30 Nisan 2013 Salı

TGC'DE GÖREV DAĞILIMI YAPILDI...


          Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 44. Olağan Genel Kurulu’nda seçimi kazanan Turgay Olcayto’nun  "Bağımsız, Bağlantısız, Özgür Gazetecilik Grubu" dün yapılan yönetim kurulunun ilk toplantısında görev dağılımını yaptı.
          Yönetim Kurulu toplantısında Evrensel Gazetesi yazarı Turgay Olcayto Başkanlık görevine seçildi. Oylama sonucu Hürriyet Gazetesi yazarı Vahap Munyar Başkan Vekili, TRT İstanbul Müdürlüğü'nde araştırmacı olarak görev yapan Recep Yaşar Başkan Yardımcısı oldu. HTV İç Yapımlar Direktörü Sibel Güneş Genel Sekreter, gazeteci Gülseren Güver Genel Sayman, gazeteci Ahmet Özdemir ise Genel Sekreter Yardımcılığı görevlerine getirildi.
         Yönetim Kurulunda Cem Medya Grup Başkanı Celal Toprak, A Haber editörü İhsan Yılmaz, CNN TÜRK muhabiri Göksel Göksu, Cumhuriyet Gazetesi çizeri Kamil Masaracı ve Bilgi Üniversitesi öğretim görevlisi Niyazi Dalyancı ise üye olarak görev yapacak.

28 Nisan 2013 Pazar

BURGAZADA'DA DENİZE MERHABA...

                                                (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

NÖBETLEŞE SU İÇEN KARGALAR...





                                              (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

27 Nisan 2013 Cumartesi

RİSKİ GÖZE ALAN VE ALAMAYANLAR...

                                               (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

21 Nisan 2013 Pazar

MEHMET'İN KAZLARI KAYA'NIN BUZAĞILARI...


                                              (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

18 Nisan 2013 Perşembe

BİR ÖLÜM VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ...



         Sırma Yenge’mizi 15 Nisan Pazartesi akşamı İstanbul’da yitirdik; vasiyeti üzerine ertesi gün Ataşehir Cemevi’ndeki morgdan alarak, Ataşehir Belediyesi’nin sağladığı otobüsle memleketimiz olan Erzincan-Refahiye ilçesine götürdük.
         Yıllardır gitmediğim Refahiye’ye yine bir yakınımın cenazesi için gidiyordum. Cenaze sahipleri ve yakınları olarak rahat bir yolculuktan sonra sabahın çok erken bir saatinde ilçeye vardık. Ana cadde ve sokaklar bomboştu. İncin top oynuyordu. Telefonlaşılan esnafın dükkânını açmasını beklerken, fırsat bu fırsat deyip bolca fotoğraf çekiyordum ki Refahiye’nin sembol bir iki binasının birinin önünde bir kişinin otomobilinden bir şeyler çıkararak, dükkâna taşıdığını gördüm, selamlaştık:
        - Refahiye’nin en eski binası bu değil mi? dedim.
        - Hayır, en eski bina karşımdaki caminin sırasındaki şu binadır, dedi başıyla.
        “Sağıroğlu Market”in sahibi olan esnaf bir yandan işini yaparken bir yandan da sorularımı yanıtlıyordu:
        - Benim bulunduğum bina ile tam karşımdaki cami 1938 yılında yapılmış, diyorken başımı arkamdaki camiye çevirdim. Daha önceleri bakımsız bulduğum camiye dikkatlice bakınca İstanbul’daki camiler gibi restore edildiğini ve pırıl pırıl olduğunu gördüm. İçimden:
         - Bakılınca her şey güzel oluyormuş, diye söylendim.
        Daha sonra kaymakamlık ve nüfus müdürlüğü binasının yerinde yellerin estiğini, yerine bir saat kulesi ile güzel bir parkın yapıldığını mutlulukla görüntüledim. Çünkü daha önceki yıllarda köylerden gelen insanların, vakitlerini geçirebilecekleri bir yer yoktu. Böyle bir yer olmadığı için de saatlerini cadde üzerinde volta atarak geçiriyorlardı; hem de arkalarından uzun uzun klakson çalan araç sürücülerine aldırmadan…
         Bir yarım saat kadar ilçede oyalandıktan ve alış-veriş yaptıktan sonra tekrar otobüse bindik. Refahiye çıkışında TOKİ’nin modern binaları dikkatimizi çekti. Solumuzda jandarmanın bulunduğu alanın üst tarafında Ilıç’a bağlanacak olan yol çalışması devam ediyordu. Otobüsteki bir kişi:
         - Bu yol Ilıç’ta çıkarılan altın madeni için yapılıyor, diye bir espri yaptı, ama ben bu espriyi her nedense önemsedim…
        Sonra otobüsümüz Refahiye-Kemah yoluna saparak cenazenin toprağa verileceği köy yoluna koyuldu.
        Unutuyordum… İstanbul’dan başlayarak “Dereyolu”ndan geçtiğimiz bütün il ve ilçelerde yağmur vardı. Ama bizim ilçemize vardığımızda hava bir başkaydı; yağmur karla karışık yağıyordu. Hava insanı cidden üşütüyordu. Memleketimizin bu havasını bildiğimiz için tedbirli gelmiştik.
         “Altın Çilek” yetiştiren Şahverdi köyünün yakınından geçerken, içimden bu güzel insanlarımızı bir kez daha kutladım. Diğer köylerimizin de onları örnek alarak başka girişimlerde bulunmalarını diledim.
          Otobüsümüz Kersen köyü köprüsü başında durdu. Çünkü buradan bizi Sırma yengemizi bizim köye değil de vasiyeti üzerine toprağa vereceğimiz eski adı Amadun, yeni adı Babaaslan köyüne götürecek üç minibüs şoförlerine emanet etti. Otobüsün gitmesinin imkânsız olduğu köye ilk gidecekleri daha Kersen köyünün başında korkudan titreme tuttu. Şoförler ise çok rahattı, kaygan yolda bütün hünerlerini gösteriyorlardı. Uçurumun kenarındayken ani bir refleksle direksiyon kırıyor, yürekleri ağza getiriyorlardı.
        Gelbas (Bölüktepe) köyüne vardığımızda karla karışık fırtına hızını daha da artırmıştı. Rakım yükseldikçe karla karışık yağmur yerini kar almaya başladı. Köyün içindeki çamurlu rampayı şoförümüz Mehmet, üç kez denemesine rağmen aşamadı. İnip ittik, ama olanlar oldu; üstümüz başımız çamur içinde kaldı. Ardımızdan gelen minibüsleri de aynı şekilde itmek zorunda kaldık. Köylerden cenazeye gelenlerden bazıları da pes ederek, çıkamadıkları yokuşlarda araçlarını bırakarak, yollarına yürüyerek devam etmek zorunda kaldı.
        Köye vardığımızda saat daha yedi olmamıştı. Bizleri birkaç ay önce hayatını kaybeden “Alamancı Nuri” amcanın eşi Hurma teyze karşıladı. Cenazeyi evin bahçesinde üzeri branda ile kapatılan bölüme aldık. Sırayla saygı duruşunda bulunuldu. Hoca beklenmeye başlandı. Bir yandan da soğuktan üşüyenlere çayla birlikte kahvaltılık bir şeyler ikram edildi. Kahvaltı yapılırken bir gün önceki akşam cenaze namazını kıldırmak için çağırmaya gittikleri Kersen köyü hocasının yaptığı terbiyesizlik ve saygısızlık konuşulmaya başlandı.
        Köyün eski muhtarı Azimet:
        - O köyden arkadaşım Zekeriya ile hocanın evine gittik. Kapıya çıkmadı, mutfak camından niçin geldiğimizi sordu. Yemek yapıyor olacak ki üzerinde önlük vardı. Ben de ‘İstanbul’dan cenazemiz yarın sabah köyümüzde olacak. Onu söylemeye geldim’ dedim. Bana ‘Müslüman mı?’ dedi. Şaşırdım… Benden önce arkadaşım Zekeriya ‘Aleviler bizden daha Müslüman’ dedi. Bunun üzerine ‘Müftüye danışmam lazım’ dedi. Böyle söyleyince kendimi toparladım: ‘Aleviler Müslüman değil mi? Senin gibi hocaya bizim ihtiyacımız yok, hadi gidelim Zekeriya’ dedim ve büyük bir üzüntüyle oradan ayrıldım.
        Sonra köyün üstündeki yol kenarında aracında beni bekleyen köylüm Süleyman’ın yanına gittim. Durumu ona anlattım.
        Yaşananlara çok sinirlenen Süleyman hemen müftüyü arar. Refahiye Müftüsü Faruk Çelik, “Göreve yeni başladım. Böyle saçmalık mı olur? O dengesiz mi? Kafayı mı yemiş? Hocanın ismini bilmiyorum, ama gereğini yapacağım” der.
        Bizler de bekleyip göreceğiz, böyle bir hocanın hâlâ o köyde görev yapıp yapmayacağını, daha doğrusu böyle bir hocanın hâlâ görevde tutulup tutulmayacağını…


(Yazı ve fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

BABALAR VE OĞULLARI...

                                             (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

15 Nisan 2013 Pazartesi

TİYATRO KILÇIK...


                                        Tiyatro Kılçık'ın "Düğünde Panik" adlı oyununu gelecek sezon kaçırmayın.

                                 MEKÂNDA SINIR TANIMAYANLAR

        Gönül ve heves işi tiyatroda mekân en büyük sorundur genelde. Genç tiyatroculardan oluşan Tiyatro Kılçık, bu sorunu mekânda sınır tanımayarak çözmüş durumda. Bar kabare türünü 2000 yılından beri sürdüren Tiyatro Kılçık, bu sezon da “İtalyan sahne” olarak bilinen mekânlarda seyirciye içeceklerini yudumlarken sanat tadı-zevki sunuyor.
          Bugüne kadar “hiç kimsenin başına gelmemiş, ama bir gün herkesin başına gelebilecek olaylar”ı sahneye taşıyan Tiyatro Kılçık, “Düğünde Panik” adlı oyunu ile 60, “Tanıyor Olabileceğin Kişiler” adlı oyunu ile de 20 kez seyircinin karşısına çıktı.
          Tiyatro Kılçık, interaktif oyunlarıyla sanatsever seyircilerden katkı da alıyor.
           İnternet adresinden de ulaşılabilecek olan Tiyatro Kılçık’ın gösterilerini İstanbul’un değişik yerlerinde yakalarsanız kaçırmayın deriz. İnanın bu güne kadar hiç can almamış acemi bir Azrail’i, çilingir sofrasına konuk olan Yatır’ı bugüne kadar hiç görmediğiniz bir düğünü görmek yaşamınıza yeni renkler ve sesler katacaktır.
           "Tanıyor Olabileceğiniz Kişiler" adlı oyun 22 ve 30 Nisan saat 20,30’da Taksim Old City Comedy Club’te izlenebilir.   

12 Nisan 2013 Cuma

GALATA'NIN YENİ ÇEHRESİ...

                                                   (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

11 Nisan 2013 Perşembe

SÜLEYMANİYE'NİN YENİ ÇEHRESİ...

                                                 (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

10 Nisan 2013 Çarşamba

DOĞAL GAZLI TANDIR...


         Bugün size Anadolu'nun bir çok kentinde toprak kazılarak açılan çukur içinde odun yakılarak ekmek, kete ve katmer pişirilen tandırı tanıtacağım. Ama bu tandırı fotoğraflamam Anadolu'da değil de İstanbul'un Yakacık semtinde oldu. 
         Kartal'a bağlı Yakacık-"Erzincan Mahallesi"nde Erzincan ilimize ait köy ürünleri (tulum peyniri, tereyağı, kavurma, kara kovan balı, dut ve üzüm pekmezi, kuşburnu reçeli, bakliyat ürünleri, kuru kayısı, tarhana, ceviz, Kemah tuzu ve tarhana) satan bir dükkânda tavsiye üzerine alış-veriş yaparken, Adının Yeter Yurt olduğunu öğrendiğim yaşlı bir teyzenin tandırda ekmek pişirdiğini fark ettim. 
         Yeter teyzenin ekmek pişirdiği tandırın yer altında değil de beton zemin üzerine inşaa edildiğini gördüm. Hemen yanına yaklaştım:
         -Kolay gelsin... Teyze zor olmuyor mu, bu kızgın ateş altında ekmek pişirmek?
         - Yooo... Bu ne ki ben Erzincan'da daha zor şartlar altında pişiriyorum, dedi. 
         - Nasıl olur teyze! dedim
         - Sen Erzincan sıcağını bilir misin?
         - Az çok bilirim...
         - Nereden bileceksin? Sen hiç Erzincan'a gittin mi?
         - Gittim... Çünkü ben de Erzincanlıyım, dedim. Ama bizim ilçede sizin bu pişirdiğiniz şekilde ekmek pişirilmez, kete de hiç yapılmaz, dedim.
         Yeter teyze başladı anlatmaya:
          - Köy tandırı yer altına kazılır. Çukurun içi özel bir çamurla sıvanır. Güçlü ateş yakıldıktan sonra kalan korun güçlü ısısıyla ekmek, kete ve katmer yaparız. Yaparken kan ter içinde kalırız. Burada senin gördüğün o tür tandırdan değil. 
          - Nasıl?
          - Bak gördüğün gibi bu tandır yer altında değil de beton zeminin üzerinde ve etrafı da şehir tuğlalarıyla çevrili. Ayrıca tandırı odun, çalı-çırpıyla değil de doğal gazla kızdırıyoruz.
          Teyzenin anlattıklarını şaşkınlıkla dinlerken bir taraftan da tandırı incelemeyi sürdürdüm. Ardından kısa süreliğine tandırı benim için yakıp söndürmesini rica ettim. Yeter teyze dediklerimi yaparken, ben de bu fotoğraf karelerini çektim...
(Yazı ve Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

6 Nisan 2013 Cumartesi

PARKTA CANLANAN ANILAR...


                               
              Çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği Çiftahavuzlar’a her gittiğimde bir anıyla dönüyorum; son kez gittiğimde de öyle oldu. Şöyle ki Çiftehavuzlar Parkı’nda güneşi karşılarına alarak sohbet eden Mustafa (Geniş) dayım ile yaklaşık 70 yıllık arkadaşı ve hemşerisi Cemil Naçar’a rastladım. Dayı ile Cemil Amca’nın 1974 yılında yaşadıkları hoş anılarını başkalarından hep duyuyordum, ama kendilerinden bizzat dinlemek bir türlü nasip olmuyordu. Hazır fotoğraf makinem de yanımdayken bu anılarını kendi ağızlarından dinlemek istedim. Önce Erzincan-Refahiye’de babası ilk kamyon sahiplerinden birisi olan ve kendisinin de babası gibi iyi bir şoför olduğu söylenen Cemil Amca’ya:
              -  Cemil Amca ikinizi bir arada bulmuşken şu ‘Füze pavyonu’ hikâyesini bir anlatır mısın? dedim.
             Anlatma konusunda dayım daha istekli idi, ama sözü önce Cemil Amca aldı:
              - Kamyonla Taşlıtarla’dan Edirnekapı’ya geldik. Trafik polisleri çevirdi. Arabacı Sait polisleri görünce ‘Hep ileri’ diye laf attı, diye devam ederken söze Mustafa Dayı karıştı:
              - Bu karıştırıyor, dur ben doğrusunu anlatayım, deyip Cemil Amca’nın sözünü kesti. Sert güneş ışıklarından dolayı bazen bir gözünü bazen de öteki gözünü kapatarak dayım başladı anlatmaya:
              -  O zaman cebimizde para çok. Haftanın üç dört günü şimdiki Küçükçekmece Belediyesi’ne varmadan rampadaki Füze Pavyonu’na gidiyorduk. Hem de bu Cemil’in kamyonu ile…
                 Bir gün de kalabalık gittik. Giderken şoförle beraber üç kişi önde, dört kişi de kasaya bindik öyle gittik. Füze Pavyonu’nda adını şimdi çıkaramadığım Erzincanlı bir hemşerimiz çok güzel türküler söylüyordu. Zaman zaman söylediği türkülere biz de eşlik ediyorduk. Hele söylediği uzun havalar bizi mest ediyordu. Büyük yeni rakı şişelerinden birisi boşalıyor, öteki geliyordu... Ne kadar içtiğimizi hiç birimiz hatırlamıyoruz. Gece yarısı pavyondan çıkıp eve geleceğiz, ama kamyona nasıl bindik, hiçbir şey hatırlamıyorum, dedi.
              Burada Cemil Amca söze karıştı:
              - Bundan sonrasını bana bırak. Ben araba kullanacağım için bunlar kadar içmemiştim. Pavyondaki görevli çocuklar bunları karga tulumba getirdi hiç birisi kamyonun kasasına binmek istemiyordu. Benimle beraber yedi kişiydik.
              Burada söze ben karıştım:
              - Kimler vardı, adlarını hatırlıyor musun?
              - Dur bakayım, çok yıl oldu, bazılarını unuttum. Hatırlayabildiklerim; Sivaslı Sait bir, Mustafa Abi iki, Arabacı Sait üç, Didi Yaşar dört, Kara Cemal beş, Muhtar Cemal altı bir kişi daha vardı ama onu şimdi çıkaramıyorum, dedi.
              - Kel Binali Ağabey olabilir mi? dedim.
               Mustafa Dayım tekrar söze girdi:
              - Yeğenim Binali ile hiç gitmedim, o değildi, Düdükçü Kamil olabilir, dedi.
              - Neyse Cemil Amca sen devam et, dedim.
              Cemil Amca, kaldığı yerden devam etti:
               - Pavyon görevlileri beni şoför mahalline oturttu:
               - Götürebilir misin bunları? dediler.

