4 Ağustos 2012 Cumartesi

YAĞMURLU BİR GÜNDE MODA'DA...

                                               Moda'da  "Bir kap su" ve mama koyan gönüllüler...
       
          Bugün (4 Temmuz Cumartesi) saat 11.00 sıralarında Merter’den eskiden oturduğum semte, daha doğrusu annemlere gitmek için ayrıldım.
          Hava kapalıydı, apartmandan tam çıkarken yağmur damlacıklarının önce kapı önündeki ağacın yapraklarına oradan da yere düştüğünü fark ettim, ama umursamadan yoluma devam ettim. Her zaman yürümekten büyük keyif aldığım ağaçlarla kaplı Tozkoparan’ın içinden (parkın yanından) geçerken şiddetli bir yağmur bastırdı. Allah’tan bahçeli kahveye çok yakın bir yerde yakaladı. 100 metrelik bir mesafeyi şu sıralar İngiltere’de devam eden olimpiyatlara katılan atletler gibi kısa sürede kat ettim, kendimi üstü kapalı bahçeli kahvede buldum.
           Dışarıdan görünüşü beni çeken kahveyi hep merak ediyordum, yağmur sayesinde bu merakımı giderdim. Daha öğlen olmadığı için kahve fazla kalabalık değildi, birkaç masada çok az insan vardı; onlar da emekli insanlardı. Emekli insanlar olduklarını nereden anladım, onu da belirteyim; elektrik-su-doğalgaz faturası tartışması yapmalarından…
           Çay içeceğimden değil de kahveyi boş yere işgal etmemiş olmak adına bir çay söyledim. Hani iki fırtta bitecek gibi gözüken ancak sıcak olduğu için on fırtta anca bitirebildiğim taze çayı içtikten sonra başka masalardan birinde aldığım gazetelerden birine hızlı bir şekilde göz attım. Yaklaşık 25 dakika sonra yağmur kesildi, ben de yoluma kaldığım yerden devam ettim.
          On beş dakika sonra annemlerde oldum. Bırakmam gereken bir paket ile gazete kupürleri vardı onları bıraktım. Biraz annemde dinlendikten sonra evden çıktım, geldiğim yöne doğru yürüdüm. Davutpaşa'da tramvaya bindim, Zeytinburnu durağında indim. Zeytinburnu’ndan Kabataş tramvayına geçtim. Tramvay Topkapı’ya yaklaştığında yağmur yeniden şiddetlenmeye başladı. Tophane durağına kadar hiç dinmedi. Tophane durağında vatmanın, “Sayın yolcular! Bundan sonrası tramvay rayları sular altında kaldığı için son durak Kabataş’a gidemeyeceğim, bu duraktan geri döneceğim. Tramvayı boşaltmanız rica olunur” anonsuyla insanların büyük kısmı tramvayı boşalttı.
                                                         Mamaları önce kediler yedi...
         Sarıyer’e gitmeyi düşünüyordum, yağmur gözümü korkuttu. Tramvaydan hiç inmedim, aynı tramvayla Cevizlibağ’a kadar geldim. Cevizlibağ’da kararımı değiştirdim, metrobüse geçtim. Zincirlikuyu aktarmalı metrobüsle Söğütlüçeşme son durağa kadar geldim. Karnım acıktı, yürüyerek daha önce birkaç kez menemen yediğim Kadıköy’ün “meşhur menemenci”sine vardım. Menemenci ustası Cemal’i kapı önüne attığı üç masadan birinin arkasında oturur buldum. Menemenimi yedikten sonra uzun uzun sohbet ettik. Menemenci ustayla neredeyse akraba çıkacaktık…  
          Menemenciden ayrıldığımda saat 17.00’ye yaklaşıyordu. Yürüyerek Moda’ya, oradan da sahile indim. Daha önce gezdiğim ve gördüğüm yerlerdi, ama hayat zaten tekrardan ibaret değil miydi? Tarih de biraz  öyleydi…

                     KİTAP OKUYORMUŞ GİBİ YAPAN GENÇ!

          Deniz kenarına yakın gölge bir bank gözüme kestirdim, başkasına kaptırmamak için pergellerimi biraz açtım. Hem yorgunluk hem de sıcaktan bankta gözlerimi koyu gözlüklerimin arkasında uykuya yatırmışım… Uykum, zaman zaman arkamda elinde kitap çimlerin üzerine uzanmış genç bir kişi tarafından bölünüyordu. Genç arkadaşın elinde kitap vardı, ama okumuyordu. Ha bire cep telefonuyla birilerini arıyor; yüksek sesle:
          - Şu an neredeyim biliyor musun? Moda'dayım. Çimlerin üzerine uzandım kitap okuyorum! diye karşısındakilere havasını basıyordu.
          Genç adam bir müddet sonra kayalıkların üzerine gitti de rahatladım.
          Ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum, yabancı birinin, “Selamünaleyküm” deyip yanıma ilişmesiyle kendime geldim. Koyu gözlüklerimin arkasındaki gözlerimi tekrar uykuya yatırmak için uğraşırken, yanıma oturan adam tam tersini yapıyordu. Ha bire; “Ne bunaltıcı bir havaydı değil mi? Yağmur yağmasaydı mahvolurduk” benzeri sözlerle bana laf atıyordu. Yapacak bir şey yoktu, tatlı uykuya bir son vermek gerekiyordu. Öyle yaptım. Ben bir kelime söylüyorsam, karşımdaki on kelime ediyordu. “Ak Parti’ye kayıtlı” olduğunu, ama bir kez olsun oy vermediğini söyledi. Dayanamadım sordum?
- O nasıl oluyor? Hem Ak Parti üyesiyim, hem de oy vermiyorum diyorsun! dedim.
- Vallahi de billahi de doğru söylüyorum. Bir arkadaşım partiye götürdü. Sekreter bayan sizi üye yapalım dedi, kabul ettim. Arkadaşım da ben de öyle üye olduk. Başka da bir işim olmadı. Ben eski Ecevit’çiyim. Onun gibisi daha da gelmedi. 1977 yılındaki Taksim mitingine bile gitmiştim. Hani büyük bir otel var ya o otelin önündeydim. Ecevit’in yanında Rahşah Hanım da vardı.
       Şimdi CHP’li değilim ama ben de karım da Kemal Kılıçdaroğlu’nun şahsına oy verdik.
Adam beni abandone etti. “Benimle kafa mı buluyor” diye içimden söylendim, ama öyle anlatıyordu ki  inanmaktan başka da çarem yoktu…
       Ben konuyu siyasetin dışına getirmek istiyorum, ama adam ha bire siyaset yapmak istiyordu. En sonunda nereli olduğunu, memleketinden ne zaman geldiğini sordum da siyaset konusunu öyle kapattık. Başladı anlatmaya:
       - Sivas’lıyım. Babam baskıcı bir adamdı. Otoritesine fazla dayanamadım, 13 yaşındayken kaçtım. Dayımlar ve dayımın çocukları İstanbul’da inşaat işleriyle uğraşıyorlardı. Onların yanına geldim. Geldiğimde yıl 1965’ti. İstiklâl Caddesi’nde Mısır Apartmanı var. Biliyor musun? Dayımın çocukları işte onun en üst katında fayans işi yapıyorlardı. O işi bitirmeleri tam yedi ay sürdü; büyük bir işti…

                   "ÜFLE SÖNSÜN"

        Bir gün yanlarına gittim. Elektriğin ne olduğunu bilmiyordum. Seyyar bir lamba çekmişlerdi, onun ışığında çalışıyorlardı. Bana ‘üfle lamba sönsün’ dediler. Safım ya üflüyorum üflüyorum bir türlü ampul sönmüyor!.. Ben üfledikçe onlar katıla katıla gülüyor, yerlere yatıyorlar. Sonradan anladım, çok utandım. Ama onlardan intikamımı yıllar sonra da olsa aldım…”
         “Nasıl bir intikam aldın?” dedim:
         - Bir gün onları Kadıköy’de lüks bir lokantaya yemeğe davet ettim. Sadece onları değil, dayımı da… Yediler içtiler. Sıra para ödemeye gelince ‘benim param yok; parayı siz ödeyeceksiniz’ dedim. Dayım ödedi… Böylece intikamımı almış oldum.
          Anlatımına hiç ara vermeyen, 60 yaşında olduğunu söyleyen adamın saçları ve bıyıklarında beyazlık olmaması dikkatimi çekmişti:
          - Saçların boya mı kendi rengi mi, diye sordum.
          - Boya… Boya… Ben saçlarımı İstanbul’a geldiğim seneden beri boyuyorum.
          - Yani 13 yaşından beri! Neden?
          - Ben ilkokulu köyde okudum. Köyde beyaz yaka, siyah önlük giyerdik. Saçlarımda kepek çoktu. Siyah önlüğün üstü un gibi olurdu. Kızlar benimle dalga geçerdi. Kadıköy’de tıraş olduğum berber; ‘Saçlarını boyayayım artık kepek olmaz’ dedi. ‘Tamam’ dedim. İlk seferinde kafam çok kaşındı, kızardı, ama sonra alıştı. Bir süre sonra saçımda kepek diye bir şey kalmadı. O gündür bu gündür saçlarımı ve bıyıklarımı hep boyatırım. Son iki senedir de hanıma boyatıyorum. Çünkü berberde bir boya yaptırmak 30-40 lira…
                                               Kediler doyunca kalan mamaları kargalar yedi
          Konuştuğum adam, benim kim olduğumu, ne iş yaptığımı sormadan hayat hikâyesini anlatmayı sürdürürken, bir kişi yanında getirdiği iki adet 10 litrelik pet sişe suyu ile önümüzdeki kayaların önünde durdu. Kayaların arasında yarıdan kesik bir pet şişesini çıkardı, içinde az miktarda kalan kirli suyu yere döktü. Sonra şişeye yanında getirdiği sudan doldurdu. Hemen ardından gelen bayan da kayalar üzerine bir miktar kedi maması koydu. Diğer canlılar için “Bir kap su” ve yiyecek işini hayata geçiriyorlardı. Yaptıkları işten dolayı ben de yanımdaki adam da kendilerine teşekkür ettik. Su ve mamalardan önce kediler, sonra da kargalar nasiplendi... Erkek ve kadın Moda sahilinde birkaç yerde daha benzer işlemi yaparak yollarına devam ederken, yanımdaki adam da kaldığı yerden anlatmasını sürdürdü.
          Gençken Kurbağalı Dere-Kalamış arasında tekneyle yolcu taşımasını, çeşitli işlerden sonra 12 yıl aşçılıktan sonra nasıl emekli olduğunu, yazları memleketi Sivas'a gittiğini, bu yıl geç kaldığını, ama önümüzdeki hafta yine gideceğini anlatıyordu ki saat 20.10'u gösteriyordu. Kendisine veda etmek zorunda kaldım. Kurbağalı Dere’ye doğru ilerlerken arkamdan seslendi:  
          - Yolun Sivas’a düşerse mutlaka beklerim. Beşiktaşlı’nın kahvesini sor, beni orada bulursun…
(Yazı ve fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)                  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder