(Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)
YAYIN KURULU: Süleyman Boyoğlu, Raşit Yakalı, Ali Kılıç, Gürcan Arıtürk, Rüya Özkalkan. /Bu blog Basın Ahlâk Yasası'na tamamen uyar ve amatör bir ruhla hazırlanır. Yazı ve fotoğraflar izinsiz kullanılamaz. Kullananlar hakkında yasal işlem başlatılır../
27 Temmuz 2025 Pazar
22 Temmuz 2025 Salı
BİR KÖY DÜĞÜNÜ VE HAYIFLANMA...
Anadolu’da
artık fotoğrafta görüldüğü gibi bu tür otantik folklor gösterilerine rastlamak
çok zor…
Niye
zor; insanlarımız doğallığını kaybetti de ondan zor… Evet, gençlerimiz
aldıkları eğitimle belki çok daha güzel figürler sergileyebiliyor ve döktürebiliyor
olabilirler, ancak ne giyim kuşamları ne de hareketleri Anadolu insanının
doğallığını veremiyor.
Niye
veremiyor; çünkü Anadolu’daki bir kadın, bir erkek halayın başına geçtiği zaman
davul zurnanın ritmine o kadar içten bir duyguyla kapılır ki, o duyguyu ancak
gözlerinizle canlı canlı izlediğinizde fark edersiniz..
Ben
halk oyunlarından anlamam, ancak bir düğünde ya da eğlencede iyi bir
izleyiciyimdir. Kimin davul-zurnanın ritmine daha iyi ayak uydurduğunu, kimin
el kol, kaş-göz hareketleriyle oyuna renk kattığını anlar; iyi mi kötü mü bir
oyuncu olduğuna karar veririm.
Fotoğrafta
görüldüğü gibi iki kişinin üzerlerinde folklor giysisi, yemenisi yok, ama
kendilerine güvenlerinden ve atalarından kendilerine intikal eden bir kültürün
varlığı gözlerden kaçmıyor…
Nerede
böyle bir köy düğününe katılsam hayran hayran izlemekten başka elimden bir şey
gelmiyor. Hep ortaokulda okurken folklor ekibini çalıştıran kız arkadaşımızın ısrarla kolumdan tutup
zorla folklor ekibine dahil etmesini hatırlar, ekibe katılmadığım için kendime
kızar, hayıflanıp dururum…
(Yazı
ve Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)
8 Mayıs 2025 Perşembe
"UZUN ENVER"İN ARDINDAN...
İstanbul’a ikinci kez artık geri dönmemek üzere gelişim 1964 yılının sıcak bir yaz gününde oldu. Haziran ya da Temmuz ayıydı. Tası tarağı toplayıp trenle bu gelişimi ilk gelişime göre daha net hatırlıyorum. Bu kez taşındığımız yer Esenler Köyü idi. Bu köyün Ayvalıdere adındaki mahallesiydi. Üç odalı, bir sofalı, bir mutfak, bir banyo ve tuvaletli ev babamın amcalarının yaptığı bahçe içinde tek katlı bir bina idi. Önünde de bir su kuyusu vardı…
Bu evde otururken ki bu ev ilk ve orta okulda birlikte okuduğum "amcaoğlu" Cemal'lerin eviydi. Tam arkalarındaki sokakta büyüklerin “Macir” dedikleri aileler, üst tarafımızda da “Lazlar” ve “Karslılar” oturuyordu. İlk aylar çoğunluk bizim sokağa öbeklenmiş olan hemşehrilerimizin çocuklarıyla beraberdik.
Fotoğrafta Enver sol başta, yanında Sakip, onun yanında ortaokuldan arkadaşımız Recep, onun yanında da Bülent, Çiftehavuzlar Spor Kulübü'nde oynarlarken giydikleri formalarıyla...Amcaların evinin arkasında da yine iki odalı tek katlı bir ev vardı. Bu "Macirler"den bir ailenin eviydi. Evlerinin önünde sarışın ince yapılı, uzun boylu, rahat tavırlı bir çocuk dikkatimi çekiyordu. Çekmesinin nedeni de tahtadan yaptığı bilyeli bir pateni vardı. Onun üzerinde akrobasi hareketleri yapıyor, bir yandan da ilk defa duyduğum bir şarkı mı desem bir türkü mü desem çözemiyordum, ama tekrarla şöyle diyordu: “Abidik gubidik tivist!”
Bu çocuk neşeli mi neşeli… Unutuyordum, okullar yaz tatilinde olduğu için saçı da biraz uzundu. Alnının üzerinde sağ taraftaki saçlarının
bir bölümü inek yalamış gibi arkaya doğru dikiliydi. Bu saç şekli ve “Abidik
gubidik” sözleri eşliğindeki dansı yıllar geçmiş olmasına karşın hâlâ
gözlerimin önündedir.
Günler bir birini kovaladı yaklaşık iki ay sonra bulunduğumuz sokağın hemen alt tarafında
Belki asıl anlatmak isteğim konuya gelmemi biraz uzatıyorum, daha önceki yazılarımda benzer konulara değinmiştim, ama bağışlayın...
Şimdi beni iki gün önce çok üzen, ancak uzakta olduğum için son görevimi yapamadığım, ilkokul, ortaokulu birlikte okuduğum “Abidik gubidik” diye dans ederken hafızama kazıdığım arkadaşıma geleceğim.
İlkokulda da ortaokulda da tüm arkadaşların, mahallelinin
“Uzun Enver” dedikleri Enver Bektaş’ı
kaybettik. Hem de lanet mide kanseri hastalığından… Uzun zamandır
İstanbul’dan uzak olduğum için hastalığını bilmiyordum. Oysa hemen karşı
binasında ailece görüştükleri bir akrabam oturuyordu, o da beni haberdar
etmedi. Haberi veren ilkokuldan ve ortaokuldan arkadaşım Sakip Bayhan oldu. Çok
üzgünüm…
Uzun Enver’le ilkokuldan sonra birlikte ortaokula gittik,
birlikte üzüldük, birlikte sevindik. Lisede yollarımız ayrıldı. Yıllar sonra
Doğu Spor Kulubü’nde “Cosmos”lu olarak top koşturduk. İyi yönetici oldum, ama
iyi bir futbolcu hiçbir zaman olamadım. Sahada yetenekli değildim..
Enver, 1980’lerde dedemin, dayımın çalıştığı Davutpaşa
Askeri Fırını’nda çalışmaya başladı. Ben ise “Gazetecilik Okulu”nda eğitimime
devam ettim. Uzun Enver’le bu kez siyasi görüş olarak yakınlaştık. Mahallemizde
“faşistlerin” örgütlenmemesi ve hakim olmaması için verilen mücadeleye aktif
olmasak da kendimizce destek vermeye çalıştık.
Zira çalıştığı iş yeri bir askeri fırındı, aktif bir mücadele
vermesi mümkün değildi. Sohbet ortamlarında bulunurduk. Spor kulübünde
yöneticiliği bıraktığımın ertesi ayında 12 Eylül 1980 askeri darbesi oldu.
Çok iddialı bir kulüp haline getirdiğimiz Doğu Spor'la Güngören Belediyesi sınırları içinde kalan spor kulüplerinin katıldığı “kupa maçları”na katılırdık. Maçlar çok çekişmeli geçerdi. Bütün kupa maçlarında liderliği korurduk, ancak Güngören’e uzak Esenler’e daha yakın olan mahallemizi ve takımın başarısını kabullenemeyen takımlar, kavga çıkartarak bizi kupadan eletirlerdi.
Güngören Mezarlığı ve Güngören Ortaokulu önündeki toprak
sahada yaptığımız bir kupa maçında büyük bir faciaya ramak kalmıştı. 12 Eylül
öncesi ve sıkıyönetimin olduğu bir aydı. Askeri birlik saha kenarında
karargâh kurmuştu. Maçı da birliğin başındaki yüzbaşı hakem olarak yönetiyordu.
Her maçta olduğu gibi yine 3-0 maçı galip olarak götürürken, saha içinde rakip
oyuncuların, oyuncularımıza yaptıkları hakaret ve küfür nedeniyle maç
tamamlanamadı. Saha karıştı, kimin kime vurduğu belli değildi. Yabancı bir
sahada mücadele ediyorduk.
Biz mahalle ve takım olarak bir kamyon, iki otomobille maça gitmiştik. 50-60 kişi ya var ya yoktuk. Ama rakip takım taraftarı bizim sayımızın çok çok üstündeydi. Yüzbaşı ve askerler olmasaydı, belki de bir kaçımızı linç ederlerdi. Sahaya ha bire takviye kuvvet rakip takım taraftarı geliyordu. Yüzbaşı, Doğu Spor taraftarlarını askerler eşliğinde kamyonun üstüne çıkarttı. Çok acele bir şekilde yola çıkmamızı, daha doğrusu oradan hızla uzaklaşmamızı sağladı. Ben de biri dizinde yaralı, biri de dudağında yaralı iki arkadaşımla Haseki Hastanesi’nin yolunu tuttum…
Sonra ne mi oldu? Sonra bu maçta oyuncularımıza küfür edip
kavga çıkaranlar kime ve neye güvenerek anlamış değilim, bizim komşu takım olan
Çiftehavuzlar Spor Kulübü’nün sahasına geldiler. İyi futbolcu transferleriyle
çok güçlü bir spor kulübü haline getirdiğimiz Doğu Spor sahasının “tribünleri”
tıklım tıklım doluydu.
Bir haber ulaştırıldı; “Güngören sahasında kavga çıkaranlar,
Çiftehavuzlar sahasına gelmiş!”. Bu haber duyulur duyulmaz oyuncular da
seyirciler de maçı bırakıp, Çiftehavuzlar sahasına koştuk.
Maçın bitimine de çok az süre vardı, gençler maçın bitimini
bekledi mi? Beklemedi mi? Tam hatırlamıyorum, abluka altındaki saha karıştı.
Bir taraftan biz yöneticiler, bir taraftan da Çiftehavuzlar Sporu Kulübü
yönetici ve seyircileri olayın büyümemesi için mücadele ediyorduk, ama gençleri
tutmak ne mümkün!
Saha karıştı… Güngören sahasında kavga çıkaran üç kişiden bir tanesi Beşiktaşlı
ünlü bir sporcunun kardeşiydi. Bu üç oyuncu saha içinde kovalanmaya
başlandı. Yakaladıkları anda hırpalıyorlar, kurtuldukları anda da kovalıyorlar.
Beşiktaşlı ünlü futbolcunun “Faşist kardeşi” yediği dayaktan kurtulamayacağını
anlayınca kendisine yere attı, baygın-ölü numarasına yattı. Yönetici olduğum
için kavganın bir an önce bitmesine uğraşıyordum. Birisinin ölümü hepimizi üzerdi
ve yeterince bir ders verilmişti. Yerde yatana vurmaya çalışanları engellemeye
çalışırken, baygın numarası yapan birden kalkıp koşmaz mı! İyi numara yapmıştı,
bu numarası canını kurtardı. Diğerleri de koruma altına alınarak, büyük bir
facianın yaşanması engellendi.
Buraya kadar hikaye yazdığımı düşünebilirsiniz! Ama asıl
sorun bundan sonra yaşandı. Ben bu arada Gazetecilik Okulu’ndan mezun olmak
üzereydim, bir dersim kalmıştı. Ekim ayında yapılacak sınavımı bekliyordum.
Hem okuduğum hem de Merbolin Boya Fabrikası’nda muhasebe
elemanı olarak çalıştığım için, buradaki “Yardımlaşma Sandığı” başkanlığını da
yürütüyordum. Doğu Spor Kulübü’nde iki yıl yöneticilik yaptıktan sonra bir daha
aday olmadım. Ağustos ayında görevimi bıraktım.
Derken, 12 Eyül 1980 faşist darbesi gerçekleşti. Darbenin ilk
haftası biterken ev baskınlarından bizler de nasibimizi aldık. Nasip alanlar
kimler mi? İşte Çiftehavuzlar Spor Kulübü sahasında kavga çıkaranlar! Uzun
Enver, Süleyman, Cemil başta olmak üzere bir sürü isimle polis ve askerler
kapımıza dayandı. Oysa ben ve Enver kavgayı ayıran insanlardık. Cemil'in ise bırakın saha kenarında maç izlemesi, futbolla pek arası yoktu..
Kavgaya karışan başka bir Süleyman’dı, ama onlar korkudan
böyle bir çocukları ve kardeşleri olmadığını inkar edince bizim kapıya geldiler. Çok ilginç olan bir durumu da söyleyeyim. Asker ve polisler, beni
bulunduğum evimizin üçüncü katında almaya gelmeden önce alt katımda oturan
babamı uyandırarak, operasyona başladıklarında ben kapımızın önüne yakın bir yerde
park eden ve çalışır vaziyette duran minibüsü fark etmiştim, önce kalkıp
giyineyim muhtemelen beni alacaklar diye bekliyordum. Zira o sıralar mahallede
üniversitede okuyan sayılı öğrencilerden biriydim, belki de tektim.
Okulum sol görüşlü öğrenci arkadaşların hakim olduğu bir
okuldu. İçimden “bunlardan bir tanesi
yakalandı, benim adımı verdi” diye düşünerek yatağa tekrar uzandım.
Benim bulunduğum kata çıktılar, odamın kapısı açık mıydı? Açtılar mı? Bilmiyorum.. Yüzbaşı önde babam yanında, sivil polisler ve askerler odama daldılar. Yüzbaşı kibar davranıyordu; “Süleyman Boyoğlu sen misin?” diye sorunca “evet” dedim. “Giyin gidiyoruz” diye söyleyince babamın ne kadar perişan bir hale geldiğini anlatamam…
Ardından sivil polislerden biri; “Senden başka Süleyman
Boyoğlu var mı” diye sordu. Ben de; “Var, hem de üç tane daha var. Birisi
İzmit’te birisi tam bizim evin karşısında, birisi de iki ev altımızda oturuyor”
der demez, benim odaya doluşan sivillerden bir kaçı alelacele merdivenleri inip
gözden kayboldular.
Annemin-babamın üzgün bakışları altında merdivenleri inip
sokak kapısına çıkarıldım, sokak kapısı önünde bekleyen minibüse bindirildim.
Minibüsün içine hamle yaparken ne göreyim? Minibüsün en arka koltuğunda benim
can dostum, arkadaşım “Uzun Enver”, diğeri de Pancar Motor Fabrikası’nda iş
yeri temsilciliği yapan, Enver’lerin evinin karşındaki tek katlı evde yaşayan ortaokuldan
arkadaşım Saniye’nin ağabeyi Cemil Akova…
METRİS YOLCULARIYIZ
Ha bu arada unutuyordum, bizim evi basanlar bana bir sürü isim sıraladılar… “Ali’yi tanıyor musun?” dediler. “Babamın amcası var ama Rıza’sı da var” dedim. “Mahmut’u tanıyor musun?” dediler, “Babamın adı” dedim. Daha birkaç isim saydılar "bilmiyorum, tanımıyorum" deyip geçiştirdim.
Minibüs daha dolmamıştı, aşağı sokağa indik. Aşağı sokak dediğim de ilk ve ortaokulda okuduğum okulun karşısındaki sokak…
Buradan ortaokul arkadaşım Dursun’un kardeşi Ali ile yine ortaokuldan arkadaşım
İhsan’ı da aldılar, Esenler Karakolu’nun yoluna koyulduk…
Geceyi karakolda geçirdik. Ama nezarette nefes alacak ne bir
hava ne de yer vardı. Sabaha kadar ayakta bekletildik. Sabah olunca yine polis
minibüsüne iteklediler. Nereye götüreceklerini ne yapacaklarını
kestiremiyorduk, artık tam kurbanlık koyunlar gibiydik. Mecidiyeköy’ü geçtikten
sonra Gayrettepe Emniyet Müdürlüğü’ne Birinci Şube’ye götürüleceğimizi anladık.
Burada parmak izleri ve fotoğraflarımız çekilip fişlendikten
sonra tekrar Esenler’e oradan da Metris Askeri Kışlası’na, hani sonradan; “Şu
Metris’in önü bir uzun alan” türküsünün yakılmasına sebep olan birçok solcunun
işkenceye tabi tutulduğu, açlık grevlerine gittiği yere götürüldük. Sadece
evlerinde yapılan aramada bir sol bildiri çıkan Ali’yi bizden ayırdılar. İçimizden; "Ali yandı, mahvoldu" dedik.
Burası bir “Topçu Kışlası” idi.
Bizim gittiğimizin ikinci günü bazı sendikacılar ile başka şüpheliler de
getirildi. Getirilmeye de devam etti.
Karakolda ve Metris’teki tutsaklığımız sırasında Enver, Cemil ve ortaokuldan arkadaşım İhsan’la vereceğimiz ifadelerde; “Birbirimizi tanımadığımızı” söylemeye karar verdik, ama bana çok saçma gelmişti, böyle bir ifadeye başvurma düşüncemiz. Neyse bu kararı ifadeye götürülmelerimizde korkmakla birlikte uyguladık. Böyle düşünmemize neden de üç kişi birbirimizi tanıdığımızı ifade edersek bizi “örgüt mensupları” diye damgalayıp, uzun süre sorgusuz sualsiz hapis yatırmalarındandı…
Mahalleden genç bir kardeşimizi daha almışlardı, kendisini
tanımıyordum. Karakolda ve Metris’te tanıdım. Bu yiğit liseli kardeşimizin adı
Musli idi. Bu Musli kardeşimize her ifadeye götürdüklerinde işkence yapıyor,
cinsel organından ve çeşitli yerlerinden elektrik verip getirip koğuşa
atıyorlardı.
Unutamadığım bir devrimci öğretmen daha vardı. Adı Ekrem
Özdamar’dı. TKP'li Ekrem hoca Karadenizli yiğit bir devrimci öğretmendi. Ufak tefek,
atletik vücutlu bu öğretmen kardeşimiz, ifadeye götürüldüğünde sorgucularla
“devrimcilik ve sosyalizm” konusunu tartışıyorlar, sonra da işkence yapıp karga
tulumba ranzadaki yatağına getirip atıyorlardı.
Ama bizim Karadenizli öğretmenimize ne kadar “Ekrem hoca sen niye bunlarla sosyalizmi tartışıyorsun? Bak sana işkence yapıp, elektrik verip gönderiyorlar” dediğimizde inadından vazgeçmiyor yine tartışıyordu...
ÇOCUĞUNUN FOTOĞRAFA BAKIP AĞLIYORDU
Gözaltında
tutuluyorduk, mahkemeye çıkarılacak mıydık? Metris’ten salıverecekler miydi?
Bilemiyorduk. Hepimiz çok gergindik, bir gün hamama götürüldük. Genellikle
musluktan akan soğuk suyla kafamızı yıkıyorduk.
Gündüzleri çok gergin
geçiriyorduk, kimin işkenceye alınacağı endişesiyle gün boyu bekleşip
duruyorduk.
Enver ve Cemil’le bizim isimlerimizi kimin polise ya da
sıkıyönetime bildirdiği konusunda yorumlar yapıp durduk. En sonunda Cemil’in sendikacı
olmasından dolayı gözaltına alındığına, benim isim benzerliğinden, Enver’in de
“solcu” diye mahallenin faşistlerinden biri tarafından ihbar edilmesinden
gözaltına alındığına kanaat getirdik. Ki bu faşist, Güngören sahasında kavga
çıkaran üç futbolcuya güvence vererek, Çiftehavuzlar sahasında oyun oynamaya
ikna ederek getirdiğini de öğrendik.
Evet, benim gözaltına alınmam için bir süre neden
sıralanabilirdi. Çiftehavuzlar sahasındaki kavgada ortamı yatışmak için
bulunmam olabilirdi. Başka da üniversitede okuyordum, solcu arkadaşlarım vardı.
Ancak işlediğim bir suç yoktu. Tek suçum Vahit amca ve kardeşlerinin kendi
Süleyman’larını inkar etmeleri olsa gerekti. Çünkü maç kavgasına karışan oydu.
Bir de polis tarafından isimleri bana sorulan Ali ve Mahmut vardı. Ama Mahmut
gözaltına alınmadı.
