Dokuz günlük “Bayram Tatili”nde kardeşim Nusret ve arkadaşı Özcan’la 12 Ekim Cumartesi günü Çanakkale-Küçükkuyu üzerinden Datça’ya gittik. Ekim ayı olmasına rağmen kaldığımız Raykent sitesi önünden denize bolca girdik, hemen arkasındaki Kızlan ormanında da sabahları yaklaşık iki saat yürüyüş yaptık.
Akşamları
hem yemek, hem de vakit geçirmek için Datça’ya gidiyorduk. İlk günler Datça ilçe merkezi çok hareketliydi. Bu
hareketlilik bayram tatilinin son gününe kadar devam etti. Bayram ertesi
kara yolunun çok yoğun olacağını düşünerek tatilimizi 21 Ekim Pazartesi gününe
kadar uzattık. Pazar akşamı Datça bir “ölü kent” görünümündeydi. Bu görüntü yıllardır
sessiz sakin bir ilçe ya da köyü arzulayan biri olarak bu düşüncemi biraz
değiştirdi.
Her neyse şimdi asıl konuya geleyim… Pazartesi sabahı erkenden Özcan’ın kullandığı otomobil ile İstanbul’a dönmek için yola koyulduk. İstanbul’un yoğun stresinden işini-gücünü bırakıp Muğla’nın etrafı ormanlarla kaplı Ula ilçesi Çiçekli Köyü’ne yerleşen arkadaşım Muzaffer Aksoy'a Marmaris’ten günlük gazeteler alarak sabah kahvaltısına gittik. Köyün en yüksek tepelerinden birine tabir yerindeyse muhteşem bir “malikhane” yaptıran Aksoy'un komşularından bir miktar peynir-yağ satın alarak ilçeye indik. İlçe merkezinde çınar altındaki bir kahvehanede yöreye mahsus bitkisel çaylardan yudumladık.
Her neyse şimdi asıl konuya geleyim… Pazartesi sabahı erkenden Özcan’ın kullandığı otomobil ile İstanbul’a dönmek için yola koyulduk. İstanbul’un yoğun stresinden işini-gücünü bırakıp Muğla’nın etrafı ormanlarla kaplı Ula ilçesi Çiçekli Köyü’ne yerleşen arkadaşım Muzaffer Aksoy'a Marmaris’ten günlük gazeteler alarak sabah kahvaltısına gittik. Köyün en yüksek tepelerinden birine tabir yerindeyse muhteşem bir “malikhane” yaptıran Aksoy'un komşularından bir miktar peynir-yağ satın alarak ilçeye indik. İlçe merkezinde çınar altındaki bir kahvehanede yöreye mahsus bitkisel çaylardan yudumladık.
SUSURLUK’TA BİR FASULYECİ
Ula’dan
ayrıldıktan sonra Muğla-Aydın-İzmir-Manisa ve Balıkesir üzerinden Susurluk’a
ulaştık. Tatil boyunca üçümüz de kuru fasulye yemeği arzulayıp durduk, ama
aşçımız Özcan bir türlü bu isteğimizi yerine getiremedi. Çünkü ilçeye defalarca
gitmemize rağmen fasulye almayı unutup dönüyorduk. Çok acıkmamıza rağmen yol
boyunca sıkça gördüğümüz köfteciler ile et lokantaları beni çekmiyordu. Canım
hep geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz usta karikatürist Cafer Zorlu gibi kuru
fasulye çekiyordu. Susurluk’a yaklaşınca küçük bir tabelada “Kuru fasulyeci Karayel” yazısı dikkatimi
çekti. Hemen Özcan’a “Özcan bak kuru fasulyeci tabelası. Yeni Oto Sanayi
Sitesi’nde diye yazıyor” dedim. Özcan “Tamam ağabey, hemen gidelim” dedi. O
andan itibaren üçümüz de kurt gibi acıktığımızı hissettik.
Oto sanayi
sitesine girdik, ama açlıktan mı nedir kuru fasulye lokantasını bulamadık.
Sitenin sonlarına kadar gittik. Dönüşte fasulyecinin tabelasını ve dükkânını ancak
gördük. Salaş görünümlü lokantadan içeri daldık. Girişte solda bir masanın
arkasında oturan bir kadın ile ayakta bir erkek bizi karşıladı. Bizden başka lokantada
yemek yiyen 4-5 kişi daha vardı. Erkek olana:
- Büyük bir
iştahla geldik, ama lokantayı bulmakta biraz zorlandık, dedim.
- Sizi
arabayla geçerken gördüm. Siz geçerken lokantanın önünde bir traktör vardı, o
tabelayı ve dükkânı kapatmıştı. O yüzden göremediniz herhalde, diye yanıt
verdi.
Üçümüz
birden:
- Kaç gündür
canımız kuru fasulye çekiyor, birer kuru fasulye istiyoruz, dedik.
- Etli Çorba
da var, dedi erkek olan…
Özcan:
- Nasıl bir
şey! Güzelse ben istiyorum.
Önce
Özcan’ın çorbası geldi, ardından söylediğimiz fasulyeler güveçten kepçeyle
dolduruldu, sonra da pilav ve cacıklarımız masaya koyuldu. Çorbadan birer kaşık
ben ve kardeşim de tattık. “Etli Çorba” güzeldi, ama biz fasulyeye kaşık
sallamaya başladık. Müthiş lezzetli geldi:
- Çok
güzel, elinize sağlık… Siz mi bayan mı fasulyenin ustası?, dedim.
Bu kez kadın olan:
- Hayır… Her ikisi de eşimin eseri. Ben sadece
pilav yapıyorum, dedi.
Gözleri
“çakmak çakmak” olan erkek:
- Siz onun
söylediklerine bakmayın, o da iyi bir aşçı… Hatay’da aşçılık yapıyordu. Bir
sene önce evlendik.
Daha da
bir şey sormadan anlatmaya başladı:
“Ben aslen
Bulgaristan göçmeniyim. Adım Nevzat Karayel, eşimi 2011 yılının 23 Mayıs’ında kanserden
kaybettim. İki erkek bir kız çocuğumun yükü üzerime kaldı. Sonra burada
gördüğünüz eşim Arzu hanımla evlendim. (Alacak defterini göstererek) Oto sanayi
esnafından yedikleri yemeğin ücretini zar zor alıyorum. Çoğu ya ödeyemiyor ya
da ödemekten kaçınıyordu. O yüzden bir buçuk ay önce yol kenarına bir tabela
astırdım. Ondan sonra biraz hareketlilik oldu. İşte sizde o tabelayı görerek
geldiniz. İyi ki o tabelayı astım, işler açıldı… Biraz para kazanırsam, siz bir
daha geldiğinizde buraya tanıyamazsınız.”
- Şimdiki
eşinizle ne zaman evlendiniz?, dedim.
Nevzat Usta heyecanlandı, fakat sesi daha gür
çıkmaya başladı:
- Arzu hanımla 2012 yılının yedinci
ayının 24’ünde evlendik. Vaktiniz varsa size nasıl tanıştığımızı ve nasıl
evlendiğimiz anlatayım. Bir kamyoncu müşterim vardı. Onun vasıtasıyla
tanıştık.”
Nevzat Usta, nasıl evlendiklerini
anlatırken söze Arzu Hanım karıştı:
- İsterseniz
ben devam edeyim. Ben Antakyalıyım. Ben de eşimi 2011 yılının 14 Mayıs’ında
kaybettim. Hiçbir şeyi yoktu. Bir gün yattığı yerden kalkmadı; kalp krizi geçirmiş.
Benim de Nevzat gibi ikisi erkek üç çocuğum vardı.
Bir gün
lokantama her zaman gelip yemek yiyen tanıdık bir kamyon şoförü geldi. ‘Sen
güzel yemekler yapıyorsun, ama Susurluk’ta bir aşçı var ki bir görsen çok güzel
‘Etli Çorba’ yapıyor. İstersen ondan sana tarifini alabilirim’ dedi. Olur
dedim. Telefonla Nevzat’tan ‘Etli Çorba’nın tarifini aldım. Çok kibar
konuşuyordu. Daha sonra birkaç kez daha telefonla yemek sohbeti yaptık. Yemek
sohbeti yaparken eşlerimizi nasıl kaybettiğimizi bir birimize anlattık. Bu
görüşmelerimiz internete kadar uzandı. Benim evlenme diye bir şey aklıma
gelmiyordu. Çünkü Nevzat Susurluk’ta, ben Antakya’daydım. Sonra birbirimize
fotoğraflarımızı gönderdik. Birbirimizi beğendik, çocuklarımız da bizi
birbirimize uygun gördü.”
“BENİ
ATATÜRK’E BENZETİYORLAR”
- Atatürk
benim hemşerim olur. Atatürk gibi benim de gözlerim mavi, saçlarım da sarıdır.
Hatta yandan bakanlar Atatürk’e çok benzetirler. Ben Atatürk’ün hayranıyım.
Eşim de Atatürk’ü çok seviyormuş. O konuda da anlaştık. Artık hiçbir sorun
kalmamıştı. Sonra evlenmeye karar verdik ve 2012 yılının yedinci ayının 24’ünde
evlendik.”
Nevzat Usta,
Antakya’ya Arzu hanımı istemeye annesiyle nasıl gittiklerini de çok esprili bir
şekilde anlattı:
“Benim
ayaklarım çok kötü kokar. Antakya’ya giderken hep kötü kokan ayaklarımın
korkusuyla gittim. Otobüsten iner inmez anneme ayaklarımı koklattım. Annem;
‘Oğlum kokmuyorlar…’ dedi. Annem böyle
söyleyince rahatladım, sevinçle Arzu hanımların evinin yolunu tuttuk. Evde benim
çocuklarım da Arzu hanımın çocukları da hemen kaynaştılar. Hâlâ da iyi
anlaşırlar. Evlendikten sonra Arzu hanımın çocuklarını da Susurluk’a getirdik.
Büyüğü bir köfteci de çalışıyor. Benim büyük oğlum da askerde uzman çavuş. İşte
böyle geçinip gidiyoruz…”
Nevzat Usta ve
yaklaşık 15 aylık eşi Arzu hanımın birkaç kare fotoğrafını çekerken:
- Sizi çay
içmeden bırakmam, dedi Nevzat Usta. Hem de bir değil ikişer bardak enfes çayından yudumlar çekerek, dükkândan ayrıldık...
(Yazı ve Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder