8 Mayıs 2025 Perşembe

"UZUN ENVER"İN ARDINDAN...

          İstanbul’a ikinci kez artık geri dönmemek üzere gelişim 1964 yılının sıcak bir yaz gününde oldu. Haziran ya da Temmuz ayıydı. Tası tarağı toplayıp trenle bu gelişimi ilk gelişime göre daha net hatırlıyorum. Bu kez taşındığımız yer Esenler Köyü idi. Bu köyün Ayvalıdere adındaki mahallesiydi. Üç odalı, bir sofalı, bir mutfak, bir banyo ve tuvaletli ev babamın amcalarının yaptığı bahçe içinde tek katlı bir bina idi. Önünde de bir su kuyusu vardı…

          Bu evde otururken ki bu ev ilk ve orta okulda birlikte okuduğum "amcaoğlu" Cemal'lerin eviydi. Tam arkalarındaki sokakta büyüklerin “Macir” dedikleri aileler, üst tarafımızda da “Lazlar” ve “Karslılar” oturuyordu. İlk aylar çoğunluk bizim sokağa öbeklenmiş olan hemşehrilerimizin çocuklarıyla beraberdik. 

     Fotoğrafta Enver sol başta, yanında Sakip, onun yanında ortaokuldan arkadaşımız Recep, onun yanında da Bülent, Çiftehavuzlar Spor Kulübü'nde oynarlarken giydikleri formalarıyla...

         Amcaların evinin arkasında da yine iki odalı tek katlı bir ev vardı. Bu "Macirler"den bir ailenin eviydi. Evlerinin önünde sarışın ince yapılı, uzun boylu, rahat tavırlı bir çocuk dikkatimi çekiyordu. Çekmesinin nedeni de tahtadan yaptığı bilyeli bir pateni vardı. Onun üzerinde akrobasi hareketleri yapıyor, bir yandan da ilk defa duyduğum bir şarkı mı desem bir türkü mü desem çözemiyordum, ama tekrarla şöyle diyordu: “Abidik gubidik tivist!”

         Bu çocuk neşeli mi neşeli… Unutuyordum, okullar yaz tatilinde olduğu için saçı da biraz uzundu. Alnının üzerinde sağ ya da sol taraftaki saçlarının bir bölümü inek yalamış gibi arkaya doğru dikiliydi. Bu saç şekli ve “Abidik gubidik” sözleri eşliğindeki dansı yıllar geçmiş olmasına karşın hâlâ gözlerimin önündedir.

         Günler bir birini kovaladı yaklaşık iki ay sonra bulunduğumuz sokağın hemen alt tarafında 100 metre ya var ya yok, iki barakadan ibaret Ayvalıdere İlkokulu’na başladım. Okula başlayınca ben içime kapandım. Okul ve sınıf öğrencileri her yöreden çocuklarla doluydu. Çoğu Boşnak-Arnavut-Laz-Kürt, Erzurumlu, Malatyalı, Sivaslı, Giresunlu ve Karslı idi. Enver'de bizim sınıftaydı. Sınıfa ve okula uyum konusunda sıkıntı yaşıyordum. Hırçın ve asabi çocuk gitmiş süt dökmüş kedi gibi sakin, olan biteni izleyen birisi olmuştum.

         Sınıf başkanı benden 5-6 yaş büyük memleketlimiz Pakize olmasına karşın, ürkekliğim kaybolmuyordu. Sınıf öğretmenim Trabzonlu Mithat Küçükömeroğlu idi. Yüzü geçirdiği hastalıktan olsa gerek biraz “poturlu” gibiydi. Ama çok iyi öğretmendi, öğrenciye bir fiske vurduğunu hatırlamıyorum..


         Belki asıl anlatmak isteğim konuya gelmemi biraz uzatıyorum, daha önceki yazılarımda benzer konulara değinmiştim, ama bağışlayın...

         Şimdi beni iki gün önce çok üzen, ancak uzakta olduğum için son görevimi yapamadığım, ilkokul, ortaokulu birlikte okuduğum “Abidik gubidik” diye dans ederken hafızama kazıdığım arkadaşıma geleceğim.

         İlkokulda da ortaokulda da tüm arkadaşların, mahallelinin “Uzun Enver” dedikleri Enver Bektaş’ı kaybettik. Hem de lanet mide kanseri hastalığından… Uzun zamandır İstanbul’dan uzak olduğum için hastalığını bilmiyordum. Oysa hemen karşı binasında ailece görüştükleri bir akrabam oturuyordu, o da beni haberdar etmedi. Haberi veren ilkokuldan ve ortaokuldan arkadaşım Sakip Bayhan oldu. Çok üzgünüm…

         Uzun Enver’le ilkokuldan sonra birlikte ortaokula gittik, birlikte üzüldük, birlikte sevindik. Lisede yollarımız ayrıldı. Yıllar sonra Doğu Spor Kulubü’nde “Cosmos”lu olarak top koşturduk. İyi yönetici oldum, ama iyi bir futbolcu hiçbir zaman olamadım. Sahada yetenekli değildim..

         Enver, 1980’lerde dedemin, dayımın çalıştığı Davutpaşa Askeri Fırını’nda çalışmaya başladı. Ben ise “Gazetecilik Okulu”nda eğitimime devam ettim. Uzun Enver’le bu kez siyasi görüş olarak yakınlaştık. Mahallemizde “faşistlerin” örgütlenmemesi ve hakim olmaması için verilen mücadeleye aktif olmasak da kendimizce destek vermeye çalıştık.

         Zira çalıştığı iş yeri bir askeri fırındı, aktif bir mücadele vermesi mümkün değildi. Sohbet ortamlarında bulunurduk. Spor kulübünde yöneticiliği bıraktığımın ertesi ayında 12 Eylül 1980 askeri darbesi oldu.

                                           Doğu Spor B takımı sporcuları ve yöneticileri         

        Çok iddialı bir kulüp haline getirdiğimiz Doğu Spor'la Güngören Belediyesi sınırları içinde kalan spor kulüplerinin katıldığı “kupa maçları”na katılırdık. Maçlar çok çekişmeli geçerdi. Bütün kupa maçlarında liderliği korurduk, ancak Güngören’e uzak Esenler’e daha yakın olan mahallemizi ve takımın başarısını kabullenemeyen takımlar, kavga çıkartarak bizi kupadan eletirlerdi. 

         Güngören Mezarlığı ve Güngören Ortaokulu önündeki toprak sahada yaptığımız bir kupa maçında büyük bir faciaya ramak kalmıştı. 12 Eylül öncesi ve sıkıyönetimin olduğu bir aydı. Askeri birlik saha kenarında karargâh kurmuştu. Maçı da birliğin başındaki yüzbaşı hakem olarak yönetiyordu. Her maçta olduğu gibi yine 3-0 maçı galip olarak götürürken, saha içinde rakip oyuncuların, oyuncularımıza yaptıkları hakaret ve küfür nedeniyle maç tamamlanamadı. Saha karıştı, kimin kime vurduğu belli değildi. Yabancı bir sahada mücadele ediyorduk.

         Biz mahalle ve takım olarak bir kamyon, iki otomobille maça gitmiştik. 50-60 kişi ya var ya yoktuk. Ama rakip takım taraftarı bizim sayımızın çok çok üstündeydi. Yüzbaşı ve askerler olmasaydı, belki de bir kaçımızı linç ederlerdi. Sahaya ha bire takviye kuvvet rakip takım taraftarı geliyordu. Yüzbaşı, Doğu Spor taraftarlarını askerler eşliğinde kamyonun üstüne çıkarttı. Çok acele bir şekilde yola çıkmamızı, daha doğrusu oradan hızla uzaklaşmamızı sağladı. Ben de biri dizinde yaralı, biri de dudağında yaralı iki arkadaşımla Haseki Hastanesi’nin yolunu tuttum…

         Sonra ne mi oldu? Sonra bu maçta oyuncularımıza küfür edip kavga çıkaranlar kime ve neye güvenerek anlamış değilim, bizim komşu takım olan Çiftehavuzlar Spor Kulübü’nün sahasına geldiler. İyi futbolcu transferleriyle çok güçlü bir spor kulübü haline getirdiğimiz Doğu Spor sahasının “tribünleri” tıklım tıklım doluydu.

         Bir haber ulaştırıldı; “Güngören sahasında kavga çıkaranlar, Çiftehavuzlar sahasına gelmiş!”. Bu haber duyulur duyulmaz oyuncular da seyirciler de maçı bırakıp, Çiftehavuzlar sahasına koştuk.

         Maçın bitimine de çok az süre vardı, gençler maçın bitimini bekledi mi? Beklemedi mi? Tam hatırlamıyorum, abluka altındaki saha karıştı. Bir taraftan biz yöneticiler, bir taraftan da Çiftehavuzlar Sporu Kulübü yönetici ve seyircileri olayın büyümemesi için mücadele ediyorduk, ama gençleri tutmak ne mümkün!

         Saha karıştı… Güngören sahasında kavga çıkaran üç kişiden bir tanesi Beşiktaşlı ünlü bir sporcunun kardeşiydi. Bu üç oyuncu saha içinde kovalanmaya başlandı. Yakaladıkları anda hırpalıyorlar, kurtuldukları anda da kovalıyorlar. Beşiktaşlı ünlü futbolcunun “Faşist kardeşi” yediği dayaktan kurtulamayacağını anlayınca kendisine yere attı, baygın-ölü numarasına yattı. Yönetici olduğum için kavganın bir an önce bitmesine uğraşıyordum. Birisinin ölümü hepimizi üzerdi ve yeterince bir ders verilmişti. Yerde yatana vurmaya çalışanları engellemeye çalışırken, baygın numarası yapan birden kalkıp koşmaz mı! İyi numara yapmıştı, bu numarası canını kurtardı. Diğerleri de koruma altına alınarak, büyük bir facianın yaşanması engellendi.

         Buraya kadar hikaye yazdığımı düşünebilirsiniz! Ama asıl sorun bundan sonra yaşandı. Ben bu arada Gazetecilik Okulu’ndan mezun olmak üzereydim, bir dersim kalmıştı. Ekim ayında yapılacak sınavımı bekliyordum.

         Hem okuduğum hem de Merbolin Boya Fabrikası’nda muhasebe elemanı olarak çalıştığım için, buradaki “Yardımlaşma Sandığı” başkanlığını da yürütüyordum. Doğu Spor Kulübü’nde iki yıl yöneticilik yaptıktan sonra bir daha aday olmadım. Ağustos ayında görevimi bıraktım.

         Derken, 12 Eyül 1980 faşist darbesi gerçekleşti. Darbenin ilk haftası biterken ev baskınlarından bizler de nasibimizi aldık. Nasip alanlar kimler mi? İşte Çiftehavuzlar Spor Kulübü sahasında kavga çıkaranlar! Uzun Enver, Süleyman, Cemil başta olmak üzere bir sürü isimle polis ve askerler kapımıza dayandı. Oysa ben ve Enver kavgayı ayıran insanlardık. Cemil'in ise bırakın saha kenarında maç izlemesi, futbolla pek arası yoktu..

