29 Eylül 2013 Pazar

"HIRSIZ ÇEŞMESİ"...

Bir zamanlar (Karakoçan ile Kiği karayolu henüz yapılmamışken) hırsızların, çaldıkları küçük ve büyük baş hayvanları kesip yedikleri çeşme... Halk arasında "Hırsız Çeşmesi" olarak bilinen ve şimdi Kiğı'ya giderken kara yolunun hemen altında bulunan çeşmenin bulunduğu yer, bugün piknik alanı olarak hizmet veriyor.
(Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

DAĞDA İHTİYAÇ KULÜBESİ...

                                                  (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

UZUN İNCE BİR YOLDA...

                                                 (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

28 Eylül 2013 Cumartesi

BİR ANA VE ENİKLERİ...

                     
                         
       O bir anaydı, ama bir değil, iki değil, üç değil tamı tamamına on iki eniğin anası… Adı da “Karakız”dı.
      Refahiye'nin Bahasor Köyü’nde Ağustos ayının sonlarına doğru bir batında 12 yavru dünyaya getirdi Karakız. Eniklerinin daha gözleri açılmamıştı. Karakız yaşlı bir söğüt ağacının kovuğuna gizlediği sevimli yavrularını doyurmak için küçük bir köy olan Bahasor’ün bütün kapılarını her gün dolaşıyordu.
      Karakız, yine yağmurlu bir günde bütün kapıları dolaştı. Ne yazık ki yavrularına süt olabilecek yiyecek bir şeyler bulamıyordu.
      Ta ki, kapısını beklediği Memet, “Karakız… Karakız… Geh geh…” diye seslenene kadar. Karakız, sesin geldiği yöne uçarcasına koştu ve sahibinin ilçeden bolca getirdiği rengi morarmış tavuk etine büyük bir iştahla saldırdı…
      (Yazı ve Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

DOĞA VE DOSTLUK...

 İstanbul'da bir boya fabrikasında emekli olduktan sonra Erzincan-Refahiye'ye bağlı Pusans Köyü'ne (Yazıgediği) yerleşen Ekrem Gülkan, kendi sürüsünün çobanı oldu. Ekrem Gülkan'a önce doğadaki tüm canlılar, sonra da köpeği ile koyunu dost oldu... Sevimli dostları Gülkan'ı hiç yalnız bırakmıyor, attığı her adımına eşlik ediyorlar... 
(Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

HARPUT FOTOĞRAFLARI...

                        
                                      
                                      
                        
                         
                         
                                      
                                      
                                      
                         
                                          Harput gezimde tarihe saygıyısızlığı gördüm...
                                             (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

26 Eylül 2013 Perşembe

ERTAN GÖKALP VE DENİZ TEZTEL'İN ANISINA...


Mehmet ÜNLÜ

12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından göz altına alınan bir çok insan, Üsküdar-Selimiye’deki 1.Ordu Komutanlığı kışlasının içinde yer alan Sıkıyönetim Mahkemeleri’nde yargılandı.

Artık, Türkiye’nin nabzı burada atmaya başladı… Bu arada askeri idarenin getirdiği; kimilerine göre,”terör belasından kurtularak rahat bir nefes alındığı düşüncesi” kimilerine göre de, “suçsuz insanların sudan sebeplerle göz altına alınıp tutuklanmaları ve hatta gözaltında iken de işkencelere maruz kalındığı ” iddiaları hakimdi. Ama, kimse “gık bile diyemezdi. Çünkü, “gık” diyeni de hemen alıp atarlardı zindanlara..

Darbe ile birlikte uygulanan sıkıyönetim nedeniyle saat 24.00’ten itibaren başlayan sokağa çıkma yasağı, zaman içerisinde 02.00’den itibaren uygulanmaya başlandı..

1402 sayılı sıkıyönetim kanununa çeşitli nedenlerle muhalefet ettikleri gerekçesiyle binlerce insan göz altına alındı. Bunların içerisinde gece 23.59’da yasağa bir dakika kala veya 00.01  yani yasağın başlangıcından bir dakika geçmesiyle göz altına alınan insanlar da inanılmaz çoğunlukta idi.

Adam bir şekilde evine gelirken bir dakika gecikmiş ” gel’…”, “…yahu trafik yoğundu!..” “gözaltı!..” doğru Selimiye’ye…” gözaltında  kalacağın süre belirsiz. Belki bir hafta on gün sonra çıkarılırsın hakimin karşısına. Tabi tutuklanıp doğru Metris,  Davutpaşa, Sultanahmet Cezaevleri’ne veya bir başkasına koyulursun… İçeride kalacağın tutukluluk süren de, gözaltı süresi gibi hiç belli değil.  Alacağın ceza ise 3-6 ay arası.. Zaten gözaltı ve tutukluluk süreleri nerede ise 5-6 ayı bulur. O zaman fazladan yattığınla kalırsın..

                  "Sıkıyönetim Muhabirliği..."

İşte, bütün bu müthiş tutuklu sanıklar trafiği ve sirkülasyonu basının ilgisini çektiği gibi, kamuoyu tarafından da ilgi odağı haline geldi. Bu arada basında  “Sıkıyönetim Muhabirliği” adında apayrı bir saha da oluştu.

O zaman sadece TRT vardı. Ayrıca Anadolu Ajansı da bir devlet kurumu olması sebebiyle, görevlendirilen muhabirler için soruşturma yapılmaz, diğer muhabirler için Sıkıyönetim Komutanlığı gerekli araştırmayı yapardı..

İşte TRT’den Sefer Bilirgen ve AA’dan Ertan Gökalp muhabir olarak görevlendirildi. Ancak, bu ikili askeri muhtıra nedeniyle 1971’den itibaren
yapılan yargılamaları takip etti. 12 Eylül’den itibaren de görevlerini başarılı şekilde devam ettirdi..

Onlara  Hürriyet  Gazetesi’nden Özkan Altıntaş katıldı. Bu arada  Zeki Kuban da Tercüman Gazetesi’ni temsil ediyordu bir süre sonra merkeze geçince yerine ben görevlendirildim.

İlk zamanlar bayağı zorluk çektim.. Selimiye kışlasında muhabir olarak bulunmak, yani mahkeme üstelik  askeri mahkemeler.. Birçok duruşma salonu.. Bana çok zor geliyordu.. Ama arkadaşların çok büyük yardımları olduğu için  rahat çalışmamı sağladılar..

Bir süre sonra sevgili Deniz Türk Haberler Ajans’ını temsilen aramıza katıldı. Ara sıra önemli davaları takip etmek için Cumhuriyet Gazetesi’nden Necdet Doğan gidip geliyordu. Hatta, ilk adliye muhabiri Vasfiye Özkoçak ablamız da zaman zaman duruşmaları izlemeye gelirdi.

Biz aylar sonra birbirimizle çok iyi kaynaştık. Sefer Bilirgen, Ertan Gökalp, Özkan Altıntaş, Deniz Teztel ve Mehmet Ünlü.. Olduk beşi bir yerde..

İstanbul Sıkıyönetim Muhabirleri olarak adımız da duyulmadı değil hani.. Sabah erken gelir, nerede hangi dava var?, kim yargılanacak? diyerek araştırma yapıp, kafamıza göre duruşmalara girerdik..

Zaman zaman 8 civarında olan duruşma salonuna dağılıp hepimiz kayda değer dava arardık, girer izlerdik.. Haber olacak dava konusu varsa takip ederiz veya ayrı ayrı izledikten sonra, birbirimize bilgi aktarırdık. Dayanışmamız zamanla o kadar güçlendi ki, “bugün haber geçmiyoruz” diye karar verdik mi, orada kalırdı. Kimse kimseyi asla atlatmazdı..

Öğle yemeklerine birlikte gideriz.. Yemekten sonra mutlaka kahvehaneye uğrayıp pişti oynamayı da ihmal etmezdik.  Hatta akşam mesai bitiminden sonra Selimiye’de “Orhan’ın Yeri Ocakbaşı” na uğrayıp, bir kebap iki kadeh sallamadan evlere dağılmazdık..

Gerçekten örnek düzeyde birlik ve beraberlik içinde hem arkadaşlığımız hem de meslektaşlığımız mevcuttu..

Deniz kardeşimiz bizim için bir bayan muhabir değil, erkek arkadaşlarımızdan birisi idi sanki.. Yanında rahat konuşur, çok rahat espriler yapabilirdik..

Deniz bir süre sonra Cumhuriyet’i temsil etmeye başladı.. Deniz’in yerine de THA’ndan Sevim Ertemur çalışmaya başladı..

Sefer Bilirgen ise TRT’den ayrılıp, Güneş Gazetesi’nin muhabirliğini yapmaya başladı. Artık verilen Nikon fotoğraf makinesiyle çalışıyordu.
Beşi Bir Yerde Sıkıyönetim Muhabirleri .. Ya bir duruşmanın başlamasını bekliyoruz, ya da getirilecek tutuklu sanıkları…Sonuçta bir hatıra fotoğrafı çektirmeye karar verimişiz.. Soldan itibaren Ertan Gökalp (AA), Sefer Bilirgen (Güneş), Deniz Teztel (Cumhuriyet), Özkan Altıntaş (Hürriyet), Mehmet Ünlü (Tercüman)
1.Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı Halkla İlişkiler birimini ziyaret ettiğimiz gün. Özkan Altıntaş, Sefer Bilirgen, Necdet Doğan, Mehmet Ünlü, Deniz Teztel

                            
Atatürk’e hakaret suçlamasıyla yargılanan bir rahibin duruşmasını izlerken. Deniz Teztel ve Özkan Altıntaş 
İşte Basın Odası.. Yoğun iş temposunun yanı sıra bazen de ufak  davaların yargılaması varsa takip etmezdik ya da izlemek için önemli bir davanın saatini bekleyip sohbet ederken aniden çöken rehavet şekerleme yaptırırdı. O zamanki şartlara göre sadece yukarıda sağ köşede bulunan ankesörlü yani jetonlu telefonla haber geçerdik.
Fakat, telefonla merkeze aktarılan haber metinini yazan kişi yanlış anlayıp hatalı yayınlanırsa, derhal muhabir hakkında soruşturma açalırdı.. Onun için öncelikle haberi birlikte hazırlar, kağıtlara döker, birbirimizi teyit ettikten sonra telefon açıp yazdırırdık. Bu nedenle başımız hiçbir zaman ağrımazdı..
Eğer fotoğraf gerekirse bir eleman gelir hepimizin kasetlerini alır Hürriyet’in Cağaloğlu Bürosu’na bırakır, her kurumun kendi görevlisi gelip oradan dia veya siyah beyaz negatif filmleri alır baskıya yetiştirirdi. Ancak çok önemli davaların ilk celsesinde mutlaka sanıkların fotoğraflarını çekerdik. 
                       Mesai bitiminden sonra hep birlikte bir akşam yemeğindeyiz..

Evet…Yıllar yılları kovaladı, bizler zaman içinde bu görevden ayrıldık. Ben yaklaşık 2 yıl sonra daha önce görev yaptığım Tercüman Kadıköy Bürosu şefliğine yeniden döndüm. Ertan bu kez benim yerime Tercüman Gazetesi temsilcisi olarak görevini sürdürdü..

Baktık ki, zaman su gibi akıp gitmiş.. Sıkıyönetim geçip gitmiş.. Asli görevlerimize dönmüşüz, emeklilik gelmiş çatmış…

Ancak, bizler zaman içerisinde birbirimizden pek kopmadık.. Özellikle ben Ertan ile evlerimizin de yakın olması nedeniyle buluştuğumuz gibi, sık sık telefonla da görüşüyorduk.

Tarih 21 Şubat 2012.. TGC’den cep telefonuma gelen bir mesaj beni şok etti.. “Ertan Gökalp’i kaybettik”..
Ertesi gün cenazesine katılıp, çok sayıda meslektaşımızla birlikte yolcu ettik sevgili Ertan’ı.. Işıklar içinde yat” dileğimizle, sonsuza dek kalbimizde yaşayacağını vurguladık..
Tarih 23 Eylül 2013… TGC’den cep telefonuma gelen bir mesajla yine şok oldum.. “Deniz Teztel’i kaybettik”..
Son yolculuğunda onu da birçok meslektaşı ile birlikte yalnız bırakmadım. Denizi de  kalbimize gömdük.. Aynı dualarımız onun için de geçerli..”Işıklar içinde yat”…

Bugüne kadar nice meslektaş ağabeyilerimiz, nice arkadaşlarımız, nice kardeşlerimiz, şu veya bu şekilde terk-i dünya ettiler… Hepsi için  “Allah rahmet etsin” demekten başka elimizden bir şey gelmez..
                             

Değerli kardeşlerim “Işıklar içinde uyuyun.. Anılarınız her zaman bizimle birlikte, daima hatırlanacaksınız. Türk basınına verdiğiniz onca güzel hizmetler asla unutulmayacaktır..


 Hoşçakalın….

Asla elveda demiyorum… 

 

AVUSTURYA'DAKİ GENEL SEÇİMLER ÜZERİNE...


Erdal BOYOĞLU
        Avusturya'da genel seçimler 29 eylül 2013’de yapılacak. Türkiye kökenli milletvekilli adaylarından  Viyana'da Nurten Yılmaz (SPÖ) ve Alev Korun (Die Grüne) milletvekili olabilecek sıralarda . Tirol'de Kürt kökenli Aygül Berivan Aslan ’Die Grüne’den  parlementoya girmesi bekleniyor. Dolayısıyla bu seçimlerde 3 Türkiye kökenli milletvekili  Avusturya  ulusal parlamentosuna girmesi söz konusudur. Viyana’dan aday gösterilen  isimlerden Kemal Yıldız,  Şafak Akçay, Aziz Gülüm, Mustafa Yenici, Ekrem Resul Gönültaş ( Viyana’da islami kimliği ile öne çıkan bir isim), Öztürk Şenay, Aslan Ergen (Süryani kökenli), Aziz Miran (Güney Kürdistan kökenli), Mısır’lı Omar al Rawi (islami kimliği ile tanınıyor) SPÖ’nün milletvekili adayları. 
       
Yukarı Avusturya’da bir aday ise Fatma Küçükuncular, SPÖ saflarında politikaya atılmış bir göçmen. Adaylar listesindeki yerine gelince; Küçükuncular,“Oberösterreich Ülke Listesi“nde (Landesliste OÖ) 15. sıra adayı, eyalet listesinde (Bundesliste‘de) ise 236. sırada.
        ÖVP’den  Türkiye kökenli Şirvan Ekinci, Hasan Vural,  Mustafa İşcel, Arap kökenli Müslüman bir aday ise Salzburg’da aday oldu. ÖVP ve SPÖ Avusturya vatandaşı olan Müslümanların oylarını hedeflemektedir. Yabancı düşmanı parti olarak bilinen FPÖ’den Türkiyeli aday yok.
        Avusturya Komünist Parti’sinde (KPÖ) Salzburg'da  Türkiyeli  iki aday  Resul Şen (3. sırada), Süleyman Vurgun 6 sırada aday oldu. KPÖ’nün seçim çalışmaları çok kısıtlı ama oylarında kesin bir yükselme yapacağı beklenilmektedir.
        29 eylül 2013 seçiminde KPÖ’nün oylarını artıracağına inananlardanım. KPÖ’nün Graz’daki başarısının Avusturya geneline yansıyacağını düşünüyorum.  KPÖ Graz’da yüzde 20’e varan bir oy patlaması yapmıştı.
          İslami kimlikli Yeni Hareket gazetesi seçim değerlendirmesinde şöyle diyor: “’Seçimlerde hangi tarafız?. Yazılarımızı takip edenler bilirler (…) SPÖ ve ÖVP içinde  (…)  En azından Müslüman toplumun sözcüsü olurlar.  Dindarlara ve muhafazakârlara sırt çeviren Yeşiller’e biz de sırt çevireceğiz. Oy istemek için camilerimize, derneklerimize gelmesinler.”
          Anketler, 4 partinin seçim  barajı aşacağını  gösteriyor. 
           Avusturya işçi sınıfının kazandığı  sosyal devlet modelini, sosyal  hakları ortadan kaldırmak için tasarruf paketlerini devreye sokan SPÖ, ÖVP ve  FPÖ gibi partilerdi. Kendi aralarında hükümet ortaklıkları kurarak istedikleri kanunları meclisten geçirdiler. Göçmenlerin yasalar önünde eşit olmasını istemeyenlerde yine bunlardı. Avusturya vatandaşı olmayanların seçme hakkını kabul etmeyen de, işçiler arasında yerli ve yabancı ayırımı yapan, yabancı işçilerin aylıklarının yerlilerden daha az maaş almasını savunan da bu partiler. 
         Yabancı yasaları sürekli değiştirerek yabancılar aleyhine kanunlar çıkartanda bu  partiler. Hükümet ortaklığı yapan SPÖ ve ÖVP  ya da ÖVP-FPÖ yabancılar kanunları üzerinde oynuyorlar. 
               Palementodaki milletvekili sayısı 183’dir.
         Tamda bu noktada şunu belirtmekte yarar var. İslamcı adaylardan Hasan Vural, 23 Viyana'da yaptığı seçim konuşmasında asparagas iddialarda bulundu. "Yeşiller Partisi, 16 Viyana pazar yerinde Türklere kondom dağıtıyor. Jugent zentrum, Müslüman çocukları ailelerinden alınıp Hristiyan ailelere veriyor'' diye yaptığı açıklamasına ÖVP Viyana il başkanı sert tepki gösterdi: “'Hasan Vural bir daha böyle açıklamalar yaparsa görevinden alırız.'' Profil gazetesi yazarlarından Edith  ise “Bu açıklamaların somut olarak ispatlanması gerektiğini, yalan sözlerle insanları provokasyona getirilmesi son derece yanlıştır” diye köşe yazısına not düşüyor. 
         Anketlere göre  KPÖ ve BZÖ’nün seçim barajını aşması çok zor görülüyor.(Avusturya'da seçim barajı % 4)
        Avusturya işçi sınıfının kazandığı sosyal ve ekonomik hakları tasarruf paketleriyle ortadan kaldırılmasını  meclisten geçiren SPÖ, ÖVP ve FPÖ  göçmenlerin yasalar önünde eşit olmasını savunmuyorlar.
        İşçiler arasında yerli ve yabancı ayırımı yapan, yabancı işçilerin aylıklarının yerlilerden daha az maaş almasını savunan partiler.  FPÖ, ırkçılık yaparak, yabancı düşmanlığı üzerinden oylarını artıran bir parti. Avusturya televizyonu ORF 1'de FPÖ Başkanı Strache ile SPÖ Başkanı Faymann seçim tartışması yaptı. Tartışmanın son turunda, elinde bir afişle, ''Almanca konuşmuyor musunuz, Türk müsünüz? Niye Türkçe pankartlar bastırıyorsunuz. Siz bundan rahatsızlık duymuyor musunuz.'' diyen Strache, E.R.Gönültaş'ın hazırladığı Türkçe olan ''Bizim Başbakanımız Faymann '' afişini gösterdi.
       Eski Savunma Bakanı  Darobosch, SPÖ'nün seçim koordinatörü; “Türkçe kampanya yapmamız söz konusu değil. Türkçe kampanya yürütülemez, nerde varsa indirilecek” diye açıklamada bulundu.
       ÖVP'nin Entegrasyondan Sorumlu Eyalet Bakanı Kutz da seçim kampanyasında “Seçim dili mecburiyettir. Önemli olan Almancadır” diye açıkladı.
        Türkiye’de ki seçimlerde izlenen ırkçı tutum aklıma geldi; “Seçimlerde Kürtçe afiş olur mu? Kürtçe konuşulur mu?” tartışması gibi bir durum yaşandı Avusturya’da.
        Düşünsenize şöyle bir; sosyal demokratlar, sağcılar, ırkçılar aynı kulvarda birleşiyorlar. 1 milyon göçmen Avusturya'da yaşıyor. Ve bunların seçme hakkı yoktur. Avusturya'da 350 bin Türkiyeli yaşıyor. Utanç verici bir ırkçılık olayı yaşanıyor ve kimse bu olayı kınamıyor. Türk medyası olaya sessiz kalıyor. (Acaba Kürtlerle ilgili bir durum olsaydı nasıl bir tavır alırlardı.) 
        Avusturya’da seçmen sayısı 6.4 milyon. Parlamentoda ki milletvekili sayısı 183’dir. Şu an iktidarda iki partinin koalisyonu sürmektedir. SPÖ ile ÖVP  iki dönem iktidar ortaklığı yapıyor. 
               Tercihli oy aldatmacası...
         Avusturya Yeşiller Milletvekili Alev Korun’la Viyana Alevi Toplumu Lokâli’nde karşılaştık. Seçim çalışması için gelmediğini özellikle vurguladı. Ama yine de seçimler üzerine konuşmayı da ihmal etmedi. Çünkü lokâlde bulunanların soruları vardı. Alev Korun, sohbet de  şunları söyledi:
         “Her seçimde olduğu gibi 29 Eylül seçimlerinde de yine milletvekili aday bolluğunu görüyoruz. SPÖ ve ÖVP de seçim listelerinde arka taraflarda birçok göçmen ve Türkiye kökenli adaylar görüyoruz. Bu adayların hepsi, yerleri itibariyle sanki gerçekten meclise gireceklermiş gibi tercihli oy istiyorlar. SPÖ ve ÖVP  hep aynı oyunu oynuyor. Tercihli oy uygulamasıyla göçmen oylarını çantada keklik görüyorlar. Tercihli oyla desteklenen aday meclise giremiyor. Viyana Eyalet Meclisi seçimlerinde tercihli oy ile SPÖ’ye 6 bin oy kazandıran islamcı aday Gülsüm Namal’dı. Ne oldu Gülsüm Namal’a, bu seçimlerde aday bile değil.” 

