22 Ekim 2013 Salı

ACIDAN MUTLULUĞA...

       

          Dokuz günlük “Bayram Tatili”nde kardeşim Nusret ve arkadaşı Özcan’la 12 Ekim Cumartesi günü Çanakkale-Küçükkuyu üzerinden Datça’ya gittik.  Ekim ayı olmasına rağmen kaldığımız Raykent sitesi önünden denize bolca girdik, hemen arkasındaki Kızlan ormanında da sabahları yaklaşık iki saat yürüyüş yaptık.
          Akşamları hem yemek, hem de vakit geçirmek için Datça’ya gidiyorduk. İlk günler Datça ilçe merkezi çok hareketliydi. Bu hareketlilik bayram tatilinin son gününe kadar devam etti. Bayram ertesi kara yolunun çok yoğun olacağını düşünerek tatilimizi 21 Ekim Pazartesi gününe kadar uzattık. Pazar akşamı Datça bir “ölü kent” görünümündeydi. Bu görüntü yıllardır sessiz sakin bir ilçe ya da köyü arzulayan biri olarak bu düşüncemi biraz değiştirdi.
          Her neyse şimdi asıl konuya geleyim… Pazartesi sabahı erkenden Özcan’ın kullandığı otomobil ile İstanbul’a dönmek için yola koyulduk. İstanbul’un yoğun stresinden işini-gücünü bırakıp Muğla’nın etrafı ormanlarla kaplı Ula ilçesi Çiçekli Köyü’ne yerleşen arkadaşım Muzaffer Aksoy'a Marmaris’ten günlük gazeteler alarak sabah kahvaltısına gittik. Köyün en yüksek tepelerinden birine tabir yerindeyse muhteşem bir “malikhane” yaptıran Aksoy'un komşularından bir miktar peynir-yağ satın alarak ilçeye indik. İlçe merkezinde çınar altındaki bir kahvehanede yöreye mahsus bitkisel çaylardan yudumladık.

                      SUSURLUK’TA BİR FASULYECİ

         Ula’dan ayrıldıktan sonra Muğla-Aydın-İzmir-Manisa ve Balıkesir üzerinden Susurluk’a ulaştık. Tatil boyunca üçümüz de kuru fasulye yemeği arzulayıp durduk, ama aşçımız Özcan bir türlü bu isteğimizi yerine getiremedi. Çünkü ilçeye defalarca gitmemize rağmen fasulye almayı unutup dönüyorduk. Çok acıkmamıza rağmen yol boyunca sıkça gördüğümüz köfteciler ile et lokantaları beni çekmiyordu. Canım hep geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz usta karikatürist Cafer Zorlu gibi kuru fasulye çekiyordu. Susurluk’a yaklaşınca küçük bir tabelada  “Kuru fasulyeci Karayel” yazısı dikkatimi çekti. Hemen Özcan’a “Özcan bak kuru fasulyeci tabelası. Yeni Oto Sanayi Sitesi’nde diye yazıyor” dedim. Özcan “Tamam ağabey, hemen gidelim” dedi. O andan itibaren üçümüz de kurt gibi acıktığımızı hissettik.
         Oto sanayi sitesine girdik, ama açlıktan mı nedir kuru fasulye lokantasını bulamadık. Sitenin sonlarına kadar gittik. Dönüşte fasulyecinin tabelasını ve dükkânını ancak gördük. Salaş görünümlü lokantadan içeri daldık. Girişte solda bir masanın arkasında oturan bir kadın ile ayakta bir erkek bizi karşıladı. Bizden başka lokantada yemek yiyen 4-5 kişi daha vardı. Erkek olana:
         - Büyük bir iştahla geldik, ama lokantayı bulmakta biraz zorlandık, dedim.
         - Sizi arabayla geçerken gördüm. Siz geçerken lokantanın önünde bir traktör vardı, o tabelayı ve dükkânı kapatmıştı. O yüzden göremediniz herhalde, diye yanıt verdi. 
         Üçümüz birden:
          - Kaç gündür canımız kuru fasulye çekiyor, birer kuru fasulye istiyoruz, dedik.
          - Etli Çorba da var, dedi erkek olan…
          Özcan:
          - Nasıl bir şey! Güzelse ben istiyorum.
          Önce Özcan’ın çorbası geldi, ardından söylediğimiz fasulyeler güveçten kepçeyle dolduruldu, sonra da pilav ve cacıklarımız masaya koyuldu. Çorbadan birer kaşık ben ve kardeşim de tattık. “Etli Çorba” güzeldi, ama biz fasulyeye kaşık sallamaya başladık. Müthiş lezzetli geldi:
           - Çok güzel, elinize sağlık… Siz mi bayan mı fasulyenin ustası?, dedim.
           Bu kez kadın olan:        
           - Hayır… Her ikisi de eşimin eseri. Ben sadece pilav yapıyorum, dedi.
           Gözleri “çakmak çakmak” olan erkek:
            - Siz onun söylediklerine bakmayın, o da iyi bir aşçı… Hatay’da aşçılık yapıyordu. Bir sene önce evlendik.
            Daha da bir şey sormadan anlatmaya başladı:
            “Ben aslen Bulgaristan göçmeniyim. Adım Nevzat Karayel, eşimi 2011 yılının 23 Mayıs’ında kanserden kaybettim. İki erkek bir kız çocuğumun yükü üzerime kaldı. Sonra burada gördüğünüz eşim Arzu hanımla evlendim. (Alacak defterini göstererek) Oto sanayi esnafından yedikleri yemeğin ücretini zar zor alıyorum. Çoğu ya ödeyemiyor ya da ödemekten kaçınıyordu. O yüzden bir buçuk ay önce yol kenarına bir tabela astırdım. Ondan sonra biraz hareketlilik oldu. İşte sizde o tabelayı görerek geldiniz. İyi ki o tabelayı astım, işler açıldı… Biraz para kazanırsam, siz bir daha geldiğinizde buraya tanıyamazsınız.”
             - Şimdiki eşinizle ne zaman evlendiniz?, dedim.
              Nevzat Usta heyecanlandı, fakat sesi daha gür çıkmaya başladı:
             - Arzu hanımla 2012 yılının yedinci ayının 24’ünde evlendik. Vaktiniz varsa size nasıl tanıştığımızı ve nasıl evlendiğimiz anlatayım. Bir kamyoncu müşterim vardı. Onun vasıtasıyla tanıştık.”
             Nevzat Usta, nasıl evlendiklerini anlatırken söze Arzu Hanım karıştı:
             - İsterseniz ben devam edeyim. Ben Antakyalıyım. Ben de eşimi 2011 yılının 14 Mayıs’ında kaybettim. Hiçbir şeyi yoktu. Bir gün yattığı yerden kalkmadı; kalp krizi geçirmiş. Benim de Nevzat gibi ikisi erkek üç çocuğum vardı.
             Bir gün lokantama her zaman gelip yemek yiyen tanıdık bir kamyon şoförü geldi. ‘Sen güzel yemekler yapıyorsun, ama Susurluk’ta bir aşçı var ki bir görsen çok güzel ‘Etli Çorba’ yapıyor. İstersen ondan sana tarifini alabilirim’ dedi. Olur dedim. Telefonla Nevzat’tan ‘Etli Çorba’nın tarifini aldım. Çok kibar konuşuyordu. Daha sonra birkaç kez daha telefonla yemek sohbeti yaptık. Yemek sohbeti yaparken eşlerimizi nasıl kaybettiğimizi bir birimize anlattık. Bu görüşmelerimiz internete kadar uzandı. Benim evlenme diye bir şey aklıma gelmiyordu. Çünkü Nevzat Susurluk’ta, ben Antakya’daydım. Sonra birbirimize fotoğraflarımızı gönderdik. Birbirimizi beğendik, çocuklarımız da bizi birbirimize uygun gördü.”

               “BENİ ATATÜRK’E BENZETİYORLAR”

          Nevzat Usta yine söze karışmadan edemedi:
          - Atatürk benim hemşerim olur. Atatürk gibi benim de gözlerim mavi, saçlarım da sarıdır. Hatta yandan bakanlar Atatürk’e çok benzetirler. Ben Atatürk’ün hayranıyım. Eşim de Atatürk’ü çok seviyormuş. O konuda da anlaştık. Artık hiçbir sorun kalmamıştı. Sonra evlenmeye karar verdik ve 2012 yılının yedinci ayının 24’ünde evlendik.”
         Nevzat Usta, Antakya’ya Arzu hanımı istemeye annesiyle nasıl gittiklerini de çok esprili bir şekilde anlattı:
         “Benim ayaklarım çok kötü kokar. Antakya’ya giderken hep kötü kokan ayaklarımın korkusuyla gittim. Otobüsten iner inmez anneme ayaklarımı koklattım. Annem; ‘Oğlum  kokmuyorlar…’ dedi. Annem böyle söyleyince rahatladım, sevinçle Arzu hanımların evinin yolunu tuttuk. Evde benim çocuklarım da Arzu hanımın çocukları da hemen kaynaştılar. Hâlâ da iyi anlaşırlar. Evlendikten sonra Arzu hanımın çocuklarını da Susurluk’a getirdik. Büyüğü bir köfteci de çalışıyor. Benim büyük oğlum da askerde uzman çavuş. İşte böyle geçinip gidiyoruz…”
         Nevzat Usta ve yaklaşık 15 aylık eşi Arzu hanımın birkaç kare fotoğrafını çekerken:
         - Sizi çay içmeden bırakmam, dedi Nevzat Usta. Hem de bir değil ikişer bardak enfes çayından yudumlar çekerek, dükkândan ayrıldık...
(Yazı ve Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder