Gazeteciler” konusundaki değerlendirmesiyle ilgili bir açıklama yaptı.
       Orhan Erinç’in açıklaması şöyle:
 “Sayın Başbakan’ı anlayışla karşılamamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü kendilerinin devlete karşı sorumlulukları ve yükümlülükleri bulunuyor. Bu nedenle olasıdır ki iddianamelerde yer alan iddiaları kesin yargı gibi algılayarak değerlendiriyor. Biz meslek örgütleri ise iddianamelerdeki değerlendirmelerin şimdilik iddia düzeyinde kaldığını, mahkemeler tarafından sonuca bağlanacağını düşünüyoruz. Meslektaşlarımızın sorguları sırasında kendilerine yöneltilen soruların ağırlıklı olarak yaptıkları haberleri, yazıları, arşivleri, haber kaynakları ile olan ilişkileri ve basılmamış kitapları kapsamında olması bizleri bu değerlendirmeye götürüyor. Bu kanımızı 'Terör örgütünün  medya ayağı' vurgusuyla düzenlenen iddianame de güçlendiriyor. Ayrıca 97 gazetecinin, 2005 yılından bu yana Türk Ceza Yasası, Terörle Mücadele Yasası ve Ceza Muhakemeleri Yasası gibi temel ceza yasalarında yapılan düzenlemelerin yorumlarıyla suçlanmakta ve tutuklu olarak yargılanmakta olduğunu da düşünüyoruz.
       Önceki yıllarda gazetecilerin 'terör örgütü propagandası yapmak' iddiasıyla yargılanmasına karşın, bir süredir 'terör örgütü üyesi' sıfatıyla suçlanmakta oluşunu yadırgadığımızı da vurgulamak istiyoruz. Sayın Başbakan’ın aralarında yüz kızartıcı olanların da bulunduğu bazı tekil suçları anımsatarak, genelleme yapmasını anlamakta zorlanıyoruz. Bu yaklaşımın kimi çevrelerce 'gazetecileri itibarsızlaştırma girişimi' olarak yorumlanmasına inanmak istemediğimizi de belirtiyoruz.
      Tutuklu olarak  ve 'terör  örgütü üyesi'  konumunda yargılanan meslektaşlarımızın listesi GÖP’ün özel sitesinde çalıştıkları yayın organları da belirtilmiş olarak bulunmaktadır. Bu durum GÖP’ün adlarını ve yayın organlarını gizlemeden açıklamalar yapmakta olduğunun da somut bir göstergesidir. Meslek örgütlerinin, Türk Ceza Yasası daha taslak halindeyken ifade özgürlüğünü sınırlayan suç tanımları içerdiği ve hapisteki gazeteci sayısının artacağı yolundaki uyarılarının doğruluğu, söz konusu yasanın basın-yayın fiilleri ile ilgili kimi maddelerinin değiştirilmesi için yapılan çalışmalar ile de ortaya çıkmıştır.
     Türkiye’nin son bir yıl içinde ifade özgürlüğü ve gazetecilerin çalışma koşulları dikkate alınarak 179 ülke arasında 148’inci sıraya indirilmesi de üzerinde durulması gereken başka bir durumu gözler önüne sermektedir. Adalet Bakanlığı 'tutuklu gazeteci yok' iddiasından '8 gazeteci var' görüşüne geçmiştir. Yeniden 'tutuklu gazeteci yok' iddiasına dönülmesi, hükümetin bir iç sorunudur. GÖP’ün bugüne kadar yaptığı açıklamalar, tutuklu gazetecilerin yargılanmaması yönünde değil, mesleklerini yapmaktan men edilmeleri sonucunun doğmasına yöneliktir. Kamuoyunun bilgilerine saygılarımızla sunarız.”

26 Ocak 2012 Perşembe

BÂB-I ÂLİ’NİN ÇINARLARI ANLATIYOR…

                                                           (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)
                                                  
                 TARİHÇİ-GAZETECİ ORHAN KOLOĞLU, GAZETELERDE
                “GENEL YAYIN MÜDÜRLÜĞÜ”NE GEÇİŞİ ANLATTI:

         Gazeteciliğe başladığımda (1947) genel yayın müdürü yoktu. Genellikle başyazar aynı zamanda yayının sahibiydi. Ve hepsi de Bâbıâli’den yetişmiş kimselerdi. Henüz Bâbıâli dışından gelmiş patron yoktu. Bir de bugünkü deneyimle “sorumlu müdür” sayılan yazı işleri müdürü bulunurdu. Bu durumda gazetenin içeriği genelde ikisi arasındaki konuşmalar ve ünlü kişiler olan köşe yazarlarının bazı önerileri dikkate alınarak belirlenirdi. Tabii ki bütün haberleri toplayan istihbarat şefinin, Ankara muhabirinin ve yabancı radyoları dinleyen dış haberler muhabirinin ve haberlere son şeklini vermekte yardımcı olan sonradan Gece Sekreteri diye anılacak yazı işleri müdürünün yardımcısının uyarıları dikkate alınırdı; ama sonuçta gazeteni çizgisi ve içeriğini belirleyen başyazar/patron ve daha sınırlı ölçüde yazı işleri müdürü idi..
         Sanırım patronu ilk Bâbıâli dışlı bir tüccar olan gazete 1949’da yayına giren Yeni İstanbul’du. Patronu İsviçre’de yaşıyordu. Gazete ağır başlıydı ama sadece ticarete ilgi gösterdiği, başlamış olan demokrasi ortamının sosyal, siyasal tartışmalarıyla fazla ilgilenmediği için başlangıçtaki ilgiyi kısa zamanda kaybetmişti. Bâbıâli’yi etkileyen bir diğer gazete olamadı. Bâbıâli dışlılarının en etkilisi Safa Kılıçlıoğlu’nun 1948’de satın aldığı Yeni Sabah oldu. Gazete asıl etkinliğini 1950’den sonra göstermeye başladı. Ancak dikkati çeken, bugünün tüccar/patron’ları gibi davranmaması, kendisinin ticari işlerini terk etmesidir. Fiilen ortadan görünmemeyi tercih etti. Başyazarlığa getirdiği ama bu yazılara imza atmayan Ordinaryüs Profesör Şükrü Baban’ı baş danışmanlığına getirdi. Sadece yazı işleri müdürü onlarla temas eder, talimat alırdı. Bu dönemde ben muhabir olarak-duruma göre hem sporda, hem Beyoğlu muhabirliğinde-çalıştım hatta gerektiğinde resim de çektim.

