(Orhan Koloğlu)
İnsanlar genelde daha iyi yaşam koşullarına sahip olmak için bulundukları kıtayı, ülkeyi terk ederek başka yerlere göç ederler ki bu kendi rızalarıyla olur. Bundan başka savaşlar, din ve mezhep kavgaları, kan davaları yüzünden ülkelerini terk etmek zorunda kalanlar da olur…
Gazeteci-yazar-tarihçi Orhan Koloğlu ustayla
sohbetlerimizin çoğu “kavimler kapısı” olarak nitelendirilen bizim de üzerinde
yaşadığımız Anadolu yarımadasıyla ilgili olurdu. Kafama takılan soruları kendisine
yöneltir, yanıtlar alırdım.
Türkiye’de
cumhuriyetin ilk yıllarındaki kalkınma ve yatırım hamlelerinin neden sonraki
yıllarda gerilediği, neden engellendiği üzerine anlattıklarını can kulağı ile
dinledim. Bir gün yine konu Anadolu’ya göçlere geldi. Bana; “Madem sen
Anadolu’ya göçler ve göçmenler konusuna bu kadar meraklısın, ben sana bir yazı
hazırlayıp getireceğim” dedi ve bir süre sonra uzunca bir yazıyla birlikte
görev yaptığımız Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’ne (TGC) getirdi verdi.
Getirdiği
bu yazının üzerinden çok zaman geçmeden ABD öncülüğünde Büyük Ortadoğu Projesi
(BOP) kapsamında Arap ülkeleri karıştırıldı. “Arap Baharı” diye adlandırılan
projeyle ABD ve öteki emperyalist ülkeler, Arap ülkelerinin insanlarını bir birine kırdırdı. Fas,
Tunus, Cezayir, Mısır ve Suriye gibi ülkelerde iç karışıklık yaratıldı. Kan
gövdeyi götürdü… Milyonlarca insan yaşamını yitirirken, yine binlerce insan göçe zorlandı.
Bu
karışıklık Türkiye’de çıkarılmadı-çıkarılamadı, ya da sıraya konmuştu, ancak en
çok etkilenen ülkelerin başında geldi. Suriye sınırı adeta açıldı, savaştan
kaçan-etkilenen insanlar çoluk çocuk Türkiye’yi boyladı.
Suriye’den
savaştan kaçan ya da kaçmak zorunda bırakılan insanlar yetmiyormuş gibi,
Afganistan, Pakistan, İran, Irak gibi ülkeler yanında Özbekistan, Türkmenistan
gibi ülkelerden kaçıp, İran sınırını elini kolunu sallayarak geçip gelenler de
oldu. Şimdi kimilerine göre 10, kimilerine göre 15, kimilerine göre de 17
milyon göçmen ve savaş mağduru her milletten insan şu an Türkiye’de…
Bunların
arasında ne kadarı terör örgütleriyle bağlantılı ne kadarı masum halk
bilinmiyor. Ama bilenen bir şey var ki Türkiye artık bu göçmenleri ve onların
sorunlarını kaldıramıyor…
Şimdi
aramızda olmayan Orhan Koloğlu’nun aşağıda
benim okumam ve bilgilenmem için getirdiği yazıyı yıllar sonra siz okurlara
sunuyorum:
Göç,
yani yaşanan yeri değiştirme sözcüğünden iki tür eylemci belirir: Göçer ya da
Göçebe denilen, sürekli yer değiştirerek yaşayanlar ve Göçmen ya da Muhacir
denilen, bir başka yere devamlı yerleşmek için hareket edenler.
Birinciler
kendi tercihleri olan yaşam tarzı ve koşullarının sonucu, uygarlığın gerekli
kıldığı kültür üretmede sınırlı kalırlar. İkincilerin hareketliliğinde ise
bazen daha iyi yerleşim koşullarına sahip yer ihtiyacı; bazen de dışarıdan
başka toplumlardan gelen zorlamalar sonucu, yurdunu terk etme mecburiyeti rol
oynar.
Anadolu’nun
tarih boyunca her iki grubun da gözdesi haline gelmesinde, aranılan farklı
koşulların bu yarımadada bulunması başlıca etkendir. Göçerler genellikle hayvan
besleyip üreterek yaşarlar. Toprağı ekmez, aksine doğanın kendi kendine
ürettiği bitkilerle sürülerini besler ve ihtiyaca göre yeni otlaklara
yönelirler. Yazın yaylalara çıkıp, kışın ovalara inmek bağımlılığıyla sürekli
yer değiştirirler. Bu koşullara uygun yerleri çok olduğundan Anadolu
gözdeleridir.
Göçmen
olmak zorunda kalanlar ise genelde toprağı eken, mahsulünü almak için başında
bekleyenlerdir. Bu üretim ve bekleme yeni satanların, mesleklerin, kültürlerin
belirmesini, dolayısıyla uygarlaşmada yeni aşamalara erişilmesini
kolaylaştırır. Anadolu, üretim, hem de çeşitli üretim yapılacak bir coğrafya ve
iklim şartlarına sahip olduğundan en eski çağlardan beri bir uygarlık merkezi
olmuş ve bu yaşama ilgilenenleri çekmiştir. Örneğin, Mora Yarımadası ve Ege
Denizi bölgesinde yaşayan Greklerin de zamanında yerleşikliğe değer bölge
sayarak Anadolu’ya göçtükleri bilinir.
Orta
Asya’dan Moğol saldırıları sonucu göçe zorlanan Türklerin batıya yönelmeleri
sırasında aralarında bu iki türden de gruplar bulunuyordu. Göçer kalmayı yeğleyenlerin
daha çok İran bölgesinde kaldıkları ve 15-20. yüzyıllar arasında hüküm
sürdükleri bilinir. İran’daki göçer Türklerin Anadolu’daki Türklerle sürekli
savaşmasının kökeninde en çok Sunni/Şii çekişmesinin bulunduğu ileri
sürülmüştür. Oysa kanımızca, asıl karşıtlık yerleşik/göçerlik sorunundan ileri
geliyordu. Osmanlı kanunlarında göçerliği engelleme çabasının ağırlık taşıdığı
bilinir. İran’dakiler, Şiiliği yayarak Anadolu’yu ele geçirmeye çalışmışlardır.
Yani dini siyaset için araç olarak kullanmışlardır. Buna karşılık Osmanlı,
Sunnilikle fazla bağdaşmayan Aleviliğe, siyasete burnunu sokmadıkça karşı
çıkmamıştır. Osmanlı askeri gücünün temelini oluşturan Yeniçeri Ocağı’nın
Bektaşiliğe bağlı sayılması da bu tezi destekler.
Selçuklu
ve Osmanlı’yı oluşturan göçmen Türk’lerin, Hıristiyan nüfusu çoğunlukta olan
Anadolu’ya girdiklerinde, azınlıkta olmalarına rağmen yerli halkla uyuşum
içinde kalmayı yeğlemeleri, yerleşikliği ilke kabul ettiklerini gösterir. Bunun
simgesi Mevlâna olmuştur. Öyle ki, çok daha azınlık olarak girdikleri
Balkanlardaki göçmenleri de Moğolların aksine yerleşikliğe yönlendirdikleri
gerçektir. Balkan halklarının dillerinde ev içi yaşamına ait sözcüklerin
genellikle Türkçe kökenli olması bunu kanıtlar. Arnavutçaya 4 bin 500 sözcüğün
Türkçeden geçmiş olduğu, diğer Balkan dillerinin her birinde de en az biner
Türkçe sözcük bulunduğu biliniyor. Açıkçası, tıpkı Türklerin kendilerinden
önceki ileri kültürlerden (Fars, Arap, Bizans) yararlanmaları gibi,
yerleşiklikte ileri bir düzeye varan Selçuklu ve Osmanlı’dan da birlikte
yaşadıkları cemaatler etkilenmişlerdir. Hiçbir zorlama olmadan gayrı-Müslim
Balkan halklarının yüzde kırkından fazlasının zaman içinde Türk örneğine özenle
Müslüman oldukları bir tarihi gerçektir. Bütün Avrupa dillerinde 14. yüzyıldan
itibaren Müslüman olana, hatta olmasa da onunla birlikte yaşamayı uygunsuz
bulmayana “Türk oldu” denmesi de bu etkileşimim kabul edildiğinin en belirgin
kanıtıdır.
Osmanlının
çağdaşlaşmada geri kalması ve Avrupa devletlerinin büyük teknolojik ilerlemenin
yanı sıra bütün dünyaya hakim olacak bir güce kavuşmasının devamı olarak 19.
yüzyıldan itibaren sıra Yakın ve Ortadoğu’nun sömürgeleşmesine gelince,
Anadolu tekrar, ama bu kez dönüş yeri olarak göçmenlerin gözdesi oldu.
1774’deki yenilginin ardından 1783’te Rusya, Kırım’a el koyunca ilk muhacirler
de İstanbul ve Anadolu’ya gelmeye başladılar. Yine Çar ordularının Kafkasları
işgale başlaması, oradan Türkler gibi, Çerkez, Abaza ve Gürcülerin de Doğu
Anadolu’daki en yakın bölgelere göçmelerine sebep oldu. Böylece 18. yüzyılın
son çeyreğinden 20. yüzyılın son çeyreğine kadar geçen 200 yıllık sürede 10.5
milyon Türk ve Müslüman’ın göçe zorlandığı bunların yarısının terörist
saldırıları ve yolculuk koşullarının kötülüğü sebebiyle yollarda öldükleri biliniyor.
YUNAN ÖRNEĞİNİN OLUŞMASI
1821’de başlayan Yunan ayaklanması, özellikle Mora Yarımadası ve Ege Adaları’nda Türkleri korkutup kaçırmak, göçe zorlamak taktiğinin örnekleşmesinin başlangıcını oluşturdu. Yunanlıların sistemli bir direnç düzenleyemedikleri daha çok terörist eylemlerle yetindikleri biliniyor. Olaylara şahsen tanık olan İngiliz tarihçi Georges Finley’in “History of Greece” adlı eserinde belirttiğine göre, 1821 ayaklanmasının ilk ayında çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu 15 bin civarında Türk katledilmişti. İki ay sonunda bu rakam 30 bine ulaştı. Amacın önce talan, sonra da kalanları da bölgeden göçe zorlamak olduğu bellidir. 1821’de 23 yaşındayken Yunan ayaklanmasına gönüllü katılan, hatta kendisine generallik rütbesi bile tanınan George Jarvis adlı Amerikalının günü gününe tuttuğu anılarında da –ki Yunanistan’ın Selanik Balkan Araştırmaları Enstitüsü tarafından 1965’de basılmıştır – eylemlerin bir terörizm ve çapulculuk hareketinden ileri gitmediği açıkça belirtilmektedir:
“Özellikle
Yunanlı denizciler talana dalmışlardı. Kazanç az gelince komşu adalara ve
Anadolu sahillerine baskın yapıp Yunanlı ve Türkleri soyuyor, Türk haremlerini
basıp esir aldıkları kadınları köle olarak satıyor ya da fidye karşılığında
serbest bırakıyorlardı.” ((s.171)
“Türkler
Argos’ta yenilince, eşyalarını terk ettiler, tek amaçları talan olan Yunanlılar
saldırıyı devam ettirmekten vazgeçip mallara üşüştüler, böylece dört bin
Türk’ün kaçmasına izin verdiler.” (S.101)
“Yunanlıların
ne istediklerini her yabancıdan daha iyi biliyorlar, sadece üç şey istiyorlar:
Para, para, para… Bir önderin parası kalmazsa askerler onu bırakıp başkasına
katılır, ya da ayaklanırdı. Öyle ki, kendi askerleri bile Jarvis’i kaçırıp
Yunan hükümetinden fidye almayı hesaplıyordu.” (4.5.1824, s 232 ve 190)
“Her
eyalette en az dört-beş tane iddialı lider var. Birbirlerine karşı duydukları
şiddetli kin onları en acımasız davranışlara, ülkenin ve zavallı halkının
harabiyetine sebep oluyor. Kareli’nin bereketli ovaları, Valtos, Xeromero ve
benzeri yerlerin ekili bölgelerinde ayakta bir tek ev kalmadığı gibi, taşları
da kalmadı. Ve bir zamanlar milyonların otladığı yerlerde şimdi tek bir koyun
görülmüyor.” (Ekim 1824, s. 205)
Eylemcilerdeki
bu aşırı çıkar ve yıkıcılık eğilimi sebebiyle Osmanlı ordusunun bastırma
hareketini engellemeleri mümkün değildi. Dolayısıyla öldürdüklerinden daha çok
kurban vermek durumunda kaldılar. Asıl önemlisi o çağda gerek Rum gücünün
Anadolu ve İstanbul’da olmasıydı. Onlar katılmadan başarı mümkün olmazdı.
1798’de Napolyon Mısır’ı işgal edip Rumları ayaklandırmak istediğinde karşı
çıkan Ordodoks Patrikliği olmuştu. Kudüs Metropoliti Antimos tarafından
hazırlanan ve Patrikhane tarafından yayınlanan “Didakhalia Patriki=Babaca
Öğreti” kitabında Osmanlı Devletine bağlılık şöyle ifade edilmişti: “Osmanlı
Sultanları Ortodoks Kilisesi’ni korumaları için Allah göndermiştir, Fransız
devriminin şeytani sistemini benimsemeyiz.”
Bu
konuda da Jarvis’in tanıklığı ilginçtir:
“Yunanlılar
bir sürü Türk casusu ele geçirdiler. Hepsi de Yunanlı idi. Bazıları da Türk
dinini kabul etmişti (…) İstanbul’dan 24 casusun geldiği söyleniyor. Birçoğu
Yunanlı rahipler.” (Kasım 1822, s.127)
“Castri
kasabasına gittim. Herkes benden şüphelendi, parçalayacaklardı. Türk casusu
sanıyorlardı. Aralarında konuştular sonra pantolonumu indirip ‘sünnetli olup
olmadığıma’ baktılar. O zaman serbest bıraktılar.” (17b7b1823; s. 177)
Bir
Rus gemisi limana geldi ve İstanbul’da Yunanlılarla Türkler arasında büyük bir
uyum bulunduğu haberini getirdi.” (24.9.1823; s. 177)
Jarvis,
para almak için masum kimseleri Türk komutanlarına teslime kalkışan Yunanlı
çıkarcılardan da bahsediyor ve para verip masumları kurtararak serbest bırakan
Osmanlı yöneticilerini de şöyle değerlendiriyor:
“Bizim
Yunanlılar arasında pek nadir rastladığımız gerçek Hıristiyanlara yakışır
örneklere bazen Türkler arasında rastlıyoruz.” (1825 yılı başında Jarvis’in bin
100 savaşçısı ile birlikte esir edildiği ama İbrahim Paşa’nın hepsini serbest
bıraktığı biliniyor. Üstelik ona yüksek bir ücretle kendi hizmetinde
çalışmasını da önermiş.
Osmanlı’ya
karşı savaşla bir sonuç alınamayacağını, anarşik ortamın kendilerini yıkacağını
fark eden Yunun hükümeti çözümü Avrupa’nın müdahalesinde arar. Dolayısıyla
İngiltere’ye başvurup himayesini ister. Esasen, asıl Yunan bağımsızlık
hareketinin felsefesini yapanlar Avrupa’da yaşayan Yunanlılardı ve en büyük
desteği de Türk düşmanlığı doruğa varmış ve “Türk geldiği yere Asya’ya
dönmelidir” sloganını durmadan tekrarlayan Avrupa basınında alıyorlardı.
Yayınlarında Yunanlıyı yüceltmek Türk’ü sürekli aşağılamak bir ilkeydi. Tabii
ki, bol kanla başlatılan bu tür bir ayaklanmanın kansız bastırılması dünyanın
hiçbir yerinde mümkün değildi. Günahsız kadın ve çocuklara yönelik saldırıları
sebebiyle aşırılıklar yapmış olanların daha da şiddetle cezalandırıldığı da
inkar edilemez. Hatta bu arada bazı suçsuzların haksız yere kurban edildikleri
de düşünülebilir. Ancak her suçun sadece Türklere yüklenmesi ve Yunan tarafının
hep haklı sayılmasının objektif bir bakışla hiçbir alakası yoktu.
AVRUPA BASINININ GÜDÜMÜNDE
Yirmi beş yıl süren Fransız Devrimi savaşlarıyla kana bulanmış Avrupa, Napolyon’dan sonraki Avrupa haritası için Osmanlıyı da dahile ederek “statükonun bozulmaması” kararını almıştı. Ama hükümetlerine karşılık bu basının durmadan tahrik ettiği kamu oyları sonunda istediklerini kabul ettirdiler. Önce 1827’de dostmuş gibi yaklaştıkları Osmanlı donanmasını, İngiliz-Fransız-Rus gemilerinden oluşan Haçlı donanması Navarin’de yaktı. Arkasından Ruslar, Balkanlar indi. 1829’da Edirne’yi aldı ve İstanbul’u ele geçirmeyi hesaplarken diğer Avrupalıların müdahalesiyle, Yunanistan’ın bağımsızlığını kabul etmek koşuluyla Bâbıâli barışa razı oldu. O andan itibaren kurulan Yunan devletinin politikası, Balkanlarda Rum çoğunluklu bölgelerdeki Türkleri göçe zorlamak için terörist eylemleri şiddetlendirmek olmuştur. Hatta “Megali İdea”yı oluşturup, Bizans İmparatorluğu’nu canlandırma hayalini bile kurdular. Açıkçası taktikleri şiddetlenerek devam etti.
Osmanlı
yönetimi altındaki etnik grupların 60’dan fazla olduğu hesaplanmıştır.
Bunlardan Balkanlıların diğer iddialıları da Yunanlılardan farklı değildiler.
Hiçbirinin tek başına Osmanlı’yla baş etmesi mümkün değildi. Bu yüzden Yunan
örneğine bakarak hepsi Avrupalıların desteğini sağlamanın yollarını aradılar.
En kolay yol, tıpkı 1821’in 26 Mart’ında Yunanlıların başlattıkları Türk
katliamına benzer şekilde, sivil halka saldırı düzenlemekti. Avrupalı çevreler
bunları bağımsızlığını arayanların hakları olarak sayıp yermiyor, ama
öldürülenlerin intikamını almaya kalkışan Türk ve Müslümanlar aleyhine her
seferinde yoğun kampanya sürdürülüyordu.
1830’da
Cezayir’e el koyunca Fransa, Cezayir Ocağı’nın 12-15 arasındaki Türk kadrosunu
gemilere doldurup Anadolu’ya göndermiştir. Ama, bu arada Avrupa’dan kaçan
Polonyalı ve Macarların bağımsızlık mücadelelerine devam edebilmek için Osmanlı
topraklarına sığınmalarının sempatiyle karşılandığını söylemek mümkün değildir.
Öbür yandan Kırım Savaşı’nın (1853-56) arkasından Kafkasya’dan çok sayıda
Müslüman tekrar Anadolu’ya geldi. Bunların uğradıkları saldırılara, çektikleri
ıstıraplara Avrupalılar pek az ilgi göstermişlerdir. Rusların Orta Asya,
İngilizlerin Hindistan, Fransızların Kuzey Afrika’daki Müslüman ülkeleri
sömürgeleştirdikleri bir dönemde Haçlı Seferi’nin Osmanlı’ya yönelmesi mantığı
giderek kökleşiyordu.
1856’da
Islahat Hattı Hümayunu’yla Osmanlı’da Müslim-Gayri Müslim eşitliğinin ilan
edilmesinin arkasından sağlanan haklar, ayrılıkçı eylemleri daha da artırdı.
1860’da Suriye’de İngiliz destekli Dürzilerle Fransız destekli Marunilerin
kanlı çarpışması, Avusturya ve Rusya destekli Sırplarla Karadağlıların
saldırıları, Eflak ile Buğdan’ın (Memleketeyn) Romanya adı altında birleşmesi,
nihayet 1866’da Giritlilerin Yunanistan’la birleşmesi kararı alıp adadaki Türklere
karşı terörist eylemleri artırmaları, ortalığı büsbütün karıştırdı. Artık
mücadele Balkanlarda değil, Avrupa’nın hükümetleriyle, tarihindeki en dinamik
dönemi yaşayan basını arasında cereyan ediyordu. Kapitülasyon haklarıyla
giderek daha önemli imtiyazlara kavuşan hükümetler, bağımsızlık kazanacak
uluslara kapitülasyon hakkı vermenin çıkarları aleyhinde olacağını
görüyorlardı. Osmanlı’nın yaşayıp kendi adlarına jandarmalık yapması daha çok
işlerine geliyordu. Ayrıca teşvik edilecek terörist eylemlerin ülke ve
sömürgelerinde de yankılanabileceğini düşünüyorlardı. Dolayısıyla, Avrupa
hükümetlerinin ihtiyatlığını fark eden Balkanlı bağımsızlık eylemcileri çabalarını, Türk düşmanlığı ile yüklü kamuoylarını kışkırtacak ve ırkçı
üstünlük tezlerini yoğun şekilde kullanmaya başlamış olan basına malzeme
sağlamaya yönelttiler. Kendi yaptıklarını görmezlikten gelmeyi ilke edinmiş bu
basının Türk düşmanlığını körükleyeceğinden emindiler.
Fransa’nın
en önemli yayınlarından olan L’IIIustration’un 30 Ocak 1869 tarihli sayısında
Richard Cortambert imzasıyla yayınlanan makale bu açıdan ilginç bir örnektir.
Yunanlıların Girit eylemini durduran Avrupa hükümetleri olmuştu. Donanmalarıyla
başlıca Yunan limanlarını kontrole alıp Girit’e silah yardımlarını engellemekle
kalmamış Türk egemenliğini de onaylamışlardı. Cortambert yazısında Osmanlı’nın
bir bütünlüğü bulunmadığını “Bu imparatorluk ahenksiz ve kötü birleştirilmiş
bir Arlequin, İtalyan tiyatrosundaki soytarı tipidir. Gömleği, küçük küçük
farklı renklerde kumaş parçalarının yan yana dikilmesinden oluşmuştur. Ve yazar
devam eder:
“Artık
diplomasi gözlüğünü bırakalım. Sorunun çözümü çok basittir. Bir yanda genç,
dinamik, bağımsızlık ruhuyla hareketlenen uluslar var. Öbür tarafta cahil ve
bağnaz birkaç bin Yeniçeri tarafından korunan ceset gibi bir şey. Sözüm ona
Avrupa dengesi adı verilen bir gudubetliğin bizi maalesef alıştırdığı bir
davranışla, şimdiye kadar ölüyü diriltmek ve sadece yaşamak isteyen kişileri
öldürtmek için gayret sarf ettik. Bu artık çok uzamış bir şakadan başka bir şey
değil. Türkiye halklarını serbestçe davranmaya bırakınız, bu haklarıdır;
kendilerini rahatsız eden yükten kurtulmayı bileceklerdir.
TÜRKLERİN AVRUPA’DA YERLEŞMEYİ BECEREMEMELERİ
Sadece
ırkçı bakışla değil, yaklaşık yarım yüzyıl önce ortadan kaldırılmış
Yeniçeriliğin hâlâ varlığını ileri sürerek, Osmanlıyı değerlendirmek önyargının
derecesini gösteriyor. Bu alışkanlık daha sonraki değerlendirmelerde aralıksız
devam etmiştir.
HARİTA’NIN YAZISI
L’IIIustration’un makalesine eklenmiş haritada ırklara göre bir ayırım yapıldığı dikkatleri çekmektedir. Slavlar adı altında Sırplar ve Bulgarlar var. Greke-Latinler’i Yunanlılar, Romenler, Vlahlar ve Arnavutlar oluşturuyor. Tatarlar grubunda Türkler ve Tatar Nogaylar var. Diğer ırklar olarak Ermeniler ve Çingeneler belirtilmiş. O çağa kadar ayırımı hep din üzerinden yapmaya alışmış Avrupalıların İslam ve Katolik/Ortodoks ayırımıyla Hıristiyan bölgelerini belirtmek işlerine gelmeyince ırkçı bir tanımlamaya yöneldiği fark ediliyor. Aksi halde, Arnavutluğun büyük kısmını Bosna’yı Müslüman göstermesi, yazıdaki Türkler Balkana yerleşmeyi becerememişlerdir tezini yalanlayabilirdi. Haritada, Türk nüfusun çoğunluğu oluşturduğu Manisa, İzmir, Aydın, Bursa gibi vilayetlerin bile Rum çoğunluklu gösterilmesi, hele İzmit’te Ermeni çoğunluğu varmış gibi işaret edilmesi, Balkanlılara haklılık kazandırmak için her çareye başvurulduğunu gösteriyor. Biz haritanın orijinalinden sadece Türklerin çoğunluk oluşturduğu ileri sürülen yerleri işaretleyerek bu haritayı aktardık.
GÖÇ SUÇ MUDUR?
Göçün bütün insanlık tarafından doğal kabul edilen bir oluşum olduğunu Encyclopaedia Britannica şöyle anlatıyor:
“İnsanlık
tarihi için pek kısa olan 400 yıllık bir sürede Amerikalılar, Avustralya,
Okyanusya ve Asya’nın kuzey kısmıyla Afrika’nın bir kısmı Avrupalı göçmenler
tarafından kolonize edilmiştir. Avrupa haritası da bir sürü göçün ürünüdür.
M.S. 900’cü yıla girildiğinde Berlin’de bir Alman, Moskova’da bir Rus,
Budapeşte’de bir Macar yoktu; Madrid bir Moore (Arap) yerleşim merkeziydi;
Ankara’da yaşayan Türk yoktu ve şimdi İstanbul diye adlandırılan şehirde
bulunanların bir kaçı da sadece esir ya da paralı asker idi…”
(Yazı ve Fotoğraflar:Orhan Koloğlu-Süleyman Boyoğlu)