26 Mayıs 2023 Cuma

1950 İKTİDAR DEĞİŞİKLİĞİ SONRASI BASIN...

           1950 SEÇİMLERİNDE İKTİDARA GELEN DP İLE 

           MUHALEFETE DÜŞEN CHP’NİN BASINA BAKIŞI                                

           Türkiye’nin ilk siyasi partisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), 9 Eylül 1923 tarihinde “Halk Fırkası” adıyla kurulur. Partinin kurucusu ve genel başkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk olur. Genel başkan vekilliğine de İsmet Paşa (İnönü) atanır. 

Serbest Fırka’dan önce partinin adı 6 Eylül 1919 Sivas Kongresi’nden 9 Eylül 1923 tarihine kadar “Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti”, 9 Eylül’den 10 Kasım 1924 tarihine kadar “Halk Fırkası”, 10 Kasım 1924’ten 1931 tarihine kadar Cumhuriyet Halk Fırkası, 1931 Kurultayı’ndan sonra ise Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) olur.

Partinin kurucusu ve genel başkanı olan Atatürk, 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhurbaşkanlığı’na seçildikten sonra parti işlerini yürütmek üzere Başvekil İsmet Paşa’yı da partinin Genel Başkan Vekilliği’ne tayin eder.

Ülkede 1923 yılından 1945 yılı son baharına kadar iki defa çok partili siyasi hayata geçiş denemesi yapılır. İlk deneme “Terakkiperver Fırkası”yla olur, ancak gericilerin Cumhuriyet ve devrimler aleyhine harekete geçmeleri, ardından da Atatürk’e karşı girişilen “İzmir Suikastı” ve bu partiye mensup bazı kişilerin adlarının karışması nedeniyle parti kapatılır.

İkinci deneme ise eski başbakanlardan Fethi Okyar’ın kurduğu “Serbest Fırka” ile olur. Bu partide de gericilerin etkin rol oynamaya başlamaları üzerine bizzat parti genel başkanı Okyar’ın dikkatini çeker. Okyar, Cumhuriyet ve devrimlerin tehlikeye düştüğünü görerek partisini kapatmaya karar verir ve kapatır.   

ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ

CHP, İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinden itibaren demokrasiye geçişi sağlayacak ve teşvik edecek önlemler almaya başlar. Cumhurbaşkanı ve CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, 1945 yılı 19 Mayıs konuşmasında, “siyasi ve fikir hayatında demokrasi prensiplerinin daha geniş ölçüde hüküm süreceğini” açıklar.

Gazeteleri kapatmak yetkisi hükümette olduğu halde, gazetelerin tenkitleri olağan karşılanmaya başlanır ve tölerans gösterilir. İlk defa tek dereceli seçim sistemi kabul edilir. Siyasi haklara sahip kadın-erkek bütün yurttaşların milli iradenin tecellisine katılmalarına olanak hazırlanır. Üniversitelere muhtariyet ve ilim adamlarına hürriyet sağlayan kanun kabul edilir. Cemiyetlik kanununda yapılan değişiklikle, “izne tabi olmak” esası kaldırılarak sadece beyanname vermek suretiyle cemiyet ve partilerin kurulması olanağı yaratılır.

İşte bu gelişmeler ışığında 1945 yılının son baharında Milli Kalkınma Partisi kurulur. 8 Ocak 1946 tarihinde de CHP’den ayrılan Adnan Menderes ve arkadaşları Demokrat Parti’yi (DP) kurarlar. Ardından bu partiden ayrılan bir kısım milletvekili ise Millet Partisi’ni kurar. 

Siyasi partiler peş peşe kurulurken 12 Temmuz 1947 beyannamesi ile idarenin tarafsızlığı ve muhalefet partilerinin emniyeti konusunda ileri adımlar atılır. 1949’da Basın-Yayın ve Turizm Kanunu ile muhalif partilere devlet radyosunda zaman ayrılarak, görüşlerini millete açıklama olanağı tanınır.

1950’de Seçim Kanunu tasarısı hazırlanır. Tasarı CHP ve DP’nin ittifakı ile kabul edilir. Muhalefetin radyo, basın hürriyeti ve toplantı hürriyetinden geniş ölçüde faydalanmasını mümkün kılan şartlar oluşturulur ve 1950 yılı 14 Mayıs’ında genel seçim yapılır. Yapılan seçim sonrası Demokrat Parti (DP), 416, CHP 69 milletvekilliği kazanır. DP, 27 yıllık tek parti (CHP) iktidarına son verir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) çoğunluk milletvekilliğini elde eder. Böylece CHP serbest ve dürüst bir seçimle milletin emanetini Demokrat Parti’ye devreder.

                 

                              CHP’NİN YAYIN ORGANI ULUS

CHP’nin yayın organı Ulus gazetesi 18 Mayıs 1950 tarihli nüshasında birinci sayfadan büyük puntolarla “Muhalefete Geçerken” başlığı altında şunları yazar:

“Muhalefete geçerken kararımızı ilan ediyoruz:

1- Şahsiyatla uğraşmayacağız. Tevfik Fikret’in yazdığı gibi: Bir vatan gitti, fakat bitmedi hâlâ sen, ben –Bize bu hâl ile bizden büyük olmaz. Bizim fikirlerimize aykırı fikirlere, fikirle mukabele edeceğiz. Şahsiyatla uğraşmak programımızın da prensiplerimizin de dışında kalacaktır. İnsanlara çamur atmak kötü şeydir. Kimseye çamur sıçratmayacağız ve bunun memleket terbiyesi, millet ve basın ahlâkı için ne kadar lüzumlu ve faydalı bir şey olduğunu en az dört yıllık bir sabır göstererek herkese öğreteceğiz.

2-Söz ve tenkit hürriyetine dokunulmazlık isteyeceğiz.

3-Toleransımız vardır ve tolerans bekleyeceğiz. Büyük Fransız mütefekkiri Voltaire demiştir ki: ‘Bütün fikirlerinizin aleyhindeyim. Fakat bütün bu fikirleri tam bir hürriyet içinde söyleyebilmenizi ömrümün sonuna kadar müdafaa edeceğim. Bir İngiliz mütefekkiri de medeniyeti şöyle tarif eder: Medeniyet, adaletin, asayişin ve toleransın muhassalasıdır. Bu prensiplere göre hareket edeceğiz.

4-Kafalarımızın vazifesini kafalara, gönüllerin borcunu gönüllere tanıyarak olur olmaz meselelerde bunları birbirine karıştırmayacağız. Bu memleket, bize koca bir Rumeli’yi kaybettiren Balkan harbinde (Biz itilafçıyız) diyen subaylar bile görülmüştür. Gene bu memleket milli mücadele yıllarında Anadolu’da ayaklandıkları zaman: Yahu, memleket batıyor! Bu günlerde dahili isyan olur mu?’ diyenlere: ‘Biz bilmem ne oğullarıyız. Osmanoğulları batarsa batsın!’ diye cevap verenleri de tepelemek zorunda kalmıştır.

5-Başına (Milli) sıfatını getirmek şöyle dursun, tek başına kalan (Husumet)le bile mücadele edeceğiz. İktidara karşı daima dostluk eli uzatarak bununla övüneceğiz.

6-Yalnız Atatürk inkılâbının iki büyük düşmanına, kara irticaa ve kızıl komünizme karşı kin ve nefret besleyeceğiz.