       ABDİ İPEKÇİ’NİN GENEL YAYIN MÜDÜRÜ OLMASI

        Eğer yanılmıyorsam, ilk genel yayın müdürü ihtiyacı bir başka gazetedeki yönetim değişikliğinden doğdu. Gazeteci kökenli bilinen Ali Naci Karacan patron/başyazar olarak Milliyet’i çıkarıyordu. Yazı işleri müdürlüğüne 1954’te Abdi İpekçi getirilmişti. 1955’te Ali Naci Bey ölünce gazetenin patronluğunu oğlu Ercüment Karacan üstlendi. Ancak fiil gazeteciliği yoktu. Açıkçası Bâbıâli dışından biri sayılıyordu. Yanılmıyorsam bu ortamda Abdi İpekçi genel yayın müdürlüğüne atandı. 1959’dan itibaren başyazıları da yazar oldu.
        Yeni Sabah’taki spor yazarlığı ve sekreterlikten sonra ben ilk kez 1956’da yarısı siyasi yarısı da spor olan SPOR gazetesinde yazı işleri müdürü olarak çalıştım. İlhan Selçuk’un siyasi, Babür Ardahan’ın da spor alanında katkıda bulunduğu bir yayındı. Onun da patronu tüccar biriydi. Ancak başyazarlık yapmadığı gibi işlere de fazla karışmazdı. Oradan kısa süre sonra yine Bâbıâli dışından bir işadamı olan Malik Yolaç’ın satın aldığı Akşam gazetesine transfer oldum. Dikkati çeken başyazıları Ankara’dan bir profesörün yazmasıydı. Yazı işleri müdürlüğünü Yeni Sabah’ta da birlikte olduğum Osman Karaca yapıyordu. Benim görevim-mukavelemde belirtildiği gibi-hem haberler şefliği hem de gece sekreterliği idi. Bu yeni yapılanma Bâbıâli’deki önemli değişmenin bir işaretiydi. Başyazarlarla patronun ilişkisinden haberim yoktu. 1940’larda sadece 4-6 sayfa olan gazeteler artık 8-10 sayfaya çıkmış, spor özel bölüm olarak belirmişti. Bu yeni yapılanmada yazı işleri müdürü haberden çok genel içerik, düzenlenecek kampanyalar ve politika dışı konuların (magazin, kültür, dizi, roman, karikatür gibi) düzenlemesiyle ilgilenir olmuştu.


        Bu durum, benim sabahın onundan gece 23-24’e kadar (krizli günlerde daha da uzun) gazeteye bağlanmam ve bütün haberlerle uğraşmam durumunu yarattı. Osman Abi, bütün içerikle uğraşıyor, akşam toplantısında birinci sayfanın mizanpajını çiziyor, resimlerini yerleştiriyor, sonra haberlerin düzenlenmesi ve başlıklarının atılması bana kalıyordu. Bir genel yayın müdürü ve yazı işleri müdürü yapısı beliriyordu ama bu sıfatlar yoktu. Bu ikisinin sorumluluk açısından ayrı nitelikler kazanması aşamasına henüz gelinmemişti.

       ÇETİN ALTAN VE AZİZ NESİN

       Buna karşılık ihtiyacın belirdiğini gösteren bir olayı ben yaşadım. Akşam o dönemin en ciddi solcu gazetesi idi. Yanlış anlaşılmasın, sosyalizm hele Sovyet sistemine özenti bahis konusu değildi, ama özgürlükler ve özellikle emekçinin hakları konularında Çetin Altan ve Aziz Nesin’in yazıları vardı. Bu niteliği ile gazetenin satışı hızla artmaya başlamıştı. DP iktidarına muhalefetin hızlandığı ortamda toplumu etkileme gücünün artması iktidarı iyice rahatsız etmiş ve o dönemde gazeteleri ayakta tutan en büyük gelir kaynağı olan resmi ilan hakkını iptal etmişlerdi. Gazetenin tirajı devamlı artıyordu, ama ziyanı da durmadan artıyordu. Zira dağıtım şirketine verilirken her gazete başına 2-3 kuruş (belki biraz daha fazla) ziyan ediliyordu. Kaybı ilanlar kapatacaktı. O çağda en çok ilan resmi devlet kaynaklarından geliyordu. DP iktidarının kararıyla muhalif gazete olarak ilan verilmeyince gazetenin kapanma olasılığı belirmişti. Hepimiz işsiz kalırdık. Dolayısıyla iktidara daha ılımlı yaklaşmanın zorunlu olduğuna ben de inanıyordum.
        GÖREV FARKININ HİSSEDİLMEYE BAŞLANMASI

       Dikkati çeken bu değişim için, patronun Osman Abi’yi değil beni çağırması haberlerde yumuşama yapma gerektiğinden bahsetmesi sonra da görevden alması oldu. Açıkçası, genel yayın müdürlüğü ile yazı işleri müdürlüğü arasındaki görev farkı daha açıkça hissedilmeye başlamıştı. Ama benim yazı işleri müdürü sıfatım yoktu. Açıkçası, gerektiğinde sorumlu sayılacak kişi ile genelde yöneten ve görevde devamlılığı gerekli olan kişi ayrılmalıydı. Yine de o günkü ortamda bu hemen gerçekleşmedi.
       Bu ortamda Akşam’dan ayrılmak zorunda kaldım ve Yeni İstanbul gazetesine yazı işleri müdürü olarak atandım. Satışı sınırlı, reklam sorunu olmayan ama kadrosu dara bir gazeteydi. Hem genel içerik hem de haber değerlendirip birinci sayfayı yapan durumuna geldim. Aslında iki yazı işleri müdürüydük. Birlikte çalışır, bir gün onun bir gün benim ismim çıkardı. Üstelik arada bir köşe yazarı olarak yazılar da yazıyordum. Yurt dışına yerleşmiş olan tüccar patronun temsilcisinin tek isteği iktidarla ters düşmemek ve ekonomi alanında karşıt görünmemekti. Hatta benden hem siyasi gazeteyi hem de o yılki olimpiyatlar vesilesiyle ayrıca çıkarılan spor gazetesini de yönetmemi istediler. Aylarca her ikisini de yönettikten sonra ayrıldım ve 1961’de Yeni Sabah’a sadece gece sekreteri olarak döndüm.
       Artık sadece akşamüzeri göreve geliyor, gece yarısına, gerekirse daha sonrasına kadar yazı işleri müdürü olan Oğuz Akkan, sonra Alp Zirek ve bizden önceki nesilden olan Reşat Mahmut Yanardağ’a yardım ediyordum. Ancak gazetenin asıl yönetici kadrosu patronun yanındaki bu tür sıfatları olmayan Prof. Şükrü Baban ile Hakkı Devrim’di. Daha sonra bu yazı işleri müdürlerinden ilk ikisi görevden uzaklaştırıldı ve ön plana çıkmamakta kararlı Yanardağ atandı. Dikkati çeken husus, bütün çalışmasının gazetenin birinci sayfasına ve siyasi haberlerine münhasır olmasıydı. Ben de diğer bir arkadaşla birlikte ona yardıma devam ediyordum. Hiçbir sorumluğum yoktu. Çekişmelerden bıkmış olduğum için görevimle yetinme taraftarıydım, diğer arkadaş ise yazı işleri müdürlüğü isteğini yansıtmaktaydı. Bir müddet sonra yönetici kadro Reşat Abi’yi de yeterli bulmadı ve beklemediğim şekilde yazı işleri müdürlüğüne getirildim.

       GÖĞÜŞ İLE PENCEREDEN ALIŞVERİŞ YAPARDIK

       1961 ve 1963’ün gergin günlerinde –Yassıada Mahkemeleri, DP liderinin idamı, Talat Aydemir ayaklanması- patron aylarca Avrupa’ya gidip bütün sorumluluğu bana bıraktı. Tek danışma ustam Prof. Şükrü Baban’dı. Ancak o da her gün gazeteye gelmezdi. O kritik günlerde sanki bütün yetkileri üstlenmiş gibiydim. O kadar ki diğer gazetelerle çelişkiye düşmemek için Yeni Sabah’ın tam karşısındaki Cumhuriyet’te yazı işleri müdürü olan Ali İhsan Göğüş ile pencereden pencereye fikir alışverişi yaptığımızı anımsarım. Kriz dönemi atlatıldıktan sonra yönetici kadro tarafından – her halde yeni ortam için uygun sayılmadığımdan- görevden alındım. Bütün bu olaylar genel yayın müdürü ile yazı işleri müdürü görevlerinin ayrılması gerektiğini anımsatıyordu. Gazetede tek başıma bir odaya yerleştirilip hiçbir şeye karışmadan aylarca aylığımı almaya devam ettim. Herhalde yedek kadro olarak bekletiliyordum. Nitekim bir süre sonra yeniden yazı işleri müdürlüğünü üstlenmem tekrar istendi.
        Tam yetkili olmadan ve de arka plandaki yönetici kadronun neler tasarladıklarını bilmeden görev yapmanın zorluğunu fark etmiştim. Üstelik patron, 1961’de çıkan 212 sayılı yasa ile gazete çalışanlarına tanınan hakları kabul etmemek yanlısıydı. Öneriyi getiren Şükrü Baban’ın bir yandan da “Canım sen de fazla bir şey değilsin, ama yine görev dön” şeklindeki sözleri, bir gün yine yol gösterileceğinin kanıtıydı. “Bak Hocam şu meydana 100 bin kişi toplasanız, hepsini de sende iş yok diye bağırtsanız güler geçerim” diye tersledim. İstifadan başka çare kalmamıştı. Yine de parasızlıktan, sahip değiştirmiş olan politikacı iki gencin yönetimi altındaki Yeni İstanbul7a 1963’te yazı işleri müdürü oldum. Bir yıl geçmeden de 1964 ortasında Tanıtma/Basın Ataşesi olarak yurt dışına atanmakla Bâbıâli’den uzaklaştım, ama hiç kopmadım, basın tarihi araştırmalarım en büyük meşgalem oldu.
       
         EN SERT TEPKİ ERTUĞRUL ÖZKÖK’TEN GELDİ

        2003 yılında Çağdaş Gazeteciler Derneği yıllığına yazdığım “Bâbıâli’den İkitelli’ye Geçerken Gazetecilik” başlıklı yazıda örnek iki gazeteci olarak iki yakın dostumu göstermiştim; Abdi İpekçi ve Uğur Mumcu. İkisi de haberlerdeki içerikte gerçeklik payına önem veren, bunun için uzun araştırmalar zahmetine katlanmaktan kaçınmayan gazetecilerdi. Bu ciddiyetleri sebebiyle öldürülmüşlerdi. Üstelik Abdi, genel yayın müdürlüğünü üstlenirken, patrondan kopmadan onu mesleki ilkelerle bağdaştırmayı en iyi bağdaştıran kişi olmuştu. Serbest piyasa düzenine destek verirken özellikle gazetecilerin sendikal haklarını savunmakta gösterdiği kararlılık mesleki anlayışındaki tutarlılığı, dolayısıyla genel yayın müdürü niteliğini en iyi temsil ettiğini kanıtlıyordu.
        İşin ilginci bu yazıma o zaman en sert tepki o sırada 12-13 yıldan beri Hürriyet gazetesi genel yayın müdürlüğünü yapan Ertuğrul Özkök’ten gelmişti. Adeta 21. yüzyıldaki gazeteciliğin başka bir nitelik taşıdığını ileri sürmekteydi.
(Süleyman BOYOĞLU)

TGC BAŞKANI ERİNÇ BAŞBAKAN'A MEKTUP YAZDI

                                                        (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)
     
                  TGC Başkanı Orhan Erinç Başbakan’dan yıpranma hakkının iadesini istedi

        Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Orhan Erinç, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a bir mektup yazarak gazetecilerin yıpranma hakkının iadesini istedi. Başkan Erinç'in Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu kararıyla yazdığı mektupta yalnız yıpranma hakkına değil, 5953 sayılı yasanın uygulanmasındaki ve  itibari hizmet zammı konusundaki adaletsizliklere de dikkat çekti.
         Mektup Basın Yayınla İlişkili Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'a da iletildi. Başkan Erinç, gazetecilerin büyük bölümünün, ya taşeronlar eliyle genel iş yasası kapsamında ya da telif ücretiyle ve serbest meslek mensubu statüsünde çalıştırıldığını hatırlatarak, yazdığı mektupta “Bunun nedeni de 212 Sayılı Yasa'yla değiştirilen 5953 Sayılı Yasa'nın  uygulanmasını zorlayacak caydırıcı yaptırımların bulunmamasıdır. Bu açıdan bakıldığında, itibari hizmet zammı uygulanmasına dönülürken, 5953 Sayılı yasanın gazetecilerin tümü için uygulanmasını sağlamanın yolu da caydırıcı tutarda yaptırımların yasaya eklenmesinden geçmektedir” dedi.  10 Ocak Geleneksel Çalışan Gazeteciler Günü nedeniyle, Başbakanlıkta görev yapan gazetecilere “Yıpranma Hakkı”nın geri verilebileceğine ilişkin yaklaşımına teşekkür eden Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Başkanı, Başbakana yazdığı mektupta şu önemli noktalara dikkat çekti:
            “Gazetecilerin sigortalılık sürelerine yıpranmalarına karşılık her yıl için 30 gün itibari hizmet eklenmesini öngören 2098 Sayılı Yasa, 11 Ağustos 1977’de kabul edilmiş ve Resmi Gazete’nin 24 Ağustos 1977 günlü sayısında yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 2098 Sayılı yasanın kaldırılmasında “kurşun karışımlarının işlenmesiyle hazırlanan gazetelerde ofset sistemine geçilmesiyle varılan teknolojik gelişme” gerekçe olarak göstermiştir. Bu değişikliğin gazetecileri etkilemediği, yalnızca gazetenin  baskıya hazırlık ve baskı teknolojisiyle sınırlı olduğu yolundaki açıklamalarımız Bakanlığın yanlış yaklaşımını değiştirmeye  ne yazık ki yetmemiştir.

SSK YILDA 1 MİLYON LİRA PRİMDEN YOKSUN KALDI

İtibari hizmet zammının, hiçbir karşılığı olmadan verildiği gibi bir düşüncenin gerçekle bağdaşmadığı, kaldırılmasıyla Sosyal Sigortalar Kurumu’nun yılda yaklaşık ve (2005 yılı için  en az  ve bugünkü para birimiyle) 1 milyon lira tutarındaki prim toplamından da yoksun kalacağına ilişkin hesaplar da gözardı edilmiştir. Çünkü 2098 Sayılı yasaya göre itibari hizmet zammından yararlanan gazeteciler için yüzde 3 fazla prim tahsil edilmekte ve bu farkı doğrudan işverenler ödemekteydiler. Bakanlığın, SSK’nın hem prim toplamadaki aksaklıklar hem de kayıt dışı çalışma nedeniyle prim almadan yoksun kalmasından doğan açıklarından  yakınılırken almakta olduğu yüklüce bir prim  tutarından vazgeçmesini anlamak da mümkün olmamıştır. 2098 Sayılı yasa yürürlüğe girdiğinde Anayasa’da özel radyo ve televizyonları yasallaştıran anayasa maddesi (madde 133) yürürlükte olduğundan yasa kapsamına yalnızca TRT’de çalışan gazeteciler kapsama alınmışlardır. Oysa daha sonra 8 Temmuz 1993’te  Anayasa'da yapılan değişiklikle özel radyo ve televizyonların kurulmasına izin verilmiş, 13 Nisan 1994 günü kabul edilen 3984 Sayılı ilk yasa da “Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun” olmuştur. Gerek bu yasada gerekse daha sonra yürürlüğe sokulan  yasada “özel radyo ve televizyonların haber hizmeti bölümlerinde çalışan gazetecilerin 5953 Sayılı Yasa kapsamında çalıştırılmaları ve Basın Kartı taşıma olanağından yararlanmaları” kural olarak yer almıştır.

İTİBARİ HİZMET ZAMMI

İtibari hizmet zammı uygulamasına dönülmesi kabul edilirse çıkarılacak yasaya özel radyo ve televizyonda çalışan gazetecilerin de eklenmesi gerekli görülmektedir. TRT yasasında yapılan  son değişiklikle Emekli Sandığı'na bağlı çalışanların yanı sıra aynı görevi SSK  kapsamında yapanların bulunuşu da dikkate alınmalıdır. İnternet gazeteciliği ile internet gazetecilerinin yasal tanımlarının henüz yapılmamış olması da önemli bir eksiklik oluşturmakta o alanda görev yapan gazetecilerin itibari hizmet zammından yararlanmayacak olmaları da ayrı bir haksızlığı ortaya çıkaracaktır.

5953 SAYILI YASA

İtibari hizmet zammı uygulamasına dönülmesi durumunda, uygulamada eşitlik sağlanması 5953 Sayılı Yasa'nın yaygın biçimde uygulanmaması da mesleki sorunlarımızdan bir başkasıdır. 1984 yılında başlayan sendikasızlaştırma girişimiyle, 5953 Sayılı Yasa'nın yaygın uygulanma alanı da, neredeyse 195 Sayılı Basın İlan Kurumu Yasası'na göre belirlenmiş asgari kadrolar dışında pek kalmamıştır. Gazetecilerin büyük bölümü, ya taşeronlar eliyle genel iş yasası kapsamında ya da telif ücretiyle ve serbest meslek mensubu statüsünde çalıştırılmaktadırlar. Bunun nedeni de 212 Sayılı Yasa'yla değiştirilen 5953 Sayılı Yasa'nın  uygulanmasını zorlayacak caydırıcı yaptırımların bulunmamasıdır. Bu açıdan bakıldığında, itibari hizmet zammı uygulanmasına dönülürken, 5953 Sayılı yasanın gazetecilerin tümü için uygulanmasını sağlamanın yolu da caydırıcı tutarda yaptırımların yasaya eklenmesinden geçmektedir."

25 Ocak 2012 Çarşamba

BÂB-I ÂLİ'NİN ÇINARLARI ANLATIYOR...

                                                                       (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)
                         
                                               AGÂH GÜÇLÜ:

          Geçmişteki yazı işleri müdürleri gazetenin mükemmel çıkması için, gazeteciliğin bütün şubelerinden çalışmış olgun, sorumlu kişilerdi. O zamanlarda genel yayın müdürlüğü diye bir makam yoktu. Doğrudan doğruya yazı işleri müdürlüğü vardı. Bir de bazı hallerde sorumlu müdürlük vardı. Gazetenin genel yönetimi gazete sahibi ile gazetenin başyazarı arasında paylaşılırdı. Bazen gazetenin sahibi hem başyazardır, hem de patrondur. Umumu genel yönetim ve politika ona aittir.
         Sonralarda gazete sahipliği doğrudan doğruya gazetecilikle yetişip iştigal eden, doğrudan doğruya gazete sahiplerinden olmayıp, dışarıdan ticaret erbabından oluşmaya başlayınca iki genel müdürlük ihdas edildi. Ticaret erbabı olan gazete sahibi gazetecilikten fazla anlamadığı için güvendiği bir gazeteciyi genel yayın müdürü olarak tayin etti. Aslında bu genel yayın müdürü aynı zamanda işverenin vekilidir. Bununla kâfi gelmediği hallerde bir de Müessese Genel Müdürlüğü ihdas edildi. Gazete genel yayın müdürü gazetecilikle ilgili iç ve dış meselelerin hallinde işveren vekili sıfatıyla da rol alırken, müessese genel müdürü ise gazetenin irtibatlı, yahut ilişkili bulunduğu ticari ve sınai bölümlerin tedvirinde rol aldı.
        Şimdi, geçmişe nazaran çok daha geniş personele sahip olan gazetecilik, diğer yandan da dar bir alana girmiş oldu. Geçmişteki hür gazetecilik fikriyatı ve eylemi bugünkü yönetimlerde ve gazetelerde görülmez oldu. Bu yönden yazılı basın yani gazetecilik kayıptadır. Gazete sahipliğinin veya medya sahipliğinin servet ve ticaret erbabına dayandığı müddetçe bu medya ve basından fazla bir şey beklemek saf dillik olur.
        Editoryal bağımsızlık geçmişte de yoktu, ama geçmişte gazeteler haklıya haklı haksıza haksız derlerdi. İdeallerinden dönüş yapmazlardı. Devlet-hükümet hatırı, ticaret alanı hatırı gözetmezlerdi. Doğruya doğru, eğriye eğri derlerdi. Şimdilerde gazetelerin gelir kaynakları daha çok ticari alanlara dayandığı için aynı şeyleri söylemek mümkün olmuyor. Çünkü ilan meselesi var, reklam meselesi var. Vergi konusu ile gazeteyi iflasa götürecek durumların meselesi var. Var oğlu var…
(Süleyman BOYOĞLU)

USTA KARİKATÜRİST CAFER ZORLU EŞİNİ KAYBETTİ

                                           
       Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) üyesi, usta karikatürist Cafer Zorlu eşi Emine Müesser Zorlu'yu kaybetti. Emine Müesser Zorlu, bugün Küçükçekmece Cennet Camii'nde kılınan öğle namazından sonra İstanbul-Büyükçekmece Mezarlığı'nda toprağa verildi.
       Cenaze törenine TGC Yönetim Kurulu üyesi Orhan Ayhan, Karikatürcüler Derneği Genel Sekreteri Aziz Yavuzdoğan, karikatürist Semih Poroy ve Raşit Yakalı ile karikatürist dostları katıldı. 
       Cafer Zorlu ve ailesine başsağlığı diliyoruz.

24 Ocak 2012 Salı

TGC'DEN UĞUR MUMCU AÇIKLAMASI...

    
         Aracına yerleştirilen bombanın patlaması sonucu 24 Ocak 1993 yılında yitirdiğimiz gazeteci-yazar Uğur Mumcu’nun ölüm yıldönümünde Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu bir açıklama yaptı. Açıklamada Uğur Mumcu cinayetini işleyen tetikçilerin arkasındaki odakların bulunamadığına dikkat çekilerek “Artık gerçekleri hapsetmekten vazgeçmeliyiz.  Gazetecilere yönelik saldırıların ve asıl tetikçilerin hiçbir zaman bulunamaması ayıbıyla yüzleşilmeli ve karanlık güçlerin açığa çıkmasını sağlayacak irade gösterilmelidir” denildi.
TGC açıklaması şöyle:
        “Gazeteci meslektaşımız Uğur Mumcu’yu, aramızdan ayrılışının 19. yılında özlem, saygı ve sevgiyle anıyoruz. Çağdaş demokratik bir ülkede yaşayabilmemiz için halkın haber alma hakkına hizmet eden gazetecilerden biri olan Uğur Mumcu siyasi bir cinayete kurban gitti. Uğur Mumcu gibi öldürülen tüm gazeteci cinayetlerinin hepsinin arkasında tam aydınlatılmayan, ortaya çıkarılmayan bir güç odağı bulunuyor. Tetikçileri azmettiricileriyle birlikte ortaya çıkarmak bu ülkede görev yapan tüm iktidarların sorumluluğundadır.Türkiye’de gazeteci cinayetlerini azmettiren güç odakları serbest dolaşırken gerçekler hapsediliyor. Artık gerçekleri hapsetmekten vazgeçmeliyiz.Türkiye’de ifade özgürlüğünün genişletilmesi, Avrupa standardına getirilmesi için çalışmalar yapılsa da çok sayıda gazeteci yaptıkları haberler, röportajlar ve çektikleri fotoğraf ve görüntüler nedeniyle ölümle tehdidi altında yaşıyor. Birçok gazeteci polis koruması altında yaşamını sürdürüyor. Artık gazetecileri tehdit etmek adi olaylara döndü. Hem gazetecilerin güvenlikleri hem de sorunlarına çözümü için dayanışma içinde mücadelemize devam etmeliyiz. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti olarak gazeteci cinayetlerini azmettirenlerin açığa çıkarılması, gazetecilerin tehdit edilmesinin önüne geçilmesi için iktidarı göreve çağırıyoruz”

GAZETECİ DÜZYOL'UN ANNESİ TRAFİK TERÖRÜNE YENİK DÜŞTÜ...

                Gazeteci Eylem Düzyol'un kardeşi Sinan Düzyol, Yenibosna Cemevi'nde başsağlığı dileklerini kabul etti.
                                                                (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)
             
             Taraf Gazetesi Ekonomi Editörü Eylem Düzyol’un annesi Suna Düzyol, 21 Ocak Cumartesi günü İstanbul-Çengelköy’de Ramazan Çakır’ın kullandığı 34 VS 7525 plakalı halk otobüsünden inerken şoförün ihmali sonucu kapıya sıkışarak yerde sürüklendi. Suna Düzyol,  ilk müdahalenin ardından Ümraniye Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne kaldırıldı.
              Hastanede yapılan tetkikler ve röntgen çekiminden sonra bir bacağı ve kolunun kırıldığı anlaşıldı. Kol ve bacak alçıya alındı. Tansiyon ve şeker hastalığı bulunan Suna Düzyol, Pazar günü aniden fenalaştı, solunum yetmezliği yaşamaya başladı. Duran kalbi çalıştırıldı. Tam teşekküllü hastanede yoğun bakım ünitesi ve solunum cihazı bulunamadığı için Bahçelievler’de bulunan Medicana Hastanesi’ne götürülmeye karar verildi. Suna Düzyol’u taşıyan ambulans ters yolda bulunan kapan nedeniyle iki lastiği birden patladı. Lastikler tamir edilip hastaneye varıldığında zaman kaybı yaşandı. Suna Düzyol, hastanede solunum cihazına bağlandı, ancak 23 Ocak Pazartesi günü sabaha karşı yaşamını yitirdi.
             Suna Düzyol için bugün öğlen Yenibosna Cemevi’nde cenaze töreni düzenlendi. Cenaze törenine Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir, Eylem Düzyol’un ailesi, gazeteci arkadaşları ile çok sayıda vatandaş katıldı. Suna Düzyol İstanbul’da toprağa verildi. Meslektaşımız Eylem Düzyol’a başsağlığı diliyoruz.  
             

23 Ocak 2012 Pazartesi

ATEŞ NESİN...

                                                            
                                                                HAFTADA BİR
                                                                     NaNiK

                                                                Tövbe günah  

                                    Türkiye Gazeteciler Cemiyeti önceki Başkanı Nail Güreli,
                                    "Eskiden gazetecileri öldürerek susturuyorlardı, bugün
                                    hapislere atarak susturmaya çalışıyorlar" demiş
                                    Hak yolunda hızla ilerledikleri için, "Allah'ın verdiği canı
                                    ancak Allah alır " sözünün arkasında duruyorlar!
                                                           
                                                                     ***

                                                                Dik âlâsı var
         
                                  Maliye Bakanı Mehmet Şimşek,  memleketi Batman'da
                                  evlenen bir geline sadece çeyrek altın takmış.
                                  Ülkemizde kriz yok diyenlere gel de inanın bakalım!

22 Ocak 2012 Pazar

BÂB-I ÂLİ'NİN ÇINARLARI ANLATIYOR...

            Şakir Palancıoğlu, 1966 yılında İstanbul-Fındıkzade Molla Gürani Caddesi'ndeki Özel Gazetecilik Yüksek Okulu'nda Öğretim Üyesi İffet Halim Oruz'un yardımcısı olarak ders verirken görülüyor. (Fotoğraflar: Şakir Palancıoğlu'nun arşivinden)

                    
                                              ŞAKİR PALANCIOĞLU (1):

       Büyük halk ozanı Âşık Veysel’le 1951 yılında Sirkeci’deki Abdullah Sakarya’nın (Bozkurt) otelinde tanıştık. Dostluğumuz ondan sonra devam etti.

(Âşık Veysel'in Şakir Palancıoğlu'na 1953 yılında hatıra olarak verdiği ve başkada kimsede olmayan fotoğrafı)

      Âşık Veysel ve sürekli yanında bulunan Küçük Veysel, 1953 senesinde de Kabataş Lisesi’nde edebiyat öğretmenliği yapan ve aynı zamanda şair olan Çankırılı hemşerim Zeki Ömer Defne’nin evine geldiler. Ömer Defne bir sohbet toplantısı düzenlemişti. O toplantıya ben ve yine Kabataş Lisesi resim öğretmeni olan Ahmet Uzelli de katıldı.          
      Sonra aynı yıl Tahir Kutsi Makal,  “Âşık Veysel” kitabı çıkarmak için benden de yardım istedi. Ben de yardım ettim. Kitabı basacak olan Maarif Kitabevi, kitap kapağı için Âşık Veysel’e fotoğraf çektirir.  Âşık Veysel bir gün elinde bir fotoğrafla geldi. Fotoğrafı bana verirken,  “Bu resmi beğenmediler. Bu resim sende hatıra olarak kalsın” dedi. Bu fotoğraf sanırım hiçbir yerde kullanılmadı. O fotoğrafı hâlâ saklarım.
      Kitap kapağında kullanılan Âşık Veysel’in fotoğrafı ise Tahir Kutsi Makal’da kaldı. 

                                                ÂŞIK VEYSEL’İN ŞİİR KİTABI ÜZERİNE

         Şakir Palancıoğlu, 15 Haziran 1953 tarihinde “Türk San’atı/Görüş-Duyuş-İnanış-Onbeş Günlük Edebiyat, Fikir, Sanat Mecmuası”nda “Âşık Veysel’in Şiir Kitabı” ile ilgili “Tenkit” başlıklı köşesinde ise şunları yazar:
       “Ünlü halk şairimiz Âşık Veysel, bütün şiirlerini bir kitapta toplamıştır.
        İki yüz sayfayı bulan bu kitapta, Ahmet Kutsi Tecer’in önsözü, Âşık Veysel’in hayatı ve yüz bir şiiri yer almaktadır.
        Kitabın kapağı, emsaline kıyasla iyi sayılabilir. Fakat, kitapevi büyük ustanın kitabı için, sanatkâr bir ressamımıza güzel bir kapak kompozisyonu yaptırabilirdi. O zaman, bu müstesna gönül adamının şiir dediğimiz ziynetleri, daha sanatkârane bir şekilde bütünleşmiş olacaktı.
        Önsözün Âşık Veysel’i, memlekete ve sanat dünyamıza tanıtacak ilk zemini hazırlayan, bir edebiyatçı ve şairimiz tarafından yazılması, büyük bir kıymet taşımaktadır. Bu yazıda, Âşık’ın kendine has hususiyetleri ve muhtelif cepheleri anlatılmış, kısaca onun ana detaylarını havi kuvvetli bir portresi çizilmiştir. Ve bilhassa, Âşık Veysel ve Veysel Şatıroğlu gibi iki ayrı yönden şiir cephesi belirtilmiştir.
        Hayatını, Âşık Veysel’i çok yakından, hemen hemen büyük ustanın hayatına dair bütün hususiyetleri bilen, bir hikâyecimizin yazması çok iyi olmuştur.
        Hem alışılandan ayrı, hem de bir hikâyeci dili ve tekniğiyle hayat hikâyesi anlatılmıştır.
        Kitapevi, Âşık Veysel’in şiirlerini takip ettiği bir tasnif kategorisine tabi tutarak düzenlemiş. Ve aynı zamanda şiirlerinden başlıkları da kaldırmış. Fakat, bu Âşık’ın söylediği gibi, hiç de iyi olmamış.
        Şiirlerin kitapevine verilecek ilk müsveddelerini hazırlarken, ne kadar titiz hareket edildiğini bildiğim için, baskı yanlışlarını görünce içim sızladı. Bir parça gayret, dikkat ve titiz bir itina sarfedilseydi, herhalde yanlışsız bir kitap elimizde olacaktı.
                                       *
         Kitapta, yer alan şiirlerin hepsini okusanız da yine doyulmaz onların tadına… Çünkü, bunların içine, insan ruhunun derinliğine inebilen öyle mısralar sıralanmış ki… Başlı başına bir kıymettir ve yalnız bu mısralar bile, şöhreti için kâfi gelebilir.
         Şiirlerinde ekseriye keder, ara sıra da sevincin ilham kaynağı olduğu görülmektedir. Gözleriyle değil, hissiyle gören Veysel, kendi iç dünyasının sesini, bütün şiirlerinde birbirinden güzel mısralarda dile getirmekle, şiirine bambaşka bir hususiyet kazandırmıştır. Bugünkü şöhret zirvesine ulaşması, işte bu bambaşka hususiyetin bir neticesidir.
         Onun şiirlerinde yaşamış bir hayatın izlerini ve âşık ruhunun içli terennümlerini görmekteyiz.
         Gerçek şiirin sırrına ermek ve onun zevkini tatmak isteyenler için Âşık Veysel’in kitabı, şüphesiz en kıymetli bir kaynaktır. Bir su pınarı gibi, gürül gürül akan bir kaynak… Manevi susuzluğu giderecekler için ne bulunmaz bir şey!”
(SÜLEYMAN BOYOĞLU)

GAZETECİ ŞAKİR PALANCIOĞLU'NU KAYBETTİK...

               
Şakir Palancıoğlu (sağda), TGC Lokali'nde gazeteci arkadaşı Aydın Dörter'le görülüyor...
      
 Bir süredir İstanbul-Süreyyapaşa Göğüs Hastalıkları Hastanesi'nde tedavi
gören Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) üyesi Şakir Palancıoğlu ağabeyi 21 Ocak Cumartesi  günü kaybettik. Palancıoğlu ailesine başsağlığı diliyoruz. 
Ayrıca Süreyyapaşa Göğüs Hastalıkları Hastanesi Klinik Şefi Uzman Dr. Hatice Türker'e hastalığı süresince Şakir Bey'e gösterdiği ilgiden dolayı teşekkür ediyoruz...  