         Kavgaya karışan başka bir Süleyman’dı, ama onlar korkudan böyle bir çocukları ve kardeşleri olmadığını inkar edince bizim kapıya geldiler. Çok ilginç olan bir durumu da söyleyeyim. Asker ve polisler, beni bulunduğum evimizin üçüncü katında almaya gelmeden önce alt katımda oturan babamı uyandırarak, operasyona başladıklarında ben kapımızın önüne yakın bir yerde park eden ve çalışır vaziyette duran minibüsü fark etmiştim, önce kalkıp giyineyim muhtemelen beni alacaklar diye bekliyordum. Zira o sıralar mahallede üniversitede okuyan sayılı öğrencilerden biriydim, belki de tektim.

         Okulum sol görüşlü öğrenci arkadaşların hakim olduğu bir okuldu. İçimden “bunlardan bir tanesi yakalandı, benim adımı verdi” diye düşünerek yatağa tekrar uzandım.

         Benim bulunduğum kata çıktılar, odamın kapısı açık mıydı? Açtılar mı? Bilmiyorum.. Yüzbaşı önde babam yanında, sivil polisler ve askerler odama daldılar. Yüzbaşı kibar davranıyordu; “Süleyman Boyoğlu sen misin?” diye sorunca “evet” dedim.  “Giyin gidiyoruz” diye söyleyince babamın ne kadar perişan bir hale geldiğini anlatamam…

         Ardından sivil polislerden biri; “Senden başka Süleyman Boyoğlu var mı” diye sordu. Ben de; “Var, hem de üç tane daha var. Birisi İzmit’te birisi tam bizim evin karşısında, birisi de iki ev altımızda oturuyor” der demez, benim odaya doluşan sivillerden bir kaçı alelacele merdivenleri inip gözden kayboldular.

         Annemin-babamın üzgün bakışları altında merdivenleri inip sokak kapısına çıkarıldım, sokak kapısı önünde bekleyen minibüse bindirildim. Minibüsün içine hamle yaparken ne göreyim? Minibüsün en arka koltuğunda benim can dostum, arkadaşım “Uzun Enver”, diğeri de Pancar Motor Fabrikası’nda iş yeri temsilciliği yapan, Enver’lerin evinin karşındaki tek katlı evde yaşayan ortaokuldan arkadaşım Saniye’nin ağabeyi Cemil Akova…

                METRİS YOLCULARIYIZ

          Enver ve Cemil’le hiç konuşmadan minibüsün içinde kurbanlık koyun gibi beklerken, bizim evden yıldırım hızıyla çıkan polislerin dört kişiyle birlikte minibüse doğru alttan yukarı geldiklerini gördük. Hem de birini hırpalayarak getiriyorlardı. Bu kişi aynı soyadı taşıdığımız Kahveci Vahit amcaydı. Adamcağıza nasıl muamele ettilerse adam şaşırmış ha bire tekrarlayıp duruyor; “Biz evde ona sarı diyoruz. Onun siyasetle işi yoktur!” diye dövünmesi işe yaramıyordu. Kendisiyle birlikte üç kardeşini daha getirip minibüse tıktılar.

         Ha bu arada unutuyordum, bizim evi basanlar bana bir sürü isim sıraladılar… “Ali’yi tanıyor musun?” dediler. “Babamın amcası var ama Rıza’sı da var” dedim. “Mahmut’u tanıyor musun?” dediler, “Babamın adı” dedim. Daha birkaç isim saydılar "bilmiyorum, tanımıyorum" deyip geçiştirdim.

         Minibüs daha dolmamıştı, aşağı sokağa indik. Aşağı sokak dediğim de ilk ve ortaokulda okuduğum okulun karşısındaki sokak… Buradan ortaokul arkadaşım Dursun’un kardeşi Ali ile yine ortaokuldan arkadaşım İhsan’ı da aldılar, Esenler Karakolu’nun yoluna koyulduk…

         Geceyi karakolda geçirdik. Ama nezarette nefes alacak ne bir hava ne de yer vardı. Sabaha kadar ayakta bekletildik. Sabah olunca yine polis minibüsüne iteklediler. Nereye götüreceklerini ne yapacaklarını kestiremiyorduk, artık tam kurbanlık koyunlar gibiydik. Mecidiyeköy’ü geçtikten sonra Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü’ne Birinci Şube’ye götürüleceğimizi anladık.

         Burada parmak izleri ve fotoğraflarımız çekilip fişlendikten sonra tekrar Esenler’e oradan da Metris Askeri Kışlası’na, hani sonradan; “Şu Metris’in önü bir uzun alan” türküsünün yakılmasına sebep olan birçok solcunun işkenceye tabi tutulduğu, açlık grevlerine gittiği yere götürüldük. Sadece evlerinde yapılan aramada bir sol bildiri çıkan Ali’yi bizden ayırdılar. İçimizden; "Ali yandı, mahvoldu" dedik. 

         Burası bir “Topçu Kışlası” idi. Bizim gittiğimizin ikinci günü bazı sendikacılar ile başka şüpheliler de getirildi. Getirilmeye de devam etti.

         Karakolda ve Metris’teki tutsaklığımız sırasında Enver, Cemil ve ortaokuldan arkadaşım İhsan’la vereceğimiz ifadelerde; “Birbirimizi tanımadığımızı” söylemeye karar verdik, ama bana çok saçma gelmişti, böyle bir ifadeye başvurma düşüncemiz. Neyse bu kararı ifadeye götürülmelerimizde korkmakla birlikte uyguladık. Böyle düşünmemize neden de üç kişi birbirimizi tanıdığımızı ifade edersek bizi “örgüt mensupları” diye damgalayıp, uzun süre sorgusuz sualsiz hapis yatırmalarındandı…

         Mahalleden genç bir kardeşimizi daha almışlardı, kendisini tanımıyordum. Karakolda ve Metris’te tanıdım. Bu yiğit liseli kardeşimizin adı Musli idi. Bu Musli kardeşimize her ifadeye götürdüklerinde işkence yapıyor, cinsel organından ve çeşitli yerlerinden elektrik verip getirip koğuşa atıyorlardı.

         Unutamadığım bir devrimci öğretmen daha vardı. Adı Ekrem Özdamar’dı. TKP'li Ekrem hoca Karadenizli yiğit bir devrimci öğretmendi. Ufak tefek, atletik vücutlu bu öğretmen kardeşimiz, ifadeye götürüldüğünde sorgucularla “devrimcilik ve sosyalizm” konusunu tartışıyorlar, sonra da işkence yapıp karga tulumba ranzadaki yatağına getirip atıyorlardı.

         Ama bizim Karadenizli öğretmenimize ne kadar “Ekrem hoca sen niye bunlarla sosyalizmi tartışıyorsun? Bak sana işkence yapıp, elektrik verip gönderiyorlar” dediğimizde inadından vazgeçmiyor yine tartışıyordu... 

          ÇOCUĞUNUN FOTOĞRAFA BAKIP AĞLIYORDU 

Gözaltında tutuluyorduk, mahkemeye çıkarılacak mıydık? Metris’ten salıverecekler miydi? Bilemiyorduk. Hepimiz çok gergindik, bir gün hamama götürüldük. Genellikle musluktan akan soğuk suyla kafamızı yıkıyorduk.

Gündüzleri çok gergin geçiriyorduk, kimin işkenceye alınacağı endişesiyle gün boyu bekleşip duruyorduk.

         Enver ve Cemil’le bizim isimlerimizi kimin polise ya da sıkıyönetime bildirdiği konusunda yorumlar yapıp durduk. En sonunda Cemil’in sendikacı olmasından dolayı gözaltına alındığına, benim isim benzerliğinden, Enver’in de “solcu” diye mahallenin faşistlerinden biri tarafından ihbar edilmesinden gözaltına alındığına kanaat getirdik. Ki bu faşist, Güngören sahasında kavga çıkaran üç futbolcuya güvence vererek, Çiftehavuzlar sahasında oyun oynamaya ikna ederek getirdiğini de öğrendik.

         Evet, benim gözaltına alınmam için bir süre neden sıralanabilirdi. Çiftehavuzlar sahasındaki kavgada ortamı yatışmak için bulunmam olabilirdi. Başka da üniversitede okuyordum, solcu arkadaşlarım vardı. Ancak işlediğim bir suç yoktu. Tek suçum Vahit amca ve kardeşlerinin kendi Süleyman’larını inkar etmeleri olsa gerekti. Çünkü maç kavgasına karışan oydu. Bir de polis tarafından isimleri bana sorulan Ali ve Mahmut vardı. Ama Mahmut gözaltına alınmadı.

         Üç hafta Metris’te tutulduk, sıkıntılı günlerdi. Bu sıkıntı ve üzüntüyü en çok yaşayanlardan birisi Uzun Enver’di. Enver yeni baba olmuştu; her oğlunun fotoğrafını cebinden çıkarıp baktığında gözleri dolar, sicim gibi yaşlar dökerdi…

         Daha uzun süre tutacaklarını zannettiğimiz Metris’te 20 gün sonra bizi tekrar Esenler Karakolu’na sevk ettiler. Oradan nereye gideceğimizi ne olacağımızı düşünürken, Enver’in eniştesinin tanıdığı bir binbaşı karakoldaydı ya da geldi. Bizi tekrar minibüse doldurdular, adını bilmediğim bu cesur binbaşı; “Size Gayrettepe’de işkence yapabilirler” deyip o da Gayrettepe Birinci Şube’ye geldi. Şubedeki bazı işlemler tamamlanıp çıkana kadar Birinci Şube’nin karşısındaki küçük bir kulübenin önünde bekler bulduk. Bu kahraman Binbaşı’ya selam olsun…

         Tekrar karakola geldik, karakolda komiser yardımcılarından biri bana; “Bir ihbar daha geldi. Sizin eve ikinci gün bir daha gittik. Arama yaptık. Bazı teksirlere el koyduk. İnceledim baktım bir şey yok yırtıp attım” dedi.

         Merak ettim birkaç kitabın bulunduğu kitaplıkta hakikaten teksir olarak basılan bazı derslerin notlarının alındığını fark ettim. 

         ÜZÜLDÜĞÜMÜZ ALİ BİZİ KARŞILADI

          Bu arada, bize Metris’te her ifadede; “Ali Yorulmaz’ı tanıyor musun?” dediklerinde korkudan tanımıyoruz dediğimiz Ali, Namık Kemal Mahallesi’nin girişinde bizi karşılayanlar arasında görmeyelim mi? Küçük dilimizi yutacak gibi olduk. Uzun Enver, Cemil, İhsan’la, “Ali ceza evine tıkılmıştır. Ali’yi kolay kolay bırakmazlar. O sol bildiri onun başını yakar” dediğimiz Ali bizi “geçmiş olsun” dilekleriyle karşılıyordu… Oysa Ali, götürüldüğü Selimiye Sıkıyönetim Komutanlığı’nda savcı tarafından ifadesi alındıktan sonra aynı gün salıverilmiş..

                                     Enver ile Esenler Ortaokulu'ndaki arkadaşları

        İşte böyle… Sizleri 45 yıl öncesine götürdüm. Bazılarınız sıkılarak, bazılarınız üzülerek bu satırları okuyacaksınız. Ama benim üzüntüm ve acım çok büyük. Yıllar sonra Esenler Ortaokulu ilk mezun (1970-71) öğrencileriyle 10 Haziran 1995 tarihinde bir araya geldiğimiz Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Müzesi’ndeki toplantıya hepimizin “Uzun Enver”i de gelmişti. Bu toplantıya hayatta olan öğretmenlerimiz de katılmıştı. Ortaokul anılarını paylaşmış, birlikte fotoğraflar çekmiştik. Ne yazık ki 6 Mayıs Salı akşamı İstanbul’dan çocukluğumuzun geçtiği mahalleden ve ortaokuldan arkadaşım Sakip Bayhan’dan Enver’in kara haberini aldım.

Sakip, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın asıldığı günün gecesi Enver Bektaş (Uzun Enver) kardeşimin, arkadaşımın ölüm haberini verdi. Ne diyeyim, söyleyecek bir söz bulamıyorum. Enver'in çocukken söylediği; "Abidik gubidik" bir dünyada yaşıyoruz.. Eşine, oğluna ve kızına sabırlar diliyorum…

(Süleyman Boyoğlu)

4 Mayıs 2025 Pazar

SIRRI SÜREYYA'NIN VASİYETİ...

 

        Bilinci kapalı bir şekilde 15 Nisan Salı akşamı İstanbul’da Florence Nightingale Hastanesi’ne kaldırılan ve aort damarının yırtıldığı belirlenerek ameliyat edilen TBMM Başkan Vekili ve DEM Parti İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, 18 gün yoğum bakımda kaldıktan sonra kurtarılamadı, 3 Mayıs Cumartesi günü yaşamını yitirdi.

Sırrı Süreyya Önder’i İstanbul’da gazetecilik yaptığım yıllarda yakından tanıma şansım olmadı. Ancak, sanırım 2009 yılıydı Ülke Tv’de yayınlanan; “Meksika Sınırı” programında kendisini tesadüfen izledim.

Bu programdaki sohbetlerinin bir yerinde konu edebiyata, şiir ve müziğe geldi. Sırrı Süreyya, sözlerini Ahmet Kutsi Tecer’in yazdığı “Yummayın Kirpiklerini” ağıdına takılıp kaldı. Bu şiirdeki sözlerin ve bu sözlere uyarlanan bestenin kendisini çok etkilediğini, her dinlediğinde duygulandığını belirtti; “Vasiyetimdir, ölürsem beni bu ağıtla uğurlasınlar” dediğinde ben de çok duygulandım ve hiç izlemediğim bir kanala çakılıp kaldım. Programı sonuna kadar izledim.

Bu duygusallığı belki uzun yıllar yattığı mahpusluk günlerinden mi? Çocukluğunda yaşadığı yoksulluktan mı? Yoksa babasını erken kaybetmesinden mi? Bilmiyorum, ama ilk mahpus olmasına neden 1978’de Maraş’ta gerçekleştirilen katliamı protesto etmesiydi. 1980 sonrası da Sırrı Süreyya hapse düştü. Hapiste daha çok okuyarak, dinleyerek, kendisini yetiştirdi, çıkınca Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki eğitimine devam etti. Sosyal, kültürel konulara daha çok eğildi, Beynelmilel filmiyle ünlü oldu, ardından siyasete atıldı. Önder’in espritüel ve hoş görülü yapısının her kesimde ilgi ve dikkatle izlenmesi benim de hep dikkatimi çekiyor, sempati duymama neden oluyordu.

Şimdi tekrar Ahmet Kutsi Tecer’in sözlerini yazdığı ağıda dönüyorum. Aynur Doğan, Sevcan Orhan gibi sanatçılarımızın çok güzel yorumladığı o ağıdın sözlerini aşağıda yazıyorum:

Bir sonsuz rüyaya açılmış gözler

Yummayın yummayın kirpiklerini

Kim ondan daha çok hayatı özler

Çağırın çağırın sevdiklerini

     Ben de bu ağıdı yüreğim yanarak çok dinledim, hâlâ da dinlerim. Sırrı Süreyya’yı bilmem, ama her dinlediğimde bana babamın ölümünü hatırlatır. Niye mi? Anlatayım… 1980 darbesi ve sonrasında çok sıkıntı çeken bir aileyiz. Benimle başlayan ilk gözaltı, ardından kardeşimin aranması nedeniyle sık sık evimiz basılır, ben ve kardeşlerim gözaltına alınır bırakılırdık. Bu süre zarfında otoriter ve gururlu bir insan olan babam kanser hastalığına yakalandı.

Emekli ikramiyesinin büyük bir kısmını mide kanseri olan babamın iyileşmesi için tükettik. İki yıla yakın bir süre (ki öleceği son sabaha kadar) bu hastalığı yeneceği inancını koruyarak yaşadı. Gelin görün ki yaşama umudunu hiç yitirmeyen babam sadece hastalıkla cebelleşmiyor, ev baskınlarına gelenlerle de mücadele ediyordu. Aranan kardeşim vardı, onun yerini öğrenmek için ben ve bütün kardeşlerimi toplayıp götürüyorlar, birkaç hafta ya da bir gün “misafir” edip bırakılıyorlardı.  

Bir keresinde evde olmadığım bir gece yine evimiz basılıyor. Kapıyı açmaya kimse cesaret edemeyince 35 kiloya kadar düşen ve bir deri bir kemik kalan babam güç bela ayağa kalkarak açma cesaretini gösteriyor. Korkutmak ve aranan oğlunun yerini öğrenmek için babama; “Yerini söylemezsen seni götürürüz” tehdidinde bulunuyorlar. Her zaman emniyet güçlerine saygılı davranan babam artık isyan ediyor;  “Götürün bakalım bu halimle bana ne yapacaksınız?” diyebiliyor, onurlu ve gururlu babam…

Ailemle ilgili bu konuyu fazla uzatmak istemiyorum. Babamı 9 Haziran 1982 tarihinde İstanbul’da kaybettik. Evimizin üçüncü katında babam sabaha karşı hayata gözlerini yumarken, ikinci katta uyuyan ben, büyük halamın çığlığı ile yukarı kata fırladım. İlk kez bir ölüm görüyordum, hem de babamın ölümünü…

Ne yapacağımızı bilemedik, şaşkındık… Ne gözlerini kapamak ne de çenesini bağlamak aklımıza gelmedi. Konu komşu, akraba, iş yerinden arkadaşları babamı uğurlamaya geldiler. Babam gözleri, ağzı açık şekilde evimizin önündeki küçük bahçede yıkanıyordu. Son bir kez daha görmek istedim. Bakmaz olaydım, değişen bir şey yoktu; gözleri kapanmamış, ağzı açık yıkanıyordu. Sadece çenesi bir bezle kapatılmaya çalışılmıştı o kadar…

Komşular ve tanıdıkların kendi aralarında fısıltı halinde konuşmalarını duyuyordum; aranan kardeşimin hasretiyle gözünün “açık gittiğini” söylüyorlardı.

İşte böyle bu satırları yazarken yine gözlerim dolu, Sırrı Süreyya’nın “Ölürsem arkamdan ‘Besbelli üşütür kara topraklar, Yummayın yummayın kirpiklerini’ çalsınlar” ağıdı aklıma geldi.

         Merak ediyorum, bakalım 4 Mayıs Pazar günü Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa sırlanacak olan Sırrı Süreyya Önder’in bu vasiyeti yerine getirilecek mi? Bekleyip göreceğiz…

(Süleyman Boyoğlu)

28 Şubat 2025 Cuma

PARİS'TE BİR OLTACI!

            Türkiye'deki dilencilerimiz görmesin! Biliyorsunuz Paris modanın merkezidir. Ama yukarıda fotoğraftaki kişi, giyim konusunda değil de "kibar dilencilik" konusunda bütün ülkelerin dilencilerine örnek olacak bir yöntemle oltasına takılacak balıkları, düzeltiyorum insanları bekliyor(Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

 

27 Şubat 2025 Perşembe

İSVİÇRE-BASEL FOTOĞRAFLARI...





                                           (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)
 

2 Ocak 2025 Perşembe

GEREME'DE BİR BALIKÇI...

                                                    (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)