Sevim ERTEMUR
Yine elim kaleme
gitmiyor… Hani babanı yitirdiğinde yasını tutmana izin vermemişti birileri,
hani seni gözaltına almışlar, akabinde de tutuklamışlardı da tüm beynim
durmuştu, hareket kabiliyetim yok olmuştu ya, yine öyleyim…
Gazeteciler
Cemiyeti’nden gelen mesajı görünce hemen kapattım. Sanki ben onu görmeyince,
algılamayınca, yok edince sen gözlerini hiç açmamak üzere kapatmayacaktın…
Sustum, öylece kalakaldım, başka şeylerle ilgilendim. Ta ki, Emoş (EMİNE ALGAN) arayana kadar. İşte ondan sonra
boşaldım, hıçkırıklara boğuldum… Cumhuriyet hepimizi bir yerler savurdu. Sen,
ben ve Emoş gibileri… Susmayan, sorgulayan, yanlışları dile getirenlere 9 değil
99, hatta hiçbir yerde yer yok. Aptal, tembel, asalak olacaksın, habercilikten
de haberin yoksa sanırım her yerde kapı açık. Asalak asalak ortalıkta
dolaşırsan bir ad altında senin için iş yaratılır, amma velakin birilerinin
karşısında hazır oldu durmayı bilmiyorsan, sürekli yalamayı bilmiyorsan işte o
zaman kapı görünür...
Yeniden
Cumhuriyet’e dönmeyi, Ergenekon davasını ve akabinde açılan davaları izlemeyi
ne çok istemiştin. Ama nafile, dostum, büyüğüm dediğin pek çok insan
görmemezlikten geldi, Cumhuriyet’in tarihine bakıldığında, ayrılan pek çok
insan geri alınırken ya da birden fazla girdi çıktıyla tazminat hakkı kazanıp
alırken senin karşına ‘Cumhuriyet’ten
ayrılanlar artık geri alınmıyor’ engeli
çıktı. Seni işe almaları gerekenler üç maymunları oynadı… Aslında kimse dönmeni
de istemiyordu ki… Zekiymişsin, çok iyi haberciymişsin kimin umurundaydı… Fazla
şey biliyordun, gazeteciliği hakkıyla yapmak istiyordun, yani fazla da
sorguluyordun…
Yalnız kaldın… En
verimli çağında kenara çekilmek zorunda kaldın. Tabii senin de hataların
olmuştur, ama bildiğin tek şey olan haberciliğe devam etseydin böyle mi olurdu
acaba?
12 Eylül mahkemeleri
demek Deniz demekti…
Denizciğim, sevgili
arkadaşım seninle yollarımız hep kesişti. Gazeteciliğe ilk başladığımda (Ulusal
Basın Ajansı-Marta 1983) ajansın yöneticisi Tanju
Cılızoğlu, 12 Eylül Sıkıyönetim mahkemelerini izlemekle beni
görevlendirdi. Sudan çıkmış
balık gibiydim. Okulu bitirmekle gazeteci olunmuyor ki. Hemen bir araştırma
yaptım. Bazı avukatlarla görüştüm, bilgiler aldım, davaları nasıl izleyecektim,
bana kimin yardımı olurdu, hangi gazeteciler vardı? Kiminle konuşsam senin adın
ön plana çıkıyordu. Kırmızı saçlı, çilli, ufak tefek bir kız var orda, sana o
yardımcı olur, diyorlardı. Sonra tanıştığımda gördüm ki, gerçekten da Deniz Teztel adı 12 Eylül Sıkıyönetim
Mahkemeleri’yle özdeşleşmişti…
Sıkıyönetimi aradım,
kadrolu olmam gerekiyordu. Aksi halde, Birinci Ordu Sıkıyönetim Komutanlığı’na
girmem mümkün değildi. Çok ilginçtir 12 Eylül darbesi pek çok insana zarar
vermiştir. Ama ender yararı olan insanlardan biri bir anda ben oldum. Yani
gazetecilerin çoğunluğunun gitmek istemediği sıkıyönetim mahkemelerini izlemek
sayesinde bir anda kadrom yapıldı. Sıkıyönetim Adli Müşaviri Durmuş Akşen’in bu bildirimi
üzerine, çok gazetecinin işe başladıktan yıllar sonra kadrosu yapılırken benim,
çiçeği burnunda gazeteci olarak hemen kadrom yapılmıştı. İşyeri Sıkıyönetim’e
kadromun yapıldığımı bildirmekle birlikte sonra öğrendim ki SSK’ya birkaç ay
sonra bildirim yapmıştı. Ama benim bu birkaç ay önemli değil, sen sohbetlerimizde,
Cumhuriyet’e başladığında kadron yapılacağı zaman ilk işe başladığın Türk
Haberler Ajansı’nda yıllarca kadronun yapılmadığı ortaya çıkınca şoke olduğunu
anlatırdın. Kadrolu olduğunu sanarak çalışırken -şimdi isimleri lazım değil-
abla, ağabey diyerek saygı duyduğun şeflerine, müdürlerine ‘yıllarımı yediler’ diye sitem ederdin. Maalesef
gazetecilerin çoğunun yaşadığı, daha doğrusu yediği kazıklardan sadece
birisiydi bu…
Selimiye’deki 1.
Ordu Karargâhı’ndaki sıkıyönetim mahkemelerindeki davaları sürekli izleyen yedi
kişiydiniz. Ben de aranıza katıldım. Kapıda polisler tarafından arandıktan
sonra karargâhın ikinci katına çıkıp, sağdan uzun koridor boyunca ilerleyip
dipteki küçük basın odasına ulaştığımda senin aydınlık, çilli suratınla
karşılaşınca tüm gerginliğim geçmişti. Kendimi sana tanıttım, seni bana tavsiye
ettiklerini, bana yardımcı olacağını, çok iyi gazeteci olduğunu anlattıklarını
söyleyince gülümsemen daha da yüzüne yayıldı. Elimi sertçe sıktın. Ve gerçekten
elimden tuttun. İki ayrı yerde çalışmamıza rağmen sanki aynı kurumda
çalışıyormuşuz gibi bana yardımcı oldun. Tüm mahkemeleri, yargıçlarını,
savcılarını, kalem çalışanlarını, sürekli ya da arada gelen gazetecileri,
polisleri, askerleri herkesi, ama herkesi bana tanıttın. Topu topu 30 yıl, ama
o zaman cep telefonları nerede… Koyulu açıklı griye boyalı basın odasındaki
ankesörlü telefondan notlarından haber müdürün Yalçın Bayer’e ya da şefin Reha Öz’e haberini yazdırırken
seni izledim, adeta stajyerin gibi. Diğer muhabirler oturup elle haberini bir kâğıda
yazıp gazetelerine ondan sonra yazdırırken ben pratik bir şekilde notlardan
haber yazdırmayı senden öğrendim… Daha neler öğrenmedim ki dostum?
Bir tek senin adeta
bir diplomat gibi mahkeme kalemindekilerin dertlerini dinlemelerini, özel
dedikodular yapmanı –tabi karşılığı açılan davaların ilk iddianamelerinin
sayende bize gelmesi oluyordu- beceremedim. Sen de ama hep benim bu
harbiliğimi beğenirdin… Yargıçlarla, savcılarla da ilişkilerin çok iyiydi. O
zamanki Cumhuriyet gazetesi gerçekten yazdığın haberlerin hakkıyla değerini
veriyordu. Haberler yerini buluyor, Cumartesi-Pazar günleri de yayınlanamayan
bölümleri gazetede yayımlanıyordu… Ve sonuçta tüm kapılar sana açılıyor,
haberler sana akıyordu. Biliyor musun haklıymışsın. O zaman ve sonraki sohbetlerimizde
o dönemki Cumhuriyet yöneticilerinin hep çok iyi gazeteciler olduğunu
söylerdin. Yanılmadın. Örneğin, Okay
Gönensin’in gazetecilik açısından değerlendirilirse gazeteden en son
ayrılacak isim olması gerektiğini söylerdin. Denizciğim
seni yanıltmamış, seni unutmayıp cenazene çiçek göndermiş Okay ağabeyin…
Uzun yıllar, hiç
yılmadan seninle Selimiye’den o zaman dağın başı olan, ıssız, karşısında bir
tek kahvenin bulunduğu Metris’e, daha ilerideki DİSK ve Dev-Sol gibi kalabalık
ve şimdiki Ergenekon davası gibi halkın gözünden uzaklaştırılmak istenen
davaların görüşülmesi için yapılmış spor salonundan ibaret Baştabya’ya giderek
sabahtan akşam geç saatlere kadar duruşmaları izler, kah duruşma salonlarının
oradaki ankesörlü telefonlarla, kah Cağaloğlu’na gelerek haberlerimizi
yazdırırdık, yazardık…
Ne çok acılar
yaşayan insanlara tanık olduk, sadece ‘barış’ istedikleri için insanların
yargılandığı Barış Derneği’nden DİSK’e, Türkiye Yazarlar Sendikası’ndan TİKKO,
TKP, ÜGD, Dev Yol, Dev Sol, Üçüncü Yol, MLSP-B’ye ne çok davalar izledik. Ne
çok insanlar tanıdık. İşyerinde türkü çığırdığı için yargılanan bir genç
kızdan, okulunun dekanı ispiyonladığı için yargıç karşısına çıkan öğrencilerin
yargılandığı münferit davalar da cabası… Kah üzüldük kah güldük… Kışın
soğuğunda sanıklar ve yakınları kadar biz de Selimiye koridorlarında, Metris
ayazında donduk… Dışarıda lapa lapa kar yağarken Selimiye koridorlarında
don-atlet içindeki sanıkları ilk gördüğümüzde ne şaşırmıştık ama. Sonra hemen haberin
peşine takıldıktı. Metris Cezaevi’nde uygulamaya konulan ‘tek tip’ giysi uygulamasına karşı çıkıyorlardı.
Bu karşı çıkış, duruşmalardaki dayaklarla, duruşmalardan atılmalarla, hatta
duruşmaların sanıksız yapılmasıyla devam etti. Açlık grevleri vs. derken
sonra vazgeçildi.
Ama bugün
gazetecilik yapamayan ya da yapmayanlarla kıyasladığımızda, dibine kadar
gazeteciliği yaşayan son kuşak olduğumuz için mutluyduk. Sıkıyönetim de olsa
gazeteci olarak mesleki açıdan bir değerimiz vardı. Yazdıklarımız hoşlarına
gitmese, kızsa bile yargıçlar, savcılar bize saygın davranıyor, zor durumda
olan sanıklar duruşmalarda az sayıdaki biz gazetecileri (benimle birlikte sekiz
olmuştuk) görünce mutlu oluyorlardı. Hele de, o zamanki Cumhuriyet’te hakkıyla
haberler yayımlanıp, seslerini duyurabildikleri için kırmızı saçlı, çilli kızı,
DENİZ TEZTEL’i…
DİSK, Barış Derneği,
Türkiye Yazarlar Sendikası ya da diğer davaları izlemeye gittiğimizde, duruşma
başlamışsa eğer içeri girdiğimizde kederli yüzlere yayılan tebessümler hiç unutulur
mu?
Sonra seninle
yollarımız Güneş gazetesinde kesişti. Ben orada çalışırken sen de Güneş’e
transfer oldun. Şare Yılzıdeli’yle birlikte özel haberler yapan birimde
çalışıyordunuz. Sıkıyönetim davaları artık tek tek gerilerde kalmıştı,
kalıyordu. Ama sanırım birileri o dönemdeki gazeteciliğini unutmamıştı. Tam da
babanın öldüğü günü buldular. Henüz babanı toprağa vermiştin ki seni gözaltına
aldılar bir gece yarısı… İşte o zaman da ben böylesine dumura uğramıştım.
Beynim durmuştu, elim kolum sanki kırılmıştı… Hani çaresiz, ne yapacağını
bilemeyen insanlar olur ya işte ben o zaman da o hallere düşmüştüm. Elim
kalem tutmaz olmuştu. Sulu gözlülüğüme hep kızarım, ama yine o hallerdeydim. Muhsin Kızılkaya, Merdan Yenardağ da o zaman Güneş gazetesindeydi.
Muhsin’e, elim kolum tutmuyor, benim beynim durdu sanki, senin kalemin güzel,
ne olur Deniz’i anlat, onunla ilgili yaz, dediğimi hatırlıyorum. Muhsin’de öyle güzel bir yazı yazıp,
seni anlatmıştı ki…
14 Haziran
1991’deki gözaltı 28 Haziran 1991 günü
‘gizli örgüt kuryeliği’ suçlamasıyla
tutuklanmanla son buldu. Çok komikti… Madem böyle bir suçlama varsa seni tek
örgüt kuryeliğiyle değil, Sıkıyönetim mahkemelerinde hakkında dava açılan
tüm örgütlerin kuryeliğiyle yargılamalıydılar. Bilmiyorlardı ki, sen haberlerini
öylesine tarafsız bir gözle yazıyordun ki, sana sıkıyönetim mahkemelerinde
yargılanan sağcısından solcusuna herkes, saygı duyuyordu. Buna ben tanıktım,
sol davalardan yargılananlar kadar, 30 yıl sonra biraz zor anımsıyorum, ama bir
davada yargılanan dönemin ÜGD Başkanı, sonra avukatlık yapıyordu Kazım Ayaydın seni gördüğü her zaman saygıyla
ceketinin önünü ilikler, ‘Deniz hanım’ diye
gelip elini sıkar, muhabbet ederdi. Aynı zamanda pek çok MHP ya da ÜGD
davasının avukatlarıyla dostluğuna ben tanığım. Bu mantıkla bakılırsa, sen
gazeteci değil sıkıyönetimde yargılanan tüm örgütlerin kuryesiydin.
Haber ve olay her
yerde seni buluyordu. Tutuklanıp hücre sisteminin ilk uygulandığı Eskişehir
Cezaevi’ne konulduğunda, cezaevinin kapatılması istemiyle açlık grevi
başlatılmıştı. Sen de katıldın. Anneciğin hezeyan içindeydi. Evlere sığmıyordu.
Biricik kızı, hem de babasının yasını tutamadan gözaltına alınıp,
tutuklanmıştı. Babanın ölümüne mi yansın Selmacık, sana mı?
Yıllarca dışarıdan
izlediğin, dertlerini gazete sütunlarına taşıdığın insanlarla birlikteydin
artık ve bu tutukluluk 6 ay sürdü. Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde 17 Ocak
1992 tarihindeki ilk duruşmada tahliye edildin, mesleğine geri döndün. Ama ne
önemi vardı ki, babanın ölümü ve ardından tutuklanmanın kederine yenik
düşmüştün. Annen o sırada göğüs kanseri olmandan hep art arda yaşadıklarını
sorumlu tuttu. Belki de haklıydı!
İyi bir tedaviden
sonra iyileşip aramıza dönmen bizi mutlu etmişti. Hastalığı atlatmanın
üzerinden tam 20 yıl geçmişti… İşsizlik, anneni kaybetmen, yalnızlık… Bir de o
sigara… Ah be arkadaşım her şeye rağmen hayata güçlüce sarılabilseydin, bir de
o sigarayı bırakabilseydin…
Moda deyimiyle ‘ışıklar’, halk deyimiyle ‘nur’ için de yat dostum. Şimdi ihtiyaç duyulmuyor, ama yeri doldurulamayacak gazetecilerdendin…
Moda deyimiyle ‘ışıklar’, halk deyimiyle ‘nur’ için de yat dostum. Şimdi ihtiyaç duyulmuyor, ama yeri doldurulamayacak gazetecilerdendin…
Denizciğim yollarımız 20 yıl sonra yine kesişti. Bu kez de mesleğimizin bize yaşattığı üzüntülerin sonucu, meme kanseri hastalığında...
Sen hayata veda ederken ben şimdi aynı hastalıkla mücadele ediyorum. Cenazene gelip seninle vedalaşmak istiyordum, ama aynı saatte benim ışın tedavim vardı. O da bahane değil, gitmeyip yine de gelecektim, ama Şule ve Telli gelirsem daha da çok üzüleceğimi söyledi.
Doğru, göz yaşlarım sel olmuş akıyor, oraya gelsem bazı dostlar ve benim görmek istemediğim insanları görünce ne olurdu halim...
Bana tam ışın verildiği saatte senin cenaze namazın kılınıyordu, seninle orada vedalaştım.
Elveda arkadaşım...
Sen hayata veda ederken ben şimdi aynı hastalıkla mücadele ediyorum. Cenazene gelip seninle vedalaşmak istiyordum, ama aynı saatte benim ışın tedavim vardı. O da bahane değil, gitmeyip yine de gelecektim, ama Şule ve Telli gelirsem daha da çok üzüleceğimi söyledi.
Doğru, göz yaşlarım sel olmuş akıyor, oraya gelsem bazı dostlar ve benim görmek istemediğim insanları görünce ne olurdu halim...
Bana tam ışın verildiği saatte senin cenaze namazın kılınıyordu, seninle orada vedalaştım.
Elveda arkadaşım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder