Tüylü-sulu
ayvalarıyla meşhur Ayvalıdere’nin iki yakası 1950 sonrası yoğun gecekondu
baskısına maruz kaldı. İlk gelenler Tito rejiminden kaçıp “özgürlüğe merhaba!”
diyen Yugoslav göçmenleri idi. İki odalı gecekondularının birinde kendileri
kalıyor, diğer göz odalarında da ya inek ya da koyun-keçilerini
barındırıyorlardı.
Esenler-Ayvalıdere’ye
komşu ve enginarlarıyla meşhur Sağmalcılar da benzer görüntülerle, hatta daha
da fazlaca “muhacir”lerle dolmaya başladı. Geniş meraya sahip iki semtte “muhacirler” adeta yarışıyordu. Civarda
fabrika fazla olmadığından Karadeniz ve Doğu’dan gelenlerde onlara özenip
benzer işi yapıyorlardı. Bu yüzden zaman zaman hayvan otlatma yüzünden tartışmalar ve
kavgalar yaşanıyordu.
Büyüklerin tartışmasından ve kavgalarından
haliyle çocukları da etkileniyordu. “Çete”ler kurup karşı mahalleye saldırıya
geçiyorlardı. “Savaş aletleri” ise ay çiçeği (gündöndü) saplarıydı. Aslında
yaptıkları savaş değil de bir çeşit oyundu; çünkü o vakitler futbol, voleybol
ve basketbol pek bilinmiyordu. Daha doğrusu bu oyunları oynayacak topları yoktu. Çocukların bildiği misket (bilye), seksek, saklambaç, uzun eşek oynama,
konserve kutularıyla karpit patlatma ve çember çevirmeydi.
Çetelerin
kavgası en çok “Biz sizden önce mahalleye geldik”, “Yok biz sizden önce gelmiştik” gibi eften-püften tartışmalarından çıkıyordu. Bir de mahalleye yeni gelen yabancı bir çocuk kolay bir şekilde kabul edilmiyordu. Hele o çocuk güçsüz ve çelimsiz ise aralarında yer bulması
neredeyse imkânsız gibiydi. Ama iri yarı güçlü kuvvetliyse, bileği dönüyorsa saygı ile önünde
eğilirlerdi.
1960’lara
gelindiğinde her iki semt tam bir kozmopolit yerler haline gelmişti. Boşnağı,
Arabı, Arnavutu, Kürt’ü, Laz’ı, Alevisi, Sünnisi ile bir renk cümbüşü
oluşturuyordu. Büyükler arasında sorunlar fazla abartılmadan halledilirken,
çocuk çetelerin küçük sorunları bazen büyük meselelerin çıkmasına neden
oluyordu.
Tramvaylarda
bir süre vatmanlık yaptıktan sonra Ayvalıdere’ye yerleşen ve burada küçük bir
bakkal dükkânı açan Erzincanlı vatman Rıza (Ziya Bakkal), bir süre sonra memleketindeki eşi ile yedi çocuğunu da
İstanbul’a getirdi; “Boşnak Raşit”in tek gözlü gecekondusuna yerleşti.
Kendisinin pek bir sorunu yoktu, ama eşi ve çocuklarının semt insanlarıyla pek
bağdaştığı söylenemezdi.
İki tarafta
farklı kültürden geliyordu. Gelenekleri, görenekleri bir birine uymuyordu.
Birbirlerinin yaptığı konuşma ve hareketleri garipsiyorlardı. Özellikle de
çocuklar kültür ve dil farkından dolayı birbirlerini dışlıyorlardı.
Anadolu’dan gelenler muhacirleri “gavur” diye nitelerken, muhacir çocukları da onları “Kürt” ya da “Mağaradan gelme” diye hakir görüyordu.
Sokaklar
hemşeriler arasında paylaşılmıştı. Bir “Kürt” ya da bir “Kızılbaş” çocuğu
muhacir sokağındaki bir evde yaşamak zorundaysa işi gerçekten zordu. Ha keza
bir muhacir çocuğun da benzer bir durumla karşı karşıya kalması halinde işi gerçekten güçtü...
Anadolu’nun
bir köyünde Kürtçe’den başka bir dil bilmeyen bir Kürt çocuğu ile Boşnakça’dan başka bir dil bilmeyen çocuğun anlaşması çok güç oluyordu. Habire biri birlerini küçümsüyor, alaylı davranışlarda buluyorlardı. Bu durumdan en çok
zorlanan çocuklardan birisi de İbrahim'di. İbrahim "Ziya Bakkal"ın beş erkek çocuğundan biriydi, ama bir
kelime Türkçe bilmiyordu. Boşnak ev sahiplerinin çocukları ya da diğer komşu
çocuklarının oyunlarını izlemeye ve onlara katılmaya çalışma hamlesi hep boşa çıkıyordu. Katılma girişimleri tekme
ve tokadın yanı sıra, “İttir git pis Kürt… Kızılbaş!” gibi aşağılayıcı sözlerle püskürtülüyordu.
Bir bayram arifesi annesi köylerinde olduğu gibi iki kızıyla beraber akşamdan İbrahim'in ellerinin içlerine de kına yaktı. Sultan ana, kına iyi tutsun diye de ellerini bez parçalarıyla bir güzel sardı. İbrahim nereden bilsin bu kınanın sabah olduğunda başına dert açacağını... Neşeyle evden çıktı, daha sokağa adımını atar atmaz komşu çocukların:
- Aaaa
erkeğe bak! Sen kız mısın? Erkek adam eline hiç kına yakar mı? sataşmalarıyla ne yapacağını bilemedi, şaşırıp kaldı. Oysa köyünde bayramlarda kızlar gibi erkeklerin de ellerine kına
yakılırdı. Bu bir gelenekti. Kimse de kimseyi bu yüzden aşağılamaz, garipsemezdi. Alaya almalar artınca İbrahim koşarak gecekondunun bahçesinden içeri daldı. Gecekondunun dış kapısına sert bir tekme attı. Ardına kadar açılan kapıdan annesine Kürtçe:
- Ana bir
daha ellerime kına yakma. Macir çocukları; 'Erkek adam hiç kızlar gibi eline kına yakar mı!' diye beni kızdırıyorlar, diye gürledi.
Sultan kadın
şaşırdı kaldı. Oğlunun söylediklerine önce bir anlam veremedi. Sonra İbrahim'in evin
briket duvarına elinin içini kanatırcasına sürterek, kınanın kırmızılığını
çıkartmaya uğraştığını görünce:
- Oğlun sen delirdin
mi? Ne oldu sana böyle? Kim ne dedi?
- Daha ne
olsun? Evet delirdim! Macir çocukları bana 'Sen kız mısın? Kızlar eline kına yakar!' diyerek alay ettiler. Bir
daha kına istemiyorum…
- Tamam
oğlum, sakin ol... Onlar halt etmiş. Sen üzülme bir daha kına yakmam…
İbrahim iki gün gecekondunun bahçesinden dışarı çıkmadı. İki
gün sonra misket oynayan ev sahibi ve onların komşularının çocuklarını
seyretmek için kapı önüne çıktığında bu kez de:
- Bizden
uzaklaş… Bir daha yanımıza gelirsen kafanı kırarız! gibi tehdit içeren sözleriyle karşılaştı.
Tek tek
gelseler hepsini dövebileceğini gözüne kestiren İbrahim, kalabalık oldukları
için bu düşüncesini uygulamadı. Kös kös küçük bahçelerine döndü. Komşu çocuklarının tavrını annesine iletti:
- Oğlum
senin Macirlerin arasında işin ne? Sen de bir daha onların yanına gitme, bizim köylülerin çocuklarının olduğu
sokağa git, onlarla oyna, dedi.
İbrahim’in o
gün oyun oynama hevesi kalmamıştı, ama ertesi gün annesinin dediğini yaptı.
Köylülerinin oturduğu sokağa, onların çocuklarının yanına gitti. Birisi yakın akrabası olan üç çocuk
çamurdan ev yapıyordu. Ama hiç birini tanımıyordu, bir süre onları uzaktan izledi. Kendisini de çamurdan ev yapmaya
davet etmelerini bekledi. Epeyce bir zaman başlarında dikildi. Hemşeri
çocuklarının arada:
- Çekil
başımızdan… Uzaklaş! Gölge etme! diye azarlamalarına aldırış etmedi.
Bir süre
daha onları izlemeyi sürdürdü. Ta ki içlerinden birinin:
- .mına
koyduğum çocuğu niye başımızdan dikilip duruyorsun. Sana s.ktir git demedik mi? diye küfür etmesine kadar.
İbrahim koçlar gibi iki üç adım geri gitti. Sonra olanca gücü ve hızıyla hemşeri çocuklarının çamurdan yaptıkları eve doğru hamle yaptı, çamurdan eve bir tekme savurdu. Ardından da yerde çömelmiş vaziyette oturan çocuklara birer tekme vurdu. Sen misin üç çocuğa vuran! Üçü birden yerlerinden doğrulur doğrulmaz, İbrahim'in üzerine çullandı. İbrahim yediği tekmelerden bir şey anlamadı, ama sol gözünün üstüne yediği yumruk öyle sertti ki sersemledi, bayılacak gibi oldu. Zor ayakta durabildi. Ardından:
İbrahim koçlar gibi iki üç adım geri gitti. Sonra olanca gücü ve hızıyla hemşeri çocuklarının çamurdan yaptıkları eve doğru hamle yaptı, çamurdan eve bir tekme savurdu. Ardından da yerde çömelmiş vaziyette oturan çocuklara birer tekme vurdu. Sen misin üç çocuğa vuran! Üçü birden yerlerinden doğrulur doğrulmaz, İbrahim'in üzerine çullandı. İbrahim yediği tekmelerden bir şey anlamadı, ama sol gözünün üstüne yediği yumruk öyle sertti ki sersemledi, bayılacak gibi oldu. Zor ayakta durabildi. Ardından:
- Oy cavemi (oy gözüm)… Oy cavemi… Oy cavemi,
diye ağlayarak annesinin yanını boyladı.
Gecekondu
evlerinin kapısından içeri bu kez küfrederek girdi. Anında şişen ve moraran gözünü annesine
gösterdi:
- Bak senin gönderdiğin köylümüz olan çocuklar beni ne hale getirdi. Beni dövdüler. Senin yüzünden gözüm şişti, artık
hiçbir yere gitmeyeceğim, diye ağlamasını sürdürdü.
O günden
sonra annesi ne kadar ısrar ettiyse de İbrahim uzun bir süre evden dışarı çıkmadı.
İbrahim okul çağı gelince mahallesindeki Ayvalıdere İlkokulu'na kayıt oldu. Türkçe'yi az da olsa kavramıştı. Üçüncü sınıfta öğretmeni zor bir matematik sorusunu tüm sınıf öğrencilerine sordu. İbrahim hariç, hiç bir öğrenci bu zor soruyu çözemedi. Utangaç İbrahim sağ işaret parmağını başını aşmayacak şekilde kaldırarak; "Ben çözdüm öğretmenim!" dedi. Sınıfta herkes o ana kadar sessiz sakin bir çocuk olan İbrahim'in soruyu çözdüğünü söylemesine şaşırdı. Öğretmeni İbrahim'i "Gel tahtaya oğlum. Nasıl yaptın, çöz bakalım?" diye kara tahtanın önüne davet etti.
İbrahim, beyaz tebeşiri aldı eline, bütün sınıf arkadaşlarının pür dikkat bakışları altında kara tahta üzerinde soruyu çözdü. Öğretmeninden "aferin" alıp, yerine oturdu, yanında oturan Yugoslav göçmeni arkadaşı Hayrullah Kasniç; "Oğlum bu soruyu nasıl çözdün? Tito gibi adamsın! Bu soruyu ancak o çözerdi" demesiyle İbrahim'in adı artık "TİTO" oluverdi. İlkokulda ortaokulda, mahallede, iş yerlerinde "TİTO" olarak bilindi, bu adla çağrıldı...
(Yazı ve Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)İbrahim okul çağı gelince mahallesindeki Ayvalıdere İlkokulu'na kayıt oldu. Türkçe'yi az da olsa kavramıştı. Üçüncü sınıfta öğretmeni zor bir matematik sorusunu tüm sınıf öğrencilerine sordu. İbrahim hariç, hiç bir öğrenci bu zor soruyu çözemedi. Utangaç İbrahim sağ işaret parmağını başını aşmayacak şekilde kaldırarak; "Ben çözdüm öğretmenim!" dedi. Sınıfta herkes o ana kadar sessiz sakin bir çocuk olan İbrahim'in soruyu çözdüğünü söylemesine şaşırdı. Öğretmeni İbrahim'i "Gel tahtaya oğlum. Nasıl yaptın, çöz bakalım?" diye kara tahtanın önüne davet etti.
İbrahim, beyaz tebeşiri aldı eline, bütün sınıf arkadaşlarının pür dikkat bakışları altında kara tahta üzerinde soruyu çözdü. Öğretmeninden "aferin" alıp, yerine oturdu, yanında oturan Yugoslav göçmeni arkadaşı Hayrullah Kasniç; "Oğlum bu soruyu nasıl çözdün? Tito gibi adamsın! Bu soruyu ancak o çözerdi" demesiyle İbrahim'in adı artık "TİTO" oluverdi. İlkokulda ortaokulda, mahallede, iş yerlerinde "TİTO" olarak bilindi, bu adla çağrıldı...
ölüm adın kalleş olsun. bu akşam içimde bir sıkıntı vardı. eve erken geldim. yıldızların ışığına yolculandığını duydum. o an kala kaldım. seni düşündüm.hey gidi güzel insan ibrahim (tito) biz çiftehavuzlarda yakın yaşadık, aşklarımız ve düşlerimiz vede ortaklaştırdığımız güzelliklerimiz vardı. düşlerimizi 12 eylül kesite uğrattı. her birimizi bir yerlere savrulduk. sonra yolumuz amadun köyünde keşişti. yüreğimizin içi kırmızıydı. şimdi o kırmızı yüreğim yanıyor. içim acıyor. bir ay önce istanbula gelmiştim bakkalın önünde kahvaltı yapıyordun, merhabaştık çay içmeye çağırdın yanına geldim çay içtik sohbet ettik. didime gitmemiştin erdi yok diye, erdinin asker olduğunu senden duydum. biraz erdi, biraz didim derken kahvaltını bitirdin. ve kahveye geldik. bir çay da orda içtik. oyunlarında neşe eksilmiyordu sana gıpta ediyordum ne güzel gülüyordun ne güzel neşeleniyordun. kendinle barışıktın.ben sadece bakıyordum. bu güzel heyacanı bu güzel neşeyi içselleştirdikce taa geçmişe gidiyordum. biz güzel şeylere layıktik. gülmeyi ve neşeyi topsullaştırmanın gayreti içindeydik. ben sürgün ellere savruldum yıllarca o mahallenin sıcaklığını dostluğunu ve yoldaşlığını viyana'da sımsıcak tutdum. çiftehavuzları günbe gün yaşadım. hep dostlarla yoldaşlarla birlikte yaşadım, özledim, yandım tutuştum. ama yüreğimde hep kızıl çiftehavızların, tozkoparanın aşkı ve düşü vardı. hey gidi ölüm , adın kalleş olsun. güle güle güzel gülen insan . güneşin yoldaşı ibrahim çiğdem (tito)yıldızlarda yoldaşın olsun. gökyüzünde yıldızlarla üzerimizdesin. güle güle güzel insan. seni sevgiyle saygıyla anıyorum.
YanıtlaSilGercekten zor bir seydir olumun arkasinda yazmak ibrahim abinin olumunu duydugumda insan ister istemez yilar oncesi yasadiklari gozler onune geliyor yapacak larin ve yaptiklarin geliyor hepsinden cokta insana koyan son kez gormemek insanlari bir cok animiz oldu ibrahim abiyle diyecek bir sey yok olumun arkasindan arda kalan tek sey gecmiste yasadiklarimiz anilarimiz olumun bize ogrettigi tek sey o an insanligimiz anilarimiz insani duygularimiz ama bunlari devemli koruyazmamak sadece olumlerde aklimiza gelen duygulari keske icsellestirsek iste o zaman mutlu bir dunya olacak ama olmuyor simdi ne desek hepsi bos gule gule sevgili abim gule gule sevgili yoldasim slm soyle butun yoldaslara
Sil