                       ŞOFÖR MAHALLİNDE YEDİ KİŞİ

                - Tabii götürürüm, dedim. Ben şoför mahalline geçtim kamyonu çalıştırdım. Görevliler üç kişiyi yanıma oturttu. Birisi Mustafa Abi idi. Diğer dört kişiyi de kamyonun kasasına çıkarmak istiyorlar, hiç birisi kasada gitmeyi kabul etmiyor.
                - Peki ne yaptınız?
                - Kendinden geçenleri kamyonun ön kısmında en alta, ayak kısımlarına ve yanımdaki koltuğa getirip getirip yığdılar. Sanki balık istifliyorlardı. Üç kişinin ayaklarının camdan çıkarıldığını hatırlıyorum. Hepsini yanıma alt alta üst üste koydular. Kapıyı da kapadılar…
                - Demiyor musun bunlar altta kalırlarsa nefessiz kalır boğulur?
                 - O an bunları düşünecek kafa nerede bende. Ben de onlar kadar olmasa da sarhoşum. Onların altta ne yaptıklarını nereden bileyim. Her neyse ben yola çıktım. Şirinevler’i, Ömür’ü, Merter’i geçtim. Tam Davutpaşa Fırını’nın yanındaki nizamiye yakınından geçerken trafik polisleri çevirdi. Üç kişiydiler. Çevirdiler ama gülmekten bana bir şey söyleyemiyorlar. Kasıklarından tutarak katıla katıla gülüyorlar. Sonra beni kamyondan aşağı davet ettiler; indim. Sonra da meyhane arkadaşlarımı yine karga tulumba indirdiler. Hepsini teker teker yere yatırdılar. Ardından bana dönerek:
                 - Yahu bugüne kadar böyle bir şey görmedik. Sen bu yedi kişiyi nasıl kamyonun şoför kabinine soktun. Bu kadar insanı bu kabin nasıl aldı? dediler.
                  - Vallahi ben de bilmiyorum. Biraz içtik, hiç biri kamyonun kasasına binmeyi kabul etmedi. Böyle olunca da pavyondaki arkadaşlar böyle üst üste yanıma istifledi.
                   - Peki sen bu alkolle bu kadar insanı nasıl getirebildin?
                   - Ben onlar kadar içmedim, bunlar çok içti. Ben ayığım, ayık olmasam buraya kadar bunları sağ salim getiremezdim, dedim.
                   Bu arada, polislerden elinde ceza makbuzu olanı çömeldiği yerden gülmekten doğrulamıyordu. Birisi de:
                   - Bak senin plakanı aldım, senin adın ne?
                   - Cemil Naçar…
                   - Cemil Naçar, madem sen pavyondan buraya kadar bunları sağ salim getirdin, sana ceza yazmayacağız, ancak yarın gelip mahallede bu adamları soracağız. Bu adamlardan birine bir şey olursa seni mahkemeye vereceğiz, deyince içimden sevindim ve:
                   - Tamam, hiç merak etmeyin. Ben onları tek tek evlerinin kapısına bırakacağım, dedim.
                   Bu sırada Mustafa Dayım yine dayanamadı, söze girdi:
                   - Asıl komiği bundan sonra oldu. Benimle Arabacı Sait’i ön tarafa oturttular. Biz ikimiz de 40’lı yaşlardayız, diğerlerine göre daha yaşlı gözüküyor olacağız ki bizi şoför mahalline oturttular. Diğer dört kişiyi de polisler zar zor kamyonun yan kapağını açtırarak, kasaya çıkardılar. Kasanın içinde dördünü  sicimle birbirine bağladılar. Ondan sonra buna yol verdiler, dedi.
                   Cemil Amca, Mustafa Dayı’nın anlattıklarını doğruladıktan sonra:
                   - Zaten polisin çevirdiği yerden oturduğumuz mahalleye 500-600 metre ya kalmıştı ya kalmamıştı. Velhasıl, hepsini tek tek evlerinin kapısına bıraktım. Sabahta bir şeyleri var mı yok mu diye de kontrole gittim. Hiç birinde bir şey yoktu. Üç gün sonra tekrar Füze’ye gittik. Gençlik işte…  
                                Soldaki Cemil Naçar, sağdaki Mustafa Geniş
(Yazı ve Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

TÜRK MİZAHI VE KARİKATÜRÜ...

          Mizah Haftası Etkinlikleri çerçevesinde Kadıköy Belediyesi Barış Manço Kültür Merkezi'nde düzenlenen "Türk Mizahı ve Karikatürü Üzerine Söyleşiler"in bugünkü konukları Karikatürcüler Derneği önceki başkanlarından Raşit Yakalı ile Kürşat Coşkun'du. 
         Raşit Yakalı, üç yıl öğretmenlik yaptıktan sonra "hocam" dediği karikatürist Semih Balcıoğlu'nun yardımıyla çizerliğe adım attığını anlattı. Yakalı, "Bizim zamanımızda usta çırak ilişkisi vardı. Şimdi eğitimli meslektaşlarımız yetişiyor. Bu da beni mutlu ediyor" dedi. 
        Zonguldak'tan gelerek söyleşiye katılan Coşkun da mesleğin tarihçesini kronolojik sırayla anlattı. 
        Etkinliğin yarınki konukları ise karikatürist Metin Üstündağ ile Muhittin Köroğlu olacak. 
(Fotoğraflar: Ali Kılıç-Süleyman Boyoğlu) 

SATILIK HATIRALAR...

                            Satılacağını bilselerdi bu fotoğrafları çektirler miydi?     
                                      (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

5 Nisan 2013 Cuma

TRT ANILARI...


                                                         
Gürcan ARITÜRK


                                SESSİZ GÜZELLER YARIŞMASI 


            Pera Palas Oteli'nde dilsiz güzellik yarışması yapılıyordu. Yarışmayı izleyen TRT ekibinden muhabir
Çağatay Kudun'a şaka olsun diye "Bu haberi röportajlı istiyorlar" dedik. Önce itiraz etti, "Bunlar dilsiz oğlum ne röpü" diye ama "Biz anlamayız istiyorlar" deyince, sonradan birinci olan dilsiz güzel ile annesini bir köşeye çekmiş ve röportaj yapmaya kalkmıştı. 
            Çağatay Kudun Harbiye'deki TRT'ye gelince savunması da şuydu: 
"Biraz konuşuyordu, annesi de bize ne dediğini anlatacaktı, ışığı görünce iyice tutuldu". 
            Bu arada, bu şakayı sadece muhabir değil, çeken kameraman da yemiş diyebilirsiniz ama haksızlık edersiniz. Çünkü bu röportaj girişimini çeken Salih Küçük, inatçı bir tiptir, muhabiri uyaracağına o muhabire uyar. Öyle ki muhabir geri geri giderek anons yaparken uçuruma düşecek bile olsa, uyarmaktan ziyade, muhabirin uçuruma düşüşünü çeker!

4 Nisan 2013 Perşembe

KAPLUMBAĞANIN GÜNEŞ KEYFİ...

                                                  (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

3 Nisan 2013 Çarşamba

BİRİ YER BİRİ BAKAR...

                                                  (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

2 Nisan 2013 Salı

TARİHE VEDA...


           

          Beyoğlu-Sıraselviler Caddesi’nde bulunan yaklaşık 100 yıllık Majik  Sineması (1914 yılında sinema salonu olarak yapılan) ile bitişiğindeki Maksim Gazinosu yıkıldı. Bu iki yerin yerine çok katlı otel ve ticaret merkezi yapılacak.
          Yukarıda gördüğünüz fotoğrafı Mart ayının son günü çektim. Fotoğrafı çekerken 1979 yılına gittim. Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu’nda (şimdiki Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi) okurken aynı zamanda da çalışıyordum. Çalıştığım firma o yılların büyük boya fabrikalarından biriydi. Fabrikanın muhasebe çalışanlarından bir kısmı (ben ve iki arkadaşım) Taksim-Kazancı Yokuşu’ndaki (Osmanlı Sokak) Umum Sigorta Binası’nın üçüncü katında kiralanan bürolara gönderildik.
           Alt katımızdaki bürolarda da çalıştığım şirketin yan kuruluşu bir boya fabrikası ile pazarlama şirketi faaliyet gösteriyordu. Bu şirketlerde çalışanların bir kısmını Topkapı’ya gelip gitmelerinden dolayı tanıyordum, tanımadıklarımla da kısa sürede kaynaştık. Hatta Umum Sigorta binasının önündeki büyükçe balkonda öğlenleri küçük plastik toplarla futbol maçı bile yapıyorduk. Bu toplarımız kimi zaman Maksim Gazinosu’nun çatısına kaçardı ve maçı üzülerek sonlandırırdık.
          Öğlen yemeğine şirketin anlaştığı Emek Sineması’nın sokağındaki “Bap Cafeterya”ya; fırsat buldukça da üçüncü sınıf öğrencisi olduğum Dolapdere’deki okuluma gidiyordum.
           31 Mart Pazar günü bu fotoğrafı çekerken yaklaşık üç yıl kadar çalıştığım eski büromu bir süre hüzünle seyrettim…
(Yazı ve Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

HAYDE OYNAYALIM...


                                  Beyoğlu-İstiklâl Caddesi'nde horon bir başkadır...
                                            (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

1 Nisan 2013 Pazartesi

YAŞAM VE ÖLÜM...

                                              (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)