8 Ağustos 2018 Çarşamba

TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR?

      Türkiye nereye gidiyor derken yanlış söylüyorum; asıl bizler nereye gidiyoruz demek daha doğru olur. Çünkü yurdumuzun doğasının ve şehirlerinin tahrip edilmesini, doların alıp başını gitmesini saymazsak, Türkiye yerinde duruyor. Dolayısıyla soruyu; “Bizler nereye gidiyoruz?” diye düzelteceğim.
      Böyle kısa bir girişten sonra şimdi asıl konuya geleceğim; bugün bir iş için Tahtakale’ye gitmem gerekiyordu. İstanbul’u uzun zamandır kavuran sıcaktan daha az etkilenmek için metroyu tercih ettim. Yenikapı’dan aktarma yaparak, Haliç istasyonuna geldim. 
      Köprüden inerken, köprünün ayaklarının altında çocukların kollarına bağladıkları 5 litrelik boş pet şişeleriyle denize girdiklerini fotoğrafladım. Ha unutuyordum, mayo bile giymemişlerdi. Bırakın mayoyu donsuz denize giriyorlardı; bizim yörenin söylemi ile “dal taşak” ve de şakalaşarak…
      Bu çocuklara  “Yurdum çocukları” diyecektim ama değillerdi. Suriye’den savaştan kaçıp ülkemize sığınan yoksul ailelerin çocuklarıydı. Haliç’in pis suyuna aldırmadan denizin keyfini çıkarıyorlardı; hem de teknelerin üzerinden atlayarak…
      Çocukları kendi hallerine bırakıp Tahtakale yolunu tuttum. Tutmaz olaydım! Eski İstanbul Ticaret Odası binasına varmadan, kaldırım kenarında kafasında kanlar akan bir adam ve yardım etmeye çalışan insan kalabalığı ile karşılaştım.
      Yakından fotoğraf çekmeye açıkçası çekindim; zira olayın ne olduğunu bilmiyordum. Bir baygınlık sonucu düşmemi, otomobil çarpması mı gibi düşünceler içerisindeyken, kafasındaki kanı durdurmaya çalışan iyi insanları gördüm. Hatta genç bir adam, yaralının başında bekleyenlerden birine:
   - Sen ne hakla böyle vurursun? Sen kimsin? Bir suçu varsa polisi ararsın, diye çıkışıyordu ki yaralı adam oturduğu yerden arka üstü asfalta düştü…
Bir darbede kafasının arkasından asfalttan yiyen 50 yaşlarındaki adam bayıldı.
Sonuç olarak varsa bir suçu devletin cezasını vermesi gerekirken, bir öfkeli vatandaş kendi kafasına göre cezasını veriyordu.
     Yaralının etrafında toplanan insanlar; “Ambulans çağırdınız mı? Polisi aradınız mı?” diye bağrışırken, ben de yolun karşısına geçip birkaç kare fotoğraf çektim. 
     Niye yakından fotoğraf çekmedim; çekindim... Niye çekindiğimi de başımdan geçen bir olayı anlatarak bitirmek istiyorum.
     Nisan ayında Gaziosmanpaşa’da özel bir hastanede yoğun bakımda yatan annemi ziyarete gittiğimde, ziyaret saatine daha vardı. Dışarı çıkıp bir hava alayım dedim. Hastanenin acil giriş kapısının karşısında bir simitçi arabasının camında “Bana adres sorabilirsiniz” yazıyordu. Dikkatimi çekti bu yazı cep telefonu ile bir kare fotoğraf çektim. Vay sen misin fotoğraf çeken…
İçeriden gözlüklü iri yarı birisi çıkmaz mı? Önce;
   - Niye çekiyorsun! diye çıkıştı.
   - Gazeteciyim, dikkatimi çekti yazı o yüzden çektim, dedim.
    Hakaret ve küfürlerine devam ediyordu;
   - Seninle uğraşacak halim yok, deyip hastanenin ana kapısına doğru yürürken iki genç polis memuruyla karşılaştım. Durumu anlattım;
  - Gelin bizimle, dediler.
    Birlikte taksi durağının önünde durmaya devam eden kabadayının yanına vardık. Taksi durağının yanındaki otoparktan da birileri çıka geldi. Polisler:
  - Bu arkadaşa küfür ve hakaret etmişsin, doğru mu?
   -Evet… Doğru…
   -Kimliğini verir misin?
   -Ne yapacaksınız kimliğimi?
   -Kimliğini ver diyoruz, bak arkadaş gazeteci kimliğini verdi, sen de kimliğini ver.
   -Ben emekli polisim.
    Polisler;
   -Ne olursan ol kimliğini ver,  deyince zoraki kimliğini çıkardı.
    Polisler bana dönüp:
   -Şikâyetçi misin? dediler.
  - Özür dilesin, şikâyetçi olmayacağım, dedim.
    Polisler:
   -Haydi birbirinizden özür dileyin, dediler
    Kabadayı adam hiç geri adım atmadı:
   -Ben özür dilemem!
    Polisler bu kez bana dönüp:
   -Biz başka bir görev için buradan geçiyorduk. Siz gidin karakola şikâyetinizi yapın, dediler.
    Şikâyetçi olan benden polislerin özür dilememi istemeleri zaten baştan kaybettiğimin göstergesiydi:
   -Yok, şikâyetçi falan değilim. Bu adam sizin yanınızda yaptığı küfrü ve hakareti kabul ediyorsa yapacak bir şey yok, deyip kös kös yoğun bakımda yatan annemin ziyaretine gittim.
    İşte hal böyle böyle… Maalesef ülkemde herkes kendisini hâkim-savcı-polis yerine koymuş. Bir gün bakıyorsunuz kadına dayak, bir gün bakıyorsunuz çocuğa tecavüz, bir gün bakıyorsunuz hayvanlara akla hayale gelmeyecek eziyetler…
    O yüzden Türkiye bir yere gitmiyor; bizler bir yerlere gidiyoruz. Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete…
(Yazı ve Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder