Yıllardır gitmediğim Refahiye’ye yine bir yakınımın cenazesi için gidiyordum. Cenaze
sahipleri ve yakınları olarak rahat bir yolculuktan sonra sabahın çok erken bir
saatinde ilçeye vardık. Ana cadde ve sokaklar bomboştu. İncin top oynuyordu.
Telefonlaşılan esnafın dükkânını açmasını beklerken, fırsat bu fırsat deyip
bolca fotoğraf çekiyordum ki Refahiye’nin sembol bir iki binasının birinin önünde
bir kişinin otomobilinden bir şeyler çıkararak, dükkâna taşıdığını gördüm,
selamlaştık:
- Refahiye’nin
en eski binası bu değil mi? dedim.
- Hayır, en
eski bina karşımdaki caminin sırasındaki şu binadır, dedi başıyla.
“Sağıroğlu Market”in
sahibi olan esnaf bir yandan işini yaparken bir yandan da sorularımı
yanıtlıyordu:
- Benim
bulunduğum bina ile tam karşımdaki cami 1938 yılında yapılmış, diyorken başımı
arkamdaki camiye çevirdim. Daha önceleri bakımsız bulduğum camiye dikkatlice
bakınca İstanbul’daki camiler gibi restore edildiğini ve pırıl pırıl olduğunu
gördüm. İçimden:
- Bakılınca her şey güzel oluyormuş, diye
söylendim.
Daha sonra kaymakamlık
ve nüfus müdürlüğü binasının yerinde yellerin estiğini, yerine bir saat kulesi
ile güzel bir parkın yapıldığını mutlulukla görüntüledim. Çünkü daha önceki
yıllarda köylerden gelen insanların, vakitlerini geçirebilecekleri bir yer yoktu.
Böyle bir yer olmadığı için de saatlerini cadde üzerinde volta atarak geçiriyorlardı;
hem de arkalarından uzun uzun klakson çalan araç sürücülerine aldırmadan…
Bir yarım
saat kadar ilçede oyalandıktan ve alış-veriş yaptıktan sonra tekrar otobüse
bindik. Refahiye çıkışında TOKİ’nin modern binaları dikkatimizi çekti. Solumuzda
jandarmanın bulunduğu alanın üst tarafında Ilıç’a bağlanacak olan yol çalışması
devam ediyordu. Otobüsteki bir kişi:
- Bu yol
Ilıç’ta çıkarılan altın madeni için yapılıyor, diye bir espri yaptı, ama ben bu
espriyi her nedense önemsedim…
Sonra
otobüsümüz Refahiye-Kemah yoluna saparak cenazenin toprağa verileceği köy
yoluna koyuldu.
Unutuyordum… İstanbul’dan başlayarak
“Dereyolu”ndan geçtiğimiz bütün il ve ilçelerde yağmur vardı. Ama bizim
ilçemize vardığımızda hava bir başkaydı; yağmur karla karışık yağıyordu. Hava
insanı cidden üşütüyordu. Memleketimizin bu havasını bildiğimiz için tedbirli
gelmiştik.
“Altın Çilek” yetiştiren Şahverdi köyünün
yakınından geçerken, içimden bu güzel insanlarımızı bir kez daha kutladım.
Diğer köylerimizin de onları örnek alarak başka girişimlerde bulunmalarını
diledim.
Otobüsümüz
Kersen köyü köprüsü başında durdu. Çünkü buradan bizi Sırma yengemizi bizim
köye değil de vasiyeti üzerine toprağa vereceğimiz eski adı Amadun, yeni adı
Babaaslan köyüne götürecek üç minibüs şoförlerine emanet etti. Otobüsün
gitmesinin imkânsız olduğu köye ilk gidecekleri daha Kersen köyünün başında
korkudan titreme tuttu. Şoförler ise çok rahattı, kaygan yolda bütün
hünerlerini gösteriyorlardı. Uçurumun kenarındayken ani bir refleksle
direksiyon kırıyor, yürekleri ağza getiriyorlardı.
Gelbas
(Bölüktepe) köyüne vardığımızda karla karışık fırtına hızını daha da
artırmıştı. Rakım yükseldikçe karla karışık yağmur yerini kar almaya başladı.
Köyün içindeki çamurlu rampayı şoförümüz Mehmet, üç kez denemesine rağmen
aşamadı. İnip ittik, ama olanlar oldu; üstümüz başımız çamur içinde kaldı.
Ardımızdan gelen minibüsleri de aynı şekilde itmek zorunda kaldık. Köylerden
cenazeye gelenlerden bazıları da pes ederek, çıkamadıkları yokuşlarda
araçlarını bırakarak, yollarına yürüyerek devam etmek zorunda kaldı.
Köye
vardığımızda saat daha yedi olmamıştı. Bizleri birkaç ay önce hayatını kaybeden
“Alamancı Nuri” amcanın eşi Hurma teyze karşıladı. Cenazeyi evin bahçesinde
üzeri branda ile kapatılan bölüme aldık. Sırayla saygı duruşunda bulunuldu.
Hoca beklenmeye başlandı. Bir yandan da soğuktan üşüyenlere çayla birlikte
kahvaltılık bir şeyler ikram edildi. Kahvaltı yapılırken bir gün önceki akşam
cenaze namazını kıldırmak için çağırmaya gittikleri Kersen köyü hocasının
yaptığı terbiyesizlik ve saygısızlık konuşulmaya başlandı.
Köyün eski
muhtarı Azimet:
- O köyden
arkadaşım Zekeriya ile hocanın evine gittik. Kapıya çıkmadı, mutfak camından
niçin geldiğimizi sordu. Yemek yapıyor olacak ki üzerinde önlük vardı. Ben de
‘İstanbul’dan cenazemiz yarın sabah köyümüzde olacak. Onu söylemeye geldim’
dedim. Bana ‘Müslüman mı?’ dedi. Şaşırdım… Benden önce arkadaşım Zekeriya
‘Aleviler bizden daha Müslüman’ dedi. Bunun üzerine ‘Müftüye danışmam lazım’
dedi. Böyle söyleyince kendimi toparladım: ‘Aleviler Müslüman değil mi? Senin
gibi hocaya bizim ihtiyacımız yok, hadi gidelim Zekeriya’ dedim ve büyük bir
üzüntüyle oradan ayrıldım.
Sonra köyün
üstündeki yol kenarında aracında beni bekleyen köylüm Süleyman’ın yanına
gittim. Durumu ona anlattım.
Yaşananlara
çok sinirlenen Süleyman hemen müftüyü arar. Refahiye Müftüsü Faruk Çelik, “Göreve
yeni başladım. Böyle saçmalık mı olur? O dengesiz mi? Kafayı mı yemiş? Hocanın
ismini bilmiyorum, ama gereğini yapacağım” der.
Bizler de
bekleyip göreceğiz, böyle bir hocanın hâlâ o köyde görev yapıp yapmayacağını,
daha doğrusu böyle bir hocanın hâlâ görevde tutulup tutulmayacağını…
(Yazı ve fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)
ağabey bu yobazlar olduğu sürece bu ülkede ki hiç bir şeyden memnun değilim ve bu gidişle de olamayacağım.sevgilerle.
YanıtlaSil