15 Eylül 2012 Cumartesi

SARIYER'DE BİR ASRA YAKLAŞAN ÖMÜR...


                                              Sarıyer'in en eskilerinden Yusuf Emanetçi...

Yazı ve Fotoğraflar: 
Süleyman Boyoğlu

       “İstanbul’un en güzel ayı hangi aydır” diye sorsalar, hiç düşünmeden Eylül ayı derim. İşte bugün Eylül ayının tam ortasında Sarıyer’e gitmeye karar verdik. Karar verdik diyorum, çünkü yanımda yine amcaoğlu Cemal vardı.
        Zincirlikuyu’ya kadar metrobüsle geldik. Burada Beşiktaş-Sarıyer İETT otobüsüne bindik. Otobüs boş sayılırdı, oturacak yer bulduk. Sarıyer’de otobüsten indikten sonra daha önce TGC’den Raşit Yakalı, Seraceddin Zıddıoğlu ve Ahmet Çitoğlu ile gittiğimiz küçük bir parka yürüdük. Parktaki banklarda ve plastik koltuklarda onun üzerinde yaşlı insan oturuyordu. Biz de tam onların karşısında gölgede kalan boş bir bank bulup oturduk. Bizden sonra gelenler de oldu.
        Amcaoğlu ile otururken, elinde baston olan yaşlı bir amca daha geldi. Çoğunluk yerinden kalktı, saygı ile elinden öpüp alnına götürdü:
        - Hoş geldin Yusuf Amca… Nerelerde kaldın, deyip yer gösterdiler.
        Yusuf Amca da Balıkesir’de kızının yanında olduğunu, o yüzden uzun zamandır parka gelemediğini anlattı. Parka Yusuf Amca’nın gelmesiyle sıcak olan ortam daha da sıcaklaştı…
        Rumeli Kavağı'na gitmeyi düşünüyorduk, ama park çok hoşumuza gitti bir süre daha oturmaya karar verdik. Bu arada karnımız açıktı. Denize yakın bir yerde mangal yakan bir balıkçının (kendisi Marmaris’te kaptan olduğunu söyledi) pişen balıklarının kokusu bizi imrendirdi. Bir anda iki üç masada balık yiyen yurttaşların arasında bulduk kendimizi…
       Menüde kuru soğan, hamsi ve palamut vardı. Hiç düşünmeden bugünlerde denizlerde bolca çıkarılan palamudu tercih ettik. Yanımızda pet şişe suyumuz vardı. Soğan ve ekmek eşliğinde balığımızı büyük bir iştahla yuttuk.   
       Balık üstüne çay içmemek olmazdı. Parkın karşısında bir çay ocağı vardı. Oradan iki bardak da çay söyledik. Çaylar enfesti; çaycıya övgüler düzerek birer bardak daha istedik.
       Bu arada oturduğumuz bankta gazeteler vardı. Gazetelere göz atarken, Yusuf Amca’yı karşımızda bulduk. Konuşkan bir amcaydı. Birisi:
       - Yusuf Amca Sarıyer’in en eskilerindendir, dedi.
       O kişi böyle söyleyince ben Yusuf Amca’ya biraz daha sokuldum. Kaç yaşında olduğunu, Sarıyer’e ne zaman geldiğini, ne işler yaptığını peş peşe soruyordum ki başladı anlatmaya:
       “Adım Yusuf, soyadım Emanetçi… Ben nüfusta 87’yim, ama gerçek yaşım 90. Beni üç yaş küçük yazdırmışlar. Altı aylıkken Trabzon’dan Rumeli Kavağı’na getirmişler. Sarıyer’e gelenler önce Garipçe’ye gelmişler. Babam direkt Rumeli Kavağı’na gelmiş. Babam Kuva-i Milliye’ciydi…. 
        Sarıyer’de ilk motoru babam aldı. Başka da kimsede yoktu. Babam buradan babaannemle Kapıdağı-Narlı yakınlarına gidiyor, ama babaannem orayı beğenmiyor, geri geliyorlar.”
                                      Yusuf Emanetçi'nin cebinde taşıdığı ilk öğrenim diploması...
        Sohbet ederken Yusuf Amca cebinden dörde katladığı ilkokul diplomasını çıkardı:
        - Bak bu benim ilkokul diplomam… 1938-39 ders yılı sonunda iyi derece ile mezun olduğuma dair diplomam, dedi.
         Diplomayı Yusuf Amca’nın elinden aldım. Sararan diplomasını oturduğumuz bankın üzerine serdim, sonra da amcaoğlu tuttu; birkaç kare fotoğraf aldım. Ardından da Yusuf Amca’nın birkaç kare fotoğrafını çektim.
        Yusuf Amca, oturduğumuz parkın önünde vapur iskelesi olduğunu, sonra parka çevrildiğini anlattı. Sarıyer’de eskiden Rumların, Yahudilerin ve Ermenilerin yazlığı olduğunu, ancak 1955 yılında yaşanan “6-7 Eylül Olayları” sonrası sayılarının giderek azaldığını da üzülerek ifade etti.
       Yusuf Amca, Atatürk’ü de iki kez gördüğünü gururla anlattı:
        “Atatürk’ü ilk 1937 senesinde Moda koyunda gördüm. Yanında İngiltere kraliçesi ve oğlu vardı. 1 Temmuz Kabotaj Bayramı’ydı. Atatürk’ü bir kez de Altınkum Plajı’nda gördüm.”
      İkinci Dünya Savaşı sırasında büyük sıkıntı yaşandığını, tahtakurusu, bit yüzünden evlerde yatamadıklarını, yemek yiyip teknelerde yatmaya gittiklerin de anlattı. Yusuf Amca,  kendisinin “Ağır İşçi Karnesi” olduğunu da dile getirerek şöyle devam etti:
      “Gemilerle Bulgaristan, Romanya’ya makarna, un, bulgur götürülüyordu. İsmet Paşa savaş esnasında un, buğday gibi şeyleri depo yaptı. Boş bulduğu yere bunları koydu. ‘Camileri ahır yaptırdığını’ görmedim de duymadım da…
       Ruslarla savaşırken ölen ya da donan dört Alman askerini Rumeli Kavağı’nda biz denizden çıkardık gömdük. Gömenlerin arasında ben de vardım. Şimdi bile gömdüğümüz yeri gösterebilirim. O sıralar çok Alman askeri ölüsü Boğaz’a geldi…”
       Yusuf Amca, Türkiye’de Bandırma, Erdek, Ayvalık, Dikili, Çeşme ve Hopa’ya kadar gittiğini, ülke dışında da Bulgaristan, Rusya, Romanya ve İsrail’e kadar birçok ülkede balıkçılık yaptığını belirterek, “İsrail’e hükümetleri kanalıyla gittim. Beş ay orada balıkçılık yaptım” dedi.
       Bu kez soru sorma sırası Yusuf Amca’ya gelmişti:
       - Peki, sen nerelisin?
       - Erzincanlıyım…
       Erzincanlıyım deyince Yusuf Amca, 1939 yılında yaşanan ve 30 binin üzerinde insanın yaşamını yitirdiği memleketimdeki depremle ilgili bir ağıt söylemeye başladı:
         Erzincan duman oldu
         Halımız yaman oldu
         Çok canlar kurban oldu
         Ayrıldık Erzincan’da
      
        Ottan ocaktan esiyor yine poyraz
         Bıçaktan keskin ayaz
         Karların arasında
         Yatanın kefeni olmaz…
Duygulandım… Yusuf Amca’ya dedemin İstanbul’a gelmek için yürüyerek Giresun’a geldiğini, buradan da Gülcemal Vapuru’na binerek Karaköy’e yolculuk yaptığını söyleyince de:
         “Gülcemal Gülcemal
         Dört tane direğin var
         Aldın gittin yarimi
         Ne hayın yüreğin var" şeklinde bir dörtlük dile getirdi.
        Yusuf Amca, Gülcemal Vapuru’nun Giresun’dan denizdeki fırtınanın durumuna göre kimi zaman beş günde, kimi zaman da bir hafta da İstanbul’a gelebildiğini sözlerine ekledi.
        Yusuf Amca’nın anlatımından sonra birer bardak çay, parktaki komşularımız tarafından ikram edildi. Çaylarımızı içtikten sonra “amcaoğlu” ile Rumeli Kavağı'na doğru yola çıktık…
                                                Rumeli Kavağı yolu üzerinde meyve satıcısı...
                                             Telli Baba'ya dilek dilemeye gelen yeni evli çift...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder