25 Şubat 2022 Cuma

"GÖÇMEN HALLERİ"...

 

        1960 yıllarda Türkiye’den Avrupa’ya özellikle de Almanya’ya insanlarımızı işçi olarak gönderdik. Nedeni de Türkiye’de sanayinin yetersiz, çalışacak elemanın fazla olmasıydı. Köylerdeki üretimin plansız ve az, tarlaların çoğunluğunun toprak ağalarının elinde olması, bu insanlarımızı ister istemez önce büyük şehirlere yönlendirdi.         
         Büyük şehirlerde tutunamayan insanlarımız kaçınılmaz olarak, sınırlar dışındaki gelişmiş ülkelere gitmek için İş ve İş Bulma Kurumları önüne yığılmaya başladı.

İş ve İşçi Bulma Kurumlarından gelecek çağrı mektubunu günlerce, aylarca, hatta yıllarca bekleyen insanlarımız, aldıkları müjdeli haberin ardından bu kez de sağlık kurumları önünde sıraya girdi. Alman doktorlarca tepeden tırnağa; ağzındaki dişinden, vücudundaki herhangi bir ameliyat izine kadar muayene edilen işçi adaylarımız, muayeneden başarılı çıktıklarında kendilerini şanslı buluyorlardı. Bu muayeneden geçemeyenler ise hüsrana uğrayarak, ya köylerine ya da şehirlerine dönüyorlardı.

İnsanlarımız bir yandan yurt dışına kapağı atmak için mücadele ederken, Türkiye’deki işçi sınıfı da yavaş yavaş uyanmaya başladı. Emek-sömürü, hak mücadelesi önce dernekler, sonra da sendikalar aracılığıyla verilmeye başlandı. Toplu sözleşmeli, grevli haklar elde edildi. Kısacası halk hakkını arıyordu. Bunun önünü kesmek için eli bıçaklı-silahlı çeteler kullanılmaya başlandı. Ama artık hiçbir güç, örgütlü hareket eden emek kesiminin gücünü kıramıyordu.

Önce 12 Mart 1971 darbesi, ardından 1 Mayıs 77 katliamı, sonra “mezhep kavgası, sağ-sol, öğrenci kavgası” görünümü altında binlerce insanımız öldürüldü. Türkiye adım adım kardeş kavgasına sürüklendi. Sol bir “öcü” gibi gösterilmeye çalışıldı, ama başarılamadı. Sol ister fabrikalarda, ister meydanlarda olsun örgütlü gücünü göstermeye başladı. Bu güçten korkan gerici ve faşist güçler, solu ezmek için her türlü yolu denedi, ancak yine de başarılı olamadı. Çareyi 12 Eylül darbesini yapmakta buldular.

Binlerce aydın, öğrenci, ilerici, demokrat işkenceden geçirildi. Canını kurtaran kendisini yurt dışına attı. Kurtaramayan da işkence tezgâhlarından geçti. Kimisi de işkence masasında kaldı. Sağ kalanlar da işkenceden dolayı ya engelli kaldı ya da yıllarca hapis cezası aldı.

Diyeceksiniz ki yurt dışına kapağı atanlar çok şanslı insanlardı. Hayır… Hiç de öyle değil, belki vurulmadılar, ölmediler, ama onlar da Türkiye’deki insanlarımız kadar acı, çile çektiler. Gittikleri ülkede dil bilmiyorlardı, sığınacakları bir kimseleri yoktu. Çoğu derneklerde ve sokaklarda yattı. Memleket özlemi, aile özlemi, arkadaş özlemi burunlarından tüttü..

Erdal Boyoğlu da 12 Eylül mağdurlarındandı. Boyoğlu, kendi yaşadıklarını ve diğer mağdurların, mültecilerin ve sürgünlerin yaşadıklarını bir kitapta topladı. Ön sözünü tarihçi-yazar Erdoğan Aydın’ın yazdığı “Avrupa’da Sürgün, Mülteci-Göçmen Halleri” kitap Notabene yayınlarından çıktı…


YAĞMUR VE UYKUDAKİ ŞİİR...

 

Ondokuzbinyıl önce…

Göklerden bir karar gelir,

Davudi bir ses inletir kutsal dağları; “Dışarı gel Süleyman!”

Süleyman’ın gözleri açılır.

İlk gördüğü  bir çift yaşlı gözdür, yani, neden gözü yaşlıydı her iki gözün, anlamlandıramadı…

İlk duyduğu kendi çığlığıydı hem de bir ilk nefesti o çığlık.

Yaşamının ilk nefesini aldı sonra bir daha ve birçok defa daha

İki gözü yaşlı bir nefes…

Sonra iki soluk arasında bir defa göz kırptı, sonra her gün her gece iki defa gözlerini kırptı ve bir soluk aldı. 

İlk dokunduğu üzerindeki beyaz örtüydü,

Üzerinden atıverdi -ki çok beyazdı- o örtü.

Bir çift beyaz güvercin oluverdi o beyaz örtü.

Kanat çırptılar bir süre başının üzerinde.

Bir çift güvercin havalanmıştı o gözlerini bir kez kırptığında iki soluk arasında,

Yanık karanfil kokusu ondokuzbinyıl sonra gelecekti…

Sonra tavan aydınlandı  gökyüzü oldu.

Güneşi gördü, kuşları, kelebekleri sonra bulutları, rüzgarın sesini dinledi, kokusu geldi doğanın..

Pencereye doğru geldi, perdeler bembeyazdı üzerinden attığı örtü gibi beyaz.

Köpek havlamaları duydu, Yağmur hiç durmadan yağıyordu…

Ürkek damlalar camda titreşerek kayıyordu. İlk kez dışarıyı görüyordu.

Aniden Köpekler de sustu. Bir başına kaldı orta yerde. Korktu, bir an içi titredi o boğuk sessizlikte, kimsesizdi..

Bir geçmişi yoktu, “bir geçmiş edinmem gerekir” diye düşündü, iki göz kırpması arasında bir nefes alarak…

Sonra,

Ondokuzbinyıl geçti…

 Vakit geçmiyor”, dedi Süleyman. Ayağa kalktı sağ elini cebine soktu, eline gelen kağıt parçasını çıkardı o an sol eliyle alnına bir şaplak vurup, son ödeme tarihi geçmiş elektrik faturasını aniden görünce; “Allah kahretsin” dedi. Bir sigara yaktı, iki göz kırpması arasında bir nefes nikotin bu kez dilini yaktı, damağında kaldı acısı.. 

Diğer elini cebine soktu. Yüzü sarardı, sonra elini boynunda ve boğazında gezdirdi.

Biraz önceydi, kahveden ayrılması, kendini bakkalın karşısında bozuk tretuvar taşlarında oturur bulması. Demek okeyde verdiği evin elektrik parasıydı.

Bir an durakladı, sonra yalpaladı, hangi yöne gideceğine karar veremedi.

Eve gitmek en son isteğiydi.

Asaf’ı bulması gerekti.

Bilmiyorum artık sabah olur mu?” diye düşündü, gökyüzüne bakarak eve geldi.

Sonra, oturduğu o kıçına batan sıkıcı tahta sandalyeden kalktı. Perdeyi araladı dışarıya baktı. Mahallede ölüm sessizliği hakim. Bir an gözleri karardı hafifçe sendeledi, ellerini pantolonun ceplerine soktu. Daha önceden bu duruma hazırlıklı olduğunu belli eder bir hareketle en yakınındaki beyaz badanalı ve eski İstanbul resimlerinin olduğu takvimin asılı durduğu duvara bir elini yaslayarak, belki de beş-on saniyelik bir duraksamadan sonra doğruldu. Şapkasını iki eli ile düzeltti, sol elini pantolon cebine soktu, başı öne eğik kapıya doğru gitti. “Dışarı çıksam zifiri karanlık, ancak korkmuyorum..” dedi.

Bekçi de ortalıkta yok, yaşasın sokaklara bekçisizlik gelmiş. Düdük sesi duyulmuyor, bekçisiz ve düdüksüz bir sessizlik içine içine işliyordu, ürperdi bir an.

Karşı evin damına baktı; “Baykuş tünemiş karşı dama” dedi.

Nasıl olduysa baykuşu görmüştü karşı damda, ya da baykuş bi türlü göstermişti kendini bilerek Süleyman’a..

O hangi evin damında ise “O evden yakın zamanda ölü çıkar” diyordu bizden büyükler..

Baykuş, bir sevdiği varmış da ölmüş gibi, ağıt yakmıyor, yalnız ağlıyor da ağlıyor.. sanki.. “Birisimi öldü?” diyecek oldu içinden çok sessizce, ürkek  ve korkarak. "Yoksa ölecek birisi mi var… Varsa  sıralı ölümlerden olsun inşallah.." dedi. 

İçi daraldı, eve dönesi geldi. "Tekrar uykuya mı yatsam; acaba” dedi..

Ama uyku da tutmuyor.. Nâzım şimdi de bir şiir yaz bakalım gecenin bu vakti..

Kabahat sende! Beni uyutmuyorsun. Senden davacıyım” dedi, karanlığa bakarak.

Ne yapsam? Kendimi sokağa mı atsam?” dedi ve hiçbir şey söylemeden kapıyı ağır ağır açtı avluya çıktı. Üç adım sonra sokak kapısına ulaştı ve arkasına bakmadan çıktı. Ama o da nesi? Sokak lambaları da yanmıyor!

Gecenin zifiri karanlığında önünü göremiyordu.

Baykuş olduğu yerde kafasını çevirdi seslendi Süleyman’a; “Ey Süleyman! Sana Allah katında öğretildi, sen kuşdilini iyi bilirsin beni dinle. Romalılardan beri insanoğlu benden korkar, ben kötülüğün habercisiyim, uğursuzum, kaç benden!”..

Süleyman kaçtı… Bir labirentte buldu kendini.

Mahallesinde ve tanıdık sokaklardaydı artık, gözü kapalı dolaşabilirdi. Tüm evlerin kapılarının hangi renk olduğunu, o evlerde kimlerin yaşadığını da bilirdi, ancak babası, annesi ve öğretmenleri labirentte nasıl kaybolmayacağını öğretmemişlerdi Süleyman’a. Bu labirentten çıkması gerekti.

Gecenin ıssız bir vakti… “Savrulmak istemiyorum, kaybolmak istemiyorum bu karanlıkta” dedi, ardından silah sesleri duydu. Süleyman, “Bir duvar dibi en güvenli olmalı” diye düşündü. Beyaz fakat çok kirli bir duvara sırtını dayadı, sağ tarafına baktı kırmızı boya ile çok acele yazılmış olduğu çok belli olan “Tek yol…” yazısını gördü. Harflerden aşağı doğru akan kırmızı akıntılar kan damarları gibiydi. Yukarıdan aşağıya duvarın dibindeki yeni filizlenmeye başlayan bir çiçeğin yemyeşil fidanının köküne doğru akıyordu, hem de kıpkırmızıydı… Yazının devamı yaslandığı yerde kalmıştı, dönüp bakamadı, ne yazılmışlığını da merak etmedi. O kirli  beyaz duvara yazılan kıpkırmızı yazıya bakmak istemedi.. Sol gözünden bir damla yaş geldi. O tek damla yaşı bir mendile koydu. Mendili altı kez katladı ve altı köşeli, --Annesi vermişti, ne zaman verdiğini hatırlamıyordu. Kendini bildi bileli boynundaydı  -- ceylan derisinden yapılmış muskanın içine yerleştirdi, tekrar boynuna astı. Ömrü boyunca saklayacağına söz verdi kendine… Ve bir daha gökyüzüne hiç bakmadı Süleyman ömrü boyunca…

Ne kadar ikilemde kaldım bilemedim” diye başlamıştı konuşmasına. “O duvar dibinde ne kadar kalmıştım bilmiyorum”, dedi.

Ne olursa olsun diyip dizlerinin üzerinde ve sürünerek o duvar dibinden uzaklaştı.

Kendini dışarı attı. Huzur veren bir sessizlik vardı. O duvar dibi iyi gelmişti sanki.

Demeye kalmadı, bekçiyle burun buruna geldi. Bekçi

silahını doğrulttu; ‘Dur kıpırdama!’

Elleri havada bekledi. Zaten kıpırdadığı da yok. Bekçi, silah elinde burnuna dayadı namluyu. Çok korktu…

“Darbe oldu haberin yok mu?” dedi. Bıyıklı ve kravatlı ve şapkalı kahverengi bekçi…

Bu gün ayın 12’si değil mi? Aylardan Eylül mü? Hangi yıldayız dağıldı birden..

Şaka yapıyor zannetti;

‘Kim yaptı darbeyi?’ dedi.

Çakallar!!!

‘Ama kan dökmediler’ dedi.

O eskiden de şimdi kan emiyorlar…

Nasıl oldu da anlayamadık?

‘Kırk yıldır uykudaydınız’ diye gürledi..

Ama…

“Aması maması yok” dedi bekçi…

“Geçmiş olsun, hadi evine!”…

Süleyman’ın sol omzuna Hüthüt kuşu kondu, hiç konuşmadılar, bakıştılar.

Süleyman asasına dayandı bir ömür ve öylece kala kaldı…

(Yazı: Sakip Bayhan)

YAĞMUR VE UYKU…

Yağmur hiç durmadan yağıyor

Köpekler de sustu…

Vakit geçmiyor,

Bilmiyorum artık sabah olur mu?

Mahallede ölüm sessizliği hakim.

Dışarı çıksam zifiri karanlık

Bekçi de ortalıkta yok;

Düdük sesi duyulmuyor…

Baykuş tünemiş karşı dama

Ağıt yakmıyor;

Ağlıyor da ağlıyor..

Birisi mi öldü!

Yoksa ölecek birisi mi var…

İçim daraldı (darlandı)…

Tekrar uykuya mı yatsam;

Ama uyku da tutmuyor..

Ne yapsam?

Kendimi sokağa mı atsam?

Ama sokak lambaları da yanmıyor

Gecenin ıssız bir vakti…

Ne kadar ikilemde kaldım

Bilmiyorum…

Ne olursa olsun diyip

Kendimi dışarı attım.

Bekçiyle burun buruna geldim;

Silahını doğrulttu ‘Dur kıpırdama’!

Zaten kıpırdadığım yok…

“Darbe oldu haberin yok mu?” dedi.

Şaka yapıyor zannettim;

‘Kim yaptı darbeyi?’ dedim.

Çakallar!!!

‘Ama kan dökmediler’ dedim.

O eskiden de şimdi kan emiyorlar…

Nasıl oldu da anlayamadık?

‘Kırk yıldır uykudaydınız’

Ama…

Aması maması yok…

Geçmiş olsun, hadi evine…

(Süleyman Boyoğlu-11 Ocak 2022 Datça-Kızlan)

22 Şubat 2022 Salı

"ŞİİR SOKAKTA"..

 

                                                   (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

18 Şubat 2022 Cuma

GENÇ FOTOĞRAFÇILAR...

                                               (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

15 Şubat 2022 Salı

KARİKATÜR MECMUASI'NDAN...

 

                                                                Şehzadeler Devri..

"SEVGİNİN DİLİ"..

                                         Biz seninle aynı dili konuşuyoruz

                                         Sevginin diliyle

                                         Seninleyken içime yayılan

                                          Huzuru buluyorum Sevgilim

                                          Seninle güzellikleri yaşayacağız

                                          Her şey seninle birlikteyken güzel bana

                                          İnanıyorum

                                          Biz seninle çok mutlu olacağız

                                          (Hüseyin Boyoğlu)

12 Şubat 2022 Cumartesi

DATÇA'DA BAHAR...

 



                                                   (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

6 Şubat 2022 Pazar

SÜLEYMANİYE CAMİİ...


 
İstanbul'daki Süleymaniye Cami'nin Haliç'e bakan tarafını gösteren üstteki fotoğrafı 12 Şubat 2015'de çekmiştim. Alttaki fotoğraf da caminin önünün bugünkü halini gösteriyor. Caminin önündeki inşaatı, İlim Yayma Vakfı yaptırıyor.

4 Şubat 2022 Cuma

SEVGİNİN GÜCÜ...

 

                                                (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

                                  Sevgi kimileri için dostluk

                                               Kimileri için arkadaşlık

                                               Kimileri için kardeşlik

                                               Kimileri için karşılıklı ilgi

                                               Kimileri için şımarıklık

                                               Kimileri için çocukluk

                                               Sonuç olarak;

                                               Yukarıdaki kare için

                                               İçinizden hangisi geliyorsa

                                               Onu  da siz söyleyin…

1 Şubat 2022 Salı

SUÇLU ÇOCUKLAR İÇİN NE YAPILMALI?

           Bugün Milliyet Gazetesi eski genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi’nin katledilişinin 43. yılı…

İpekçi, 1979 yılı 1 Şubat’ında İstanbul-Maçka’daki evinin yakınlarında silahlı bir saldırı sonucu hayattan koparılmıştı. Hayattan koparan kişinin adını burada yazmayacağım..

         Yıllarca hamaset söylemleri ile İpekçi’yi vuran ve vurdurtanlar kınandı, eleştirildi. Sonuç ta ne mi oldu? Papa’yı da yaralayan ve hapis yatan kişi, yıllar sonra İtalya’dan Türkiye’ye geldi, şimdi de elini kolunu sallayarak aramızda dolaşıyor…  

Abdi İpekçi ve katledilişiyle ilgili birçok yazı kaleme alındı, ben bu kısa hatırlatmadan ve anmadan sonra asıl yazacağım konuya dönüyorum…

       1970’li yıllarda gazetecilik yapanlar, İngiltere’de 25 Mayıs 1968 yılında 11 yaşında Mary Bell adındaki bir kız çocuğunun, 4 yaşındaki Martin Brown’u terk edilmiş bir evde boğarak nasıl öldürdüğünü hatırlarlar. Mary, iki ay sonra da arkadaşı Norma Joy’la 3 yaşındaki Brian Howe adındaki bir çocuğu daha öldürür. Mary, ifadesinde çok tartışılacak bir söz ediyor ve 4 yaşından itibaren annesinin kendisini erkeklerle cinsel ilişkiye girmeye zorladığını söylüyor.

Görülen davada kendisine yardım eden Norma Joy beraat ediyor, Mary’e ise süresiz hapis cezası veriliyor… Mary, hapis yatıp çıktıktan sonra yeni bir kimlikle toplumun arasına karışıyor. Evleniyor, bir kız çocuğu dünyaya getiriyor. Sonra da hayatını para karşılığı anlatıyor… 1998’de gazeteciler yerini bulana kadar kızı, annesinin bir “çocuk katil” olduğundan habersiz…

Sonra kızı da evleniyor ve Mary büyük anne oluyor…

“ÇOÇUKLAR NİÇİN SUÇ İŞLER?”

Şimdi önümde 1934 yılında yayın hayatına başlayan aylık Yeni Adam Dergisi’nin 1969 yılı Nisan sayısı… Bu sayıda Haldun Özen, bir yazı kaleme almış. Yazının başlığı ise “Suçlu Çocuklar İçin Ne Yapmalıyız?”…

Yazısına “Çocuklar niçin suç işlerler? Suç işleyen çocuklara karşı ne yapmalı? Çocuğun suç işlememesi için ne yapmalı?” şeklinde sorular sorarak başlayan Özen, şöyle diyor:

       “Bu soruların doğru cevapları bilinmezse çocuğun eğitimi hep sakat, noksan kalır. Çocuk yalan söyler, hırsızlık yapar, suç işler… Biz de onun yaptıklarına şaşar kalırız. Asıl suçlunun çocuk olmadığını hiç düşünmeyiz.”

       Haldun Özen, çocuk suçları hakkında gazetelerde sık sık haberler çıktığına dikkat çekerek, şöyle devam eder:

       “Bir süre önce Hürriyet gazetesinde küçük Mary Bell hakkında çıkan haber de bunlardan biriydi. Mary Bell iki küçük erkek çocuğu öldürmüştür. Henüz kendisi on bir yaşındadır. İngiliz mahkemesi onu ömrünün sonuna kadar tecrit edilmiş şekilde yaşamaya mahkûm etmiştir. Mary Bell’in çok uzun süreli bir tedaviye ihtiyacı vardır. Bu yüzden hiçbir akıl hastanesi onu istememektedir. Islahevleri de çocuk ceza evleri de onu istememektedir. Mary şimdilik bir ıslahevindedir. Yargıç: ‘Bu kız tehlikelidir. Onun zarar vereceği kimseleri korumak gayesiyle bu kızın bir an evvel insanlardan tecrit edileceği bir yere konulması şarttır’ demiştir. İçişleri bakanlığı Mary’yı kapatmak için özel bir yer aramaktadır.”

         “Olayın çok üzücü hem de çok düşündürücü” olduğuna vurgu yapan Özen, şunları söylüyor:

“Mahkeme Mary Bell’i ölünceye kadar insanlardan ayrı yaşamaya mahkûm ediyor. Bu karar toplumun hayrınadır, toplumu korumaktadır. Ancak, toplumu korumakla görevimiz bitiyor mu? Hayır, bitmiyor. Mary Bell’i iki çocuğu öldürmeye götüren nedenleri anlamamız, bu nedenleri ortadan kaldırmaya çalışmamız da gerektir.

Bu zavallı çocuğu suç işlemeye götüren nedenler onun on bir yıllık kısa hayatının derinliklerinde gizlidir. Belki de okumayı yazmayı çok iyi öğrenememiş olabilir. Yine de bu on bir yıl onu bir insan öldürücü yapmaya yetmemiştir. Bu sırlı güç nedir? Bu sırlı güç on bir yılda onda oluşan kişilikten başka bir şey değildir. Bu kişiliğin temelinde, Mary’nın anasından-babasından aldığı biyo-psikolojik kalıt vardır. Bu kalıt aile çevresi içinde gelişmeye başlamıştır. Sonra arkadaş çevresi içinde, okul çevresi içinde serpilmiştir. Verdiği yemiş boğazı sıkılıp öldürülmüş iki çocuktur.”

“Bu sonucu doğuran nedenlerin iki soydan” olduğuna işaret eden Haldun Özen, şunları kaydediyor:

“Birincisi biyo-psikolojik soydan olanlar, Maryi’nin içinde gömülü olan özelliklerdir. İkincisi sosyo-psikolojik soydan olanlar, Mary’nin çevresinden gelen etkilerdir. Çevreden gelen etkilerin en sakarı da çocuğa sevgi gösterilmemesidir.

TRABZON’DAKİ OLAY!

Bu etkenler psikoloji, sosyoloji uzmanlarınca incelenebilseydi, belki de asıl suçlunun hiç aklımıza gelmeyecek biri olduğunu görecektik. Bize düşen suçlu çocuklarımızı yaratan nedenleri sonuna kadar tanımaya çalışmak, bundan kaçınmamaktır. Bu nedenleri tanıdıktan sonra çocuğun kişilik oluşlarına el koymaktır. Suçlu çocukların kökünü kazımak elde olmasa da sayısını azaltmak her zaman elde olacaktır. ”

Günümüze gelirsek; birkaç gün önce Trabzon’da yine 10-11 yaşlarında bir çocuk, düzenlenen bir mitingde kürsüye çıkarıldı. Babası hapiste olan çocuğa bir mikrofon uzatıldı. Bir siyasi partinin liderine “Hain” demesine izin verildi.

Şimdi sormak gerek; bu çocuk mu suçlu? Yoksa o çocuğun eline mikrofonu verenler mi? Hiç mi tarihten ve yaşananlardan ders almıyoruz, kararı sizlere bırakıyorum…

(Süleyman Boyoğlu)