         Avusturya’nın tek Türkiye kökenli Federal Milletvekili olan Alev Korun, SPÖ’nün ve ÖVP’nin tercihli oy aldatmacısına dikkat çekti. Korun, “Sosyal Demokrat Parti ( SPÖ ) ve Halk Partisi ( ÖVP ) partilerinde milletvekili adayı olan Türkiyeli adaylarla alay ediyor. Alay için listedeki yerlerine bakmaları yeterli olacaktır” diyor.
         Türkiye kökenlilerin seçilme şanslarının imkânsız olduğunu bunun sadece oy toplamak için en arka sıralarda aday gösterildiğine de işaret eden Korun, şöyle devam etti:
          “Mesela Viyana çıkaracağı milletvekili sayısı 10 ise SPÖ ve ÖVP, listelerinde 15’inci, 19’uncu, 28’inci, 45’inci ve 65’inci sıralarında Türkiye kökenli adaylar gösterilmektedir. Yani 15’inci sıradaki adayın bile meclise girebilmesi için SPÖ’nün ve ÖVP’nin oylarının beş kat artırması gerekiyor. Yani yüzde 500 yüzlük bir artış olması gerekiyor. Bunun imkânsız olduğu ortada değil mi? Viyana’da yaşayan sizler bunun farkında değil misiniz? Göçmenlere en ağır yabancılar kanunu çıkaran parti de SPÖ. Ayrıca tercihli oylarla seçilebilmek için sadece Viyana’da 30 bin civarında oy almak gerekiyor. Bunun ne kadar imkânsız olduğu da ortadadır. Adaylar tercihli oy toplayıp partilerine bağışlayacaklar. Bunu bugün itibariyle tespit ediyorum ve duymak isteyen seçmenlere söylüyorum. Seçimden sonra, ‘aman tercihli oyları verdik, yine göçmenlerin aleyhine kanun çıkartan partilere gitti. Adayımız da meclise giremedi’ diye kimse şaşırmasın. Çünkü bu oyuna gelindiği sürece bu böyle devam edecektir.”
         Bu arada, 29 Eylül seçimlerinde FPÖ’nün oylarını bölecek olan Neo Liberral Frank Stronach’dır. Stronach Kanada’da yaşayan çok zengin bir Avusturyalı.
                   Tercihli oyu istismar edenler 
           İslamcılar, camilere, derneklere gelen seçmenlerden seçim kartı almalarını istiyorlar. Muhtarlıklarda  mektuplu seçim kartı (Brief wahl karte) aldırarak, oy pusulalarına adayların isimlerini doldurup gönderiyorlar. (Avusturya'da seçimlerde  mektupla oy kullanma yöntemi yapılmaktadır.)
       29 Eylül seçimlerinde Türkiye kökenli Avusturyalıların oyları konusunda bir anket yoktur. Kime ne kadar oy verirler konusu Türk medyasında fazla yankı bulmadı. Avusturya basını da  Türkiyeli adaylara fazla yer vermedi. Avusturya'da yıllardan beri değişmeyen kurallar devam ediyor. Türkiyeliler arasında, kaç dönemdir arka sıralarda aday olanların ciddiye alınacak hiç bir önemi yok. Çünkü seçilemeyecek yerdedirler.
        Tercihli oyların bile faydası yok. Çünkü partilerin tercihli oyların çok fazla bir anlamı yok. İnsan bu kadar açık olarak kendini kandırabilir mi? diye sormak yersiz olur. Bilmemeleri mümkün değil, biliyorlar ama kendilerini kandırmaya ihtiyaçları var, onun için de böyle yapıyorlar.
        Avusturya vatandaşlığına geçen Türkiyelilerin sayısı yaklaşık 60 bin kişidir. Bu demektir ki 29 Eylül seçimlerinde Türkiyeli, seçmenler KPÖ, SPÖ, ÖVP,  Die Grüne, FPÖ, BZÖ, Die LİNKE gibi partilere oylarını verecekler. Bu demektir ki Türkiye kökenli Avusturya vatandaşı olanların oyları bu partiler arasında bölüşülecek. Peki, vatandaş olmayanlar? 
       Avusturya'da faaliyet gösteren SOS Mitmensch Pasoport önemsiz (Pass Egal)  ''Bu da benim seçimim'' mottosuyla alternatif seçim sandıkları kurdu. 24.9. 2013. Saat 15.00'de başlayan oy verme işlemlerine ilgi çoktu. Avusturya pasaportu olmayanlar oy  vermek için kuyruğa girdiler. Üç arkadaş gittik ama biz oy kullanamadık. İçişleri bakanlığı önünde başlayan göstermelik seçim sandıkları, 29 Eylül Cumartesi gününe kadar devam edecek.  Avusturya'da yaşayan bir milyon'un üzerinde insanın kendisini yönetecek insanları seçememesi, ne kadar demokrasiye uygundur? Bir milyon'dan fazla insan Avusturya vatandaşı değil. Ama 30-40 yıldır burada çalışıyorlar, burada yaşıyorlar. Ve bu insanların oy hakkı yoktur. Bu insanların oyu olmadan, bu seçim ne kadar demokratik bir seçim olabilir?  SOS Mitmensch'in tavır aldığı 'pass egal' etkinliği çok anlamlı ve doğru bir tavır. 

