Ondokuzbinyıl önce…
Göklerden bir karar gelir,
Davudi bir ses inletir kutsal dağları;
“Dışarı gel Süleyman!”
Süleyman’ın gözleri açılır.
İlk gördüğü bir çift yaşlı
gözdür, yani, neden gözü yaşlıydı her iki gözün, anlamlandıramadı…
İlk duyduğu kendi çığlığıydı hem de
bir ilk nefesti o çığlık.
Yaşamının ilk nefesini aldı sonra bir
daha ve birçok defa daha
İki gözü yaşlı bir nefes…
Sonra iki soluk arasında bir defa göz
kırptı, sonra her gün her gece iki defa gözlerini kırptı ve bir soluk
aldı.
İlk dokunduğu üzerindeki beyaz örtüydü,
Üzerinden atıverdi -ki çok beyazdı- o
örtü.
Bir çift beyaz güvercin oluverdi o
beyaz örtü.
Kanat çırptılar bir süre başının
üzerinde.
Bir çift güvercin havalanmıştı o
gözlerini bir kez kırptığında iki soluk arasında,
Yanık karanfil kokusu ondokuzbinyıl
sonra gelecekti…
Sonra tavan aydınlandı gökyüzü
oldu.
Güneşi gördü, kuşları, kelebekleri
sonra bulutları, rüzgarın sesini dinledi, kokusu geldi doğanın..
Pencereye doğru geldi, perdeler
bembeyazdı üzerinden attığı örtü gibi beyaz.
Köpek havlamaları duydu, Yağmur hiç
durmadan yağıyordu…
Ürkek damlalar camda titreşerek
kayıyordu. İlk kez dışarıyı görüyordu.
Aniden Köpekler de sustu. Bir başına
kaldı orta yerde. Korktu, bir an içi titredi o boğuk sessizlikte, kimsesizdi..
Bir geçmişi yoktu, “bir geçmiş
edinmem gerekir” diye düşündü, iki göz kırpması arasında bir nefes alarak…
Sonra,
Ondokuzbinyıl geçti…
“Vakit geçmiyor”, dedi Süleyman. Ayağa kalktı sağ elini cebine soktu, eline gelen kağıt parçasını çıkardı o an sol eliyle alnına bir şaplak vurup, son ödeme tarihi geçmiş elektrik faturasını aniden görünce; “Allah kahretsin” dedi. Bir sigara yaktı, iki göz kırpması arasında bir nefes nikotin bu kez dilini yaktı, damağında kaldı acısı..
Diğer elini cebine soktu. Yüzü
sarardı, sonra elini boynunda ve boğazında gezdirdi.
Biraz önceydi, kahveden ayrılması,
kendini bakkalın karşısında bozuk tretuvar taşlarında oturur bulması. Demek
okeyde verdiği evin elektrik parasıydı.
Bir an durakladı, sonra yalpaladı,
hangi yöne gideceğine karar veremedi.
Eve gitmek en son isteğiydi.
Asaf’ı bulması gerekti.
“Bilmiyorum artık sabah olur mu?”
diye düşündü, gökyüzüne bakarak eve geldi.
Sonra, oturduğu o kıçına batan sıkıcı tahta sandalyeden kalktı. Perdeyi araladı dışarıya baktı. Mahallede ölüm sessizliği hakim. Bir an gözleri karardı hafifçe sendeledi, ellerini pantolonun ceplerine soktu. Daha önceden bu duruma hazırlıklı olduğunu belli eder bir hareketle en yakınındaki beyaz badanalı ve eski İstanbul resimlerinin olduğu takvimin asılı durduğu duvara bir elini yaslayarak, belki de beş-on saniyelik bir duraksamadan sonra doğruldu. Şapkasını iki eli ile düzeltti, sol elini pantolon cebine soktu, başı öne eğik kapıya doğru gitti. “Dışarı çıksam zifiri karanlık, ancak korkmuyorum..” dedi.
Bekçi de ortalıkta yok, yaşasın
sokaklara bekçisizlik gelmiş. Düdük sesi duyulmuyor, bekçisiz ve düdüksüz bir
sessizlik içine içine işliyordu, ürperdi bir an.
Karşı evin damına baktı; “Baykuş
tünemiş karşı dama” dedi.
Nasıl olduysa baykuşu görmüştü karşı
damda, ya da baykuş bi türlü göstermişti kendini bilerek Süleyman’a..
O hangi evin damında ise “O evden
yakın zamanda ölü çıkar” diyordu bizden büyükler..
Baykuş, bir sevdiği varmış da ölmüş
gibi, ağıt yakmıyor, yalnız ağlıyor da ağlıyor.. sanki.. “Birisimi öldü?” diyecek oldu içinden çok sessizce, ürkek ve korkarak. "Yoksa ölecek birisi mi var… Varsa
sıralı ölümlerden olsun inşallah.." dedi.
İçi daraldı, eve dönesi geldi. "Tekrar
uykuya mı yatsam; acaba” dedi..
Ama uyku da tutmuyor.. Nâzım şimdi de bir şiir yaz bakalım gecenin bu vakti..
“Kabahat
sende! Beni uyutmuyorsun. Senden davacıyım” dedi, karanlığa
bakarak.
“Ne yapsam? Kendimi sokağa mı atsam?”
dedi ve hiçbir şey söylemeden kapıyı ağır ağır açtı avluya çıktı. Üç adım
sonra sokak kapısına ulaştı ve arkasına bakmadan çıktı. Ama o da nesi? Sokak
lambaları da yanmıyor!
Gecenin zifiri karanlığında önünü
göremiyordu.
Baykuş olduğu yerde kafasını çevirdi seslendi Süleyman’a; “Ey Süleyman! Sana Allah katında öğretildi, sen kuşdilini iyi bilirsin beni dinle. Romalılardan beri insanoğlu benden korkar, ben kötülüğün habercisiyim, uğursuzum, kaç benden!”..
Süleyman kaçtı… Bir labirentte buldu
kendini.
Mahallesinde ve tanıdık
sokaklardaydı artık, gözü kapalı dolaşabilirdi. Tüm evlerin kapılarının
hangi renk olduğunu, o evlerde kimlerin yaşadığını da bilirdi, ancak babası, annesi
ve öğretmenleri labirentte nasıl kaybolmayacağını öğretmemişlerdi Süleyman’a.
Bu labirentten çıkması gerekti.
Gecenin ıssız bir vakti… “Savrulmak istemiyorum, kaybolmak istemiyorum bu karanlıkta” dedi, ardından silah sesleri duydu. Süleyman, “Bir duvar dibi en güvenli olmalı” diye düşündü. Beyaz fakat çok kirli bir duvara sırtını dayadı, sağ tarafına baktı kırmızı boya ile çok acele yazılmış olduğu çok belli olan “Tek yol…” yazısını gördü. Harflerden aşağı doğru akan kırmızı akıntılar kan damarları gibiydi. Yukarıdan aşağıya duvarın dibindeki yeni filizlenmeye başlayan bir çiçeğin yemyeşil fidanının köküne doğru akıyordu, hem de kıpkırmızıydı… Yazının devamı yaslandığı yerde kalmıştı, dönüp bakamadı, ne yazılmışlığını da merak etmedi. O kirli beyaz duvara yazılan kıpkırmızı yazıya bakmak istemedi.. Sol gözünden bir damla yaş geldi. O tek damla yaşı bir mendile koydu. Mendili altı kez katladı ve altı köşeli, --Annesi vermişti, ne zaman verdiğini hatırlamıyordu. Kendini bildi bileli boynundaydı -- ceylan derisinden yapılmış muskanın içine yerleştirdi, tekrar boynuna astı. Ömrü boyunca saklayacağına söz verdi kendine… Ve bir daha gökyüzüne hiç bakmadı Süleyman ömrü boyunca…
“Ne kadar ikilemde kaldım bilemedim”
diye başlamıştı konuşmasına. “O duvar dibinde ne kadar kalmıştım bilmiyorum”,
dedi.
Ne olursa olsun diyip dizlerinin
üzerinde ve sürünerek o duvar dibinden uzaklaştı.
Kendini dışarı attı. Huzur veren bir
sessizlik vardı. O duvar dibi iyi gelmişti sanki.
Demeye kalmadı, bekçiyle burun buruna
geldi. Bekçi
silahını doğrulttu; ‘Dur kıpırdama!’
Elleri havada bekledi. Zaten
kıpırdadığı da yok. Bekçi, silah elinde burnuna dayadı namluyu. Çok korktu…
“Darbe oldu haberin yok mu?” dedi.
Bıyıklı ve kravatlı ve şapkalı kahverengi bekçi…
Bu gün ayın 12’si değil mi? Aylardan
Eylül mü? Hangi yıldayız dağıldı birden..
Şaka yapıyor zannetti;
‘Kim yaptı darbeyi?’ dedi.
Çakallar!!!
‘Ama kan dökmediler’ dedi.
O eskiden de şimdi kan emiyorlar…
Nasıl oldu da anlayamadık?
‘Kırk yıldır uykudaydınız’ diye
gürledi..
Ama…
“Aması maması yok” dedi bekçi…
“Geçmiş olsun, hadi evine!”…
Süleyman’ın sol omzuna Hüthüt kuşu
kondu, hiç konuşmadılar, bakıştılar.
Süleyman asasına dayandı bir ömür ve
öylece kala kaldı…
(Yazı: Sakip Bayhan)
YAĞMUR VE UYKU…
Yağmur hiç durmadan yağıyor
Köpekler de sustu…
Vakit geçmiyor,
Bilmiyorum artık sabah olur mu?
Mahallede ölüm sessizliği hakim.
Dışarı çıksam zifiri karanlık
Bekçi de ortalıkta yok;
Düdük sesi duyulmuyor…
Baykuş tünemiş karşı dama
Ağıt yakmıyor;
Ağlıyor da ağlıyor..
Birisi mi öldü!
Yoksa ölecek birisi mi var…
İçim daraldı (darlandı)…
Tekrar uykuya mı yatsam;
Ama uyku da tutmuyor..
Ne yapsam?
Kendimi sokağa mı atsam?
Ama sokak lambaları da yanmıyor
Gecenin ıssız bir vakti…
Ne kadar ikilemde kaldım
Bilmiyorum…
Ne olursa olsun diyip
Kendimi dışarı attım.
Bekçiyle burun buruna geldim;
Silahını doğrulttu ‘Dur kıpırdama’!
Zaten kıpırdadığım yok…
“Darbe oldu haberin yok mu?” dedi.
Şaka yapıyor zannettim;
‘Kim yaptı darbeyi?’ dedim.
Çakallar!!!
‘Ama kan dökmediler’ dedim.
O eskiden de şimdi kan emiyorlar…
Nasıl oldu da anlayamadık?
‘Kırk yıldır uykudaydınız’
Ama…
Aması maması yok…
Geçmiş olsun, hadi evine…
(Süleyman Boyoğlu-11 Ocak
2022 Datça-Kızlan)
Çok güzel bir yazı. Sakıp'ın kalemine, yüreğine sağlık.
YanıtlaSilBaşım döndü. Bir daha ama daha ağır okuyacağım...
YanıtlaSil