Üç hafta Metris’te tutulduk, sıkıntılı günlerdi. Bu sıkıntı
ve üzüntüyü en çok yaşayanlardan birisi Uzun Enver’di. Enver yeni baba olmuştu;
her oğlunun fotoğrafını cebinden çıkarıp baktığında gözleri dolar, sicim gibi
yaşlar dökerdi…
Daha uzun süre tutacaklarını zannettiğimiz Metris’te 20 gün
sonra bizi tekrar Esenler Karakolu’na sevk ettiler. Oradan nereye gideceğimizi
ne olacağımızı düşünürken, Enver’in eniştesinin tanıdığı bir binbaşı
karakoldaydı ya da geldi. Bizi tekrar minibüse doldurdular, adını bilmediğim bu cesur binbaşı; “Size Gayrettepe’de işkence yapabilirler”
deyip o da Gayrettepe Birinci Şube’ye geldi. Şubedeki bazı işlemler tamamlanıp
çıkana kadar Birinci Şube’nin karşısındaki küçük bir kulübenin önünde bekler
bulduk. Bu kahraman Binbaşı’ya selam olsun…
Tekrar karakola geldik, karakolda komiser yardımcılarından
biri bana; “Bir ihbar daha geldi. Sizin eve ikinci gün bir daha gittik. Arama
yaptık. Bazı teksirlere el koyduk. İnceledim baktım bir şey yok yırtıp attım”
dedi.
Merak ettim birkaç kitabın bulunduğu kitaplıkta hakikaten teksir olarak basılan bazı derslerin notlarının alındığını fark ettim.
ÜZÜLDÜĞÜMÜZ ALİ BİZİ
KARŞILADI
İşte böyle… Sizleri 45 yıl öncesine götürdüm. Bazılarınız sıkılarak, bazılarınız üzülerek bu satırları okuyacaksınız. Ama benim üzüntüm ve acım çok büyük. Yıllar sonra Esenler Ortaokulu ilk mezun (1970-71) öğrencileriyle 10 Haziran 1995 tarihinde bir araya geldiğimiz Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Müzesi’ndeki toplantıya hepimizin “Uzun Enver”i de gelmişti. Bu toplantıya hayatta olan öğretmenlerimiz de katılmıştı. Ortaokul anılarını paylaşmış, birlikte fotoğraflar çekmiştik. Ne yazık ki 6 Mayıs Salı akşamı İstanbul’dan çocukluğumuzun geçtiği mahalleden ve ortaokuldan arkadaşım Sakip Bayhan’dan Enver’in kara haberini aldım.
Sakip, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın asıldığı günün gecesi Enver Bektaş (Uzun Enver) kardeşimin, arkadaşımın ölüm haberini verdi. Ne diyeyim, söyleyecek bir söz bulamıyorum. Enver'in çocukken söylediği; "Abidik gubidik" bir dünyada yaşıyoruz.. Eşine, oğluna ve kızına sabırlar diliyorum…
(Süleyman
Boyoğlu)
4 Mayıs 2025 Pazar
SIRRI SÜREYYA'NIN VASİYETİ...
Bilinci kapalı bir şekilde 15 Nisan Salı akşamı İstanbul’da Florence Nightingale Hastanesi’ne kaldırılan ve aort damarının yırtıldığı belirlenerek ameliyat edilen TBMM Başkan Vekili ve DEM Parti İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, 18 gün yoğum bakımda kaldıktan sonra kurtarılamadı, 3 Mayıs Cumartesi günü yaşamını yitirdi.
Sırrı Süreyya Önder’i İstanbul’da gazetecilik yaptığım yıllarda yakından tanıma şansım olmadı. Ancak, sanırım 2009 yılıydı Ülke Tv’de yayınlanan; “Meksika Sınırı” programında kendisini tesadüfen izledim.
Bu
programdaki sohbetlerinin bir yerinde konu edebiyata, şiir ve müziğe geldi. Sırrı Süreyya,
sözlerini Ahmet Kutsi Tecer’in yazdığı “Yummayın Kirpiklerini” ağıdına takılıp
kaldı. Bu şiirdeki sözlerin ve bu sözlere uyarlanan bestenin kendisini çok
etkilediğini, her dinlediğinde duygulandığını belirtti; “Vasiyetimdir, ölürsem
beni bu ağıtla uğurlasınlar” dediğinde ben de çok duygulandım ve hiç izlemediğim
bir kanala çakılıp kaldım. Programı sonuna kadar izledim.