                          Seçime ilgisizlik...

      Avusturya’da oy verme hakkı olan Türkiyeli seçmenlerin geçen genel seçimde  kullandıkları oy % 20'dir. Burada seçimi boykot değil, ilgisizlik söz konusudur. 
       Avusturya’yı ziyaret  eden Başbakan Erdoğan, ''Avusturya vatandaşı olanlar bu ülkenin politikasında söz sahibi olmalıdır'' diye söylemişti. Türkiye’de yaşayan çocukların çocuk paraları kesildi. Türkiye kökenlilere çifte vatandaşlık yolu kapandı. Avusturya’da yaşayan Türkiye vatandaşları oy kullanma hakkının olmaması sorgulanmıyor. Türkiye’de yapılan seçimlerde burada oy kullanamıyorlar. Bunlara hiç bir çözüm üretemeyenler mangal da kül bırakmayanlar açıklamalarda bulunmaları ne kadar samimidir?
       Türkiye kökenli Avusturya vatandaşları ( milliyetçiler ve dinciler kendilerine göre  durumu kavradılar. Sosyal demokrat parti’den aday olmaları siyasal anlamda çelişki arz etse de, sosyal demokrat partiden aday olmalarını kimse yadırgamadı. Kimse merak da etmedi. Bunlar Avusturya da sosyal demokrat parti’ye üye oluyorlar, partinin kazanması için çaba sarf ediyorlar,  ama Türkiye de sosyal demokrat partinin kaybetmesi için mücadele ediyorlar. Türkiye’de ki seçimlerde oy kullanmak için uçakla ve  otobüsle gidiyorlar.
        Kürt kökenli Avusturyalıların,  Avusturya siyasetinde varlıkları hissedilmiyor. Avusturya vatandaşı Kürt sayısı hakkında açıklanmış bir rakam bulunmuyor.
        Kürt kökenli vatandaşların daha politik olduğunu düşündüğümüzde siyaset sahnesinde olmamaları büyük bir eksiklik… Büyük bir hatadır diye düşünüyorum.
        Avusturya’da insanların kalıcı olduklarını  düşündüğümüzde sosyalistlerin ciddi bir konsepti olmadığını görmekteyiz. Türkiye politikaları ile yakından ilgilendikleri kadar Avusturya’daki gelişmelerle ilgilenmiyorlar. Türk milliyetçileri ve dincileri kendilerini değiştirdiler ama sosyalistler ve Kürtler değişmemek için direniyorlar. Avusturya’nın politik çalışmalarına sıcak bakmıyorlar. Bakmadıkları gibi bunun teorisini yapanları bile eleştiriyorlar.

          1980’li, 90’lı yıllarda Avusturya toplumuyla, Avusturyalı partilerle en çok  bağı olan insanlar sosyalistler ve Kürtlerdi. Bugün ise Avusturyalı partilerle İslamcı ve milliyetçiler daha çok diyalog içindeler.
          Aradan geçen zamanda dinciler ve milliyetçiler örgütlenmelerini güçlendirdiler, önemli oranda yetkinleştiler ve her konuya müdahale edebilecek bir konuma geldiler. Avusturya’daki Türkiyeli sosyalistler ise Türkiye’de ki örgütlerin buradaki uzantısı olmanın ötesine gidemediği ve dolayısıyla da genel geçer söylemi aşamadığı için önemli bir gelişme gösteremediler.
         Aslında göçmenlik konusunda, ne kadar anladıkları da belirsiz, zira büyük bir konu olan göçmenlik hakkında, “göçmenler eziliyor, hakları verilmiyor” söyleminin ötesinde fikirleri bulunmuyor. 80’li yıllarda ‘‘göçmen‘‘ kelimesi ‘‘ devrimden kaçışın‘‘ bir manevrası olarak  döneklikle eş değer görülüyordu.
         Sonuç olarak yaşadığımız yerde, yaşadığımız alanın sorunlarına çözüm üretmeyen, ortakça, yan yana, dayanışma içinde olmayan bir durumla karşı karşıyayız.


25 Eylül 2013 Çarşamba

ARKADAŞIM DENİZ...

                                             
12 Eylül mahkemeleri demek Deniz demekti…

Sevim ERTEMUR

      Yine elim kaleme gitmiyor… Hani babanı yitirdiğinde yasını tutmana izin vermemişti birileri, hani seni gözaltına almışlar, akabinde de tutuklamışlardı da tüm beynim durmuştu, hareket kabiliyetim yok olmuştu ya, yine öyleyim…
     Gazeteciler Cemiyeti’nden gelen mesajı görünce hemen kapattım. Sanki ben onu görmeyince, algılamayınca, yok edince sen gözlerini hiç açmamak üzere kapatmayacaktın… Sustum, öylece kalakaldım, başka şeylerle ilgilendim. Ta ki, Emoş (EMİNE ALGAN) arayana kadar. İşte ondan sonra boşaldım, hıçkırıklara boğuldum… Cumhuriyet hepimizi bir yerler savurdu. Sen, ben ve Emoş gibileri… Susmayan, sorgulayan, yanlışları dile getirenlere 9 değil 99, hatta hiçbir yerde yer yok. Aptal, tembel, asalak olacaksın, habercilikten de haberin yoksa sanırım her yerde kapı açık. Asalak asalak ortalıkta dolaşırsan bir ad altında senin için iş yaratılır, amma velakin birilerinin karşısında hazır oldu durmayı bilmiyorsan, sürekli yalamayı bilmiyorsan işte o zaman kapı görünür...
    Yeniden Cumhuriyet’e dönmeyi, Ergenekon davasını ve akabinde açılan davaları izlemeyi ne çok istemiştin. Ama nafile, dostum, büyüğüm dediğin pek çok insan görmemezlikten geldi, Cumhuriyet’in tarihine bakıldığında, ayrılan pek çok insan geri alınırken ya da birden fazla girdi çıktıyla tazminat hakkı kazanıp alırken senin karşına ‘Cumhuriyet’ten ayrılanlar artık geri alınmıyor’ engeli çıktı. Seni işe almaları gerekenler üç maymunları oynadı… Aslında kimse dönmeni de istemiyordu ki… Zekiymişsin, çok iyi haberciymişsin kimin umurundaydı… Fazla şey biliyordun, gazeteciliği hakkıyla yapmak istiyordun, yani fazla da sorguluyordun…
    Yalnız kaldın… En verimli çağında kenara çekilmek zorunda kaldın. Tabii senin de hataların olmuştur, ama bildiğin tek şey olan haberciliğe devam etseydin böyle mi olurdu acaba?
          12 Eylül mahkemeleri demek Deniz demekti…
    Denizciğim, sevgili arkadaşım seninle yollarımız hep kesişti. Gazeteciliğe ilk başladığımda (Ulusal Basın Ajansı-Marta 1983) ajansın yöneticisi Tanju Cılızoğlu, 12 Eylül Sıkıyönetim mahkemelerini izlemekle beni görevlendirdi.  Sudan çıkmış balık gibiydim. Okulu bitirmekle gazeteci olunmuyor ki. Hemen bir araştırma yaptım. Bazı avukatlarla görüştüm, bilgiler aldım, davaları nasıl izleyecektim, bana kimin yardımı olurdu, hangi gazeteciler vardı? Kiminle konuşsam senin adın ön plana çıkıyordu. Kırmızı saçlı, çilli, ufak tefek bir kız var orda, sana o yardımcı olur, diyorlardı. Sonra tanıştığımda gördüm ki, gerçekten da Deniz Teztel adı 12 Eylül Sıkıyönetim Mahkemeleri’yle özdeşleşmişti…
    Sıkıyönetimi aradım, kadrolu olmam gerekiyordu. Aksi halde, Birinci Ordu Sıkıyönetim Komutanlığı’na girmem mümkün değildi. Çok ilginçtir 12 Eylül darbesi pek çok insana zarar vermiştir. Ama ender yararı olan insanlardan biri bir anda ben oldum. Yani gazetecilerin çoğunluğunun gitmek istemediği sıkıyönetim mahkemelerini izlemek sayesinde bir anda kadrom yapıldı. Sıkıyönetim Adli Müşaviri Durmuş Akşen’in bu bildirimi üzerine, çok gazetecinin işe başladıktan yıllar sonra kadrosu yapılırken benim, çiçeği burnunda gazeteci olarak hemen kadrom yapılmıştı. İşyeri Sıkıyönetim’e kadromun yapıldığımı bildirmekle birlikte sonra öğrendim ki SSK’ya birkaç ay sonra bildirim yapmıştı. Ama benim bu birkaç ay önemli değil, sen sohbetlerimizde, Cumhuriyet’e başladığında kadron yapılacağı zaman ilk işe başladığın Türk Haberler Ajansı’nda yıllarca kadronun yapılmadığı ortaya çıkınca şoke olduğunu anlatırdın. Kadrolu olduğunu sanarak çalışırken -şimdi isimleri lazım değil- abla, ağabey diyerek saygı duyduğun şeflerine, müdürlerine ‘yıllarımı yediler’ diye sitem ederdin. Maalesef gazetecilerin çoğunun yaşadığı, daha doğrusu yediği kazıklardan sadece birisiydi bu…
    Selimiye’deki 1. Ordu Karargâhı’ndaki sıkıyönetim mahkemelerindeki davaları sürekli izleyen yedi kişiydiniz. Ben de aranıza katıldım. Kapıda polisler tarafından arandıktan sonra karargâhın ikinci katına çıkıp, sağdan uzun koridor boyunca ilerleyip dipteki küçük basın odasına ulaştığımda senin aydınlık, çilli suratınla karşılaşınca tüm gerginliğim geçmişti. Kendimi sana tanıttım, seni bana tavsiye ettiklerini, bana yardımcı olacağını, çok iyi gazeteci olduğunu anlattıklarını söyleyince gülümsemen daha da yüzüne yayıldı. Elimi sertçe sıktın. Ve gerçekten elimden tuttun. İki ayrı yerde çalışmamıza rağmen sanki aynı kurumda çalışıyormuşuz gibi bana yardımcı oldun. Tüm mahkemeleri, yargıçlarını, savcılarını, kalem çalışanlarını, sürekli ya da arada gelen gazetecileri, polisleri, askerleri herkesi, ama herkesi bana tanıttın. Topu topu 30 yıl, ama o zaman cep telefonları nerede… Koyulu açıklı griye boyalı basın odasındaki ankesörlü telefondan notlarından haber müdürün Yalçın Bayer’e ya da şefin Reha Öz’e haberini yazdırırken seni izledim, adeta stajyerin gibi. Diğer muhabirler oturup elle haberini bir kâğıda yazıp gazetelerine ondan sonra yazdırırken ben pratik bir şekilde notlardan haber yazdırmayı senden öğrendim… Daha neler öğrenmedim ki dostum?
    Bir tek senin adeta bir diplomat gibi mahkeme kalemindekilerin dertlerini dinlemelerini, özel dedikodular yapmanı –tabi karşılığı açılan davaların ilk iddianamelerinin sayende bize gelmesi oluyordu- beceremedim. Sen de ama hep benim bu harbiliğimi beğenirdin… Yargıçlarla, savcılarla da ilişkilerin çok iyiydi. O zamanki Cumhuriyet gazetesi gerçekten yazdığın haberlerin hakkıyla değerini veriyordu. Haberler yerini buluyor, Cumartesi-Pazar günleri de yayınlanamayan bölümleri gazetede yayımlanıyordu… Ve sonuçta tüm kapılar sana açılıyor, haberler sana akıyordu. Biliyor musun haklıymışsın. O zaman ve sonraki sohbetlerimizde o dönemki Cumhuriyet yöneticilerinin hep çok iyi gazeteciler olduğunu söylerdin. Yanılmadın. Örneğin,  Okay Gönensin’in gazetecilik açısından değerlendirilirse gazeteden en son ayrılacak isim olması gerektiğini söylerdin.  Denizciğim seni yanıltmamış, seni unutmayıp cenazene çiçek göndermiş Okay ağabeyin…
    Uzun yıllar, hiç yılmadan seninle Selimiye’den o zaman dağın başı olan, ıssız, karşısında bir tek kahvenin bulunduğu Metris’e, daha ilerideki DİSK ve Dev-Sol gibi kalabalık ve şimdiki Ergenekon davası gibi halkın gözünden uzaklaştırılmak istenen davaların görüşülmesi için yapılmış spor salonundan ibaret Baştabya’ya giderek sabahtan akşam geç saatlere kadar duruşmaları izler, kah duruşma salonlarının oradaki ankesörlü telefonlarla, kah Cağaloğlu’na gelerek haberlerimizi yazdırırdık, yazardık…
    Ne çok acılar yaşayan insanlara tanık olduk, sadece ‘barış’ istedikleri için insanların yargılandığı Barış Derneği’nden DİSK’e, Türkiye Yazarlar Sendikası’ndan TİKKO, TKP, ÜGD, Dev Yol, Dev Sol, Üçüncü Yol, MLSP-B’ye ne çok davalar izledik. Ne çok insanlar tanıdık. İşyerinde türkü çığırdığı için yargılanan bir genç kızdan, okulunun dekanı ispiyonladığı için yargıç karşısına çıkan öğrencilerin yargılandığı münferit davalar da cabası… Kah üzüldük kah güldük… Kışın soğuğunda sanıklar ve yakınları kadar biz de Selimiye koridorlarında, Metris ayazında donduk… Dışarıda lapa lapa kar yağarken Selimiye koridorlarında don-atlet içindeki sanıkları ilk gördüğümüzde ne şaşırmıştık ama. Sonra hemen haberin peşine takıldıktı. Metris Cezaevi’nde uygulamaya konulan ‘tek tip’ giysi uygulamasına karşı çıkıyorlardı. Bu karşı çıkış, duruşmalardaki dayaklarla, duruşmalardan atılmalarla, hatta duruşmaların sanıksız yapılmasıyla devam etti. Açlık grevleri vs. derken sonra  vazgeçildi.
    Ama bugün gazetecilik yapamayan ya da yapmayanlarla kıyasladığımızda, dibine kadar gazeteciliği yaşayan son kuşak olduğumuz için mutluyduk. Sıkıyönetim de olsa gazeteci olarak mesleki açıdan bir değerimiz vardı. Yazdıklarımız hoşlarına gitmese, kızsa bile yargıçlar, savcılar bize saygın davranıyor, zor durumda olan sanıklar duruşmalarda az sayıdaki biz gazetecileri (benimle birlikte sekiz olmuştuk) görünce mutlu oluyorlardı. Hele de, o zamanki Cumhuriyet’te hakkıyla haberler yayımlanıp, seslerini duyurabildikleri için kırmızı saçlı, çilli kızı, DENİZ TEZTEL’i…
    DİSK, Barış Derneği, Türkiye Yazarlar Sendikası ya da diğer davaları izlemeye gittiğimizde, duruşma başlamışsa eğer içeri girdiğimizde kederli yüzlere yayılan tebessümler hiç unutulur mu?
    Sonra seninle yollarımız Güneş gazetesinde kesişti. Ben orada çalışırken sen de Güneş’e transfer oldun. Şare Yılzıdeli’yle birlikte özel haberler yapan birimde çalışıyordunuz. Sıkıyönetim davaları artık tek tek gerilerde kalmıştı, kalıyordu. Ama sanırım birileri o dönemdeki gazeteciliğini unutmamıştı. Tam da babanın öldüğü günü buldular. Henüz babanı toprağa vermiştin ki seni gözaltına aldılar bir gece yarısı… İşte o zaman da ben böylesine dumura uğramıştım. Beynim durmuştu, elim kolum sanki kırılmıştı… Hani çaresiz, ne yapacağını bilemeyen insanlar olur ya işte ben o zaman da o hallere düşmüştüm. Elim kalem tutmaz olmuştu. Sulu gözlülüğüme hep kızarım, ama yine o hallerdeydim. Muhsin Kızılkaya, Merdan Yenardağ da o zaman Güneş gazetesindeydi. Muhsin’e, elim kolum tutmuyor, benim beynim durdu sanki, senin kalemin güzel, ne olur Deniz’i anlat, onunla ilgili yaz, dediğimi hatırlıyorum.  Muhsin’de öyle güzel bir yazı yazıp, seni anlatmıştı ki…
     14 Haziran 1991’deki gözaltı 28 Haziran 1991 günü ‘gizli örgüt kuryeliği’ suçlamasıyla tutuklanmanla son buldu. Çok komikti… Madem böyle bir suçlama varsa seni tek örgüt kuryeliğiyle değil, Sıkıyönetim mahkemelerinde hakkında dava açılan tüm örgütlerin kuryeliğiyle yargılamalıydılar. Bilmiyorlardı ki, sen haberlerini öylesine tarafsız bir gözle yazıyordun ki, sana sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanan sağcısından solcusuna herkes,  saygı duyuyordu. Buna ben tanıktım, sol davalardan yargılananlar kadar, 30 yıl sonra biraz zor anımsıyorum, ama bir davada yargılanan dönemin ÜGD Başkanı, sonra avukatlık yapıyordu Kazım Ayaydın seni gördüğü her zaman saygıyla ceketinin önünü ilikler, ‘Deniz hanım’ diye gelip elini sıkar, muhabbet ederdi. Aynı zamanda pek çok MHP ya da ÜGD davasının avukatlarıyla dostluğuna ben tanığım. Bu mantıkla bakılırsa, sen gazeteci değil sıkıyönetimde yargılanan tüm örgütlerin kuryesiydin.
    Haber ve olay her yerde seni buluyordu. Tutuklanıp hücre sisteminin ilk uygulandığı Eskişehir Cezaevi’ne konulduğunda, cezaevinin kapatılması istemiyle açlık grevi başlatılmıştı. Sen de katıldın. Anneciğin hezeyan içindeydi. Evlere sığmıyordu. Biricik kızı, hem de babasının yasını tutamadan gözaltına alınıp, tutuklanmıştı. Babanın ölümüne mi yansın Selmacık, sana mı?
    Yıllarca dışarıdan izlediğin, dertlerini gazete sütunlarına taşıdığın insanlarla birlikteydin artık ve bu tutukluluk 6 ay sürdü. Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde 17 Ocak 1992 tarihindeki ilk duruşmada tahliye edildin, mesleğine geri döndün. Ama ne önemi vardı ki, babanın ölümü ve ardından tutuklanmanın kederine yenik düşmüştün. Annen o sırada göğüs kanseri olmandan hep art arda yaşadıklarını sorumlu tuttu. Belki de haklıydı!
    İyi bir tedaviden sonra iyileşip aramıza dönmen bizi mutlu etmişti. Hastalığı atlatmanın üzerinden tam 20 yıl geçmişti… İşsizlik, anneni kaybetmen, yalnızlık… Bir de o sigara… Ah be arkadaşım her şeye rağmen hayata güçlüce sarılabilseydin, bir de o sigarayı bırakabilseydin…

    Moda deyimiyle ‘ışıklar’, halk deyimiyle ‘nur’ için de yat dostum. Şimdi ihtiyaç duyulmuyor, ama yeri doldurulamayacak gazetecilerdendin…
    Denizciğim yollarımız 20 yıl sonra yine kesişti. Bu kez de mesleğimizin bize yaşattığı üzüntülerin sonucu, meme kanseri hastalığında...
    Sen hayata veda ederken ben şimdi aynı hastalıkla mücadele ediyorum. Cenazene gelip seninle vedalaşmak istiyordum, ama aynı saatte benim ışın tedavim vardı. O da bahane değil, gitmeyip yine de gelecektim, ama Şule ve Telli gelirsem daha da çok üzüleceğimi söyledi. 
     Doğru, göz yaşlarım sel olmuş akıyor, oraya gelsem bazı dostlar ve benim görmek istemediğim insanları görünce ne olurdu halim...
     Bana tam ışın verildiği saatte senin cenaze namazın kılınıyordu, seninle orada vedalaştım.
     Elveda arkadaşım...

24 Eylül 2013 Salı

BİR AY YÜKSELDİ BAHASOR'DAN...

                                             (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

ANNELER VE OĞULLARI...

                          
                                           (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)          

22 Eylül 2013 Pazar

ÖĞLE UYKUSU...

                                              (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

PEKERİÇ (HAKBİLİR) YAYLASI -GÜLENDAĞI...

                      
                                     
                                      
                                      
                                      
                                             (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu-Kamil Demir)

SARIKOÇ KÖYÜ'NDE GÜN BATIMI...

                                               (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

YORUMSUZ...

                                              (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

20 Eylül 2013 Cuma

REFAHİYE ORÇUL KÖYLERİ...

                          
                          
                          
                         
                                      
                                      
                                      
                        
                                      
                                      
                                      
                                      
                                      
                                      
                                      
                                      
                                      
                                      
                                      
                                      
                                      
                                      
                                      
                                      
                                      
                                      
                                      
                                      
                                      
                                      
                                      
                                                       (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)