(Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)
YAYIN KURULU: Süleyman Boyoğlu, Raşit Yakalı, Ali Kılıç, Gürcan Arıtürk, Rüya Özkalkan. /Bu blog Basın Ahlâk Yasası'na tamamen uyar ve amatör bir ruhla hazırlanır. Yazı ve fotoğraflar izinsiz kullanılamaz. Kullananlar hakkında yasal işlem başlatılır../
(Ateş Nesin (solda), Mustafa Geniş)
Her
yıl, eskilerin söylemiyle “Zemheri” ayı yaklaştıkça tüm bedenimi bir korku bürür;
“Bu yıl ölüm sırası hangi büyüğümüzde” diye…
Ne
yazık ki son yıllarda anne ve öteki yakınların kaybından sonra dün (3 Aralık
2023 Pazar günü) de İstanbul’dan son büyüğümüz Mustafa dayımın ölüm haberini
aldım.
Şimdi
size akrabalar arasında “ilklere” imza atan Mustafa dayımı kısaca anlatayım;
daha uzununu yazmakta olduğum kitapta anlatacağım.
Dayım,
40’lı yılların sonlarına doğru, askerlik öncesi İstanbul’a ayak basıyor.
Babası, yani dedem Adil’in ardından İstanbul’a geliyor. O da dedelerim ve
akrabalarım gibi askeri fırınlarda çalışmaya başlıyor. Tophane Askeri
Fırını’nda çalışan akrabaları ve hemşerileriyle Beyoğlu-Taksim, Eminönü ve
Topkapı bölgesini gezip tozuyor.
Sadece
gezip tozmakla kalmıyor, Kasımpaşa Güreş Kulübü’nde güreş de yapıyor. Avrupa’ya
giden orada başarılı dereceler elde eden arkadaşları Yaşar Doğu ve Celal Atik
gibi olabileceği söylenen güreş sevdalısı dayım, şimdilerde adına tüberküloz
dediğimiz verem hastalığına yakalanıyor.
İstanbul’da
bekâr hayatı yaşadığı için yeme içme konusunda sıkıntı yaşıyor. Doktorların
tavsiyesi ile memleketi olan Erzincan’a geri dönmek zorunda kalıyor.
Fakat,
köyünde fazla kalamıyor. Kendisini biraz toparladıktan sonra tekrar İstanbul’a
geliyor. Eski çalıştığı Tophane Askeri Fırını’na geri dönüyor. Usta olarak
çalışan bir hemşerisinin vasıtasıyla Aziz Nesin’in kayınvalidesi ile tanışıyor.
Böyle bir tanışmanın sonrası Aziz Nesin’in “Marko Paşa”, “Malum Paşa”
dergilerinin tiryakisi oluyor.
Beyoğlu-Boğazlıyan’da
bir evde yaşayan Aziz Nesin’in ailesine kendisini sevdiriyor; güvenlerini
kazanıyor. Kızları Oya ile Ateş’i gezdirme, sinemaya götürme görevi veriliyor.
Aziz
Nesin’in ilk eşi Vedia Hanım çok güzel bir kadındır. Bir gün tramvayda bir
ayakkabıcının tacizine uğrar. O zaman bu olay günlerce konuşulur.
ATEŞ
NESİN’LE TANIŞMA
Yıllar sonra Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nde (TGC) görev yaparken, bir kokteylde Ateş Nesin’le tanıştım. Aslında Ateş Nesin de ben de TGC’nin yayın organı “Bizim Gazete”de haftada bir köşe yazısı yazıyorduk. Ben medyada olup bitenleri yazıyordum, Ateş Nesin “Zoka” başlığı altında taşlama yazıları yazıyordu, ama yakından tanışmıyorduk.
Ateş
Nesin, aynı zamanda bir turizm firmasında İtalyanca bildiği için (İtalyan
lisesinde okumuş, yüksek öğrenimini de İtalya’da yapmış) turistlere rehberlik
yapıyordu. Hemen hemen her hafta köşe yazılarının çıktığı gazeteyi almak için
TGC’ye geliyor, mutlaka bana da uğruyordu. Gelemediği zamanlar ise gazetesini
ayırıyordum…
Ateş
Nesin’e, 1980 Askeri darbe öncesi babasının Esenler-Çiftehavuzlar Mahallesi’nde
muhtar olan dayımın yanına geldiğini, mahalledeki iki arsasını dayımın
kızlarına sattığını anlattım. Ateş Nesin, çocukken kendisini ve ablasını
gezmeye götüren dayım Mustafa’yı tanımak istediğini söyledi. Olur dedim ve
dayım ile Ateş Nesin’i 1 Ocak 2008 tarihinde Şişli Camii’nin karşısındaki bir
kafede bir araya getirdim.
Dayım
bana anlattıklarının daha fazlasını Ateş Nesin’e anlattı. Hatta Kasımpaşa Güreş
Kulübü’nde güreş sporu yaparken çektirdiği siyah-beyaz fotoğrafını da gösterdi.
Dayım Aziz demezdi, Erzincan yöresi şivesinden olsa gerek Aziz’e “Eziz” derdi:
“Eziz
Nesin’in ilk kaynanası Kemah Çimişkedek köyünden Melehat hanımdı. Melehat hanım
yakın köylümüz Manklı Mustafa Bahçecik ile evliydi. Ya da birlikte yaşıyordu. Ben
de Mustafa usta da Tophane’deki Levazım Amirliği’nin ekmek fırınında
çalışıyorduk. Vedia hanımın kardeşi Azmi bey, Vedia hanım, sen ve ablan Oya, Boğazkesen
Çiçek sokakta ahşap bir binanın ikinci katında Melahat hanımın kiraladığı bu
evde oturuyordunuz. Vedia hanım dünya güzeli bir kadındı. Görülmemiş bir
güzelliği vardı.
Eziz
Nesin üsteğmenken askerlikten ayrıldı. Ayrılmasaydı yüzbaşı olacaktı.
Askerlikten ayrıldıktan sonra Marko Paşa gazetesini çıkarıyordu. Ben hep Marko
Paşa okuyordum. Niye okuyordum? Çünkü siyasete çok dokunduruyordu. Bir gün
Vedia hanıma Eziz beyin ne zaman geleceğini sordum. Daha resmen
ayrılmamışlardı. Ama Eziz beyin babası dindar bir insanmış, oğlunun Vedia
hanımla görüşmesini istemiyormuş. Çünkü Vedia hanım başı açık ve kısa kollu
giysiler giyerdi.
Bir
gün Vedia hanıma ısrar ettim, yalvardım; ‘Ne olursun bir gün beni Eziz Bey’le
tanıştır, yazılarını çok beğeniyorum, geldiğinde bana göster’ dedim.
‘Tamam’
dedi annen. Babanın geleceği gün ben sokakta oyalandım. Eziz bey geldi, kapıdan
içeri girdi. Sonra da ben yeni gelmiş gibi içeri girdim. Beni Eziz beyle
tanıştırdı. Eziz beye yazılarını çok beğendiğimi, devamlı okuduğumu söyledim. O
arada annen de kendisine getirdiğim gazeteleri getirip gösterdi. Annen; ‘Ben de
senin yazılarını Mustafa’nın getirdiği dergiden okuyorum’ dedi.
Böyle
diyince Eziz Nesin beni gözlerimden öptü, teşekkür etti; “Herkes bu gazeteyi
senin gibi okusa beni kimse tutamaz’ dedi.”
Dayım,
o gün Melahat Hanım ve kızı Vedia hanımın Ateş ve Oya’yı gezdirmesi konusunda
Aziz Nesin’in bir diyeceğinin olup olmadığını sormaları üzerine bir sakıncası
olmadığını söylediğini, o izinden sonra iki kardeşi parka ve sinemaya götürdüğünü,
hatta ilk gidişlerinde Melahat hanım ile Vedia hanımın da kendilerine eşlik
ettiğini anlattı.
Dayım
Mustafa bu görüşmelerinin yapıldığı yılın 1949 yılı olması gerektiğini, zira
Cumhurbaşkanı olarak İsmet İnönü’nün başta olduğunu söyledi. Dayım, Aziz Nesin’e,
“Neden Vedia hanım burada kalıyor” diye sorduğunu da dile getirdiğini,
Nesin’in; “Babam istemiyor. Vedia’dan ayrıldığımı biliyor. Benim buraya
geldiğimi bilse bana da kızar. Ondan gizli geliyorum” diyor.
Dayım Mustafa, bana daha önce anlattığı gibi Ateş Nesin’e de Kasımpaşa Güreş Kulübü’nde hastalanarak nasıl ayrıldığını anlattı:
“Ben
hasta oldum. Akciğerlerimden rahatsızlandım. İçkiden akciğerimde siyah bir
nokta bulundu. Dr. Mehmet Dedeoğlu; ‘Fransa’ya gidemezsin’ dedi ve ben gidemedim.
Kasımpaşa Spor Kulübü’nden ayrıldım. Hastalanmasaydım Fransa’da düzenlenen
olimpiyatlara gidecektim. Yaşar Doğu, Tekirdağlı Hüseyin, Celal Atik vardı.
Tekirdağlı Hüseyin, Yaşar Doğu, Ali Yücel, grekoromende dünya şampiyonu
olmuşlardı. Bana çok değer veriyorlardı. Yaşar Doğu, beni gördüğü zaman
gözlerimden öperdi; ‘Bunu fazla hırpalamayın, vücudu narin. Benim yerimi
tutacaksın, inşallah gözüm görecek’ derdi.”
Babamın
ve köylümüz Raşit’in de haftada bir 15 günde bir Kasımpaşa Güreş Kulübü’ne
kendisini izlemeye gittiklerini de vurgulayan dayım, sonra çok kötü bir
vaziyette 1950 senesinin Mart ayında Erzincan’a köyüne gittiğini anlattı:
“Refahiye’deki
köyümde bir buçuk sene kaldım. Sonra asker oldum Hadımköy’e geldim. Askerdeyken
Melahat Abla’nın Boğazkesen’de oturduğu eve ziyaretine gideyim dedim. Evin
kapısına vardım kapı kilitliydi. Yeni evini öğrendim yine Boğazkesen’de ikinci
katta bir evde oturuyordu. Ziline bastım, cevap veren olmadı. Orada
komşularından birisi; ‘şimdi gelir’ dedi. Komşusuna; ‘Oğlun Mustafa Geniş geldi
dersin’ dedim. Askerlik sonrası Melehat Hanıma bir daha uğradım yine göremedim.
Manklı
hemşerimiz olan kocası Mustafa Bahçeci sonra köye gitti köyde öldü. Deden
Dursun da Tophane’deki Askeri Fırın’da çalışıyordu. Bana çok kızıyordu;
‘Mustafa Bahçeci senin paralarını yiyor’ diyordu. Mustafa Bahçeci çok güzel uzun
hava türkü söylerdi. O söylediği zaman ben ağlardım. Kendisiyle çok muhabbet
ederdik.”
Dayım,
Askeri Fırın’ın ustabaşısı Kemal’in de Kemah’ın Ihtik köyünden olduğunu, dedem
Dursun’u çok sevdiğini, dedemin kendisine “Beybaba” diye hitap ettiğini bana
dönerek söyledi:
“Ustabaşı
Kemal ben işe geç gitsem bile deden hatırı için bana ses çıkarmazdı. O zaman
hepimiz fırında yatıp kalkıyorduk.”
VEDİA
HANIMIN GÜZELLİĞİ
Dayım Mustafa, Vedia Hanım’ın güzelliğini ve o güzelliğinin başına neler getirdiğini de şöyle anlattı:
“Vedia
hanım Beşiktaş’ta tramvaya biniyor. Yanına Karaköy’de ayakkabıcılık yapan
birisi oturuyor. Ayakkabıcı tramvayda Vedia hanıma sarkıntılık yapıyor.
Burnundan ısırıyor. Vedia hanım şikâyetçi oluyor. Mahkeme başkanı hâkim, sanığı
azarlıyor; ‘Niye böyle bir şey yaptın’ diye… Sanık, hâkime diyor ki; ‘Hâkim bey
sizde bu kadına dikkatli bakın. Çok güzeldi dayanamadım, sarkıntılığı yaptım’
diyince hâkim adamı bir güzel azarlıyor, adamı hapse atıyor.”
Dayım, Aziz Nesin’in 1980 öncesi Güngören’e bağlı olan daha sonra Esenler’e bağlanan Çiftehavuzlar Mahallesi’ndeki iki arsasını almak için çok uğraştığını da şöyle anlattı:
“Davutpaşa
Askeri Fırın’da uzun yıllar ustabaşı olarak çalıştıktan sonra emekli oldum.
Muhtarlık seçimlerine girdim, mahalleye muhtar oldum.
Bir
gün sabah baktım bir araba benim muhtarlık binasının önünde durdu. Bir emekli
albay ile Eziz bey beraber geldiler. Bana; ‘Bu iki arsa benim. Belediye
arsamdan nasıl yol vurabilir. Hem de tapulu arsalarımın içinden… Eziz bey beni
tanımadı. Ben tanıdım ama sesimi çıkarmadım. Sonra; ‘Haberim yok’ dedim. ‘O
zaman sen bizimle beraber belediyeye geleceksin’ dedi. Hay hay gidelim dedim.”
Hep
birlikte belediyeye giderler. Belediyeden içeri girer girmez çalışanlar Aziz
Nesin’in etrafını sararlar. Mustafa dayım da avukatın odasına geçer. Avukat;
‘Mustafa abi Aziz Nesin gelmiş, onu görelim’ der. Mustafa dayım; ‘Onu ben
getirdim’ diyip beraber Aziz Nesin’in olduğu belediye salonuna geçerler. Dayıma;
‘Allah senden razı olsun, Aziz beyi nereden buldun getirdin’ diyorlar.
AZİZ NESİN'NDEN ARSA ALMA
O ana kadar Mustafa dayım kendisini tanıtmıyor, tanıtmamasının nedeni de o iki arsanın arasına yolu kendisi açtırmış… O yüzden kendisinin yolu açtırdığını söylemiyor. Aziz Nesin, belediyeyi mahkemeye vereceğini falan söylüyor. O zamanki Güngören Belediye Başkanı Baki Durmuş, “Hocam beni niçin mahkemeye veriyorsunuz. Yolu senin arsaların arasında vuran seni getiren, yanında oturan adam, muhtar.. Hep sizden bahsediyordu” demez mi?
Aziz
Nesin, döner yanında oturan Mustafa dayıyı süzmeye başlar:
-Muhtar,
niye muhtarlıktayken söylemedin, der.
Dayım
hemen kendisini tanıtır:
-Ben
seni Tophane’den tanıyorum. Subayken, gazeteciyken tanıyorum. Adım Mustafa
Geniş…
Aziz
Nesin elini uzatır, Mustafa dayı uzatılan eli öper. Melahat hanımdan, Vedia
hanımdan, kızı Oya, oğlu Ateş’ten, Marko Paşa’dan, Malum Paşa’dan bahseder.
Dayım bunları söyleyince Aziz Nesin sakinleşir:
-
O arsaları satacağım. Çatalca’da vakıf kurdum, diye söyler.
Dayım
da:
-O
zaman o arsaları bana sat, ben alayım, der.
Aziz
Nesin:
-Tamam
vereyim. Avukatımla görüş. Ben mahkemeye gitmekten vazgeçtim. Çatalca’ya gelin.
Yola da karışmıyorum, diyip belediyeden ayrılırlar…
Dayım
küçük kızı Sehel’i de yanına alarak Çatalca’nın yolunu tutar. Fiyat konusunda
anlaşırlar. Çatalca’daki yetim çocuklar için alınan Vakıf arazisinde arı
kovanlarını görür. Mustafa dayı bakımından anladığı için arılarla ilgili
bilgiler verir.
Aziz
Nesin, Vakfı yetim çocuklar için yaptığını, arsalardan aldığı parayı da bu
vakfa harcayacağını söyler. Dayım o gidişinde Vakıf’ta 22 çocuğun bulunduğunu,
Vakıfta başka misafirlerin de olduğunu, kızı Sehel’le yemek yediklerini, büyük
kütüphanesini gezdiklerini, sonra da kapıya kadar uğurladığını anlattı.
Aziz
Nesin, Çiftehavuzlar Mahallesi’ndeki arsaların değerini öğrenmeleri için orada
bulanan iki kadına görev verir. Onlar da daha sonra arsaların değerini
öğrenirler. Mustafa dayıyı Laleli’deki avukata yönlendirirler ve arsalar
alınır. Arsanın birisi büyük kızı Gülbeyaz’a, birisi de küçük kızı Sehel’e…
Dayım,
memlekette ve İstanbul’da kendi çapında ilklere imza atan bir adamdı.
Refahiye’de Sarıkoç Köyü İlkokulu’nun köye yapılmasında öncülük etti.
İstanbul’da hemşerileri arasında Sağmalcılar’da ilk bakkal dükkânını açtı, ilk
“hatlı minibüsü” aldı, kahve ocakları, oturak kahvesi işletti. Davutpaşa Askeri
Fırını’nda ustabaşı olarak görev yaparken, köylerinde zor geçinen 72
hemşerisinin işe alınmasını sağladı. 12 Eylül askeri darbesinin en ağır
günlerini yaşadı. Bir oğlu hapse atıldı, bir oğlu da İsviçre’de “sol içi
şiddete” kurban gitti. Eşinin ardından büyük kızını kaybetti. Yalnız yaşayan
dayım 95 yaşında bu dünyadan göçüp gitti.
Bakalım
hain zemheri daha kaç kişiyi aramızda alacak…
(Yazı
ve Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)
Ege bölgesinde, özellikle Kaz
Dağları’nın (İda Dağı) içlerinde görülmeye değer çok köyler var. Bu köylerden
bir tanesi Edremit-Mehmetalan Köyü…
Mehmetalan Köyü’ne,
Zeytinliköyü’nü otomobille bir kilometre kadar geçtikten sonra varılıyor.
Zeytinliköyü’nden sol istikamet takip edilirse Hasanboğuldu’ya, sağ istikamet
takip edilirse Mehmetalan Köyü’ne gidiliyor.
Köyün girişinde yolun üstünde
hemen solda Saltıksoy Zeytinyağı imalathanesi sizi karşılıyor. Burasını karı-koca
işletiyor.
Sonra köyün içine doğru
yürüyüşe geçtiğinizde, bu kez sizi sağ kolda bir zamanlar öğrencilerin cıvıl
cıvıl sesler çıkardığı, şimdi eğitim ve öğretim vermeyen köyün ilkokulu dikkatinizi
çekiyor. Biraz daha ilerledikten sonra bir çeşmenin yanında tezgâhlarını kurup
satış yapan köylü kadınlarla karşılaşırsanız, oturun muhabbet edin. Çeşmenin
taşında yazan “Bu çeşmenin su içecek tası yok, kırma insan kalbini yapacak
ustası yok” sözlerini de mutlaka okuyun… Yanınızda pet ya da bir su bidonunuz
varsa, içimine doyulmayan suyundan için ve doldurun.
Yolunuza yokuş yukarı devam ederseniz,
yolun nasıl bittiğini anlayamaz, ormanın içinde kendinizi bulursunuz. Eski
evlerin fotoğrafını çekerken, zincire bağlı iri bir köpeğin hamlesinden ise
korkmayınız; ama ben çok korktum…
Dönüş yolunda Salman ve Hasan
Altıntaş kardeşlerin kapı önlerinde sandalyelerine oturmuş sohbetine mutlaka
iştirak edin. İki kardeşin anlattıkları dinlemeye değer:
“Biz Tahtacı Alevisiyiz… Atalarımız
Orta Asya’dan gelmişler, ama hangi tarihte geldiklerini tam olarak bilmiyoruz.
Ancak şöyle; Fatih Sultan Mehmet zamanında Güneydoğu’ya, oradan da Antalya,
Aydın tarafına geliyorlar. Sonra gele gele buraya gelmişler yerleşmişler.
Fatih Sultan Mehmet bu dağlarda
bizim dedelerimize kereste yaptırmış, gemilerle İstanbul’a sevk ettirmiş.
1946 yılına kadar hayvancılık
ve orman işiyle uğraşmış büyüklerimiz. 1946 yılında burada büyük bir yangın
çıkmış. Dedemiz Salman yanmış. O yıl ben doğmuşum. Dedem yangında ölünce onun
adını bana koymuşlar.
Orman yanınca atalarımız iki
üç dönüm yer açmışlar kendilerine ve zeytin ağaçları dikmişler. Bu tarihten
sonra da zeytin ve zeytinyağı işiyle uğraşmışlar.”
Salman Altıntaş, eskiden
büyüklerin el bıçkısıyla (hızar) kereste biçtiklerini anımsadığını da
anlatarak; “Bir erkek yukarıda, iki kadın hızarın altında olurdu. Öyle tahta ve
kereste biçerlerdi” diyor.
Bu arada, Salman Altıntaş
yaşadıklarını ve gördüklerini anlatırken, dağdan aşağı gelen ve sırtlarına
yükledikleri çalı çırpı ile yanımızdan geçen üç kadının fotoğrafını çekmek için
yerimden fırladım. Birkaç kare fotoğraflarını çektim. Bir tanesinin sırtındaki
yüke aldırış etmeden cep telefonuyla konuşması ise dikkatimden kaçmadı. Demek
ki aradan 80 değil, 180 yıl da geçse kadının çilesi bitmiyor…
“Doğu’da Malatya, Elazığ ve
Tunceli’ye kadar gittim. Erzincan’a geçmedim Tunceli’den geri döndüm.
Karadeniz’de Giresun’a kadar gittim. Akdeniz’de Antalya’ya kadar gittim. Yani
anlayacağın Türkiye’nin dörtte üçüne gittim. 1997 yılında emekli oldum. Emekli
olalı 25 yıl oldu. Bu köy 170 hane, bu 170 hanenin 150’si şimdi emekli…”
Altıntaş, Edremit Belediye
Başkanı Selman Hasan Arslan’ın köylüleri olduğuna da vurgu yapıyor ve köye
yaptığı yardımları anlatıyor. Köylerinin etrafının “Milli Park” ilan
edilmesinden dolayı hayvancılığın bittiğini, yoğurt ve sütü artık parayla
dışarıdan aldıklarını söylüyor. Köylerinde satılık ev ve arsa olmadığını da
kaydeden Salman Altıntaş, satılık olanların sadece büyük dönüm zeytinlik alanları
olduğunu söylüyor.
En sona Pınarbaşı’nı
aratmayan (bana göre daha da harika olan) doğal güzelliğe sahip piknik yerine
merdivenlerden inip-çıkıp, köprü üzerinden mezarlık istikametine uzunca ve
keyifli bir yürüyüşten sonra gezimizi noktalıyoruz…
(Yazı ve Fotoğraflar:
Süleyman Boyoğlu)
Yaklaşık
dört yıldır Datça’da yaşamama rağmen hâlâ gitmediğim görmediğim yerlerin
olduğunu yeni yeni keşfetmeme hem üzülüyorum, hemde kaçan bir şeyin
olmadığını, her şeyin yerli yerinde durduğunu fark ediyorum. Üzülerek
söyleyeyim ki yerinde olmayan Marmaris ve Datça yangınlarında kaybettiğimiz
ormanlarımız ve bu ormanlarda yaşayan tüm canlılarımızın yok olması beni
oldukça etkiliyor; en çokta her çiçekten bal eyleyen arılar…
Diyeceksiniz
ki ülkemizde hem ekonomik, hem siyasi yaşam bakımından tam bir yangın yeri…
Canını kurtaran, parası olan, pasaportunu alan eğitimcisinden, sağlıkçısına
kadar herkes kendisini yurt dışına atıyor. Bu tanımda doğru değil; yurt dışına
adeta kaçıyorlar…
Marmaris
ve Datça yangınlarında geriye kalan kesilmiş ağaçlar ve bir şekilde
değerlendirilmek üzere istiflenmiş tomruklar, birde taş ve toprak yığınından
oluşan tepeler, dağlar kalmış… Bu ormanların eski haline gelmesi her halde bir
yüz yılı bulur…
Geziye
eşimle Marmaris’ten başladım. Marmaris Belediyesi’nin yaptığı Macera Parkı’nda
kısa bir turdan sonra bu parka komşu olan Tarım ve Orman Bakanlığı Günnücek
Sığla Ormanı’na geçtik. Macera Parkı’nı temiz ve bakımlı bulurken, harika bir
yerde bulunan Günnücek Sığla Ormanı’nı bakımsız gördük.
Aracımızla
şehir içinde kısa bir turdan sonra Armutalan üzerinden İçmeler’e geçtik.
İçmeler koyunda Datça’da görmediğimiz bir kalabalıkla karşılaştık. Araç park
edecek yer bulmakta zorlanınca yola devam kararı aldık. İçmeler üzerinden
Hisarönü’ne çıkmaya niyetlendik, ancak yol çalışması yüzünden rotamızı
değiştirdik. Kendimizi İçmeler-Marmaris minibüs duraklarında bulduk.
Minibüsçülerin yol tarifiyle geri dönüşe geçtik, yolda aracının lastik
ayarlarını yapan Muğlalı bir yurttaşa dağ yolundan gitme şansımızın olup
olmadığını sorduk; “Beni takip edin” dedi, dedi ama biz daha dönüş bile
yapmadan o dağı tırmanmaya başladı. Arayada başka bir İstanbul plakalı araç
girince kendisini takipte epey zorlandık. Çünkü yol adeta yılan gibi
kıvrılıyor, öndeki aracı sollama olanağımız yoktu.
Bir
süre takipten sonra önümüzdeki araç Turunç istikametine döndü, rahatladık.
Bize rehberlik eden ve içinde eşi ve
çocukları olan Muğla ili plakalı aracı takibimiz artık kolaylaştı. Bir yol
ayrımında aracını kenara çekti, bizde durduk. Yardımsever yurttaş, “Ben
buradan sola devam edeceğim, siz sağa devam edeceksiniz. Yolunuz üzerinde önce
Marmaris Bal Evi Müzesi var, sonra Bayır köyü var. İkisini de ziyaret
edebilirsiniz. Bayır köyünü geçtikten sonra Turgut Şelalesi gelir önünüze, isterseniz
oraya da gidebilirsiniz. Sonrada Kız Kumu önünüze çıkar. İyi gezmeler” deyip
bizi yolcu etti.
BAL EVİ MÜZESİ
Bozburun’u andıran iç burkan manzaralardan sonra Marmaris Bal Evi’ne vardık. Bir tepe üzerinde kurulu “Marmaris Bal Evi, Bal ve Arıcılık Müzesi”nden içeri girdik. Sergi, sunum, eğitim salonları, müzik açık hava bölümü, dolum salonları, apiterapi evi, cam duvarlı örnek arı kovanı arı evi bölümlerini gezdik. Bu bölümlerde arıların mucizevi yaşamları, bal üretimleri, Neolitik dönemden, Maya kültüründen, Osmanlı devrine ve günümüze kadar farklı dönem ve kültürlerin arıcılıkla ilgili ürünleri inceledik.
Verilen
bilgiye göre dünyadaki bal üretiminde Türkiye beşinci sırada yer almakta, bunun
üçte biri kadarını da Marmaris bölgesi tek başına sağlamakta… Bu arada çam balı
üretimimizin yüzde 75’i Muğla ilinde yapılmakta, bunun üçte biri kadarını da
Marmaris tek başına gerçekleştirmekte...
Bayır
köyüne geldiğimizde adeta büyülendik. Meydanda büyük bir çınar ağacı ve altında
çayını, ayranını, bitkisel çayını içen insanların arasına karıştık. Bir kahve
ve bir köy ayranı söyledik. Kahvenin yanında bir bardak-pet şişe su olmadığını
görünce; “Kahve susuz içilir mi? Neden yanında bir bardak suyunuz yok. Bakın
hemen arkamızdaki çeşmeden şifalı olduğu söylenen su şarıl şarıl akıyor”
deyince garson çocuk bir şey söyleyemedi… Yani anlayacağınız her şey parayla
ölçülür olmuş… Oysa eşimin içtiği kahve şekersizdi, su bedavaydı, ama kahvede
ayranda 30’ar liraydı.
Meydandaki anıt ağacını inceledim, plakasında 1880 yıllık yazıyordu. Plakanın yanında üstü açık bir kumbarada dikkatimi çekti, o kumbarada biriken paralarla tarihi çınar ağacının bakımının yapıldığı söylendi. Bu meydanda dikkatimizi çeken bir başka güzellikte kediler ve kedi yavruları oldu.
Bayır
Köyü’nden artık yokuş aşağı rahat bir şekilde iniyorduk. Turgut Şelalesi’ne
yaklaştığımızda tur ciplerinin tozu dumana katarak, tehlikeli yola aldırmadan
karşımıza çıkmaları bizi bayağı korkuttu. Kenara çekilip geçişlerini izledik.
Şelaleye vardığımızda park yeri ciplerle doluydu. Sadece ciplerle mi? Arap
turist mi dersin, Rus turist mi dersin, hemen hemen her milletten insan
şelaleyi görmek için tırmanıyordu… Bizde tırmanmaya başladık.
Fotoğraf
çekmeye eski bir değirmenle başladım… Buradaki geziyi noktaladıktan sonra bu
kez Kız Kum’unda mola verdik. Kız Kumu’ndan sonra Hisarönü’ne kadar hiç
durmadık. Hisarönü’nde meşhur pidecilerden birinde dinlendik. Hiçbir yerde
denize girmeden Datça sınırlarına geldik. Çok zaman girdiğimiz Gölmar’da
serinledikten sonra akşam saatlerinde Kızlan’daki evimize vardık… İlk işimiz güzel bir çay demlemek oldu...
Kalan
Müzik’ten ilk albümün yayınlanmasının ardından iki kurucu arasında çıkan
anlaşmazlık sonucu Haluk Tolga İlhan gruptan ayrıldı. İlhan’ın ayrılmasından sonra
kadife sesli bas gitarist Burcu Sarak
grubun solisti oldu. Burcu Sarak’ın babası da kendisi gibi bir sanatçı ve Türk
Sanat Müziği icra etmektedir.
Datça’da
bu yaz ünlü sanatçıların Anfi Tiyatro’da vereceği konserleri büyük afişler ve
büyük puntolarla duyurulurken, Grup Abdal’ın 5 Ağustos’ta vereceği konserin
tanıtımının sosyal medyada dahi yapılmamasına bir anlam veremedim; yoksa benim
mi dikkatimi çekmedi.
Dikkatimi
çeken bu konuya bloğumda kısa da olsa yer vermek istedim. Bu ilgisizliğe ve
duyarsızlığa rağmen, yine de sanatseverlerin bu güzel grubun konserini
kaçırmamalarını öneririm…
Özellikle Sivas’ta yakılan Nesimi Çimen’in;
“Şifa İstemem Balından
Bırak beni bu halımdan
Razıyım açan gülünden
Yeter dikenin batmasın”
eserini özellikle dinlemek için ben ve eşim
Anfi Tiyatro’dayız…
Burcu Sarak kimdir?
İstanbul’da
doğan ve ilk, orta ve lise eğitimini bu ilde yapan Burcu Sarak, Trakya
Üniversitesi Turizm Bölümü’nden mezun oldu. Üniversitedeyken amatör olarak
müzik gruplarında solist olarak yer aldı.
Müzikal
yönüne ağırlık veren Burcu, MCM Müzik Korosu’nda da görev aldı. Diğer yandan
gitar eğitimi, ardından BEKSAV Sanat Merkezi’nde ve Müjdat Gezen Sanat
Merkezi’nde ise şan eğitimi aldı.
Birçok
özgün müzik ve halk müziği icra eden gruplarda solistlik yapan Burcu Sarak,
daha sonra Grup Abdal’a katıldı ve halen bu grubun solistliğini
yapmaktadır.
(Süleyman Boyoğlu)
1950 SEÇİMLERİNDE İKTİDARA GELEN DP İLE
MUHALEFETE DÜŞEN CHP’NİN BASINA BAKIŞI
Türkiye’nin ilk siyasi partisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), 9 Eylül 1923 tarihinde “Halk Fırkası” adıyla kurulur. Partinin kurucusu ve genel başkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk olur. Genel başkan vekilliğine de İsmet Paşa (İnönü) atanır.
Serbest
Fırka’dan önce partinin adı 6 Eylül 1919 Sivas Kongresi’nden 9 Eylül 1923
tarihine kadar “Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti”, 9 Eylül’den 10
Kasım 1924 tarihine kadar “Halk Fırkası”, 10 Kasım 1924’ten 1931 tarihine kadar
Cumhuriyet Halk Fırkası, 1931 Kurultayı’ndan sonra ise Cumhuriyet Halk Partisi
(CHP) olur.
Partinin
kurucusu ve genel başkanı olan Atatürk, 29 Ekim 1923 tarihinde
Cumhurbaşkanlığı’na seçildikten sonra parti işlerini yürütmek üzere Başvekil
İsmet Paşa’yı da partinin Genel Başkan Vekilliği’ne tayin eder.
Ülkede
1923 yılından 1945 yılı son baharına kadar iki defa çok partili siyasi hayata
geçiş denemesi yapılır. İlk deneme “Terakkiperver Fırkası”yla olur, ancak
gericilerin Cumhuriyet ve devrimler aleyhine harekete geçmeleri, ardından da
Atatürk’e karşı girişilen “İzmir Suikastı” ve bu partiye mensup bazı kişilerin
adlarının karışması nedeniyle parti kapatılır.
İkinci
deneme ise eski başbakanlardan Fethi Okyar’ın kurduğu “Serbest Fırka” ile olur.
Bu partide de gericilerin etkin rol oynamaya başlamaları üzerine bizzat parti
genel başkanı Okyar’ın dikkatini çeker. Okyar, Cumhuriyet ve devrimlerin
tehlikeye düştüğünü görerek partisini kapatmaya karar verir ve kapatır.
ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ
CHP,
İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinden itibaren demokrasiye geçişi sağlayacak
ve teşvik edecek önlemler almaya başlar. Cumhurbaşkanı ve CHP Genel Başkanı
İsmet İnönü, 1945 yılı 19 Mayıs konuşmasında, “siyasi ve fikir hayatında
demokrasi prensiplerinin daha geniş ölçüde hüküm süreceğini” açıklar.
Gazeteleri
kapatmak yetkisi hükümette olduğu halde, gazetelerin tenkitleri olağan
karşılanmaya başlanır ve tölerans gösterilir. İlk defa tek dereceli seçim
sistemi kabul edilir. Siyasi haklara sahip kadın-erkek bütün yurttaşların milli
iradenin tecellisine katılmalarına olanak hazırlanır. Üniversitelere muhtariyet
ve ilim adamlarına hürriyet sağlayan kanun kabul edilir. Cemiyetlik kanununda
yapılan değişiklikle, “izne tabi olmak” esası kaldırılarak sadece beyanname
vermek suretiyle cemiyet ve partilerin kurulması olanağı yaratılır.
İşte
bu gelişmeler ışığında 1945 yılının son baharında Milli Kalkınma Partisi
kurulur. 8 Ocak 1946 tarihinde de CHP’den ayrılan Adnan Menderes ve arkadaşları
Demokrat Parti’yi (DP) kurarlar. Ardından bu partiden ayrılan bir kısım
milletvekili ise Millet Partisi’ni kurar.
Siyasi
partiler peş peşe kurulurken 12 Temmuz 1947 beyannamesi ile idarenin
tarafsızlığı ve muhalefet partilerinin emniyeti konusunda ileri adımlar atılır.
1949’da Basın-Yayın ve Turizm Kanunu ile muhalif partilere devlet radyosunda
zaman ayrılarak, görüşlerini millete açıklama olanağı tanınır.
1950’de
Seçim Kanunu tasarısı hazırlanır. Tasarı CHP ve DP’nin ittifakı ile kabul
edilir. Muhalefetin radyo, basın hürriyeti ve toplantı hürriyetinden geniş
ölçüde faydalanmasını mümkün kılan şartlar oluşturulur ve 1950 yılı 14 Mayıs’ında
genel seçim yapılır. Yapılan seçim sonrası Demokrat Parti (DP), 416, CHP 69
milletvekilliği kazanır. DP, 27 yıllık tek parti (CHP) iktidarına son verir ve
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) çoğunluk milletvekilliğini elde eder. Böylece
CHP serbest ve dürüst bir seçimle milletin emanetini Demokrat Parti’ye
devreder.
CHP’NİN YAYIN ORGANI ULUS
CHP’nin
yayın organı Ulus gazetesi 18 Mayıs
1950 tarihli nüshasında birinci sayfadan büyük puntolarla “Muhalefete Geçerken” başlığı altında şunları yazar:
“Muhalefete
geçerken kararımızı ilan ediyoruz:
1-
Şahsiyatla uğraşmayacağız. Tevfik Fikret’in yazdığı gibi: Bir vatan gitti,
fakat bitmedi hâlâ sen, ben –Bize bu hâl ile bizden büyük olmaz. Bizim
fikirlerimize aykırı fikirlere, fikirle mukabele edeceğiz. Şahsiyatla uğraşmak
programımızın da prensiplerimizin de dışında kalacaktır. İnsanlara çamur atmak
kötü şeydir. Kimseye çamur sıçratmayacağız ve bunun memleket terbiyesi, millet
ve basın ahlâkı için ne kadar lüzumlu ve faydalı bir şey olduğunu en az dört
yıllık bir sabır göstererek herkese öğreteceğiz.
2-Söz
ve tenkit hürriyetine dokunulmazlık isteyeceğiz.
3-Toleransımız
vardır ve tolerans bekleyeceğiz. Büyük Fransız mütefekkiri Voltaire demiştir
ki: ‘Bütün fikirlerinizin aleyhindeyim. Fakat bütün bu fikirleri tam bir
hürriyet içinde söyleyebilmenizi ömrümün sonuna kadar müdafaa edeceğim. Bir
İngiliz mütefekkiri de medeniyeti şöyle tarif eder: Medeniyet, adaletin,
asayişin ve toleransın muhassalasıdır. Bu prensiplere göre hareket edeceğiz.
4-Kafalarımızın
vazifesini kafalara, gönüllerin borcunu gönüllere tanıyarak olur olmaz
meselelerde bunları birbirine karıştırmayacağız. Bu memleket, bize koca bir
Rumeli’yi kaybettiren Balkan harbinde (Biz itilafçıyız) diyen subaylar bile
görülmüştür. Gene bu memleket milli mücadele yıllarında Anadolu’da
ayaklandıkları zaman: Yahu, memleket batıyor! Bu günlerde dahili isyan olur
mu?’ diyenlere: ‘Biz bilmem ne oğullarıyız. Osmanoğulları batarsa batsın!’ diye
cevap verenleri de tepelemek zorunda kalmıştır.
5-Başına
(Milli) sıfatını getirmek şöyle dursun, tek başına kalan (Husumet)le bile
mücadele edeceğiz. İktidara karşı daima dostluk eli uzatarak bununla
övüneceğiz.
6-Yalnız
Atatürk inkılâbının iki büyük düşmanına, kara irticaa ve kızıl komünizme karşı
kin ve nefret besleyeceğiz.
İşte!
Muhalefete girişirken bayrağımızdaki okların sayısı kadar çekincelerimiz
bunlardır.”
MENDERES’İN İNÖNÜ’YÜ HEDEF ALAN
SÖZLERİ
Ne
yazık ki DP Genel Başkanı ve Başbakan (Başvekil) Adnan Menderes, ilerleyen
günler ve yıllarda CHP ile yayın organı Ulus gazetesini meydanlarda ve
kongrelerde çok sert eleştirir. 15 Mayıs 1952 tarihinde Balıkesir İl
Kongresi’nde muhalefet lideri İsmet İnönü’ye hedef aldı ve şunları söyler:
“İnönü’nün
iddialarına göre matbuat yüz seneden beri misli görülmemiş bir baskı
altındadır. Halbuki onlar iktidarında matbuat için ceza müeyyidesi bile koymak
ihtiyadı içinde değildiler. Matbuatı toptan esir etmişlerdi. Daha dün işlerine
gelmeyen neşriyatı durdurmak için gençleri tahrik ederek İstanbul’un göbeğinde
gazete matbaalarını hak yeksan ettiren onlar değil midirler? Ankara’da Ulus’tan
başka bir gazete çıkabilir miydi? İstiklâl Mahkemeleri, Örfi İdareler ne güne
duruyordu? Telefon emri ile gazeteler kapatılıyordu. Ve böyle bir devrin
mes’ulü şimdi çıkıp Abdülhamit devri dâhil tarihimizde bugünkü gibi bir matbuat
baskısı görülmemişti, diyor. Bunlar ciddi konuşmalar değildir. Çünkü bugün
herkes matbuatın nasıl hür olduğunu ve hatta bu hürriyeti ne derece suiistimal
ettiğini eline gazeteyi alan görüyor ve okuyor. Matbuatın işbaşında bulunan
hükümete karşı sövmek bahsinde kullandıkları müstehcen kelimeleri burada
tekrarlayamam. Bu sözlerden yalnız bir tanesi İnönü devrinde söylenmiş olsa idi
bunu söyleyip yazanın bütün ailesi kökünden kazınırdı. Bana misal göstersinler.
Haksız denebilecek bir hakaretten mahrum olan tek gazeteci varsa numunesini
göstersinler. "
İNÖNÜ: “GAZETELERİN VAZİFELERİ
GÜÇLEŞMİŞTİR”
Aynı
tarihte CHP lideri İsmet İnönü de Trabzon’da halka hitaben bir konuşma yapar.
İnönü’nün konuşması adeta Adnan Menderes’e yanıt niteliğindedir:
“Gazeteler
kendi hürriyetlerini artık müdafaa edecek durumda değildirler. Gazetelerin
memlekete karşı olan vazifeleri son derece güçleşmiştir. Gazeteci ya satın
alınmaya razı olacak veyahut dürüst bir ticaret müessesi olarak çalışmasını
tehlikeye atacaktır. Ceza üstüne ceza, mahkeme üzerine mahkemeyi göze
alacaktır. Gazeteler bu kadar baskıya nasıl tahammül ederler. Basın hürriyeti
bu vasıflar altında işlemez hale gelirse başımıza gelecek zararların haddi
hesabı yoktur. Bugünkü idarenin adı demokrasiden başka her şeydir. Yalnız
demokrasi değildir. Bu politikanın devamında memlekete fayda yoktur.
Huzursuzluk her gün biraz daha artmaktadır. İç politika bugün tamamıyla
anti-demokratik bir istikamet tutmuştur. Ne olacaktır bilemem. Fakat vatandaşın
bilmesi lâzımdır.”
MARKO VE MALUM PAŞA'NIN KAPATILMASI
Adnan Menderes, 4 Mart 1953 tarihinde başbakanlık binasında bir basın toplantısı düzenledi. Toplantıda ülkenin iç siyasi durumu hakkında şunları söyler:
“İktidara
geldiğimiz zaman hürriyeti tehdit ve tehdit eden unsurlar olarak
karşılaştığımız hadiselerin başında gelen komünistlik, Ticanilik ve buna
mümasil olarak amele ve gençlik arasında yapılan tahrikat (kışkırtılar) idi.
BBM’simizin
kabul ettiği Atatürk İnklâplarını Koruma Kanunu ile komünist neşriyatını
tasfiye etmiş bulunuyoruz. Açıktan açığa komünist neşriyatı yapan Nâzım Hikmet
Dergisi, Nuhun Gemisi İdare-i Maslâhat, Medet, Baştan, Gençlik, Bağrıyanık,
Gerçek gibi gazete ve mecmualardan başka maskeli bir surette komünist telkinatı
yapan Marko Paşa, Malûm Paşa, Çamır, Eşek, İbret, Yeni Baştan, Hücum Sesi,
Şeytan, Çarıklı, Erkânıharp, Kurusıkı, Vur Patlasın gibi gazete ve mecmualar
bulunuyordu..
Ceza
Kanunu’nda yapılan tadilatla bunlar kapatılmış ve tevlid ettikleri zarar
bertaraf edilmiştir. Türkiye Komünist Partisi’ne mensup ve bu partiye aidatlarını
ödemiş kayıtlı azalardan 180 kadarı da tevkif edilmiş bulunuyordu. Bu partinin
zararlı faaliyeti tamamen bertaraf edilmiş, bu partiye meyilli olanlar ve
alakalarının kesildiği kat’i delile bağlanmış bulunanlar da tamamen zabıtanın
tarassutu altına sokulmuştu. Bundan başka Sosyalist Partisi de sosyalist nikafı
altında. Fakat hakikatte komünist faaliyette bulunduğu tespit edildiğinden bu
da zararsız hale getirilmiştir. Bu gizli yuvalar en çok talebe arasında
tahrikata girişmiş, amelelerin arasına da sızmağa çalışmışlardır.”
Menderes,
öte yandan Sebilülreşat, Ehlisünnet, İslam Yolu, Allah Yolu gibi gazetelerin de
sağcılık neşriyatı yaptıklarını belirtiyor, şöyle devam ediyor:
“Bunlarla
da mücadeleye giriştik. Bu gazeteleri de kapatarak mes’ullerini mahkemeye
verdik. Memleketimizde her türlü dini itikad ve imanlar hiçbir tereddiye
uğramadığına göre dini siyasette kullanmakta bütün partiler birleşmeli ve bize
yardımcı olmalıdırlar. Bu mukaddes mevzuu ele alıp rey avcılığında kullanmak
hususunda partilerin birbirleriyle yarışı memlekete felaket getirebilir. Bu
bahiste partilerin çok dikkatli olmalarını tekrar ikaz ederim.”
NEŞİR HÜRRİYETİ
Menderes,
genel seçimlerin yaklaştığı günlerde (26 Ocak 1954 yılında)
İstanbul-Beyoğlu’ndaki Serkldoryan Kulübü’nde basın mensuplarına yaptığı
açıklamada da şunları ifade ediyor:
“Neşir
hürriyeti demokratik rejimin temel teminatıdır. Neşir hürriyeti olmayan bir
memlekette hiçbir hürriyet yok demektir. Yalnız neşir hürriyeti ile şeref ve
haysiyetlere tecavüz, şantaj, yalan havadis yaymak, âmmenin sulh ve sükununu
bozmak fiillerinin birbirine karıştırmamak lazımdır. Biz bir taraftan neşir
hürriyetine daha geniş imkânlar hazırlamak fakat diğer taraftan da bu ikinci
kısımdaki suçları işleyenlerle de mücadele etmek azim ve kararındayız.”
DP
seçimleri ikince kez kazanarak iktidar olduktan sonra 1 Şubat 1956 tarihinde
Demokrat Parti grup toplantısında üniversite hocalarının durumunu ele alınır.
Menderes,
toplantıda şunları söyler:
“Orman
tahsili görmüş, ormancı bir grup profesör, rektör fiili siyaset yaparak hükümet
aleyhinde bulunuyor. Baytar profesör basın hürriyeti olmadığı hakkında
konuşuyor. Bu tip insanlar siyasetten ne anlarlar? Üniversite içinde işleri
yokmuş gibi ve Türkiye’de millet tarafından seçilmiş bir BMM namevcutmuş gibi
bunlar bir araya toplanarak hükümeti murakabeye hakları olduğu iddiasıyla bir
takım kararlar almaktadırlar. Aramızda bir profesör İktisat Vekili vardı. Tam 4
sene 8 ay vekillik sandalyesinde bulundu. Şimdi Hürriyet Partisi’ne geçince,
‘İşler bozuktur’ diye feryadı basıyor. Mademki işler bozuktu neden o zaman çare
bulamamışlar, yahut vazifelerine devam etmişler?”
İNÖNÜ: BASIN HÜRRİYETİ MESELESİ HAD
SAFHADA
Muhalefet
lideri İsmet İnönü, 12 Ekim 1958 tarihinde CHP İstanbul İl Kongresi’ne katılır.
İnönü, kongrede yaptığı konuşmada, “İdeal yolunda bütün vatandaşların bir araya
gelmelerini ve güçlerini birleştirmelerini” isteyerek, şunlorı söyler:
“Basın
hürriyeti meselesi had bir safhaya girmiştir. Mevzuat hiçbir memlekette
olmadığı kadar ağırdır. Basınımız ölçüsüz tazyikler altında maddi manevi
tahribata uğramaktadır. 100 seneden beri, demokratik rejime girmek için
geçirdiğimiz güçlüklerin başında, basın hürriyetine alışmak konusu başlıca
meselelerimizden biridir. 1945’den beri yaptığımız tecrübede, basın hürriyetine
alışmak, bütün zorlukları yenerek mümkün olmuştu. Her müessese gibi basın da
vazife yolunda, müspet ilerleme devrinde bulundukça tabii bir tekâmül
gösteriyordu. Basının hiç şüphesiz
başarılı bir tecrübeden sonra yeniden baskı devrine sürülmesi, memleketin
siyasi tekâmülü ve milletin ilerleyip yükselmesi için çok hüzün ve ıstırap
verici bir dert olmuştur. Demokrat Parti genel başkanının şerefli basına reva
gördüğü tecavüzler aslında hür fikirli basına karşı maddi kuvvetlerin acze
düşmüş olduğunu gösteriyor. Basın hürriyetinin kesin zaferi bir avuç şerefli
idealistlerin fedakârlığı ile emniyete alınmaktadır. Bu konuda geçilen yolun
son dayanma merhalesine geçiyoruz.”
İnönü,
16 Kasım 1958 tarihinde CHP Yozgat İl Kongresi’nde basın hürriyeti konusunda
şunları ifade eder:
“Başlıca
murakabe cihazı olan basın, vazifesini bilir, fedakâr azası dışında memleket
menfaatine işlemez hale getirilmiştir. Gün geçmez ki basının şerefli olan bir
unsuru mahfedilesiye bir hüküm giymesin. Essai idaresinin tel örgüsü
arkasındaki siyasi kapı yerine, artık yalnız memleket için değil, dünyada
şöhret yapan (Ankara Hilton) ceza salonu bir çok şerefli basın mensubunun
durağı olmuştur.
Görülen
lüzum üzerine hâkimlerin emekliye ayrılması hareketi geniş ölçüde devam ediyor.
Vicdan istiklâlini muhafaza etmiş hâkimler kurtarıcı bir şeref yıldızı gibi
parlıyor ve başlarına gelecek çeştli mağduriyetleri göze almış nadir
kahramanlardan sayılıyor. Türk cemiyetinin böyle bir siyasi içtimai hava içinde
yaşatılması büyük insafsızlıktır.”
Ne
yazık ki Türkiye’de demokrasinin ömrü uzun olmadı… Gerek Demokrat Parti’nin
keyfi uygulamaları; basına ve basın mensuplarına uyguladığı sansür ve cezalar,
gerekse askerlerin rahatsızlığı sonucu 27 Mayıs 1960 darbesi, ağır aksak ilerleyen demokrasiye ağır bir darbe vurdu.
Her şey sil baştan; yeni anayasa ve yeni kanunlar yapıldı. Gelin görün ki bu
süreçte uzun sürmedi. Bu kez de 1971 ve 1980 darbeleriyle demokrasimiz yerlerde
sürüklenir oldu. Geldik bugünlere… Bakalım bu talihsiz coğrafyada daha neler
neler göreceğiz!
(Süleyman
Boyoğlu)
Kaynak: Tarihçi yazar Orhan
Koloğlu arşivi ve 9 Eylül 1962 tarihli “CHP 39. Yıldönümü” kitapçığı…
Futbolcularımızı Pele’ye
Maradona’ya, şarkıcılarımızı Madonna’ya Michael Jackson’a, siyasetçilerimizi
Churchill’e, Gandi’ye benzetiriz, bir türlü başarısından ötürü başarılı bir
Türk’e bir Kürt’e, bir Laz’a bir Çerkez’e benzetemeyiz. Acaba neden?
İşte bu benzettiklerimizden birisi de bugünlerde siyaset sahnesinde fırtınalar estiren Kemal Kılıçdaroğlu… Kılıçdaroğlu’nu kime mi benzettik? Hemen söyleyeyim; Hindistan’ın efsane lideri Mahatma Gandi’ye.
Ne zaman benzettik? Kim benzetti? İşte orası biraz karışık, ama 2009 yılında bu lakabın takıldığı kesin gibi… Nasıl mı şöyle; 9 Şubat 2009 tarihinde o tarihte Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapan Fatih Çekirge, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday olan Kemal Kılıçdaroğlu’yla ilgili “Beyoğlu Sokaklarında Bir ‘Gandi’ Yürüyüşü” başlıklı bir yazı kaleme alıyor. Beyoğlu-İstiklâl Caddesi’nde taksicisinden öğretmenine, esnafından yurttaşına kadar herkesin yanına yaklaşıp; “Bu şehri hem yolsuzluktan hem de kirlilikten temizleyin. Seni bekliyoruz Kemal Ağabey’ dediklerini ve yoğun bir ilgiyle karşılandığını yazıyor.
GANDİ DİYE BAĞIRIYORLAR
Yazısının sonlarına doğru
ise asıl konuya geliyor ve şöyle devam ediyor:
“Kılıçdaroğlu’nun önü
çevriliyor. Küçük bir miting yaşıyoruz. Bu ilgi sandıkta oya dönüşür mü
bilmiyorum. Ama eğer dönerse AKP’nin İstanbul’daki 15 yıllık iktidarı için bu
çok zorlu bir rekabet demektir…
Kılıçdaroğlu yürürken
arkasından kimi Hindistan’ın halk hareketi öncüsü ‘Gandi’ diye bağırıyor.
Kimisi Ecevit gibi diyor.
ECEVİT-İNÖNÜ KARIŞIMI…
O tarihte (22 Mart 2009)
Vatan gazetesinde yazan Mehmet Tezkan
da “Kılıçdaroğlu Rüzgârı” başlıklı yazısında, Kemal Kılıçdaroğlu’nun
İstanbul’da güçlü bir rüzgar estirdiğini, Silivri Mitingi’nde yurttaşların
sevdikleri bir adamı, yeni bir yüzü bekler gibi bekler bulduklarını söylüyor.
Tezkan, şöyle devam ediyor:
“Kılıçdaroğlu geldiğinde
ortalık yıkıldı. İnsanlar temas etmek istiyor, dokunmak istiyor… İlgiyi şöyle
anlatabilirim.. CHP’nin adayı geldi, dinledik, alkışladık, gitti gibi anlık,
kısa süreli değil. Umut olarak görüyorlar.. Bir şeyleri ‘değiştirecek, benim
adıma hesap soracak’ kişi gözüyle bakıyorlar.. Yetim hakkının muhafızı..”
Tezkan, Kılıçdoroğlu’nun;
“AKP hortumunun ucu İstanbul’da, hortumlarını keseceğiz, soyulmaktan bıkmadınız
mı, Yoksula biz de yardım yapacağız ama onurunu kırmadan’ deyince alanın
tepkisi görülmeğe değerdi” diyordu.
Tezkan, aynı ilginin
Halkalı’da, Başahşehir’de de gösterildiğini vurguluyor, şunları söylüyor:
“Silivri mitinginden sonra
Kılıçdaroğlu ile aynı minibüse bindik.. Sanki birkaç dakika önce insanların
elini sıkmak için üzerine atladığı, güç bela minibüse binen siyasetçi kendisi
değildi… Sakin, sessiz, mütevazı! Sadece
Topbaşı’ı değil Başbakan Erdoğan’ı da zorlayan değildi sanki… Konuşmasını
dinlerken nasıl anlatsam diye düşündüm…
Ama zaman zaman da Erdal
İnönü’yü hatırlatıyor. . Duruşuyla, tebessümüyle, sakinliğiyle… İnönü’nün
kısası.. Ama sakin sakin konuşurken öyle bir çıkış yapıyor ki, saçlarını
boyatsa sanırsınız ki Ecevit geri geldi. Bu yüzden tam karar veremedim. İkisine
de benziyor. Haydi şöyle diyelim, Ecevit-İnönü karışımı…
Yoksa.. Gandi mi desek…
Bilemiyorum..”
“Tamamı ‘belgeli’
yolsuzluk iddialarıyla büyük sempati toplayan Kılıçdaroğlu, dosyalarıyla
tanındı. Girdiği siyasi düellolarda daima belgeleri ortaya koyarak çalıştı.
Sakin yapısıyla siyasetin tansiyonunu hiç yükseltmedi. Bu tavrına halk da büyük
ilgi gösterdi. İstanbul’da Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın
karşısına rakip olarak çıktığında ‘Rakibim Topbaş değil, Erdoğan’dır’ diyordu.
Açıkladığı yolsuzluk dosyaları gündeme bomba gibi düştü. İstanbul’da kendisinin
koyduğu yüzde 40 oy oranını tutturdu. Aldığı oylarla Başbakan Tayyip Erdoğan’ın
başkanlığından bu yana AKP’nin kalesi olan İstanbul’u sarstı. En çok da destek,
kadın ve gençlerden geldi.”
Prof. Dr. Erol Manisalı ise 3 Nisan 2009 tarihli ve “Gandi Kemal’e Selam…”
başlığıyla kaleme aldığı yazısında şunları kaydetti:
“Halk kime destek verdi,
kimi cezalandırdı, kimlere uyarıda bulundu? Büyüklerden CHP ve MHP destek
aldılar. Bu desteğin nelere ve niçin verildiğini iyi görmek gerekir. CHP’de
desteği Kılıçdaroğlu değil, ‘onun duruşu, kimliği ve savunduğu görüşler’ aldı.
Hatırlayalım, Kemal
Kılıçdaroğlu hangi görüşleri savundu? Sosyal devlet, kamusal yararı ve makro
(bütüncül) iktisadi ve sosyal politikaları savundu. Solcu, toplumcu, halkçı
öğeleri ‘çağrıştıran’ gerçekleri vurguladı. Vurgunları, soygunları öne
çıkararak, bir anlamda düzene karşı çıktı.
Kemal Kılıçdaroğlu, ününü
tüm Türkiye’de hatta dünyada duyurmaya başlayınca “Gandi Kemal” lakabı
üzerinden tartışmalar da başladı. 20 Mayıs 2010 tarihinde Medyatava’ya bir
açıklama gönderen ressam ve siyasetçi Bedri
Baykam, bu benzetmeyi Mehmet Tezkan’ın yazısından yaklaşık bir ay önce
Cumhuriyet gazetesindeki yazısında kendisinin yaptığını yazdı. Baykam’ın
açıklaması şöyle:
Bedri Baykam, 17 Şubat 2009 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki yazısını ise şöyle
bitiriyor:
“Cumartesi öğleyin Kadın
Araştırmaları Derneği’nin Kemal Kılıçdaroğlu’nu sivil toplumlarla buluşturduğu
yemeğe, Yurtsever Hareket sözcüsü olarak katıldım. Kılıçdaroğlu’nu dinlemek bir
keyif, kazanması en büyük keyif, kazanması en büyük dileğimiz. Son derece klas,
kibar, güven veren ve espritüel bir insan.
Kılıçdaroğlu bizim
Gandi’miz olmaya aday ve bu tarihi kişiliğe de çok benziyor! Ve ben, iş işten
geçmeden, ‘Neden mağlup olduk’ sorusuna yanıt aranmadan, bu bölünme tehlikesini
o toplantıda açıkça ortaya döktüm ve tüm katılımcılar büyük destek verdiler.”
(Yazı ve fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)
Not: Bu arada CHP eski
genel başkanlarından ve başbakanlardan Bülent
Ecevit’e “Karaoğlan” lakabını,
1972 ya da 73 yılında İsmet İnönü’yü siyaset sahnesinden çekilmek zorunda
bıraktıktan sonra gittiği Kars’ın Susuz ilçesinde Şahzade Şahin adlı bir kadının taktığı söylenir.
Eski başbakanlardan Süleyman Demirel’e de “Çoban Sülü” lakabını bir röportajında
yakın bir zamanda kaybettiğimiz gazeteci Ergin
Konuksever taktı. Konuksever, bu adla da 1969 yılında bir kitap yazdı.
Her iki siyasetçinin de
lakapları yurttaşlar tarafından tutuldu ve sevildi…