25 Haziran 2020 Perşembe

LEV TROÇKİ-DATÇA...

Adnan Genç
       Anlattım bir vakitler; hayatımın değişik dönemlerindeki ‘öğrenme süreçleri’ benim için zorlu geçmiştir. Yani PDA, lafını ilk duyduğumda bu neyin kısaltması diye, kimseye soramamıştım. Yuh yahu, bunu da bilmeyecek ne var derler, diye. Sonra emperyalizmi ve oligarşiyi zor bela öğrendim. Öğrensem iyi ikisini birden cümle içinde kullanıp, insanlara da tekrar ettirirdim (onlar da öğrensinler, diye). Bir de tuğla gibi bir kitap vardı, SBKP tarihi (hadi siz bulun bunu da); Lenin kim; Troçki niye sevilmez; Dmitri Hvorovstovsky’nin sesi niye muhteşem diye, kendimce araştırmalar yapardım…


Troçki. Fotoğraf: Vikipedi
Adalar Belediyesi’nde de 8 yıl kadar önce belediye başkan danışmanı gibi bir görev üstlendim. Rica ettiler de gittim, inanın; ama para mara da vermediler. Davayı da kazandım ama para yüksek yargıda duruyor… Duydum ki, Troçki’nin İstanbul’da kaldığı birkaç evden biri de Büyükada’daymış. Kazık kadar adamım ama ünlü teorisyenin yaşadığı yeri bilmiyorum. Daha büyük utanç olur mu? Kimseye de net olarak soramıyorum: ‘Yahu bir Rus yazar varmış, evi buralarda bir yerdeydi, tam sokağını unuttum’ derdim. Onlar da her seferinde sallama bir yokuşlu sokağı söylerler, ben de ha, hı deyip, gece vakti gider bakardım. Tabela falan var mı, diye? Var ya, kapının zilinde hâlâ Troçki yazıyor… Efendim, Troçki bizde iyiydi valla ve zaten iki hükümet arasında; burada ona dokunulmayacak, anlaşması vardı. Meksika’ya gitti ve orada buldular ve öldürdüler… Buradaki günleri de hakkında çekilen kimi film ve belgesellerde hep anıldı…

       Meğer filmin bir bölümü, coğrafyası pek benziyor diye Datça’nın yakınlarında çekilmiş. aa’da uzun süre muhabir olarak çalışan sevgili gazeteci dostum Süleyman Boyoğlu’nun belediye sitesi üzerinden bulduğu görseller ve yerel bir araştırmacının blog adresinden edindiği daha başka bilgileri bana geçti.



Datça. Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu
       Ben de size aktarayım da, Daçta’nın Kargı koyu da ‘Troçkist turistlerle’ dolsun… Hikâyenin kalan kısmı bu iki metinden kuruludur ve ‘Troçki kimdir?’ deseniz, her yerde bulabileceğiniz bilgilerdir. Peki biz niye bugün yazıyoruz. Ne doğum günü, ne de ölüm günü… ‘Sürekli Devrim’ kitabını yazmaya başladığı gün bugünlerdeki bir gün de o yüzden… Daha hayırlı bir sebep bulamadım, umarım tarihi geçmeyiz… Hadi devam:




Datça. Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu
       Datça Belediyesi Instagram hesabında paylaşmış sözünü ettiğim fotoğrafla. Berivan Tanrıverdi çekmiş. Kargı koyuna giderken, hemen solda kayalıkların üzerinde eski bir ev. Yıkık, dökük, harabe. Dokunsan yerle bir olacak sanki. Tam virane. Bu ev, bu haliyle bile Datça’ya gelen turistlerin uğrak yerlerinden biri. Çünkü manzarası şahane. İnsanlar gelip fotoğraf çekiyor buradan. Selfi yapıyorlar Kargı’nın doğal tablosuna karşı. Sonra sosyal medyada paylaşıyorlar bu fotoğrafları. Datça’nın tanıtımına katkı sağlıyorlar.           Oysa, bu yıkık dökük evin tarihi değeri o kadar büyük ki. Avrupa’nın herhangi bir kentinde olacak, hemen onarılır ve müze yapılır. Turist dolup taşar. Çünkü bu evde yıllar önce önemli bir film çevrilmiş. Bir iddiaya göre Sovyet devrimci Troçki’nin hayatını konu olan film. Başka bir iddiaya göre Dr. Zhivago’nun yazarı Rus şair Boris Leonidoviç Pasternak’in hayatının çekildiği ev. Bir film seti yani. Filmin çekildiği kesin çünkü yaşayan canlı tanıklar var.

      Datça’nın köylerindeki, özellikle de eski Datça’daki bazı evlerin kapı ve pencerelerini bu eve taşımışlar. Kameralar saatlerce çekim yapmış burada. Üstelik birçok Datçalı figüran olmuş filimde. Böylesine önemli bir ev bu ev. Şimdi ise kaderine terk edilmiş durumda.
      İnsan düşünmeden edemiyor. Çok önemli bir filmin çekildiği bu ev şimdi neden bu halde? Arazi devletin ayrıca. Neden onarılmıyor? Neden eski haline getirilmiyor? Datça’da görev yapan kaymakamlar neden bir proje hazırlamıyor? Burası bir müze olsa, o filmden fotoğraflarla, görüntülerle süslense, bir kültür sanat evi haline getirilse, ülkeye ve Datça’ya bir artı değer katmaz mı? Gerçekten neden? Kültürden sanattan bu kadar mı uzaklar? Osmanlı’nın ender aydınlarından, devlet adamı Ziya Paşa ünlü Gazel’inde şöyle demişti: “Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm / Dolaştım mülk-i İslâmı bütün viraneler gördüm.”