Fotoğrafta (solda) Şakir Palancıoğlu, 1967 yılında Fatih Rıfkı Atay'ın
 Kadıköy-Moda'daki evinde röportaj yaparken görülüyor.

20 Ocak 2012 Cuma

um:ag Akademi Seminerleri...





         um:ag Akademi Seminerleri’nin yeni dönemi Şubat’ta başlıyor...

         Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nın 15 yıldır Ankara’da düzenlediği ve büyük ilgi gören seminerleri, son 2 yıldır İstanbul’da da devam ediyor.

         İlki geçen yıl Ekim ayında düzenlenen seminerlerin ikincisi Şubat-Mart aylarında Kadir Has Üniversitesi’nde Yaşam Boyu Eğitim Merkezi’nde yapılacak.
         Kadir Has Üniversitesi’yle Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nın ortaklaşa kurduğu ve koordinatörlüğünü Prof. Dr. Asker Kartarı’nın yürüttüğü um:ag Akademi “Yazma Okulu”, “Gazetecilik Okulu”, “Sinema Okulu” ve “Düşünce Okulu”na kayıtlar devam ediyor.
        Yazma Okulu kapsamında “Yaratma Cesareti, Kurgu, Anlatım Geliştirme, Metin Uygulamaları, Türler (Roman / Öykü), Felsefi Açıdan Yaratıcı Yazarlık, Öykü Denemeleri ve Uygulamaları” gibi konu başlıkları altında tecrübeli ve yetenekli yazar kadrosu ile eğitim verilecek. Haydar Ergülen koordinatörlüğünde gerçekleştirilecek olan seminerde Baki Ayhan T., Nursel Duruel, Feyza Hepçilingirler, Müge İplikçi eğitmen olarak görev alıyor.
       Gazetecilik Okulu, bu mesleği öğrenmek isteyen ve merak eden her yaştan  kişiye açık olacak. Sevim Ertemur koordinatörlüğünde Ali Sirmen, Altan Öymen, Asker Kartarı, Aydın Engin, Aykut Küçükkaya, Ayten Görgün, Belma Akçura, Can Ataklı, Doğan Akın, Ercan Arslan, Haluk Şahin, Hıfzı Topuz, Işık Kansu, İsmail Polat, Miyase İlknur, Murat Yetkin, Mustafa Mutlu, Nail Güreli, Nurdan Rigel, Orhan Erinç, Orhan Koloğlu, Özgür Çakmakçı, Uğur Dündar ve Ümran Avcı gazetecilik dersleri verecek..
       Seminerde, “Haber Araştırma ve Haber Yazma”, “Araştırma Yöntemleri”, “Röportaj ve Yazı Dizisi Teknikleri”, “Uğur Mumcu’nun Gazeteciliği”, “Internet Gazeteciliği” gibi temel konular ele alınacak. Bunun yanı sıra yine araştırma, haber yazma ve röportaj konulu atölyeler düzenlenecek. Sinema Okulu, “Teori” ve “Uygulama” olmak üzere iki bölüm halinde gerçekleştirilecek.  
      Akademisyenler tarafından düzenlenecek olan “Teori” bölümünde, dönemler, sinema akımları, film çözümlemeleri gibi konular üzerinde durulacak. “Uygulama” bölümü ise “Yönetmen Atölyesi”, “Senaryo”, “Teknik” (kamera kullanımı, video-art vb.) gibi konu başlıkları altında işlenecek. Melis Behlil’in koordinatörlüğünü üstleneceği program, Zeynep Dadak, Senem Aytaç, Derviş Zaim, Seyfi Teoman ve Çiçek Kahraman’dan oluşan eğitim kadrosu ile yürütülecek.
      Düşünce Okulu, “felsefece görmek, felsefece düşünmek, felsefece yaşamak isteyen” herkese açık olacak. Cemil Güzey’in koordinatör olacağı seminerde anlama ve düşünmeden, dönüşüm ve dönüştürmeye, felsefe-yazın ilişkisi ve sorunları, dünyaya ve evrene felsefece bakışın önemi ve sorunları ele alınacak.

        

19 Ocak 2012 Perşembe

HRANT DİNK'İ ANMA YÜRÜYÜŞÜ...

           Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in yakınları ve arkadaşları, öldürülüşünün beşinci yılında Taksim'den Osmanbey'deki Agos Gazetesi'ne yürüdü. Yürüyen binlerce kişi, Türkçe ve Ermenice 'Hepimiz Hrant'ız, Hepimiz Ermeniyiz' yazılı pankart ve dövizler taşıdı.
         Bugün öğleden sonra Taksim meydanında bir araya gelen topluluğun başında Hrant Dink'in eşi Rakel Dink ve çocukları yer aldı. BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, CHP Milletvekilleri Sezgin Tanrıkulu ve Şafak Pavey, HAS Parti İl Başkanı Mehmet Bekaroğlu, çok sayıda sanatçı, yazar, sivil toplum kuruluşu temsilcileri Hrant Dink'i anma yürüyüşüne katıldı.
       Yürüyüş Agos gazetesi önünde son buldu. Hrant Dink'in vurulduğu kaldırımdaki noktaya ailesi ve arkadaşları tarafından karanfiller bırakıldı. Anma töreninde Hrant Dink'in sevdiği Ermeni ezgileri çalındı. Dink'in öldürüldüğü saat olan 15.00'de saygı duruşunda bulunuldu. Daha sonra Agos gazetesinin balkonunda basın açıklamasını okuyan gazeteci ve yazar Karin Karakaşlı, “Onu güpegündüz bu caddede sırtından vurdular, hepimizi de görgü tanığı yaptılar. 19 Ocak bir anma günü değil. Hiçbir zaman olmadı. Herkes acısının yaşandığı gün bir başına kahroldu" dedi.


                                                (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)