Bu
duygusallığı belki uzun yıllar yattığı mahpusluk günlerinden mi? Çocukluğunda
yaşadığı yoksulluktan mı? Yoksa babasını erken kaybetmesinden mi? Bilmiyorum,
ama ilk mahpus olmasına neden 1978’de Maraş’ta gerçekleştirilen katliamı
protesto etmesiydi. 1980 sonrası da Sırrı Süreyya hapse düştü. Hapiste daha çok
okuyarak, dinleyerek, kendisini yetiştirdi, çıkınca Siyasal Bilgiler
Fakültesi’ndeki eğitimine devam etti. Sosyal, kültürel konulara daha çok eğildi,
Beynelmilel filmiyle ünlü oldu, ardından siyasete atıldı. Önder’in espritüel ve
hoş görülü yapısının her kesimde ilgi ve dikkatle izlenmesi benim de hep
dikkatimi çekiyor, sempati duymama neden oluyordu.
Şimdi
tekrar Ahmet Kutsi Tecer’in sözlerini yazdığı ağıda dönüyorum. Aynur Doğan,
Sevcan Orhan gibi sanatçılarımızın çok güzel yorumladığı o ağıdın sözlerini
aşağıda yazıyorum:
Bir sonsuz rüyaya açılmış gözler
Yummayın yummayın
kirpiklerini
Kim ondan daha çok hayatı
özler
Çağırın çağırın sevdiklerini
Emekli
ikramiyesinin büyük bir kısmını mide kanseri olan babamın iyileşmesi için
tükettik. İki yıla yakın bir süre (ki öleceği son sabaha kadar) bu
hastalığı yeneceği inancını koruyarak yaşadı. Gelin görün ki yaşama umudunu
hiç yitirmeyen babam sadece hastalıkla cebelleşmiyor, ev baskınlarına
gelenlerle de mücadele ediyordu. Aranan kardeşim vardı, onun yerini öğrenmek
için ben ve bütün kardeşlerimi toplayıp götürüyorlar, birkaç hafta ya da bir
gün “misafir” edip bırakılıyorlardı.
Bir
keresinde evde olmadığım bir gece yine evimiz basılıyor. Kapıyı açmaya kimse
cesaret edemeyince 35 kiloya kadar düşen ve bir deri bir kemik kalan babam güç
bela ayağa kalkarak açma cesaretini gösteriyor. Korkutmak ve aranan oğlunun
yerini öğrenmek için babama; “Yerini söylemezsen seni götürürüz” tehdidinde
bulunuyorlar. Her zaman emniyet güçlerine saygılı davranan babam artık isyan
ediyor; “Götürün bakalım bu halimle bana
ne yapacaksınız?” diyebiliyor, onurlu ve gururlu babam…
Ailemle
ilgili bu konuyu fazla uzatmak istemiyorum. Babamı 9 Haziran 1982 tarihinde
İstanbul’da kaybettik. Evimizin üçüncü katında babam sabaha karşı hayata
gözlerini yumarken, ikinci katta uyuyan ben, büyük halamın çığlığı ile yukarı
kata fırladım. İlk kez bir ölüm görüyordum, hem de babamın ölümünü…
Ne
yapacağımızı bilemedik, şaşkındık… Ne gözlerini kapamak ne de çenesini bağlamak
aklımıza gelmedi. Konu komşu, akraba, iş yerinden arkadaşları babamı uğurlamaya
geldiler. Babam gözleri, ağzı açık şekilde evimizin önündeki küçük bahçede
yıkanıyordu. Son bir kez daha görmek istedim. Bakmaz olaydım, değişen bir şey
yoktu; gözleri kapanmamış, ağzı açık yıkanıyordu. Sadece çenesi bir bezle
kapatılmaya çalışılmıştı o kadar…
Komşular
ve tanıdıkların kendi aralarında fısıltı halinde konuşmalarını duyuyordum;
aranan kardeşimin hasretiyle gözünün “açık gittiğini” söylüyorlardı.
İşte
böyle bu satırları yazarken yine gözlerim dolu, Sırrı Süreyya’nın “Ölürsem
arkamdan ‘Besbelli üşütür kara topraklar, Yummayın yummayın kirpiklerini’
çalsınlar” ağıdı aklıma geldi.
Merak ediyorum, bakalım 4
Mayıs Pazar günü Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa sırlanacak olan Sırrı
Süreyya Önder’in bu vasiyeti yerine getirilecek mi? Bekleyip göreceğiz…
(Süleyman Boyoğlu)
28 Şubat 2025 Cuma
PARİS'TE BİR OLTACI!