      Günümüz Türkçe’siyle; “Müslüman olmayan ülkeleri gezdim, şehirler, gösterişli yapılar gördüm. İslam ülkelerini dolaştım, hep harabeler gördüm.” Başka söze gerek var mı? https://kayasedatt.blogspot.com/

                        Filmden söz edelim…

       Trotsky, yönetmenliğini Leonid Maryagin’nin yaptığı 1993 yılı ABDAvusturya,İsviçreMeksikaRusya ve Türkiye ortak yapımı; konusu Lev Troçki‘nin hayatının anlatıldığı biyografi ve dram türünde filmdir. Troçki’nin özellikle sürgün hayatını geçirdiği filmin finaldeki Türkiye sahneleri dikkate değerdir.
       20. yüzyıl tarihine yön veren Sovyet Devrimi’nin lideri Lenin’in yol arkadaşı ve kendine halef olarak seçtiği Lev Troçki, Lenin’in ölümünden sonra Stalin’le giriştiği iktidar mücadelesini kaybedince vatansız bir sürgün olarak yaşamına çeşitli ülkelerde devam eder ve bu sürgünlük 1940 yılında Meksika’da öldürülmesiyle son bulur.
       Bir eylem adamı olduğu kadar aynı zamanda bir fikir adamı, bir teorisyen de olan Troçki’nin sürgün yıllarında yolu İstanbul’dan da geçer.
       İşte ünlü siyasi liderin, yaşadığı sürgün hayatı sorasında İstanbul’a gelmesi ve üç ayrı ev tutarak oturması üzerine konuşacağız. Ve tabii ki, hayatını anlatan ve yukarıda adı geçen filmin çekildiği yerlerden biri olan Datça’nın Kargı koyundaki yıkık dökük yapıların, filmle ilgisini anlatacağız. Bu konudaki kaynağımız tarihi bilgiler ve Datça Belediyesi’nin instsagram sayfasında Sedat mahlasını kullanan bir araştırmacının konuya ilişkin notları ve bulduğu fotoğraflar olacak…
            1. Kızıl Ordunun Başkomutanı
       7 Kasım 1879’da Güney Ukrayna’nın küçük bir köyünde dünyaya gelen Lev Davidoviç Bronştayn, küçük toprak sahibi bir Yahudi ailenin çocuğudur. Matematik ve hukuk eğitimi alır. 1902 yılından itibaren Troçki adını kullanmaya başlar, 1897’de Rusya İşçi Birliği adlı gizli örgütü kurunca Çar polisince tutuklanıp Sibirya’ya sürgüne gönderilir. Uzun süren sürgün ve kaçışların ardından 1917 Devrimiyle Rusya’ya döner. Dışişleri Komiserliği, ardından da Savaş Komiserliğini üstlenip Başkumandan sıfatıyla Kızıl Ordu’yu kurar. 1924 yılında Lenin’in ölümünün ardından, partinin tüm yetkilerini kendinde toplamaya başlayan Stalin ile iktidar mücadelesine girişir. Bu mücadelede giderek güç kaybedince elindeki tüm yetkileri de teker teker kaybeder.

              İplerin kopması ve Rusya’dan ayrılış…

       1926’da Politbüro’dan çıkartılır, 1928’de de Alma Ata’ya sürülür. Fakat burası Troçki için geçici bir sürgün yeridir, çünkü Stalin’in asıl istediği, Troçki’yi Rusya’dan kovarak başka bir ülkeye sürgüne yollamaktır.
       Bu konuda birçok ülkeyle Troçki’yi kabul etmeleri için görüşmeler yapılır, ama hiçbir ülke, savaş rüzgârlarının yeniden estiği bir dönemde Troçki gibi siyasi birini kabul etmeye yanaşmaz. Ankara’daki Sovyet Elçisi Çiçerin de Troçki’ye ülke arayanlardan biridir. Çiçerin, Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’la defalarca görüşür ve sonunda Türk hükümetini razı ederek vize almayı başarır. Ancak Türkiye’nin Troçki’yi kabul etmek için bazı koşulları vardır:
       “Troçki, politik bir göçmen olacak, ona özel ve ayrıcalıklı işlem yapılmayacaktır. Başka ülkeye gitmekte de serbest olacaktır. Bunun dışında Türkiye’de komünizm faaliyeti göstermeyecek, ancak istediğini yazabilecek ve bunları dışarıda bastırıp yayabilecektir. Troçki’ye Türkiye’de Rusya tarafından hiçbir suikast düzenlenmeyecek, Türk Emniyeti her türlü güvenlik önlemlerini alacaktır.”
       Aynı günlerde İçişleri Bakanlığı, hem İstanbul Valiliğine, hem de Basın-Yayın Genel Müdürlüğü’ne iki uyarı mektubu yazarak valilikten, herhangi bir suikasta karşı önlem alınmasını, Basın-Yayından da gazetelerin Troçki ile ilgilenmemesi ister.

                    Troçki İstanbul’da
       Moskova, Türk hükümetinin koşullarını kabul edince 23 Ocak 1929’da Moskova’daki Türkiye Büyükelçiliğinden Troçkilere “Sedov” adıyla vize verilir. Çok sert geçen hava koşulları nedeniyle uzun süren bir yolculuktan sonra Troçki, 12 Şubat 1929 Salı günü İstanbul’a getirilir. Yanında ikinci karısı Natalya, oğlu Lev Sedov ve iki de (GPU) Sovyet gizli polisi vardır. Troçki’yi getiren İlyiç Vapuru, öğleye doğru Büyükdere açıklarında demirler, gemiye binen bir Türk görevli, gelenlerin pasaportlarını inceler. Bu sırada Troçki’nin oğlu Lev Sedov, Türk görevliye Atatürk’e sunulmak üzere bir mektup verir. Troçki’nin imzasını taşıyan mektup şöyledir:

              Atatürk’e yazılan mektup

       “Sayın Cumhurbaşkanı, İstanbul’un kapısında size şunu bildirmekle onur duyuyorum: Türkiye sınırlarına kendi dileğimle gelmedim. Bu sınırlardan içeri zorla sokuluyorum. Rusya’dan çıkarıldıktan sonra, dilini bildiğim ve tanıdığım bir ülkeye gitmeyi yeğlerdim. Fakat sürenler, sürülenlerin bu isteklerine çok ender özen gösteriyorlar. Ülkemden çıkarılmam sorunun sonu değildir. Olaylar kısa ya da uzun sürede gelişecektir. Ben Marks’ın okulunda tarihe sabırla bakmayı öğrendim. En iyi duygularımı kabul buyurunuz Bay Başkan. Lev Troçki.”

            Dilini bilmediğim bir ülkede yaşamam zor
      Troçki, Rus konsolosluğunun Tünel’deki konukevine yerleştirilir ve cebinde yaklaşık 1.500 doları vardır. Ama Troçki’nin maddi konuda güvendiği, Avrupa’daki dostları ve yazacaklarından alacağı telif ücretleridir. Bu nedenle Almanya’dan yanıt beklediği günlerde durmadan yazar, İngiliz, Fransız ve Amerikan gazetelerine durumunu anlatır. Özellikle de “Türkiye’ye zorla sokulduğunu” öne sürer.
      Troçki Türk basınıyla ilk konuşmasını Türkiye’ye gelişinden 34 gün sonra Milliyet yazarı Ahmet Şükrü Esmer’le yapar ve bu konuşmasında bazı şeylerin altını önemle çizer: “Türkiye’ye gelir gelmez Rus Başkonsolosluğu’na indim. Almanya’dan vize istemiştim. Buna yanıtın kısa zamanda geleceğini umuyordum. Bu nedenle otele geçmek istemedim. Sizlerle konuşmayı bugüne kadar ertelememin nedeni de böyle bir toplantıyı konsolosluk gibi resmi bir yerde yapmak istemeyişimdir. Şimdi herkesle konuşuyorum. Türkiye’den neden ayrılmak istediğimi sorabilirsiniz. Türkçe bilmediğim için… Artık yaşlıyım ve yeni bir dil öğrenemem. Yoksa çok sevdiğim ve konukseverliğine tanık olduğum ülkenizde oturmamam için hiçbir neden yoktur.”
      Troçki’nin, Rus konsolosluğunun Tünel’deki konukevine yerleştirilmesi Moskova’yı rahatsız eder ve elçiliğe Troçki’nin bir an önce konsolosluktan çıkartılması bildirilir. 8 Mart gece yarısına doğru Troçki konsolosluktan çıkarılarak Türk polisinin önlemleriyle İstiklal Caddesi’ndeki Tokatlıyan Oteli’ne yerleştirilir. Bir müddet de burada kalan Troçki, karısı ve oğlu, 1 Nisan 1929’da bu otelden ayrılarak Bomonti’de kiraladıkları bir eve yerleşirler.

                İstenmeyen adam

       Fakat, Troçkilerin sorunları kendi evlerine taşınmalarıyla da bitmez. Bu sefer de mahalle halkı bir anda çevrelerinin polislerle ve tanımadıkları insanlarla dolmasından rahatsızlık ve korku duyduklarından şikâyete başlarlar. Köşkün, çevredeki evlere yakın olması nedeniyle ortaya çıkan güvenlik açığı Troçki’yi de huzursuz ettiğinden, korunma yönünden kolaylık sağlayacak, çevresi açık yeni bir ev aranmaya başlar.


Bu arada Troçki vize almak için Almanya ve İngiltere’ye başvurur ama başvurusu kabul edilmez. Bunun üzerine bir müddet daha Türkiye’de kalması gerektiğini anlayan Troçki ve ailesi 1929 Mayıs’ında Büyükada İskelesine oldukça yakın olan Arap İzzet (Hulo) Paşa Yalısına taşınır. Burası polisin Büyükada’ya gelip gidenleri kolaylıkla denetleyebileceği ve büyük bahçeli evde istediği gibi koruma önlemleri alabileceği bir yerdir.

Troçki’nin Büyükada günleri
Büyükada’ya yerleştikten sonra çok yoğun çalışamaya başlayan Troçki, gazetelere yazılar yazar, kitaplarına yoğunlaşır. Bu arada bir de tekne alan Troçki, boş zamanlarının çoğunu Yunan balıkçı Haralambos ile birlikte balık tutarak değerlendirir. Köşke bir tane de doğal ıstakoz havuzu yaptırır. Balığa çıkmanın yanı sıra kayıkla Kartal’a uzanıp Samandıra gibi uzak ormanlık alanlara bıldırcın ve tavşan avına çıkar. Yine böyle bir av partisini uzatınca hava bozduğu için Şile yakınlarındaki bir köyde mahsur kalır. Geceyi beraberindeki jandarma, polis, sekreteri ve muhafızı Bilal Ertürk’le köyün imamının evinde geçirir.

       Köşkte yangın ve Ada’dan Moda’ya



      1 Mart 1931 günü Troçki’nin evi birden alevler içinde kalır. Troçki bunu önce suikast girişimi sansa da sonrasında karısı Nathalie’nin unutkanlık sonucu açık bıraktığı şofbenin yangına neden olduğu anlaşılır. Ama Stalin’in yayımlanmasından korktuğu belgeler, fotoğraflar ve fotokopilerin büyük bir bölümünü kapsayan bir koleksiyon bu yangında kül olur. Yangından sonra geçici olarak Savoy Otel’e yerleştirilen Troçki için yeni bir ev aranmaya başlar.
     Gazetelere verilen ilan sonucunda Moda semtinde Şifa Sokakta Dr. Mahmut Ata’ya ait olan ev kiralanır. Fakat Troçki, Büyükada’da geçirdiği günleri unutamaz.
     Moda’daki bu ev hemen sokağın yanı başında olduğundan Troçki için yine huzursuz geceler başlar. Bir gece bahçeye atlayan iki kişinin alarm zillerini çalıştırmasıyla Troçki bu evden ayrılmaya kesin karar verir.
     Valilik ve Emniyet’in gayretleriyle Büyükada’daki Yanaros Köşkü Troçki’nin yeni evi olarak kiralanır. 21 Mart 1932’de yeni aldığı motorlu kayıkla Pendik kıyısındaki Pavli adası civarında balık avlarken motorlu kayığı bozulan ve bu arada çıkan fırtınada mahsur kalan Troçki ve yanındakiler zorunlu olarak Pavli adasına çıkar ve adadan devletin motoruyla Büyükada’ya dönebilir.


En güvenilir yer olarak gözlerden ırak Büyükada’yı mesken tutar ve fasılalarla tam 4,5 yıl burada kalan Troçki teorik olarak hayatının en verimli yıllarını İstanbul’da geçirir. İhanete Uğrayan Devrim, Sürekli Devrim, Sanat ve Edebiyat gibi başyapıtlarını İstanbul’da yazar. Ayrıca Rusya’daki taraftarlarıyla bağlantısını asla koparmaz, Stalin’in ajanlarına rağmen pes etmez ve mücadelesini sürdürür.

Sürgünlerle geçen ve suikastla biten bir yaşam

Troçki’nin bu faaliyetlerinden rahatsız olan Sovyet ve Türk hükümetleri onu yeniden sürgüne zorlarlar. 1933 yılında ayrıldığı Büyükada’dan sonra kısa sürelerle İsveç ve Fransa’da ikamet eder, ancak Stalin onun peşini hiç bırakmaz ve nihayet Meksika’ya sığınmak zorunda kalır.
     Bu yılmak bilmez mücadele adamı orada da boş durmaz ve küresel bazda örgütlenme çalışmalarını sürdürür, ta ki 1940 yılında bir ajan tarafından buz baltasıyla katledilinceye kadar.
     Bugün Meksika’daki evi dünyanın dört bir yanından ziyaretçi akınına uğrayan bir müzeye dönüştürülmüştür. Büyükada’daki Arap İzzet Paşa Köşkü ise halen sahipleri ve Büyükşehir Belediyesi arasında ihtilaf konusu olarak müze olacağı günleri beklemektedir.


         Bana Türkofil dediler

     Troçki İstanbul’da yaptığı ilk basın toplantısında gazetecilere kitaplarından birinde Türkiye ile ilgili görüşlerini anlattığı bir bölümü göstererek Türklere duyduğu hayranlığı şöyle ifade eder:
     “İşte, kitaplarımdan ikisi… Türkiye için yazdıklarımdan bazıları burada. Birini 1909’da yazmıştım. Bu ve daha sonraki yazılarımda Türkleri o kadar övdüm ki, bana Türkofil dediler. O tarihlerde Rusya’da Türklere karşıt çok insan vardı. Türk dostluğunu daha sonra Türklerin ulusal savaşında da gösterdim. Dostum General Frunze’yi Rus ordularının temsilcisi olarak Ankara’ya yolladım. Türkiye’nin bağımsızlık savaşını çok büyük ilgiyle izledim ve sonuçtan kıvanç duydum. Bağımsızlığınızı, bu uğurdaki savaşı büyük önderinizin yönetimine borçlusunuz. Atatürk’ün büyüklüğü artık dünyaca kanıtlanmış bir gerçektir, öyle bir gerçek ki burada yinelenmesinden ben de tat duyuyorum. Türk-Sovyet ilişkileri içtenliklidir ve böyle kalacaktır. Politik alandaki bu dostluğun ticaret ve ekonomiye dönüşmesini isteriz.
      ”Sadede gelip hemen bitirelim, yazıyı… Ben, 4 koca ay çalıştım belediyede ve milyon kere gittim Büyükada’ya ama evin yerini hâlâ bilmem. Oysa bütün adalılar bilir, haberiniz olsun… Off, ideolojik bir yanlışa düşmeden yazıyı selâmetle kapattık ya, burada. Afferim bana…

3 Haziran 2020 Çarşamba

ORHAN KOLOĞLU'NA GECİKMİŞ BİR ÖZÜR...






Tarihçi-gazeteci Orhan Koloğlu

Adnan Genç            

(2 Haziran 2020-yeni1mecra.com)

Şöyle bir sosyal medya duyurusuyla Orhan ağabeyden haber aldık… “Orhan Koloğlu, 17 Nisan 2020 günü İstanbul’da vefat etti. Orhan Koloğlu’nun vefat haberini yeğeni Sina Koloğlu, Twitter’daki hesabından duyurdu. Müzisyen ve gazeteci Koloğlu paylaşımında, ‘Amcam Orhan Koloğlu’nu biraz önce kaybettik. Dolu dolu yaşadı… Son dakikaya kadar çalıştı. 90’a girerken 90’ıncı kitabını yazdı. Hepimizin başı sağ olsun. Çok yeni aldım haberi. Fazla da bir şey yazamıyor insan.’ ifadelerini kullandı.

Ben de Orhan Koloğlu ile bir röportaj yapmıştım ve çöken bilgisayarımdan onu bulup çıkardım. Hemen vefatı üzerine bu yazı elimde olsaydı yayımlayabilirdik elbette ama Orhan ağabeyin özel bir önemi vardır hem basın tarihimiz açısından hem de tarihçilik açısından. Bu nedenle hayli ayrıntılı olan bu röportajı, ölümünden 1.5 ay sonra da olsa vermek istiyorum…

Röportajı da Darıca’daki huzurevine yerleşmesinden iki yıl sonra yapmıştık. Yani, 12 yıl önce. 78 yaşındaydı… Lütfen ne okursanız bu yaşanmış hayatın izleği olarak okuyun…

60 yıllık gazeteci ve tarihçi Orhan Koloğlu; ‘Kitap ve belge yığınları arasında kaybolmamak’ ve tabii ki daha verimli çalışma ortamı bulduğu için Darıca Huzurevi’ne taşındı. Yedi aydır, dört yeni kitap hazırlığını bitiren Koloğlu’yla eski evindeki karışıklığını, yeni evindeki temposunu ve arşivinin bütünlüğü üzerine konuştuk.



“Dubleks bir evim var(dı)… Abim, (spor yazarı) Doğan Koloğlu’nun mülkü. Merdivenler bile çuvallarla doluydu. Baş edemedim. Çalışma ortamımın daralmasından ziyade; evimi çekip çevirmekte de zorlanıyordum… Evin içinde 15 bine yakın kitap ve bir o kadar da karikatür olunca; temizleyici de sokamıyorsunuz. Kafam karışmasın diye, kendim halletmeye çalışıyordum. Kitaplarımın yerlerini elbette ezbere biliyordum. Ama işime yarayacak kadar verimli kullanıma sokamıyordum. Yeni yazılacak çok konu vardı, eski yazdıklarımı ise bitirebilecek durumdan çıkmıştım artık. Kullandığım kitaplarımı ve belgelerimi, arşiv eksiklerini bildiğim Anadolu üniversitelerine vermek istiyordum. Bana sahaflardan da başvurular oldu. Para verip kitaplarımı istediler. İçimden gelmedi. Bendekiler sadece kitap değil. İtalyan arşivinde, Beyrut arşivinde ya da Libya arşivinde bulduğum belgelerin orijinalleri ve kopyaları vardı ve birbirinden ayıramazdım. Bunları belli konuların kaynakları olarak derleyip, devretmeyi uygun gördüm… Özellikle Anadolu üniversitelerinin kaynak zaafını da iyi biliyorum. Dolayısıyla kaynak zengini olan İstanbul’dan çok Anadolu’ya bırakmayı istedim. Önce ailemizin nüfus kaydının bulunduğu Kırklareli’ne ait Pınarhisar’a yakın diye Edirne Üniversitesi’ni düşündüm. Ama, tıp âlimlerinin sosyal bilimlerden pek hoşlanmaması gerçeği orada da karşıma çıktı. Hekim rektör hiç ama hiç ilgi göstermedi. O sırada İzmir Belediye Başkanı rahmetli Ahmet Priştina haber almış, benle temas kurdu ve büyük bir heyecanla arşivi istedi. Davet ettiler ve aklımda hiç olmayan haliyle altı sayfalık bir mukavele yaptık. Böylece bu çerçevede 200 çuval kitap/belge yolladım. Evimin bütün odalarının duvarları ve merdivenleri doluydu. Şöyle bir anımla devam edeyim:
‘99 depreminde yatak odamda, sabahın üçünde kafama bir kitap düştü. “Ne oldu yahu?” deyip, yataktan kalkıyordum ki, hızla raflardaki kitaplarım üstüme yıkılmış halde oldum. Kitaplar beni örtmüştü. Deprem binayı hâlâ sallarken, tabii onca kitap kapının yolunu da tıkadı. 12. katta oturuyordum ve yarım saatte ancak odamdan çıkabilmiştim… Evdeki bu durum öyle meşhur bir hikâye haline geldi ki, CNN Türk geldi bir söyleşi yaptı. Açıkçası “Bir çalışma manyağının ortamı nasıldır?” gibi bir program yaptılar. O zamanlar için 57 kitap yazmış ve yayımlamış birisi için bu tabir yanlış olmasa gerek… Çalışma ortamının karışıklığı; kitap çuvallarının oluşturduğu labirentler arasında çekim yapıldı. Benden sonra bir de şair bir hanımı çekmişler. Boş bir odada uzaklara bakıp düşünen bir hanımı da programa koymuşlar. İronik tabii…”
Nasıl bir arşiv?
“Kitaplarıma devrederken bir şeye çok özen gösterdim. Ben sadece kitap devretmiyordum. Kitap devrinden çok aynı zamanda arşiv devrediyordum. Mesela Libya konusunda; Türk-Libya ilişkilerine dair Türkçe, İngilizce, İtalyanca, Arapça, Fransızca kitaplar var ve onların yanı sıra bütün bu ülkelerin arşivlerindeki belgeler ve zamanında çıkmış makalelerin arşivi de vardı. Bunların ayrışmaması önerisiyle aktardım belgelerimi. Bir arada olmalıydılar… Araştırma yapacak insanlara son derece kolaylaştırıcı olmuş oldum. Bir de benim bu sene 60. yılımı doldurduğum gazeteciliğimden gelen bir alışkanlığım vardır… Babıali gazeteciliği zamanında adet, gazete küpürü biriktirmekti. O zaman bilgisayar yok, fotokopi de yok! Ben de küpür biriktirdim. İlgilendiğim konularda. Dolayısıyla 47’de başladığım mesleğimde; demokrasinin bütün aşamalarına ilişkin arşivim var. Ayrıca benden önceki dönemlerdeki gazeteci ustalarımızın da yaptıkları bu tür arşivler; kendileri vefat edince eşleri tarafından çöpe atılırdı. Çünkü evi felaket şekilde doldurur ve toz yaparlardı. Bu atılanları ben çoklukla edinir, arşivime katardım. Bu suretle 1920’lerin öncesine kadar yapılmış arşivleri toparlamayı başardım. Örneğin; 1909’da gazeteciliğe başlayan gazeteci/yazar Necmettin Sahir, Osmanlı Meclisi’nde kâtiplik yapmış bir meslektaşımızdı. Onun arşivi bendedir. 1920’de Atatürk, Meclis’i topladığında orada başkâtipti (Genel Sekreter)… Fethi bey ve İ.İnönü’nün başbakanlıkları sırasında Özel Kalem görevini yapan Sahir, İnönü döneminde CHP milletvekili de olmuştu. Çok malzemesi vardı. Toplardı. Gene, Selami Akpınar’ın arşivi bendedir. Pek çok arşiv, peyderpey bende olmuştur…”

Kitaplarımı nasıl bağışladım?

“Bağış yaparken kategorize ettim işlerimi. Örneğin; Libya (1911/12 savaş dönemi) Arşivi, Türk-Arap İlişkileri Arşivi, Akdeniz Arşivi adı altında (Magrep korsanlığı –İtalya dahil-) biriktirdiklerim var. Çok ciddi bir karikatür arşivi, Ermeni Arşivi (tamamen son dönem tartışma sayfaları), Mason Arşivi (basında çıkan haberler, Avrupa’dan getirdiğim kitaplar ve Belçika’da yaptığım araştırmaların orijinal ve kopyaları), Hindistan’da düzenlenen ‘İstiklal Savaşımızı desteklemeye yönelik Hilafet Hareketi’ Arşivi (1919-1924 arası –bütün bülten ve orijinal belgeleriyle) gibi… Bu kitap ve belgelerimi alan İzmir Belediyemiz, bir salona adımı verdiler; bir plâket astılar ve beni ödüllendirdiler. Oraya verdiğim her ‘iş’ arşiv olarak değerlendirilsin, istedim. Tez hazırlayan herkes, benim kategorize ettiğim konularda hiç ama hiç zorlanmadan bütün belgelere ulaşabilir. Bu iddiamın ve öngörümün nedeni, benim inanılmayacak kadar çok dış ve iç arşivde çalışmış olmamdır.
Bunların Türkiye bölümünü geçelim ama dışarıda çok çalıştım:
Pakistan (Karaçi), Lübnan (Beyrut), Libya (Tripoli), Tunus (Tunus), Cezayir, İtalya (Venedik, Roma Üniversitesi, İtalyan Dışişleri), Fransa (Bibliyotek Nasyonel, Fransız Dışişleri), Belçika (Dışişleri, Sosyalist Enternasyonal), İngiltere (British Library, Hint Arşivi, Oriantal Library), Almanya (Frankfurt ve Stutgart Kitaplıkları -14. yüzyıl kaynakları-, Münih Üniversite Arşivi), Arnavutluk (Devlet Arşivi), ABD (New York ve Washington National Library, İstanbul Konsolosluğu’ndaki Arşiv)…”

Yeni çalışmalar…

“Bir dönem Basın Ataşesi olarak görevli olmam bana çok yaradı. Bu olanağı iyi kullandığımı düşünüyorum… Çalışmalarımda beni yeni alanlara yönelten, Fransa’da Strazbourg Üniversitesi’nde yaptığım doktora oldu. Konusu ‘Fransız basınında Türk’ idi. 1470’den 1815’de değin olan süreci inceledim. Modern Türk, konum olmamıştı. Bu vesileyle gazeteciliğimi tarihçilikle pekiştirmiş oldum. Bu çalıştığım ülkelerin her birinde bu malzemeyi topladım. Yakınlarda dönem dönem bütün dünyada Türk’e nasıl bakılmış. ‘Türk Deyince’ başlığı altında birkaç ciltlik bir kitap da hazırlayacağım.
Belki biliniyordur ama ben söyleyeyim: Çemberlitaş’taki Basın Müzesi’ni de ben yaptım. Hani, örneğin; ilk gazetecilerden Ali Kemal için ‘hain’di derler ya; bu yanlış bir deyimdir… Ben gazeteci olarak fikrini açıklayanın böyle yaftalanmasını haz etmedim. Gazeteciler Cemiyeti, benim bu tezimle Ali Kemal’i ‘Öldürülen Gazeteciler’ listesine aldı. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasını elbette son derece saygı ile karşılıyoruz ama, 30 Ağustos gününe kadar Anadolumuz’un yarısı işgal altındaydı ve kendince çözüm önerenlere ‘hain’ denemezdi. Denmemeliydi… Son zamanlarda gazetelerimizde çıkan bu türden damgalamalar şaşılacak bir ölçüye gelmiş. Araştırdım. Hatta bu yüzden beni bir Tv’ye davet ettiler. Şöyle bir liste var:
2002’de 35 haber veya makale bulmuşuz ki, başlığında hain lafı geçiyor. 2003’de bu rakam 54 sayısını bulmuş. 2004’te 120 hain başlıklı yazımız olmuş. 2005’de hain lafının geçtiği makale ya da haber başlığının sayısı 230 olmuş. Tabii bunlar benim görebildiklerim… Bir o kadar da göremediklerimizi katarsanız, Türkiye toplumunda gerçek bir bunalım olduğu ortaya çıkıyor… Ayrı bir fikir ileri süreni hemen hainlikle yaftalıyoruz. 2006 rakamları da şöyle; 132 haber/yazı. Şu ana kadar ise 2007’nin rakamı 154… Bu çok vahim. Dolayısıyla Türkiye toplumuna tarihçi gözüyle bakınca, daha dikkatli değerlendirmeler yapmak gereği ortaya çıkıyor…”

Darıca’daki hayat…
“300 çuvalla baş başa kalmıştım. Mantıklı bir hayat değildi bu. Temizlikçi olmadan, kendi başıma yapabileceğimi çok aşan bir durumla karşı karşıyaydım. Artık bana ‘çok’ gerekli olmayan malzemeyi gönderdim. İzmir’e yolladığım 200 çuvalın dışında, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne de 50 çuvallık; sadece iletişim ve basınla ilgili ‘iş’ bağışladım. Hâlâ bana 50 çuval kalmıştı. Son çalışmalarımı bitirmeye çalışırken, rahat ve huzur bulacağım bir ortamı düşünmeye başladım. Genelde bir huzurevine insanlar, bir bavulla gider. Ben, 50 çuvalı kabul eden Darıca Huzurevi’ne gittim. Cemiyetimizin de kuruluşunda emeği olan bir huzureviydi. Orada bana iyiniyetli bir tutum aldılar. 15 çuvalımı odama taşıdık. Kalan da aşağılarda bir depoda özenle tutuluyor. Ayrıca bütün gündelik ve sağlık hizmetlerimin muntazaman görülüyor olması; benim çalışma tempomu hızlandırdı. Verimliyim ve memnunum. Şu anda 78 yaşındayım. Elimde yapmam gereken çok önemli projeler var. Çok da önemli arşivim henüz elimde. Birçoğu fotokopinin olmadığı zamanlardan kalma elle alınmış notlar. Başkasına da veremememin bir nedeni de bu. Bunların kaybolup gitmesine gönlüm razı olmuyor. Huzurevi’nin sağladığı iyi ortamda büyük bir hızla çalışıyorum. Orada bulunduğum son 7 ayda dört kitap çıkarmış olmam, -ki, bunların malzemesini hazırlamıştım, ama- huzurevi bana gerçekten huzur verdi. Verimli olmamı geliştirdi. İkinci Cumhuriyet tartışmacılarına ilişkin önemli belgelerim vardır. Demokrat Parti zamanından gelme bu tartışmaları (50’lerden beri) toplamışım. Böylelerine ilişkin bir kitabım geliyor: “Numaracı Tarihçiler…”
Sapasağlam bir bellek, pek çoğumuzda olmayan düzenli bir çalışma aşkı ve bunu her zaman büyük bir keyifle belli eden gülen gözler… Sorularımız kendi halinde bir sohbet açacak sanırken; muhteşem ve bir o kadar da değerli ve keyifli bir şöyleşi derinliği bulduk. Orhan Koloğlu’na yaşadığı hayatı bizimle paylaştığı için şükran borcumuz var. Binlerce teşekkürler hocam…
Bu arada aşağıda ‘kutu’ bilgi notları da ekledim. Kitapları arasında benim, Bileşim Yayınları için edötürlüğünü yaptığım ‘Türkiye Karikatür Tarihi’ ile evimde bulunan büyük boy ve çok emekle hazırlanmış olan Cihannüma (Boyut Yayıncılık) editörlüğünden söz edilmiyor… Tabii apayrı ve uzunca bir yazı konusunun da nesnesi; babası Sadullah Koloğlu’dur. Libya’nın ilk başbakanı. Bunu da siz araştırın… Eklemiş olayım…

Orhan Koloğlu kimdir?
Gazeteci, tarih araştırmacısı, akademisyen, yazar, bürokrat,  Basın Yayın eski Genel Müdürü (D. 11 Eylül 1929, Kadınhanı / Konya – Ö. 17 Nisan 2020, İstanbul). Tam adı Orhan Eşref Koloğlu, Galatasaray Lisesi (1947), İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü (1965) mezunu. Doktorasını Strasbourg Üniversitesinde yaptı. Tripoli (Libya) Al Fateh Üniversitesinde doçent oldu. 1974 – 1975 ve 1978 – 1980 arası basın yayın ve Enformasyon genel Müdürü olarak görev yaptı. 1947 yılından itibarenSon Saat, Yeni İstanbul, Yeni Sabah, Akşam, Milliyet, Barış, Aydınlık gazetelerinde muhabir, yazı işleri müdürü ve yazar olarak çalıştı. Roma, Karaçi, Paris, Londra ve Beyrut’ta Turizm ve Basın Ataşesi (1964-71); Milliyet gazetesinin Almanya baskısı yazı işleri müdürü ve Hürriyet gazetesi muhabiri (1972-74), Basın Yayın Genel Müdürü (1974-75, 1978-79) ve CHP’nin dış ilişkiler danışmanı (1975-77) olarak görev yaptı. 1978’den sonra Hacettepe, Anadolu, Marmara, Galatasaray, İstanbul, Libya El Fateh üniversitelerinde çalıştı.

Araştırmaları nedeniyle 1962 İstanbul Gazeteciler Sendikası Gümüş Kalem Ödülünü, 1986 İstanbul Gazeteciler Cemiyeti Araştırma Ödülünü, 1990 Yunus Nadi Araştırma Ödülünü, 1995 Sedat Simavi Sosyal Bilimler Ödülünü, Afet İnan Ödülünü aldı. Türkçe, İngilizce, Fransızca, Arapça dillerinde yüzden fazla bildiri ve makalesi uluslararası yayınlarda yer aldı. Tarihi ve sosyal konuları işleyen kırk iki kitabı vardır. İstanbul Gazeteciler Cemiyeti, Çağdaş Gazeteciler Cemiyeti ve Tarih Vakfı (kurucu) üyesidir.2001 yılında Reklamcılar Derneği Orhan Koloğlu’nun yüzyıllık reklam arşiv koleksiyonunu satın alarak “Türkiye’de Reklamcılığın İlk Yüzyılı: 1840-1940” adıyla hem bir sergi açtı hem de kitaplaştırdı.
ESERLERİ:
Araştırma-İnceleme:
Fikret Mualla (1968), Tarihte Aşk (1969), Le Turc dans la Presse Française 1470-1815 (Beyrut, 1971), Müthiş Türkler (1972), Türk Subaylarının Libya Savaşı Anıları (Arapça, Tripoli 1979), İslâmda Başlık (1979), Mazlum Milletler Devrimleri ve Türk Devrimi (1980), Mustafa Kemal’in Yanında İki Libyalı Lider (1981), Takvim-i Vekayi (1981), Muslim Public Opinion During Libyan War (1911-1912), Osmanlı Meclislerinde Libya (2 Cilt), Miyop Çörçil Olayı (1986), La Turquie en Transition (contribution, Paris 1986), Basımevi ve Basının Gecikmesi ve Sonuçları (1986), Abdülhamit Gerçeği: Ne Kızıl Sultan Ne Ulu Hakan (1987), Türk’ü Dünyaya Saydıran Adam (1988), 1911-12’de Karikatür Savaşı (1989), İlk Gazete ve İlk Polemik (1989), Abdülhamit ve Masonlar (1991), İttihatçılar ve Masonlar (1991), Türkiye’de Basın (1992), İslâm’da Değişim (1993), Gazi’nin Çağında İslâm Dünyası (1994), 1919-1938 Türk Çağdaşlaşması (1995), Avrupa’nın Kıskacında Abdülhamit (1998), Osmanlı Basınının Doğuşu ve Blak Bey Ailesi (çev. Erol Üyepazarcı, 1998), Reklamcılığımızın İlk Yüzyılı (1999), Kim Bu Mustafa Kemal, 1918: Aydınların Bunalım Yılı (2000), Ecevit ile CHP / Bir Aşk ve Nefret Öyküsü (2000), Kim Bu Ecevit? (2001), M. Fahri Tuncel – Çeşme- i Beyt-i Dilden Damlalar (Gönül Evinin Çeşmesinden Damlalar, yay.haz., 2003), Bir Garip Kişi-Fikret Mualla (2003), Osmanlı Meclislerinde Libya ve Libyalılar (2003), Abdülhamid ve Masonlar (2004), Avrupa’nın Kıskacında Abdülhamit (2005), Osmanlı’dan 21. Yüzyıla Basın Tarihi (2006), Cilbabtan Türbana Türkiye’de Örtünmenin Serüveni (2008), Fizan Korkusundan Libya Mücahitliğine (2008), Soros, CFR ve Arap Ayaklanması (Barış Doster, Haluk Hepkon, Mehmet Ali Güller ile, 2011), Tarih Boyunca Aşk (2004), Abdülhamid Gerçeği (2005), Dünyadan Çizgilerle Atatürk (2006), Sorularla Vahdettin (2007), Bilimselden ‘Medyatik’e Tarih (2009), Üç İttihatçı (2011), İslam Aleminde Masonluk (2012), Curnalcilikten Teşkilatı Mahsusa’ya, Osmanlı’dan 21. Yüzyıla Basın Tarihi (2013, 2015), Cumhuriyet Dönemi Masonlar (2013), İlk Gazete İlk Polemik (2014), Osmanlıcadan Türkçeye Okuryazarlığımız (2015), Lawrence Efsanesi (2016),  Türk – Arap İlişkileri Tarihi (2017).
Tarihi Roman: Cem Sultan, Loti’nin Kadınları (1999).

KORONA GÜNLERİ'NDE 1 TESELLİ (!) VE 1 ÜZÜNTÜ...

                              
     
                GÜRCAN ARITÜRK
      
                  Korona Günleri'nde bir iyi bir kötü haber! Ahmet Haşim'e göre sinemada film seyredememek pek bir şey kaybettirmiyor. Namık Kemal'in vurgusu ise, ''Tiyatro gibisi yok.''
                   Sinema yalnızca sözlüklerde tiyatrodan önce gelir denebilir yukarıdaki 2 yazar ve şairin tercihlerine bakarak.
                   Sözün aslı ''Aşk yalnızca sözlüklerde seksten önce gelir.'' diye bir duvar yazısı... Doğruluğu tartışılır. ''Seks'' olunca ''Aşk'' gidebilir de. Aşk ulaşınca bitebilir de.
                  Sinema veya tiyatro tercihlerinin !doğruluğu tartışılsa da tiyatronun sinemadan daha önce olduğu gerçeği tartışılmaz. Üstelik bence ''bir ata'' olarak tiyatro daha önemlidir. Çünkü aynı anlamda kullanılanlardan ''kurgu'' olsa da ''montaj'' yoktur tiyatroda.
                  Tiyatroya dayanmayan bir sinemanın ''sanatından'' bile kuşku duyulur sanıyorum. Fotoğrafçılığın sanat olup olmadığının tartışılması gibi.
                  Sinemanın tek üstünlüğü kalıcılığıdır belki ama tiyatro da ''sinemadan'' yararlanarak daha fazla etkisiyle kalıcı olabilir. Üstelik kalıcı olmak sanat eseri için tek ölçüt değildir. Bir de tiyatronun her gün üretilen bir sanat olması üstünlüğü ve zorluğu var.
                  Sinemayı sevmeyen Ahmet Haşim'in aşağıdaki sözleri koronalı günlerde kapalı oldukları için sinemada film izlemeyenlere belki ''mundar'' deme şansı ve ferahlığı verebilir! Teselliniz olsun!
                  Tiyatrosever Namık Kemal'in tiyatroyu yücelten sözleri ise canlı canlı tiyatro izleme keyfinin özlemini duyurabilir. Üzülebilirsiniz biraz.             
                  Ahmet Haşim: ''(Meşhur bir yazarın güzel sözleri).....bizi ışıklı perde üzerinde kımıldanan gölgelerin estetiğine azıcık olsun inandırmaya yetmedi. Gerçekten şiirde, resimde, musikide, hikayede konudan başka her öğeyi, yani doğrudan sanatı fazla ve rahatsız edici bulan halkın anlayışına pek uygun olduğu için sinema, günden güne, tiyatroyu hayat kaynaklarından mahrum edecek, elinden sanatçısını, seyircisini alacak ve sonunda özsuyunu kurutup öldürdükten sonra onun yerine geçecektir. Ama bundan dolayı 'Sinema'nın bir çeşit sahne üslubu oluğunu sanmak gerekmez.''
                 ''....Sinema ta temelde sanatın karşıtı ve düşmanıdır.....'sanat aşırılık ve abartmanın bir çeşididir; sanat bir yalandır'.... Fotoğraf aracının acımasız gözüyle biçimleri, görünümleri, olayları görüp saptayan sinema, bu bakımdan, kökleri ta insanlığın hüzün kaynaklarına kadar uzanan, zamanın başından beri var olan sanatın niteliğiyle taban tabana zıt bir amaca uymaya zorunludur. Gerçeğe küçülerek boyun eğişi, onu hayalin bağışına erişmek olanağından uzak bulundurur. Işıklı perde yüce yalanın göründüğü yer değildir. Onun için sinemanın yansımaları estetik anlamda güzel değildir, hatta sonsuz bir gelecekte bile bu yansımalar güzel olmayacaktır.''(1) 
                  Namık Kemal:''....Bence tiyatro bilgi ya da ahlak okulu değil, bir eğlencedir. Birtakım facialar oynanması da tiyatroyu eğlence olmaktan uzaklaştırmaz. Oyun yazarı insanoğlunu ne garip bir sınavdan geçirir, eğlenceli olması gereken şeyler gönüllerde en büyük hüzünleri yaratır.
                 ....Gene söylüyorum, tiyatro eğlencedir, ama aklın bulduğu eğlencelerin hepsine üstün, hepsinden yararlıdır...
                 Eğlencede ibret verici olmaktan büyük  ne yarar düşünülebilir?
                 Evet, işte eğlence bulunur, ama her eğlencede iş bulunmaz.
                 ....Tiyatro ete kemiğe bürünmüş şiirsel bir kurmacadır. İnsanı elinden tutup gönüllerin görünmez perdelerini açarak en gizli köşelere götürür. İzleyiciler insanlığın ahlakını içyüzüyle sahnede canlanmış görürler. Vicdanın en güçlü duyguları, ayrıca eğiticileri olan hayranlık ile nefret tiyatroda heyecanla yükselir. Bu heyecan kalbin en dingin ve duyarlı bir durumuna rastladığından etkisi fazla olur. Onun için de ahlak üzerinde tiyatronun etkisini gazeteler ile kitaplara üstün sayanlar vardır.
                 Ben de bu görüşe katılıyorum. Çünkü gazete ya da kitap okurken tiyatrolardaki gibi gözyaşı döküldüğünü görmedim.
                 Edebiyatçılar ile bilgelerin, ikiyüzlülük gibi, kıskançlık gibi kötülükleri oyuncular kadar aşağılayabileceklerini düşünemiyorum. Tiyatro yararlılığı açısından Avrupa'da uygarlığın yaratıcılarından sayılır.(2) 

(1)-Ahmet Haşim'in ''Gurebahane-i Laklakan'' kitabındaki 'Sinema' başlıklı yazıdan..   
(2)-Namık Kemal'in ''Tiyatrodan Söz Açan Arkadaşlara'' başlıklı makalesinden...