İşte! Muhalefete girişirken bayrağımızdaki okların sayısı kadar çekincelerimiz bunlardır.”


               MENDERES’İN İNÖNÜ’YÜ HEDEF ALAN SÖZLERİ

Ne yazık ki DP Genel Başkanı ve Başbakan (Başvekil) Adnan Menderes, ilerleyen günler ve yıllarda CHP ile yayın organı Ulus gazetesini meydanlarda ve kongrelerde çok sert eleştirir. 15 Mayıs 1952 tarihinde Balıkesir İl Kongresi’nde muhalefet lideri İsmet İnönü’ye hedef aldı ve şunları söyler:

“İnönü’nün iddialarına göre matbuat yüz seneden beri misli görülmemiş bir baskı altındadır. Halbuki onlar iktidarında matbuat için ceza müeyyidesi bile koymak ihtiyadı içinde değildiler. Matbuatı toptan esir etmişlerdi. Daha dün işlerine gelmeyen neşriyatı durdurmak için gençleri tahrik ederek İstanbul’un göbeğinde gazete matbaalarını hak yeksan ettiren onlar değil midirler? Ankara’da Ulus’tan başka bir gazete çıkabilir miydi? İstiklâl Mahkemeleri, Örfi İdareler ne güne duruyordu? Telefon emri ile gazeteler kapatılıyordu. Ve böyle bir devrin mes’ulü şimdi çıkıp Abdülhamit devri dâhil tarihimizde bugünkü gibi bir matbuat baskısı görülmemişti, diyor. Bunlar ciddi konuşmalar değildir. Çünkü bugün herkes matbuatın nasıl hür olduğunu ve hatta bu hürriyeti ne derece suiistimal ettiğini eline gazeteyi alan görüyor ve okuyor. Matbuatın işbaşında bulunan hükümete karşı sövmek bahsinde kullandıkları müstehcen kelimeleri burada tekrarlayamam. Bu sözlerden yalnız bir tanesi İnönü devrinde söylenmiş olsa idi bunu söyleyip yazanın bütün ailesi kökünden kazınırdı. Bana misal göstersinler. Haksız denebilecek bir hakaretten mahrum olan tek gazeteci varsa numunesini göstersinler. "

İNÖNÜ: “GAZETELERİN VAZİFELERİ GÜÇLEŞMİŞTİR”

Aynı tarihte CHP lideri İsmet İnönü de Trabzon’da halka hitaben bir konuşma yapar. İnönü’nün konuşması adeta Adnan Menderes’e yanıt niteliğindedir:

“Gazeteler kendi hürriyetlerini artık müdafaa edecek durumda değildirler. Gazetelerin memlekete karşı olan vazifeleri son derece güçleşmiştir. Gazeteci ya satın alınmaya razı olacak veyahut dürüst bir ticaret müessesi olarak çalışmasını tehlikeye atacaktır. Ceza üstüne ceza, mahkeme üzerine mahkemeyi göze alacaktır. Gazeteler bu kadar baskıya nasıl tahammül ederler. Basın hürriyeti bu vasıflar altında işlemez hale gelirse başımıza gelecek zararların haddi hesabı yoktur. Bugünkü idarenin adı demokrasiden başka her şeydir. Yalnız demokrasi değildir. Bu politikanın devamında memlekete fayda yoktur. Huzursuzluk her gün biraz daha artmaktadır. İç politika bugün tamamıyla anti-demokratik bir istikamet tutmuştur. Ne olacaktır bilemem. Fakat vatandaşın bilmesi lâzımdır.”

          

          MARKO VE MALUM PAŞA'NIN KAPATILMASI

Adnan Menderes, 4 Mart 1953 tarihinde başbakanlık binasında bir basın toplantısı düzenledi. Toplantıda ülkenin iç siyasi durumu hakkında şunları söyler:

“İktidara geldiğimiz zaman hürriyeti tehdit ve tehdit eden unsurlar olarak karşılaştığımız hadiselerin başında gelen komünistlik, Ticanilik ve buna mümasil olarak amele ve gençlik arasında yapılan tahrikat (kışkırtılar) idi.

BBM’simizin kabul ettiği Atatürk İnklâplarını Koruma Kanunu ile komünist neşriyatını tasfiye etmiş bulunuyoruz. Açıktan açığa komünist neşriyatı yapan Nâzım Hikmet Dergisi, Nuhun Gemisi İdare-i Maslâhat, Medet, Baştan, Gençlik, Bağrıyanık, Gerçek gibi gazete ve mecmualardan başka maskeli bir surette komünist telkinatı yapan Marko Paşa, Malûm Paşa, Çamır, Eşek, İbret, Yeni Baştan, Hücum Sesi, Şeytan, Çarıklı, Erkânıharp, Kurusıkı, Vur Patlasın gibi gazete ve mecmualar bulunuyordu..

Ceza Kanunu’nda yapılan tadilatla bunlar kapatılmış ve tevlid ettikleri zarar bertaraf edilmiştir. Türkiye Komünist Partisi’ne mensup ve bu partiye aidatlarını ödemiş kayıtlı azalardan 180 kadarı da tevkif edilmiş bulunuyordu. Bu partinin zararlı faaliyeti tamamen bertaraf edilmiş, bu partiye meyilli olanlar ve alakalarının kesildiği kat’i delile bağlanmış bulunanlar da tamamen zabıtanın tarassutu altına sokulmuştu. Bundan başka Sosyalist Partisi de sosyalist nikafı altında. Fakat hakikatte komünist faaliyette bulunduğu tespit edildiğinden bu da zararsız hale getirilmiştir. Bu gizli yuvalar en çok talebe arasında tahrikata girişmiş, amelelerin arasına da sızmağa çalışmışlardır.”

Menderes, öte yandan Sebilülreşat, Ehlisünnet, İslam Yolu, Allah Yolu gibi gazetelerin de sağcılık neşriyatı yaptıklarını belirtiyor, şöyle devam ediyor:

“Bunlarla da mücadeleye giriştik. Bu gazeteleri de kapatarak mes’ullerini mahkemeye verdik. Memleketimizde her türlü dini itikad ve imanlar hiçbir tereddiye uğramadığına göre dini siyasette kullanmakta bütün partiler birleşmeli ve bize yardımcı olmalıdırlar. Bu mukaddes mevzuu ele alıp rey avcılığında kullanmak hususunda partilerin birbirleriyle yarışı memlekete felaket getirebilir. Bu bahiste partilerin çok dikkatli olmalarını tekrar ikaz ederim.”

NEŞİR HÜRRİYETİ

Menderes, genel seçimlerin yaklaştığı günlerde (26 Ocak 1954 yılında) İstanbul-Beyoğlu’ndaki Serkldoryan Kulübü’nde basın mensuplarına yaptığı açıklamada da şunları ifade ediyor:

“Neşir hürriyeti demokratik rejimin temel teminatıdır. Neşir hürriyeti olmayan bir memlekette hiçbir hürriyet yok demektir. Yalnız neşir hürriyeti ile şeref ve haysiyetlere tecavüz, şantaj, yalan havadis yaymak, âmmenin sulh ve sükununu bozmak fiillerinin birbirine karıştırmamak lazımdır. Biz bir taraftan neşir hürriyetine daha geniş imkânlar hazırlamak fakat diğer taraftan da bu ikinci kısımdaki suçları işleyenlerle de mücadele etmek azim ve kararındayız.”

DP seçimleri ikince kez kazanarak iktidar olduktan sonra 1 Şubat 1956 tarihinde Demokrat Parti grup toplantısında üniversite hocalarının durumunu ele alınır.

Menderes, toplantıda şunları söyler:

“Orman tahsili görmüş, ormancı bir grup profesör, rektör fiili siyaset yaparak hükümet aleyhinde bulunuyor. Baytar profesör basın hürriyeti olmadığı hakkında konuşuyor. Bu tip insanlar siyasetten ne anlarlar? Üniversite içinde işleri yokmuş gibi ve Türkiye’de millet tarafından seçilmiş bir BMM namevcutmuş gibi bunlar bir araya toplanarak hükümeti murakabeye hakları olduğu iddiasıyla bir takım kararlar almaktadırlar. Aramızda bir profesör İktisat Vekili vardı. Tam 4 sene 8 ay vekillik sandalyesinde bulundu. Şimdi Hürriyet Partisi’ne geçince, ‘İşler bozuktur’ diye feryadı basıyor. Mademki işler bozuktu neden o zaman çare bulamamışlar, yahut vazifelerine devam etmişler?”

İNÖNÜ: BASIN HÜRRİYETİ MESELESİ HAD SAFHADA

Muhalefet lideri İsmet İnönü, 12 Ekim 1958 tarihinde CHP İstanbul İl Kongresi’ne katılır. İnönü, kongrede yaptığı konuşmada, “İdeal yolunda bütün vatandaşların bir araya gelmelerini ve güçlerini birleştirmelerini” isteyerek, şunlorı söyler:

“Basın hürriyeti meselesi had bir safhaya girmiştir. Mevzuat hiçbir memlekette olmadığı kadar ağırdır. Basınımız ölçüsüz tazyikler altında maddi manevi tahribata uğramaktadır. 100 seneden beri, demokratik rejime girmek için geçirdiğimiz güçlüklerin başında, basın hürriyetine alışmak konusu başlıca meselelerimizden biridir. 1945’den beri yaptığımız tecrübede, basın hürriyetine alışmak, bütün zorlukları yenerek mümkün olmuştu. Her müessese gibi basın da vazife yolunda, müspet ilerleme devrinde bulundukça tabii bir tekâmül gösteriyordu. Basının hiç  şüphesiz başarılı bir tecrübeden sonra yeniden baskı devrine sürülmesi, memleketin siyasi tekâmülü ve milletin ilerleyip yükselmesi için çok hüzün ve ıstırap verici bir dert olmuştur. Demokrat Parti genel başkanının şerefli basına reva gördüğü tecavüzler aslında hür fikirli basına karşı maddi kuvvetlerin acze düşmüş olduğunu gösteriyor. Basın hürriyetinin kesin zaferi bir avuç şerefli idealistlerin fedakârlığı ile emniyete alınmaktadır. Bu konuda geçilen yolun son dayanma merhalesine geçiyoruz.”

İnönü, 16 Kasım 1958 tarihinde CHP Yozgat İl Kongresi’nde basın hürriyeti konusunda şunları ifade eder:

“Başlıca murakabe cihazı olan basın, vazifesini bilir, fedakâr azası dışında memleket menfaatine işlemez hale getirilmiştir. Gün geçmez ki basının şerefli olan bir unsuru mahfedilesiye bir hüküm giymesin. Essai idaresinin tel örgüsü arkasındaki siyasi kapı yerine, artık yalnız memleket için değil, dünyada şöhret yapan (Ankara Hilton) ceza salonu bir çok şerefli basın mensubunun durağı olmuştur.

Görülen lüzum üzerine hâkimlerin emekliye ayrılması hareketi geniş ölçüde devam ediyor. Vicdan istiklâlini muhafaza etmiş hâkimler kurtarıcı bir şeref yıldızı gibi parlıyor ve başlarına gelecek çeştli mağduriyetleri göze almış nadir kahramanlardan sayılıyor. Türk cemiyetinin böyle bir siyasi içtimai hava içinde yaşatılması büyük insafsızlıktır.”

Ne yazık ki Türkiye’de demokrasinin ömrü uzun olmadı… Gerek Demokrat Parti’nin keyfi uygulamaları; basına ve basın mensuplarına uyguladığı sansür ve cezalar, gerekse askerlerin rahatsızlığı sonucu 27 Mayıs 1960 darbesi, ağır aksak  ilerleyen demokrasiye ağır bir darbe vurdu. Her şey sil baştan; yeni anayasa ve yeni kanunlar yapıldı. Gelin görün ki bu süreçte uzun sürmedi. Bu kez de 1971 ve 1980 darbeleriyle demokrasimiz yerlerde sürüklenir oldu. Geldik bugünlere… Bakalım bu talihsiz coğrafyada daha neler neler göreceğiz!  

(Süleyman Boyoğlu)

Kaynak: Tarihçi yazar Orhan Koloğlu arşivi ve 9 Eylül 1962 tarihli “CHP 39. Yıldönümü” kitapçığı…

 

 

 

 

12 Mayıs 2023 Cuma

"GANDİ KEMAL" ÇANKAYA YOLUNDA...

    Ülkemizde futbolcusundan siyasetçisine, sesinden giyimine bakarak sanatçılarımıza lakap takmada her halde dünyada üstümüze yoktur… Bir terzi ustası, bir duvar ustası gibi bu lakapları başarılı olsun olmasın insanlarımızın üstüne şıp diye giydirir ya da oturturuz…

    Futbolcularımızı Pele’ye Maradona’ya, şarkıcılarımızı Madonna’ya Michael Jackson’a, siyasetçilerimizi Churchill’e, Gandi’ye benzetiriz, bir türlü başarısından ötürü başarılı bir Türk’e bir Kürt’e, bir Laz’a bir Çerkez’e benzetemeyiz. Acaba neden?

    İşte bu benzettiklerimizden birisi de bugünlerde siyaset sahnesinde fırtınalar estiren Kemal Kılıçdaroğlu… Kılıçdaroğlu’nu kime mi benzettik? Hemen söyleyeyim; Hindistan’ın efsane lideri Mahatma Gandi’ye.

    Ne zaman benzettik? Kim benzetti? İşte orası biraz karışık, ama 2009 yılında bu lakabın takıldığı kesin gibi… Nasıl mı şöyle; 9 Şubat 2009 tarihinde o tarihte Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapan Fatih Çekirge, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday olan Kemal Kılıçdaroğlu’yla ilgili “Beyoğlu Sokaklarında Bir ‘Gandi’ Yürüyüşü” başlıklı bir yazı kaleme alıyor. Beyoğlu-İstiklâl Caddesi’nde taksicisinden öğretmenine, esnafından yurttaşına kadar herkesin yanına yaklaşıp; “Bu şehri hem yolsuzluktan hem de kirlilikten temizleyin. Seni bekliyoruz Kemal Ağabey’ dediklerini ve yoğun bir ilgiyle karşılandığını yazıyor.

                GANDİ DİYE BAĞIRIYORLAR

    Yazısının sonlarına doğru ise asıl konuya geliyor ve şöyle devam ediyor:

    “Kılıçdaroğlu’nun önü çevriliyor. Küçük bir miting yaşıyoruz. Bu ilgi sandıkta oya dönüşür mü bilmiyorum. Ama eğer dönerse AKP’nin İstanbul’daki 15 yıllık iktidarı için bu çok zorlu bir rekabet demektir…

    Kılıçdaroğlu yürürken arkasından kimi Hindistan’ın halk hareketi öncüsü ‘Gandi’ diye bağırıyor. Kimisi Ecevit gibi diyor.

    Gerçekten de Kılıçdaroğlu’nun sakin burnu yukarılarda olmayan sıcak ve halktan görüntüsü etkiliyor. Ben bu yürüyüşü yıllar önce Samsun’da, Trabzon’da, Mersin’de ve Zonguldak sokaklarında yürüyen Ecevit’te de görmüştüm. Garip bir halk elektriği var. Bu elektrik, bu atmosfer öyle okumakla, plan yapmakla büyük reklam ajanslarıyla anlaşıp kampanyalar düzenlemekle olmuyor. Bu yüzden ‘garip bir halk elektriği’ diyorum.”

             ECEVİT-İNÖNÜ KARIŞIMI…

    O tarihte (22 Mart 2009) Vatan gazetesinde yazan Mehmet Tezkan da “Kılıçdaroğlu Rüzgârı” başlıklı yazısında, Kemal Kılıçdaroğlu’nun İstanbul’da güçlü bir rüzgar estirdiğini, Silivri Mitingi’nde yurttaşların sevdikleri bir adamı, yeni bir yüzü bekler gibi bekler bulduklarını söylüyor. Tezkan, şöyle devam ediyor:

    “Kılıçdaroğlu geldiğinde ortalık yıkıldı. İnsanlar temas etmek istiyor, dokunmak istiyor… İlgiyi şöyle anlatabilirim.. CHP’nin adayı geldi, dinledik, alkışladık, gitti gibi anlık, kısa süreli değil. Umut olarak görüyorlar.. Bir şeyleri ‘değiştirecek, benim adıma hesap soracak’ kişi gözüyle bakıyorlar.. Yetim hakkının muhafızı..”

    Tezkan, Kılıçdoroğlu’nun; “AKP hortumunun ucu İstanbul’da, hortumlarını keseceğiz, soyulmaktan bıkmadınız mı, Yoksula biz de yardım yapacağız ama onurunu kırmadan’ deyince alanın tepkisi görülmeğe değerdi” diyordu.

    Tezkan, aynı ilginin Halkalı’da, Başahşehir’de de gösterildiğini vurguluyor, şunları söylüyor:

    “Silivri mitinginden sonra Kılıçdaroğlu ile aynı minibüse bindik.. Sanki birkaç dakika önce insanların elini sıkmak için üzerine atladığı, güç bela minibüse binen siyasetçi kendisi değildi… Sakin, sessiz, mütevazı!  Sadece Topbaşı’ı değil Başbakan Erdoğan’ı da zorlayan değildi sanki… Konuşmasını dinlerken nasıl anlatsam diye düşündüm…

    Fizik yapısı Ecevit’e benziyor..

    Ama zaman zaman da Erdal İnönü’yü hatırlatıyor. . Duruşuyla, tebessümüyle, sakinliğiyle… İnönü’nün kısası.. Ama sakin sakin konuşurken öyle bir çıkış yapıyor ki, saçlarını boyatsa sanırsınız ki Ecevit geri geldi. Bu yüzden tam karar veremedim. İkisine de benziyor. Haydi şöyle diyelim, Ecevit-İnönü karışımı…

    Yoksa.. Gandi mi desek…

    Bilemiyorum..”

    “Gandi Kemal” 2009 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde CHP’nin 2004 yerel seçimlerinde aldığı yüzde 24.4’lük oy oranını yüzde 38,3’e çıkardı. CHP’nin İstanbul’da sahip olduğu dört ilçe belediye sayısını 10’a yükseltti. Hürriyet gazetesinden Selçuk Yaşar, 30 Mart 2009’da “Gandi Kemal’ mucizesi ile ilgili şunları yazdı:

    “Tamamı ‘belgeli’ yolsuzluk iddialarıyla büyük sempati toplayan Kılıçdaroğlu, dosyalarıyla tanındı. Girdiği siyasi düellolarda daima belgeleri ortaya koyarak çalıştı. Sakin yapısıyla siyasetin tansiyonunu hiç yükseltmedi. Bu tavrına halk da büyük ilgi gösterdi. İstanbul’da Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın karşısına rakip olarak çıktığında ‘Rakibim Topbaş değil, Erdoğan’dır’ diyordu. Açıkladığı yolsuzluk dosyaları gündeme bomba gibi düştü. İstanbul’da kendisinin koyduğu yüzde 40 oy oranını tutturdu. Aldığı oylarla Başbakan Tayyip Erdoğan’ın başkanlığından bu yana AKP’nin kalesi olan İstanbul’u sarstı. En çok da destek, kadın ve gençlerden geldi.”

                                 “GANDİ KEMAL’E SELAM”…

    Prof. Dr. Erol Manisalı ise 3 Nisan 2009 tarihli ve “Gandi Kemal’e Selam…” başlığıyla kaleme aldığı yazısında şunları kaydetti:

    “Halk kime destek verdi, kimi cezalandırdı, kimlere uyarıda bulundu? Büyüklerden CHP ve MHP destek aldılar. Bu desteğin nelere ve niçin verildiğini iyi görmek gerekir. CHP’de desteği Kılıçdaroğlu değil, ‘onun duruşu, kimliği ve savunduğu görüşler’ aldı.

    Hatırlayalım, Kemal Kılıçdaroğlu hangi görüşleri savundu? Sosyal devlet, kamusal yararı ve makro (bütüncül) iktisadi ve sosyal politikaları savundu. Solcu, toplumcu, halkçı öğeleri ‘çağrıştıran’ gerçekleri vurguladı. Vurgunları, soygunları öne çıkararak, bir anlamda düzene karşı çıktı.

    Ona Gandi Kemal adı bunun için takıldı. Dolaylı yoldan da olsa, ‘yalnız vurgunlara karşı değil, dış ve iç sömürücülere meydan okuyan’ bir duruş sergiledi.  Kılıçdaroğlu, duruşu ve savunduğu görüşleri ile ‘kısmen de olsa halkın bu taleplerine yanıt verdiği için büyük destek aldı ve Gandi Kemal oluverdi’.”

    Kemal Kılıçdaroğlu, ününü tüm Türkiye’de hatta dünyada duyurmaya başlayınca “Gandi Kemal” lakabı üzerinden tartışmalar da başladı. 20 Mayıs 2010 tarihinde Medyatava’ya bir açıklama gönderen ressam ve siyasetçi Bedri Baykam, bu benzetmeyi Mehmet Tezkan’ın yazısından yaklaşık bir ay önce Cumhuriyet gazetesindeki yazısında kendisinin yaptığını yazdı. Baykam’ın açıklaması şöyle:

    “Bugün Medyatava’da gördüğüm ‘Gandi Kemal’ lakabını ilk Mehmet Tezkan mı Fatih Çekirge’mi kullandı tartışmasına bir açıklama getirmek istiyorum. Mehmet Tezkan kendi yazısının 22 Mart 2009 tarihli olduğunu söylüyor. Benim ilişikte size yolladığım, kendi köşemde kullandığım Gandhi yakıştırması ve benzetmesi ise Cumhuriyet gazetesinde 17 Şubat 2009 tarihinde köşemde yayınlandı. Öte yandan Fatih Çekirge’nin bunu daha önce bir yerde yayınlayıp yayınlamadığını bilmiyorum, onu sizin kendisine sormanız lazım.”

    Bedri Baykam, 17 Şubat 2009 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki yazısını ise şöyle bitiriyor:

    “Cumartesi öğleyin Kadın Araştırmaları Derneği’nin Kemal Kılıçdaroğlu’nu sivil toplumlarla buluşturduğu yemeğe, Yurtsever Hareket sözcüsü olarak katıldım. Kılıçdaroğlu’nu dinlemek bir keyif, kazanması en büyük keyif, kazanması en büyük dileğimiz. Son derece klas, kibar, güven veren ve espritüel bir insan.

    Kılıçdaroğlu bizim Gandi’miz olmaya aday ve bu tarihi kişiliğe de çok benziyor! Ve ben, iş işten geçmeden, ‘Neden mağlup olduk’ sorusuna yanıt aranmadan, bu bölünme tehlikesini o toplantıda açıkça ortaya döktüm ve tüm katılımcılar büyük destek verdiler.”

    “Gandi Kemal” lakabını kim bulursa bulsun, kim önce yazarsa yazsın Kemal Kılıçdaroğlu, gerek televizyon kanallarında terlettiği siyasetçiler olsun, gerek İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yarışında gösterdiği performans olsun, gerek 15 Haziran 2017'de Ankara’dan başlattığı 9 Temmuz 2017'de İstanbul’da sonlandırdığı “Adalet Yürüyüşü” olsun, gerekse 14 Mayıs 2023 tarihinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği seçimleri olsun, gösterdiği büyük performans, sabır ve olgunluk çoktan Mahatma Gandi’yi aştı..

    Şimdi ben de hep bir ağızdan gür bir sesle; “Geliyor Gelmekte Olan Bizim Kemal” diye bağırmalıyız diyorum… 

(Yazı ve fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

    Not: Bu arada CHP eski genel başkanlarından ve başbakanlardan Bülent Ecevit’e “Karaoğlan” lakabını, 1972 ya da 73 yılında İsmet İnönü’yü siyaset sahnesinden çekilmek zorunda bıraktıktan sonra gittiği Kars’ın Susuz ilçesinde Şahzade Şahin adlı bir kadının taktığı söylenir.

    Eski başbakanlardan Süleyman Demirel’e de “Çoban Sülü” lakabını bir röportajında yakın bir zamanda kaybettiğimiz gazeteci Ergin Konuksever taktı. Konuksever, bu adla da 1969 yılında bir kitap yazdı.

    Her iki siyasetçinin de lakapları yurttaşlar tarafından tutuldu ve sevildi…

 

 

 

 

  

11 Mayıs 2023 Perşembe

NÂZIM HİKMET TARTIŞMASI...

                       Gazeteci Şakir Palancıoğlu, F.Rıfkı Atay'la evinde.

FALİH RIFKI ATAY’LA ÇETİN ALTAN’IN

NÂZIM HİKMET TARTIŞMASI…

Falih Rıfkı Atay, yazar Çetin Altan’ın büyük şair Nâzım Hikmet konusunda kendisine yönelttiği suçlama ve hakarete çok sinirlenir ve zehir zemberek bir açıklama yapar, “Ağzı pis yazı gevezesi” der.

Atatürk dönemi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ilk milletvekillerinden Atay, 22 Eylül 1968 tarihli Dünya gazetesindeki “Pazar Konuşması” köşesinde kendisiyle ilgili sözlerinden dolayı ünlü yazar ve1965’te Türkiye İşçi Partisi’nden milletvekili olan, konuşmalarıyla Meclis’in tozunu attıran Çetin Altan’a hitaben bir yazı kaleme alır:

“Benim yüzüme tükürmek? Böyle bir şeyi söz konusu olarak bile ilk defa senin gibi bir terbiyesizin ağzından işitiyorum. Eğer o zilzurna serhoşluk zamanında böyle bir edepsizliğe kalksaydın sofranın bütün tabaklarını yılışık suratında parçalardım.”

“Ben senin gibilerle bir masada ve bilerek bir yerde buluşmam” diyen Falih Rıfkı Atay, şunları söylüyor:

“Bahsettiğin, bir kadınları esirgeme suvaresinde eşimle İsrail Konsolosuna davetli olduğumuz ve senin zilzurna soframıza sokulduğun gece olmalı. O gece olup bitenlerin tanığı, sofranın ikinci davetlisi olan eski İstanbul Belediye, şimdi de CHP İstanbul Başkanı Necdet Uğur’dur. Sen kendini bilmeyecek kadar serhoştun. Söylediklerini söylediklerimi ondan sor!

“NÂZIM’IN KOMÜNİST OLMASINA ACIYANLARDANIM”

Ben Nâzım’ın büyük şair olduğunu birçok defa yazmışımdır. Hatta ilk defa Rusya’dan gelişinde bana telgraf çekmişti. O zamanki Adalet Bakanı rahmetli Mahmut Esat Bozkurt’la onu Türkiye’ye sokturan benim. Af dilekçesinin başına da imzamı koymuştum. Nâzım’ın komünist olmasına acıyanlardanım. Gene de bize en güzel İstiklâl Savaşı Destanını veren o’dur. Yalnız, beni yaratan Stalin’dir, diye Moskova toprağını öptüğü vakit, adam olarak, çok küçülmüştür ve yerle bir olmuştur. “

Atay, Çetin Altan’a çok kızmış olacak ki, çok ağır sözler içeren yazısına şöyle devam ediyor.

“Ama Çetin Altan’ın komünist olmasından üzgün değilim. Onunla Türk edebiyatı ağzı pis bir yazı gevezesinden başka bir şey kaybetmemiştir. Seninle başka hiçbir zaman hiçbir yerde buluşmadım.

Solculuğa gelince, ben Kemalist solcuyum. Komünist değilim. O akşam sen: ‘Ben Taksim Meydanı’nda komünist olduğumu bağırmadıkça bu memlekette hürriyet olduğuna inanmam’, demiştin. Sen korkaklığından yalan söylüyorsun. Bir sosyalist değil, komünistsin. Namus taslıyorsan komünist olduğunu söylesen a..

Komünistliğin soysuzlaşa soysuzlaşa ne hale geldiğini görüyoruz. Bu zekâ adamı elli yıllık denemeden ders almasını bilir.

Ben kaç defa İsveç sosyalizminden yana olduğumu da yazdım. Ama o sosyalizm tank top gölgesi altında yaşamaz. Türk toplumunun o olgunluğa erişmesini isterim.”

(Süleyman Boyoğlu)

 



9 Mayıs 2023 Salı

DEMOKRASİ İÇİN...

 

                                  DP DÖNEMİ BASINI VE BUGÜNKÜ                         DURUM…                                                      

Türkiye’de Demokrat Parti’nin (DP) 10 yıllık iktidarı (1950-60)döneminde basına yönelik baskı ve uygulamaları ile günümüzde mevcut iktidarın yaşattıklarını bir kıyaslayacak olursak, o dönem mumla aranır…

DP ve onun lideri Adnan Menderes döneminde de basına uygulanan kâğıt ambargosu, ilan cezası yanında, gazetecilere ve gazetelere yazılan yazılar ve yayınları nedeniyle ağır cezalar yağıyor; hapse atılıyorlardı. Ne yazık ki “3Y” (yolsuzluk, yoksulluk, yasaklar) vaadiyle 2002 yılında iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı da benzer yaptırımların, hatta daha ağırını uygulamaya başladı.

Basını “yandaş olan” ve “olmayan” diye ikiye böldü. Yandaş olanlar muhalefetin ve halkın haklı tepkilerini görmezden gelirken, halkın sesine kulak verenler ise Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) marifetiyle susturuluyor…

En son 7 Mayıs Pazar günü ( 2023) Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve “Millet İttifakı” Cumhurbaşkanı Yardımcısı adayı Ekrem İmamoğlu’nun Erzurum’da düzenlediği miting öncesi ve miting sırasında yaşananlar, ister istemez 1960 öncesi CHP Genel Başkanlarından İsmet İnönü’ye Uşak’ta ve Topkapı’da yapılan saldırıları hatırlatıyor. Bundan önce Ankara-Çubuk’ta CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yapılan linç girişimi ile İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’e yapılan saldırıları da unuttuğumuzu/ görmezden geldiğimizi sanmayın…

MADIMAK FACİASI BENZERİ

Erzurum’daki bu saldırı, 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas’ta 33 sanatçımızın ve aydınımızın; “yakın ulan yakın” diyen bir grup güruh tarafından diri diri yakıldığı Madımak Oteli saldırısıyla büyük benzerlik taşıyor. Sivas’ta da önce “üç-beş kişinin protestosu” diye geçiştirilen olayın sonucunun nereye vardığı ve bu vahşetin görüntüleri hâlâ belleğimizdeyken, Ekrem İmamoğlu’nun soğukkanlılığı benzer bir facianın tekrarını önledi. “Çakmakla yakın” diyen bağıran bir grup ülkücü ve Hizbullahçı tarafından atıldığı söylenen taşlar, mitinge katılan 10’nun üzerinde yurttaşın yaralanmasına neden oldu. Oysa böyle bir olayın yaşanacağı haberini hem AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hem de MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin konuşmaları veriyordu. Bu konuşmalar yetmiyormuş gibi bir de Erzurum Büyükşehir Belediyesi otobüslerinin mitingin yapılacağı alana park ettirilmesi saldırının ipuçlarını veriyordu. Hele seçim dönemlerinde tarafsız bir bürokrat tarafından o makama getirilmesi gerekirken, bu görevinden istifa etmeyen İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile Erzurum Belediye Başkanı Mehmet Sekmen’nin açıklamalarına ne demeli? Neyse ki olay İmamoğlu’nun seçim otobüsünün camlarının kırılması ve bazı yurttaşların yaralanmasıyla ucuz atlatıldı.

Bu saldırı aynı günün akşamı ve ertesi gün muhalif medyada geniş bir yer tutarken, yandaş medyada hemen hemen hiç görülmedi, tek satır bile bahsedilmedi diyebiliriz.

ULUS GAZETESİ’NE BİR SANTİM İLAN VERİLMEMESİ

İsmet İnönü döneminde, CHP Genel Sekreterliği Araştırma ve Dokümantasyon Bürosu’nca hazırlanan “Demokrasi İçin” başlıklı broşürde, 1958 yılı Bütçe Müzakerelerinde CHP’li milletvekillerinin yaptıkları tenkit ve tekliflere yer verilmiş. Bakın CHP adına söz alan milletvekilleri, neler söylüyor:

“Devlet Bakanı, ‘hatalar varsa söylesinler’ dedi. Ankara’da çıkan Sabah gazetesine, Amasya’da çıkan mahalli bir gazeteye kâğıt verilmemiştir. Gazeteler bu yüzden kapanmıştır. Seçimler sırasında Ulus ve Karagöz gazetelerinin kâğıtları azaltılmıştır. İzmir’de çıkan Sabah Postası gazetesinin kâğıdı azaltılmıştır. Birçok muhalif gazetelerin kâğıtları azaltılmıştır. Verdikleri resmi ilanlara gelince, 1955, 1956, 1957 senelerinde Ulus gazetesine bir santim resmi ilan verilmemiştir. Ama buna mukabil Zafer gazetesine senede bir milyon küsur liralık ilan verilmiştir.

‘Gazeteler güzel yazsın, edebi yazsın’ deniliyor. Hakikaten gazetelerin her şeyden evvel bir terbiye müessesesi olmasını isteriz. Bu nokta bizim memleketimiz için çok mühimdir. Gazetelerin hakikati yazması, şahısları beyhude incitmemesi arzu edilir. Fakat memleket meselelerini istediği gibi tenkit etmek hürriyeti için de olsun.

Size iki misal vereceğim: Zafer gazetesinin 15.4.1956 tarihli nüshasından: ‘Baş zebani, o zelil ahlaklı ve kelbâne zihniyeti ile…’ Bunu muhalefet lideri İnönü için yazıyor. İkinci misal: 21.1.1956 tarihli Zafer’de yine İnönü için: ‘Bu adam, o adam, o ak saçlı adamın sırıtık tavrı, edası, nazarlarının her istikamete doymak bilmez, ihtiras ve kin püskürten…’, ‘Büyük alemleri karnavalesk bir soytarılığa götürme istidadı, süfli hafifmeşreplikler.. Bu çirkin misaller saymakla bitmez. Sayın Devlet Başkanınından soruyoruz, neden ceza kanunu tatbik edilmiyor buna? Kanun nazarında bu suç değil midir?”

GAZETECİLERİN MÜBAŞİRLERLE HISIM AKRABA OLMASI

Broşürde milletvekillerinin, “Zafere tekzip gönderirler neşredilmez. Ama Ulus’tan milletvekilinin meclise verdiği önergenin tekzibi istenir. Bu mecliste konuşulan tekzip edilir mi?” şeklindeki sorularına da yer verilerek şöyle devam ediliyor:

“Ulus’un yazı işleri müdürü merhum Cemal Sağlam 105 defa mahkemeye sevk edildi, 76’sında beraat etti. Adeta mübaşirlerle koridorlarda hısım akraba oldu. Sizin devriniz basının en acıklı devirlerindendir.

         Bakınız bir basın kanununun durumundan, ispat hakkının yokluğundan bahsettik, ‘sizin devrinizde de vardı’ diyorsunuz. Hayır. O devrin cezalarına rahmet okuttunuz. Vaktiyle muhalefette iken basın rejimin tenkit ettiniz. Şimdi aksaklıkları, kötülükleri tenkit ettirmemek için mi iktidara geldiniz?”

ELEKTRİKLE AMPUL ARASINDAKİ MÜNASEBET

CHP’li vekiller, Menderes’in  “İşini doğru gören hükümetler basın hürriyetinden korkmaz” dediğini hatırlatarak, DP’lilere şöyle sesleniyor:

“Bir Fransız gazeteci ne güzel ifade etmiş. ‘Elektrikle ampul arasında ne münasebet varsa, demokrasi ile hür basın arasında da o münasebet vardır. Elektrik cereyanı olmadığı takdirde nasıl ampul sadece buz gibi bir şişeden ibaretse, matbuat hürriyeti olmadığı takdirde de o cemiyetin nizamı demokrasi ismini taşısa bile buz gibi bir rejimden ibaret kalır’. 

13.9.1946’da Menderes de bugünkü gibi konuşmuyor, şöyle diyordu: ‘İşini doğru dürüst ve açık görmek davasında olan hükümetlerin matbuat hürriyetinden hiçbir korkuları yoktur’. 

Değil tenkit, iktidarı methedip etmemenin bile resmi ve hususi ilan tevziinde bir kıstas sayılması DP’nin basın hürriyeti hususundaki anlayışına ve kanunsuz tasarruflar yapmaktaki cüretine tipik bir misaldir. Basın üzerinde yapılan maddi, manevi tazyikler, bugün gazeteciliği bir kahramanlık haline getirmiştir.”

CHP’li vekiller, “Sekiz yıldan beri geçirdiğimiz tecrübeler göstermiştir ki, DP iktidarı basın ve yayın alanındaki icraatında da daha ziyaret diktatörlüklerdeki yolları benimsemiştir” görüşünü dile getirerek, şunları söylüyorlar:

“Bugün Türkiye’de basın hiçbir demokratik rejimde rastlanmamış bir baskı altında bulunmaktadır. Bu baskı maddi ve manevi olmak üzere iki cepheden devam ettiriliyor. Maddi bakımdan kâğıt, malzeme, makine ve mürekkep meselesi. Manevi bakımdan matbuat ne cumhuriyet devrinde ne mutlakıyet devrinde eşine rastlanmamış şekilde ağır ceza hükümlerinin tehdidi altındadır.

Demokratik bir idarede iktidar partisinin basını murakabe etmeğe hakkı yoktur. Buna mukabil basının hükümeti murakabe etme hakkı ve hatta vazifesi vardır.

Bir sözlü soru veriyorum. Ertesi gün Zafer gazetesi bana karşı ateş püskürüyor. Kendimi müdafaa için bir tekzip gönderiyorum, tekzip basılmıyor. Çünkü eroinden mahkûm olan vatandaş tekzip hakkına sahiptir, ama muhalefet milletvekilisiniz, kendinizi müdafaa imkânına sahip olamazsınız. Savcının karşısına giderseniz, ‘hayır, basmıyorum sizin tekzibinizi’ cevabını alırsınız. Çünkü savcıların hiçbir teminatı yoktur. Üstelik Ankara Savcısı kendi sınıf ve derecesindeki eski arkadaşlarından fazla maaş alırsa benim tekzibimi basmaz elbette. Sonra bakarsınız Ulus gazetesinde Sayın İnönü’nün hükümet beyannamesine verdiği cevap neşredilir, derhal garip bir şekilde Ulus’a tekzip gönderilir. B.M.M.’ndeki konuşmayı gazete basar, savcı tekzip gönderir. Samet Ağaoğlu’nun mazide yazmış olduğu bir kitabından bir pasaj alınmıştır, savcı tekzip gönderir.  Muhalefete mensup herhangi bir vatandaş kendi şahsına vâki olmuş hakareti karşılamak için bir tekzip gönderdiği zaman iktidarın resmi ilan ile şimdi de hususi ilanı ile himaye edilen gazeteleri, himayenin bir başka zırhına güvenerek kendilerini bundan masun addederler.

Tekzipleri tek taraflı olarak gazetelere vermek içinde bulunduğumuz zihniyetin en büyük delilidir. Zafer’e tekzip gönderirler, neşredilmez. Ama Ulus’ta milletvekilinin meclise verdiği önergeler tekzip ettirilir.”

İSPAT HAKKI

1884 tarihli Matbuat Nizamnamesinde bile ispat hakkı olduğuna dikkat çeken CHP’li vekiller, adı demokrat olan DP zamanında ispat hakkının olmadığına vurgu yapıyorlar, şöyle diyorlar:

“İspat hakkının olmadığı yerde basın hürriyetinden bahsedilemez. Masum bir karikatür için bir nükte için, 16 aya mahkûm olan insanların bulunduğu bir memlekette hürriyetten bahsedilemez.”

DEVLET RADYOSU

Türkiye’nin demokratik rejim bakımından bir radyo meselesi olduğu, bunun tek taraflı olarak işleyen ve bir tek partinin, yani iktidar partisinin kendi arzularına göre kullanıldığına işarete edilen broşürde, şöyle devam ediliyor:

“DP iktidara gelmeden önce (24.9.1947), muhalefette iken devlet radyosunun tek taraflı kullanılmasından birinci planda şikâyet ediyordu. Bu hususta sorular soruyor, kanun teklifleri yapıyor, beyanlarda bulunuyor ve devlet radyosunu şiddetle tenkit ediyordu. Nitekim o zaman DP sözcülerinden olan yetkili bir zat şöyle demişti: ‘Demokratik prensiplere sadık olduğunu iddia eden bir hükümetin ilk yapacağı şeylerden biri, muhalefetin her türlü neşir ve propaganda vasıtalarından istifadesine imkân bırakmaktır. Bugün bütün dünya matbuat kadar, hatta belki de ondan daha mühim bir neşir, telkin ve propaganda vasıtası olan radyoyu kendi inhisarında tutan ve muhalefetin ondan faydalanmasına imkân bırakmayan bir hükümetin, hatta şeklen olsun, kendisinin demokratik prensiplere taraftar olduğunu iddia etmesine imkân yoktur. Bugün yeryüzünde hiçbir demokrat memleket gösterilemez ki, onun radyo istasyonlarında muhalefetin sesi yükselmesin’.

Halbuki, bugün böyle durum değildir. CHP iktidarının 1949’da ve 1950’de çıkardığı kanunlarla muhalefete tanıdığı ‘radyoda konuşma hakkı’ DP tarafından 1954’de kaldırıldı.

CHP iktidarında radyonun DP toplantılarını yayınladığını, seçim zamanında muhalefet partilerine de saatler ayrıldığını vurgulayan vekiller, şunları kaydediyor:

“Radyo ve basın hürriyeti mevzuunda bugün hangi DP’li çıkıp da 1950’de ağır lisanla tenkit ettiğiniz sistemin çok gerisinde olduğumuzu inkâr eder. Esefle görmekteyiz ki radyo her zamankinden daha fazla tek taraflı, basın her zamankinden daha fazla tazyik altındadır.” 

Ne diyelim, fazla söze gerek yok, bakalım yaşananlar bize neyi gösterecek?

(Süleyman Boyoğlu)


5 Mayıs 2023 Cuma

BİR ŞİİR; NE ZORDUR...


Ne zordur insanın kendisini 

                                       bir başkasına anlatması

                                       Ne zordur insanın sevdiğine 

                                       Sevdiğini söyleyememesi.

                                       Ne kötüdür insanın yazdıklarını 

                                       okuyanların anlayamaması.

                                       Ne kötüdür insanın düşüncelerini 

                                       Özgürce söyleyememesi... 

                                        (Hüseyin Boyoğlu)

 

RASİH NURİ İLERİ'NİN KALEMİNDEN SUAT DERVİŞ...

 

         Rasih Nuri İleri (solda) ile Sabahatttin Eyüboğlu'nun oğlu Mehmet Eyüboğlu (Fotoğraf: Ali Kılıç)

       Türkiye komünist hareketinin önde gelen isimlerinden Rasih Nuri İleri, asıl adı Saadet Baraner olan yakından tanıdığı Suat Derviş’i Mayıs 1986 tarihli Tarih ve Toplum Dergisi’nde anlatır.

      Rasih Nuri İleri, yazısında dostu ve “abla” diye hitap ettiği Suat Derviş’in tasarladığı hatıratını bir türlü yazamamasına hayıflanarak, şöyle der:

      “Oysa geçirdiği dönem, Bâbıâli’de tanıdığı kişiler, Türk sol hareketlerindeki yeri ile bize eşsiz bir pınar teşkil edebilirdi. Bizim de kusurumuz oldu, yazacak diye anlattıklarını teybe alamadık. Kendisi iki üç kez başladı, bebeklik dönemini aşamadı…”

      Suat Derviş, resmi kayıtlara göre 1319 (1905) yılında İstanbul’da dünyaya gelir. İlk gazetecilik günlerinden başlayarak profesyonel bir yazar olur. Ve ilk yazısını bile para alarak yazdığını söyleyerek bundan büyük gurur duyar. Yurt dışında geçirdiği sürgünlük yıllarında yazıları ile geçinir.     

  

      Berlin Konservatuarı’nda ablası Hamiyet ile birlikte okur. İkisinin de çok güzel sesleri vardır. Hatta yıllar sonra politik nedenlerle saldırıya uğradıkları bir gün adeta profesyonelce attıkları çığlıkları ile mahalleyi ayağa kaldırıp kurtulurlar… Suat Derviş, Berlin’de Edebiyat Fakültesi’ne de devam eder.

      Bu arada çocuk yaşta “Hezeyan Mansur” şiirini yayınlayan Suat Derviş, yazı hayatına Almanya’da Alman dergi ve gazetelerinde başlar. İstanbul’a döndüğünde de yazı hayatına devam eder. Roman ve hikâyeleri yayınlanır, büyük bir ün kazanır; yapıtları yabancı dile çevrilir. Kocası Reşat Fuat’ın 1951 Türkiye Komünist Partisi (TKP) tutuklanmasından sonra, gözaltı süresi bitip dava 1953’te başlayıncaya kadar Türkiye’de kalır. Türlü kötü muamelelere uğrar, “aryalı” saldırı bu dönemde olur. 1953-63 yıllarını yurt dışında geçirir. Orada son eserleri olan “Ankara Mahpusu” ve “Fosforlu Cevriye” adlı eserlerini yayınlar. Sonra bu eserlerinin Türkçesi de yayınlanır (1968).

      Suat Derviş’in iki yönü vardır. Önce ünlü bir romancıdır. Kara Kitap (1920), Ne Bir Ses, Ne Bir Nefes (1923), Hiçbiri, Ahmet Ferdi, Behire’nin Talipleri (1923), Fatma’nın Talipleri, Ben mi? (1924), Buhran Gecesi (1924), Gönül Gibi (1928), Emine (1931), Hiç (1939), Çılgın Gibi (1945) ile Türkiye’de 1968’de yayınlanan son iki romanı Ankara Mahpusu ve Fosforlu Cevriye adlı romanların yazarıdır. Ayrıca Barbüs’ün ünlü Ateş’inin çevirmenidir...

       En sevdiği iki insan olan ablası Hamiyet ile kocası Reşat Fuat’ı kaybeder. Çok sevdiği eseri “Fosforlu Cevriye”yi Gülriz Süruri için senaryoya dönüştürür. 1970 yılı Nisan ayında Türkiye Devrimci Kadınlar Derneği’ni çok sevdiği arkadaşı yazar Neriman Hikmet ile Mediha Özçelik, Asiye Aliçin, Fikret Elbe, Necla Özgür, Züleyha Aytüz ve öteki arkadaşlarıyla kurar. Dönemin İstanbul 1. Şube Müdürü Ilgaz Aykutlu tarafından ilk kez nezarete alınır. Nevzat Üstün ile birlikte Kültür Sarayı yangınından suçlanmak istenir. Evi eski arkadaşları, devrimci gençlerin, Polonya’ya dönmeden önce Madam Şefik Hüsnü’nün kaldığı, gelip gittiği bir barınak, kolluk kuvvetlerinin sürelice kontrol ettiği bir mihrak haline gelir. Son taşındığı Beyoğlu Tünel’deki Suriye Hanı’nda 23 Temmuz 1972 tarihinde, yani “12 Mart” döneminde dünyayı terk eder.

        Suat Derviş’in çok renkli bir yaşamı vardır. Bu yaşamında; Nâzım Hikmet, üç eşi yazar Selami İzzet Sedes, Nizamettin Tepedenlioğlu, Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’ın kardeşinin torunu Reşat Fuat Baraner… Ve de sürgünden önce ve sürgün yıllarında her şeyini, kocasını terk edip Suat Derviş’in yardımına koşan, Suat’ın evinde artık yemek yiyemez halde hastalanıp ölen ablası Hamiyet vardır… 

       “Benim görevim yazılmadık hatıratı yazmak değil, herhalde” diyen Rasih Nuri İleri, “Suat Abla” diye hitap ettiği Suat Derviş’in son 10 yılında hep beraber olduklarını belirtiyor ve şöyle diyor:

“40’lı yıllarını da bilirim. Bu da yaşamının ikinci yönü... Bu yıllar onun yaşamında çok önemli bir yer tutmaktadır. Artık roman arka plandadır. Suat, Reşat Fuat’ın karısıdır. Neriman Hikmet’in imtiyaz sahibi olduğu Yeni Edebiyat Dergisi (5 Ekim 1940-15 Kasım 1941, 26 sayı) kapak yazısı Abidin Dino’nun, dergi yazarları ise takma ad ile (Ali Rıza Çelik) Reşat Fuat, Suat Derviş, Zeki Baştimar, Abidin Dino, Naci Sadullah, Hüseyin Avni Dinamo, Sabahattin Ali ve daha niceleri…”

       Yeni Edebiyat Dergisi’ne örgütsel bir dava açılır, ancak zaman aşımından düşer. Dergideki Suat Derviş imzalı küçük fıkralar ise Reşat Fuat’ındır. Suat Derviş, bundan sonra büyük bir gürültü koparan ve asıl adı Niçin Sovyet Rusya’ya Hayranım olan “Niçin Sovyetler Birliği’nin Dostuyum?” (1944) kitabını yazar. Aynı yıl “TKP Davası” sanıkları arasında kocası ile birlikte yer alır. Sorgu sırasında tek çocuğu olan Oğlunu düşürür. Davada 142. Madde’den sekiz aya mahkum olur, sonra kocasının mahpusluk yılları başlar. 1950 affı ile tahliye olur. 1951 tutuklamaları sonuna kadar çile dolu ancak ölünceye kadar başı dik bir yaşam sürer…

       Aslında Suat Derviş, “Çocukluğum Meslek Hayatım Çektiklerim” başlığıyla hayatını kaleme alıyor, ancak yarım bırakıyor. Başlarken şöyle diyor:

     “Anılarımı, daha doğrusu, birçoğu müşterek olan anılarımızı, onları yazmamı çok istemiş olan ama artık hiçbir zaman okuyamayacak dostum, kardeşim, arkadaşım, Hamiyet ablacığıma armağan ediyorum…”

      Rasih Nuri İleri'nin dediği gibi bir kez daha "selam" ve saygı olsun "Fosforlu Cevriye"nin yazarı ve ilk kadın gazetecilerimizden Suat Derviş'e...

(Süleyman Boyoğlu)