30 Nisan 2020 Perşembe

KORONA GÜNLERİNDE (6) PRENS ADALARINDA...






ADNAN GENÇ

30 Nisan 2020
(yeni1mecra.com)
Bence Prens Adaları adını verdiğimiz yerleşim yerleri, güzelim İstanbul’un; bu kadim kent kadar güzel ve değerli inci taneleridir…
Bostancı sahilinin 500 metre kadar açıklarındaki batık adamız Vorondosi’den başlayalım saymaya: ‘Marmara Denizi’nde, Bostancı’dan Kartal’a kadar uzanan kıyının karşısında halen 9 ada bulunur. Bunlar Kınalıada, Burgazada, Kaşıkadası, Heybeliada, Büyükada, Tavşanadası ve Sedefadası ile daha açıktaki Sivriada (Hayırsızada) ve Yassıada’dır. Adalar, yüzyıllar boyunca “Papaz Adaları”, “Ruh Adaları”, “Bahtiyar Adaları”, “Kızıl Adalar” gibi çeşitli adlarla adlandırılmıştır. “Papadonosia” ya da “Keşiş Adaları” denmesinin nedeni, Patrikhane’nin tehlikeli gördüğü bir Keşiş veya Papaz ortaya çıktığında, onu bu adalara sürgüne göndermesiymiş. Tabii sadece Papaz ve Keşişler değil sürgüne gönderilen… Roma (Bizans) döneminde Saray’ın uygun görmediği Prens ve Prensesler de bu adalara sürgüne gönderilirmiş. Bu adalara “Prens Adaları” denmesinin nedeni de bu olsa gerek!..’
Eskiden Büyükada, Prinkipo (Pityoussa);
Heybeliada, Halkis (Halki, Khalkitis);
Burgazada, Antigone (Antigoni, Panarmos);
Kınalıada, Proto (Proti);
Kaşıkadası, Pita;
Sedefadası, Terevinthos;
Tavşanadası, Neandros;
Yassıada, Plati (Plate);
Sivriada, Oksiya (Oxya) adıyla anılırmış.
Bu alıntıyı (kalyeta.com) sitesinden yaptım… İyi bir çalışma yapmışlar ama; açıkçası, bunların hepsini ben de biliyorum ve galiba gene hepsini, Adalar Belediyesi’nde Başkan Danışmanı olarak çalıştığım sırada, belediyenin Horoz Reis isimli teknesiyle hep gezmişizdir. Kimi zaman kültür bakanları ve İBB yetkilileriyle de olmuştur, bu geziler… Zaten, ayıptır söylemesi Yassıada’nın bugünkü iğdiş edilmiş hali o gezilerin eseridir, ne yazık ki… Bizim niyetimiz iskele, mahkemelerin yapıldığı spor salonu ve birkaç yapı ile oralara giden yolların ihyasını sağlamaktı…
                
                                          Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu
Bir yaz boyu çalıştım Adalar’da ve kimi geceleri de konakladım; fayton geçişleri, atların nal takırtısı bir tür Ada müziğidir bence… Turizm Danışmanlığım sırasında İBB gönüllüsü olarak da oraları gezip, at ahırlarının ıslahı için Orman Bakanlığı’ndan 400 bin lira para çıkartmış ve bütün bölgeyi tertemiz yapmıştık. Ne bilelim, İSPARK girişlere turnike koyup, atları Akbil basmaya zorlayacak… Neyse, Büyükada’nın hemen arkasında bulunan Sedef Adası (Hatta, Batılılar gibi söyleyeyim güney batı yönündeki Sedef Adası); pek az konutun ve insanın yaşadığı bir yerdir. Kış nüfusu 2 bekçi ve 2 de bahçevan olabilir… Çoğunu biliyor olmama karşın daha formel bir halde yayımlayalım, istiyorum. 11 yıl öncesinin Sabah gazetesindeki bir röportajdan alıntılıyoruz:
‘İstanbul’un simgesi gibi sıralanan Prens Adaları’nın en küçüğü, en zarifidir o. (Kadıköy’den gelirken) Sırasıyla Kınalı, Burgaz, Heybeli, Büyükada uzanır, en sonunda da onu görürüz. Gündüzleri uzaktan bakıldığında sahilde hiç bina görülmediği için bilmeyenlere ıssız bile gelebilir. Ama güneş batıp, hava karardıktan sonra bir bir ışıkları görülmeye başlar, boş olmadığını anlarsınız. Üstelik bir de dolunay zamanıysa, o zarif, kalemle çizilmiş gibi düzenli ada, iyice gizemli bir hale dönüşür. Akşam belli bir saatten sonra da neredeyse karayla tüm bağı kesilir. Hep merak edilmiştir: Kimler yaşar? Nasıl bir düzen vardır orada? Neden oraya yerleşmek, diğer adalara olduğu kadar kolay değildir? Sabah plajına gelenler, neden güneş batmadan adadan ayrılmak zorundadır?
Sedef Adası’nın ‘özel’ bir ada konumunda olmasının tarihsel bir nedeni var. Bizans döneminde sürgün yeri olarak kullanılır, Osmanlı’da da ilgi görmez. Kaynaklara göre Sultan Abdülmecid, adayı 1850’de damadı Fethi Ahmet Paşa’ya hediye eder. Fethi Ahmet Paşa’nın soyundan Şehsuvar Menemencioğlu ve kardeşi Reyan Şehsuvaroğlu, 1956’dan itibaren adayı ağaçlandırıp yaşanılır hale getirir. Adanın ilk sakinleri, Şehsuvar Bey’in yakınları ve üniversiteden sınıf arkadaşlarıdır. Birkaç ev derken, 1960’tan sonra evlerin sayısı artar. Şehsuvar Bey’in 1986’da vefatından sonra da adanın sahipleri, Reyan Şehsuvaroğlu’nun çocukları Esra Bereket ile kardeşi Mehmet Birgen olur. İngiltere’de yaşayan ama her yaz adaya gelen Esra Hanım’ın yıllar önce evinde verdiği partiye katılan ünlüler arasında Bo Derek, Ursula Andress, Sean Connery de vardır.

Ev almak kolay değil

Bostancı’dan kalkan, Heybeliada ile Büyükada’ya da uğradıktan sonra Sedef’e de gidecek ilk vapur olan saat 10.20 vapuruna, sanki Robinson’la tanışacakmış gibi heyecanla bindik. Heybeli ve Büyükada’dan sonra vapurda kalan 10-15 kişiyle bir saat sonra Sedef’teydik.
İskeledeki kulübesinde diğer adalarda olduğu gibi adı yazmıyor. Sadece sol tarafta, kayaların üstünde ‘Port Sedef’ yazılı bir tabela var. İskeledeki merdivenlerden çıkarken bir görevli tek tek yolcuları kontrol ediyor. Sonra bir film platosu kadar düzenli, temiz, selviler ve zakkumlarla çevrili küçük bir meydana çıkıyorsunuz. Özellikle selviler, üzerinde durulmayacak gibi değil; adanın neredeyse tüm dokusunu yansıtan bir figür.
Meydanın tam karşısında, ağaçların arasından ‘bakkal’ yazısı okunuyor. Adanın yegâne bakkalı olduğuna dikkat çekelim. Sağ taraftan, adanın tek halk plajı ve gazinosuna doğru bir yol uzanıyor. Meydanın solundan da adanın yine tek lokantası olan Port Resort’a gidiliyor.
Ada sakinlerinin evlerinin olduğu özel bölüme geçmek yasak. Girebilmek için ya eviniz olmalı ya da misafir olmalısınız. O tarafa yöneldiğinizde, ‘özel bölüm, izinsiz girilmez’ yazan tabelanın önünde hemen bir görevli yanınıza yaklaşıp, kime geldiğinizi soruyor. Öyle sadece ismini söylemeniz de yeterli değil, soyadını bilmeli, hangi yolda, kaç numaralı evde oturduğunu da söylemelisiniz. Adada yaklaşık 100 ev var. Susuz, ağaçsız, ulaşımı zor, ‘cefalı’ denilen yıllarından sadece bir iki aile kalmış. İlk sakinleri, birer birer hayattan ayrılırken evleri çocuklarına kalmış. Onlar arasından da yurtdışına gidip dönmeyenler, evlerini satanlar olmuş. Sezonluk kiralanan ev sayısı çok az. Ama eğer ada hayatını sevdiğiniz için hayal ettiğiniz yazlık evi almayı düşünüyorsanız sakın o kadar kolay zannetmeyin. Önce ada sakinlerinin sizin orada yaşamaya uygun olduğunuza emin olması gerekiyor. Sonra da cebinizde en az 500 bin dolarınızın olması…

Kuş sesinden başka ses yok
Sedef Adası Derneği’nin yönetimi, adada yaşayanların hayatını kolaylaştırmak için her şeyi düşünmüş. Adada güvenlik, temizlik, taşıma, düzen onların sorumluluğunda. Her evden belli bir aidat toplanıyor ve bu hizmetler için kullanılıyor. Görünen o ki her şey ince ince planlanmış ve saat gibi işliyor. Ada sakinleri daha motordan iskeleye adımını atar atmaz karşılanıyor, küçük bir araca bindirilip evlerine kadar bırakılıyorlar. Ayrıca her gün evlere uğranılıp, ihtiyaçları sorularak ada bakkalından temin ediliyor. Adanın itfaiyesi ve sağlık ocağı da dernek tarafından temin edilmiş. Sedef Adası’nı diğer adalardan ayıran en önemli özelliklerinden biri de fayton olmaması. Her evde bisiklet var. Bir de derneğin yönetimindeki akülü, küçük bir araç. Bütün taşımacılık onunla yapılıyor.
Evler, üst üste dört ayrı yolda sıralanıyor. Her yolun arasında çamlar, zakkumlar yükseldiği için evler birbirini çok fazla görmüyor. Çakıl ve Taşlık adında iki özel plajları var. Fayton olmadığı için de çam, lavanta ve biberiye kokularından başka bir koku yok. Sokaklarda kedi, köpek görmek mümkün değil. Çünkü dernek, evcil hayvana izin verse de kuş, kelebek, sincap ve kaplumbağa dışındaki sokak hayvanları diğer adalara götürülüyor. Evlerden ne bağırış ne çocuk çığlığı ne de kulak tırmalayan gürültüde müzik sesleri duyuluyor. Sanki herkes kendi huzuru kadar başkalarının huzurundan da sorumlu. Ya da İstanbul’da hasret kaldığımız bülbül seslerinden başka bir sese izin yok. Kısacası Sedef Adası, gerçekten doğayı ve huzuru sevenler için daha çok uzun yıllar korunacak gibi görünüyor…

Adanın ünlüleri
İdil Biret, Gündüz Vassaf, Orhan Pamuk, Bennu Gerede, Yahşi Baraz, Ayşegül Sarıca, Prof. Arif Esin, heykeltraş Zerrin Bölükbaşı ve Ressam Ercümend… Azıcık soluklanalım ve Vasiliki’den ‘Yarim İstanbul’u Mesken mi Tuttun’ şarkısını dinleyelim… Kalmuk; 50 küsur yıllık imarlı yerleşim tarihinde buralarda yaşamış ve/veya yaşayan isimler…’
Bilerek bu kadar ayrıntılı bir alıntı yaptım… Sedef Adası pek az bilinir… Ve neredeyse iyice özel bir ada olduğu için kimsenin aklına gelmez, hadi gidelim de ‘suya dalalım’, diye…
Belediyede çalışırken, Kadıköy’den binerdim… Liseli çocuklar, biz vapura binerken ‘Abi (Amca diyen hergeleler de oluyordu) burası Adalar mı?’. Ben de yok, Kadıköy yazıyor baksanıza derdim. Öyle kalabalık olurduk ki, bir babanın yamacında ancak giderdim. Kınalıada’ya gelince, ‘Hadi bakalım, adaya geldik’ deyince, vapurun yarısını inerdi… Korkardım batarız diye ve bu amme hizmetini gönüllü her seferinde yapardım. Keratalar öğrensinler biraz.. Akıllı başlı çocuklar olursa, beyinlerini düğümler, tonla bilgi yıkardım önlerine.. Hizmette sınır yok yani ama seçiciyimdir…
Yolculuğa Kadıköy’den başlayalım, sanki Sedef Adası kaçacak.. Ama biraz haklılar çünkü fay hattına en yakında onlar var… 15 km arkalarında ve muhtemelen bir o kadar derinde duruyor bela…
Hadi ‘Ada Sahilleri’ şarkısıyla başlayalım. Ritm saza vurulduk da ondan çalıyorum…Ada yolculuğunda, yani özellikle yazın sanki şartmış gibi on saniye sonra dümbelek çığırtkanları patlar ve arkasından da göbek atmalar başlar. Yahu bu kadar mı hazırsınız dansa, muhabbete. Ayıptır söylemesi zaten Düriyemin Güğümleri’nden öteye geçmeyen bir kültür alt yapısıyla yola çıkmışlardır… Kınalı’ya yaklaşınca indiririz onları… Ama biz de ineceğiz yahu… Bu adanın yolları hayli yokuşlu olduğu için güzelim faytonlar (inadına fayton övgüsü yapıyorum) olmaz; belediyenin minnacık bir minibüsü bedavasından yolcu taşır ve dolanır durur…. Haa ayıptır söylemesi bütün Adalar için ve kimi küçük turistik beldelerdeki ambulanslar için de şöyle bir dedikodu vardır: Bu kadar hastamız yok ama ambulanslar taksi gibi çalışıyor, galiba. Nereden bileceksin, dedikodu işte… Ada halkının en bilinen yanı İstanbul’un kadim topluluklarından Ermeni halkının ağırlıkla burada yaşamasıdır… Kimi yaz-kış oturur, kimileri de sadece yazları… Varlıkları, adanın her sokağına sinmiştir. Var olsunlar ve kültürümüzü zenginleştirmeyi sürdürsünler… Elbette azınlık grupların hepsi, bütün adalarda bulunur ve kendi kültürlerini olabildiğince yaşamaya ve yaşatmaya çalışır… Rumlar, Yahudiler, Süryani ve Ermeniler…
Burgazada’da bir de Cemevi vardır… Bütün adalarda yapacağınız en temel şey, bir biçimde yukarılara çıkıp yürüyerek aşağılara inmek ve adanın olağanüstü ve henüz bozulmamış olan mimarisini gıpta ile izlemek; fotoğraflayın veya çekin portatif iskemlenizi, başlayın resmetmeye… Haaa, elbette bisiklet kiralayıp oflaya puflaya tepelik bir sokaktan aşağı, kollarınızı ve ayaklarını iyice açıp kafayı gözü yarabilirsiniz de.. Yeter ki, ölmeyin… Kimse size ne yapıyorsun hemşerim demez; yeter ki, ada sakinlerinin bahçesinde piknik yapmaya kalkmayın ve çöpünüzü de ormana bırakmayın. Özel ekip var, fena sopa yersiniz söyleyeyim… Hatta, kıtlık çıkmış gibi oturduğunuz mahallelerden su falan taşımayın. Sessiz Belde olması gerekirken ne yazık ki, tonla market ve bir o kadar da kamu aracı da var…
Sevgili dostlar yazıları peş peşe yayımlayınca; hepsini oturup da bir ay içinde ferahfeza yazmak yerine günlük yazmaya çalışınca, yoruluyorum… Ve size bir çeşit koordinatları vereyim; sizler de, araştırın, bakının, yerlerini saptayın ve öyle gezinin. Yoksa örneğin buradaki pek çok kilise elbette ki faaldir ve ayinlerini izleyebilirsiniz. Hatta bazılarında klasik müzik konserleri bile yapılır.. Bunlara kadar detayla bir harita sunamam size. Meraklısı bulur… Fotoğrafevi’nin ortağı ve işletmeciyken, gezeceğimiz her yerin detaylı bilgisini yazar ve bir çıktı alıp, konuklara verirdim. Çok işe yarardı. Kendileri bizden sonra da oralara giderdi. Tabii abartıp, ben rehberim deyip, işyerindeki zevatı toplayıp gezdirenler de olurdu…
1852’den beri Şirket-i Hayriye vapurları düzenli sefer yapar ama, niyeyse şimdilerde Adalar’a mümkünse gitmek istemezler… Yani eski İBB zamanında, muhtemelen azınlıklara hizmet vermek istemezlerdi. Hatta yerli belediye bir caddede bir işlem yapacakken; burası büyükşehir ait deyip sabaha karşı onlarca zabıta ve polisler sokakları basarlardı… Neyse, küçük de olsa sıkça kalkan bir tekneyle Burgaz’a giderken, ‘Ada Sahillerinde Bekliyorum’ şarkısını dinleyebiliriz.
Ada kültüründen uzaklaşmamak lazım… Yani, ne bileyim Bob Marley falan şart değil. Havayı pekiştirelim… Kitap okumak isterseniz de epeyce ada kitabı vardır. Hem, Ada Vakfı’nın yaptığı yayınlar hem de yerlisinden kitaplar. Büyükadalı Fıstık Ahmet’in şahane kitapları ve güzel dostum Alberto Modiano’nun anıları…
Sahil bandı en küçük olan Burgaz’dayız… Burada fayton var ama yakın sokakları yürüyün hele.. Bakın solda koca gövdeli bir ağacın altında Cemevi var… Ya da biraz daha yukarılarda sokaklarının iki ucu iyice güvenlik altına alınmış, Yahudi çocukların üç katlı yazlık eğlence tesisleri… Bir keresinde girip, bir etkinliğe katılmıştım… Hahambaşı İsak Haleva pırıl pırıl bir konuşma yaptı. Sonrasında herkes tarafından hepsinin para babası sanılmasını tersyüz eden biri çıktı ve okul için para yardımı istedi… Günümüzü iyi bilen ve genetik olarak özgün bir zekâyı sahip olan hahambaşı, ‘Akşam Allah’a bir eposta atacağım. O bana, ben size’ deyip, sıyrılıverdi para ödemekten… Azınlık (ki, bu cemaat kendini ‘resmen’ azınlık saymaz) topluluklarının Ramazan aylarında iftar vermesine hep şaşırmışımdır ama içlerinde yaşadıkça, korkuyu ve çekinceyi anlarsınız… Sokakta iki araba toslaşsa veya birileri sesini yükseltse, usulca kalkıp bize mi geliyor diyenler, hep olurmuş… Bu acıyı yaşatan ve sürdüren vicdansızlara ne derseniz, deyin…
Burgazada’yı daha fazla uzatmayacağım. İki özgün koordinat noktası ve gerisi size kalmış… Mümkünse, bir ortama ilişkin ruh halimi size aktarmaya çalışıyorum. Hadi Heybeli’ye giderken, gene müziğe kulak verelim: Janet ve Jak Ensemble’den, bir Neveser Kökdeş bestesi: ‘Kuş Olup Uçsam, Sevgilimin Diyarına’…
Burgazada’dan ayrılırken, tepelere değerli öykücümüz Sait Faik’e ve gazeteci dostumuz Reha Mağden’in aziz ruhlarına el sallayalım… Güzel insanlarımıza…

Heybeli mi desem, Heybetli mi? İskele’nin solunda bulunan Deniz Lisesi (umarım duruyordur), beni hep etkilemiştir. Binaları; bahçesindeki mimari ve mobilyaları… Bir vakitler komutanı üst kat komşumuzdu da gidip köşe bucağını bir erle gezmiştim… Sahici ve modern bir eğitim yuvasıydı…
Ohhh iyi ki gelmişiz deyip bir kafeye geçiverin. Denizi, genel manzarayı ve yerli halkından bisikletle dolaşanlar, sohbet edenler, kahve halkının bin bir konudaki muhabbeti… Ben kulak vermeyi severim. Dinler ve çevreme bakınırım… Avukatımın evine mi çıksam; Evrensel gazetesinin kuruluşuna mühür vurduğumuz iki günlük, Halki Palas muhabbetine mi, bilemedim… Kulaklarımızda da yukarıdaki gruptan: ‘Yo Era Ninya’ olsun. Hadi, adagazetesi.com adresine başvuralım ve Halki Palas bilgilerini genişletelim:
‘Heybeliada Halki Palas Oteli’nin 10 Mayıs 2016’da kapanacak iddiaları Heybeliadalılar arasında kulaktan kulağa yayıldı. Halki Palas, bu tarihten sonra misafir kabul etmeyecek dahası sürecin sonucu nasıl tamamlanacağı belirsiz. Otelin ilk sahibi Romanya uyruklu un tüccarı Aristodimos Kozmetos. Varisleriyle ilgili mülkiyette ortaya çıkan ve gelişen hukuki anlaşmazlık bulunuyor. Diğer adıyla Uçurum Manastırı diye anılan ve bu lakabı uçurumun kenarında konumlanmasından alan Aya Yorgi Manastırı, 1500’lerde inşa edilmiş pembe renkli bir mimari ve ağaçların arasındaki muhteşem manzarası ile hem doğaya, hem de tarihi bir yapıya tanıklık etmenize olanak tanıyor. Özünde, Aya Triada isminde bir 9. yüzyıl inşası olan bu yapı, zaman içerisinde din adamı yetiştirmek amacı güden bir Rum Ortodoks Ruhban Okulu görevi görmüş; ancak kapatıldığı günden bu yana konferans, sergi ve festival gibi çeşitli etkinliklere ev sahipliği yapıyor. İsa’nın on iki havarisinin tasvirine ev sahipliği yapan Aya Nikola Rum Ortodoks Kilisesi kıpkırmızı görkemli yapısı ve Rum üslubuna uygun mimarisi ile Heybeliada gezilecek yerler arasında öne çıkıyor.
Denizcilerin azizi olarak bilinen Nikolaos’a ithafen yapılan bu kilisenin iç mimarisinde altın yaldızlı kabartmalardan mermerlere liturjik öğelerden barok detaylara kadar özenli bir mimari sizleri bekliyor. Devam ediyoruz:
Geçirdiği bir rahatsızlık sonucu inzivaya çekilmek için Heybeliada’nın temiz havasını ve doğasını seçen İsmet İnönü’nün yaşantısına ve Atatürk’ün hediye ettiği ev mobilya ve eşyalarına bugün tanıklık etmenize olanak tanıyan İsmet İnönü Evi Müzesi, tarih boyunca sahne olduğu hayatta kesintileri dün gibi gözler önüne seriyor (Vakıf binası ve bahçesi hem bir müze gibidir; hem de özellikle yazları çok sayıda etkinlik yapılır, bilesiniz)…
İtalya’dan getirilen mermerler ile neoklasik tarzda yapılan Süslü Mezar (Kangelaris Ailesi Anıt Mezarı), hüzünlü bir aşk hikâyesine dayanıyor. Spyridon Kanglaris ve öldükten sonra hemen yanına defnedildiği eşi Sebaste Kangelaris Pellone‘un mezarlarına ev sahipliği yapan Süslü Mezar, görkemli yapısıyla Heybeliada’ya gelen tüm ziyaretçilerin akınına uğruyor.’
Bu arada zahmet edip, Hüseyin Rahmi Gürpınar evini ve Heybeliada Camii’ni de bulabilirsiniz..
Adalar’da bir gece konaklayın bence. Bunu hepsinde yapabilirsiniz ama benim tercihim; konaklama tesislerin çokluğu açısından Büyükada. Yoldayız… Geceleyin diyor olmam; kıyıdan biraz içerlerde olmaya bakın; yürüyün veya ve adanın kimilerinizi ürkütebilecek derin sessizliğini dinleyin… Gündüzleri kuyruğa girin ve fotoğraf heveslileri nereye seyirtiyorsa, takılın peşlerini. İki kare de siz çekin..
Yalnız çok rica ediyorum, iskeleden inip de şak diye fotoğraf işine girişmeyin. Sabır, iskele karşısındaki saatin hemen arkasındaki şahane pastanelerden birinde oturun ve insanların telaşlı koşuşturmasına bakının… Bin kişi geçse, ‘Ahan da şu üç kişi ada yerlisi’ dersiniz. İzleyin, yavaş yavaş makinanızı açın… Tamamdır. En önce karşı sol köşenizdeki Princess Oteli’nin pencerelerine bakın ve oda fiyatını bana sorun: Yüzlerce lira… Olsun, ne gam. Böyle bir binayı ayakta tutmak kolay mı?
Sola dönün şimdilik ve çarşının keyfini sürün; nasıl olsa geceleyeceğiz ya, kalacak yer de bakarsınız. Solda bir PTT binası var ama önde sahilde de var; aynı binanın devamı. Zamanında İnci Pastanesi’nin rahmetli sahibi Luka Zigoridis’in pastanesinin Ada Şubesi… Azınlıklar mal satanken, bir başka azınlık satın almıyorsa illa önce devlet talip olur ve muhtemelen bedavaya kapatırmış. PTT olması bundan… Çarşıyı bitirin ve ileride solda bembeyaz bir konak gibi duran büyücek belediye yapısına yanaşmayın, beni çalıştırıp paramı ödemeyenler bunlar. Davayı da kazandım ama hava aldım, şimdilik.
Sola sahile inin, epeyce balık lokantası var ama sizi yazar Fıstık Ahmet’in yerine götüreceğim. O malum belediye binasının önünden geçin ve ileride görürsünüz zaten. Haftasonu keyif erbabı sokağa bile taşmış ve canlı müzik dinliyordur… Keyfiniz daim olsun… Sabah erkenden uyanın ve kahvaltı sonrası ilk fotoğraflarınız için sokakları arşınlayın… Bahar veya yaz aylarında gittiğiniz ya, ‘Ulen şu evde otursam ömrün uzar’ diyeceğiniz yerleri dolanın… Adanın kültür sanat organizasyonu da çoktur… Mutlaka birinden birine rastlarsınız. Ada Vakfının geniş bahçesi her zaman bu etkinliklerle dolaş, taşar. Sahici bir yönetimi vardır çünkü…
Aya Yorgi’ye çıkmak hayli meşakkatli artık. Bir yıldır gidemediğim için fayton olmayınca ne yapılıyor henüz bilmiyorum. Ama sora sora Bağdat nasıl bulunuyorsa, tepedeki kiliseyi de bulur ve yanındaki kilise vakfının işletmesinin masalarına kurulursunuz. Karşı yakanın betonlaşma faciasına pek bakmayın. Bol çeşit ve dolu tabaklarınızla mezeleriniz gelsin, dem saati… Hadi bir de şarkı dinleyelim: Haig Yazdjian & Fide Köksal – Yareh Mardou Yara Kuta. Şarkıyı İzmir güzel Fide’den bilerek seçtim; ada kültürüne doğrudan ait değil ama belki bilmeyenleriniz vardır… Fide Köksal, İzmir’den bir turneye gidiyor ve Yunanistan’da kalıyor. Şu an pek sevilen bir yıldız şarkıcı… Hatta, oralardan evlendi. Hadi dinleyelim…Büyükada’nın genel bilgilerini belediye sitesinden almanızı öneririm. Hayli ayrıntılı ve doğru bilgiler var. Gene kiliseleri, sinagogları ve bir camii ile tarihi konakları, okulları ve nicesi… Yoruldum dostlar… Soluklanıp Sultanahmet ile bitirelim… Talep geldi ve hayatımın bir 12 yılı oralarda geçti. Milliyet, Cağaloğlu’ndayken… Pardon, kararım değişti. Bugün son… Yazılarımın bıraktığı lezzetin yavanlaşmasına izin vermemek gerekir. Biraz soluklanayım ve hepsini yazdıktan sonra tek tek yayımlayalım… Söz; önce, Sultanahmet ve sonra Şişli-Kurtuluş… Tuzla ve bütün sahilini yazarım ama ‘Hadi usta, Şifa’yı da yaz, Tepeüstü’nü donat’ demeyin. Herkese sevgiler…

29 Nisan 2020 Çarşamba

KORONA GÜNLERİNDE (5) BOĞAZİÇİ, CANIMIN İÇİ...


Adnan Genç

29 Nisan 2020
(yeni1mecra.com)

Şimdi de karşı kıyıdan dolanıp Salacak’a kadar gelelim… Bir küçük tekneyle, Beykoz’a geçelim ve arabamıza binip Anadolukavağı’na gidelim. Hep denir ya buralar iyi ki askeriyede kalmış, diye. Orman içinden ve bol ağaçlıklı bir bölgeden geçip; kıyıya ve sağa dönünce de minnacık köye geliriz… Şöyle yazsam, turizmi iyice baltalamış olur muyum bilemem ama buranın esnafı, dayanılmaz görgüsüzdür… Pahalıcı olmayı marifet sayarlar… Yahu bu soğuk dersiniz, sıcakları turistlere verdik diye, şımarıklık yaparlar. İçinde yerli iki tatlı esnaf da olabilir… Hadi onları bir kenarda tutalım… Mümkünse masa keyfinin en şahane beldelerinden biridir ama size hayatı zehir ederler… Dondurma alırsınız, eve kadar götürüp buzluğa koyalım da gelecek yazın yer, hava atarız dersiniz… Vakti zamanının ahım şahım ‘turizm danışmanlarından’ biri olarak epey atıp tuttum ama gerçek bu…
Gene bi’vakitler az daha buradaki askeri hapishaneye düşecektim; Kabakoz’a. Deniz kenarında kumsalda vakit geçirecektik ama ben muazzaf olmayınca, Selimiye Kışlası’nda kulelerden birinin en altındaki at ahırlarında kaldım. Diğer solcu subaylar da toptan oraya alınmıştı… Ne çok satranç şampiyonası yapmışızdır onlarla; biri biter diğeri başlardı… Kabakoz ve mahalle arkamızda kalsın, tepelere tırmanıp Karadeniz’e ve çevreye bakınalım. Bu arada Beykoz’dan buralara gelen yol üzerinde Yuşa Tepesi de vardır. Çevre esnafın ürettiği ve boyu 4 metreyi bulan bir ulu abimiz… Hadi bu küçük ve şirin Boğaz köyünün ilgilerini buraya işleyelim: Anadolu Kavağı meydanında 18.yy.dan kalma Cevriye Hatun Çeşmesi ayrıca görmeye değer. Ayrıca 1593 yılına ait Midilli Ali Reis Camii de tarihi eserler arasında. Ayrıca askeri alanda yer alan Marko Paşa Köşkü de meşhur yerlerden. İskele meydanına Marko Paşa adı verilse şahane olur… Yoros (Ceneviz) Kalesi de ayrıca görülebilecek yerler arasında. Hani ‘Sünger Bob’a benzetilmişti ya yeni hali, orası işte… Burada hem Karadeniz hem de Boğaz’ı muhteşem manzara eşliğinde seyredebilirsiniz. Anadolu Kavağı’ndan Karadeniz tarafına doğru gittiğinizde ise diğer şirin yerlerden Poyrazköy ve Anadolu Feneri’ne ulaşırsınız.
Karadeniz demişken, hem de görür görmez; denizin hırçın dalgalarına koşut bir müzik istemez mi? İster, efendim… Kâzım Koyuncu kardeşimizden bir şarkı: ‘Hayde’… Biraz rüzgâr olsa da fotoğraf çekmeye engel değil… Yokuş aşağı salalım kendimizi ve bu güzel mahalleden usulca ayrılalım… Ormanlık yolu da geçip, Beykoz, Papazın Çayırı’na inelim. Sonra izin verirlerse, Beykoz Kundura fabrikasına girer ve sözlü tarih çalışması yapan arkadaşlardan bilgi alırız. Belli mi olur, belki de bilgi veririz… Çayıra gelince. Yağmurlu bir günde burada bir parti mitingi izlemeye gelmiştim. Gazeteci olarak. Birkaç meslektaş ile baktık ki, koca çayırda garibim ‘kitle’, sinek pisliğinden hallice duruyor. Bin kişi var ama çayır büyük… Polonezköy’ün tarihi ve sosyal yapısını araştırmaya kaçmıştık…
Beykoz, On Çeşmeler’e dönüp, oradan Polonez’e uzanır ve uygun bir yerlerden gene sahile ineriz. Beykoz meydandaki önemli bu eser hakkında da el alıp, buraya ekleyelim: ‘Yapıda barok üslûp özellikleri görülmektedir. Geniş saçaklı bir çatı altında yer alan çeşmenin sofa kısmının eni 6, boyu 8, yüksekliği 4 m. kadardır. Bunun ardında su haznesi yer alır. Haznede toplanan su tunçtan yapılmış on adet lüleden sürekli akmakta ve bundan dolayı yapı “Onçeşmeler” diye anılmaktadır. Lülelerden ortada bulunan iki tanesinin çapı diğerlerinden daha geniştir. Lülelerin sıralandığı, hazne duvarıyla ortak olan bu muhteşem cephe kaliteli mermer levhalarla kaplanmış, çapı geniş olan iki lüle dilimli bir kemere sahip sağır bir nişin içine alınmıştır. Sığ bir tekneye akan suyun taşan kısmı, mermer döşemeye oyulmuş “T” şeklindeki bir kanalcık vasıtasıyla denize yollanmaktadır.’
Hep geçmişsinizdir ama hem tarihi hem de mimari özelliklerini zahmet edip aramamışsınızdır… Pek çoğumuz gibi. Çeşmenin arkasındaki güzel mahalle içinden geçerek Polonez’e gidiyoruz. Fakat, bildiğiniz yol, artık bildiğiniz yol olmaktan çıkmış. Yol boyu yapılmış birbirinden anlamsız hırsızlama evler ve bahçeleri, buralarda doğal işaretler üzerinden köye gitmeye çalışanları şaşırtıyor artık. Neyse, tabelaları izleyerek ve söylenerek Polonez’e girdik. Hemen girişinde sağda bir kilise vardır ve her zaman açık olmaz. Papazı çoğun Beykoz merkezdeki görev yerinde olurmuş… Biraz ilerleyince Anı Evi’ni görürsünüz. Polonya kökenli köylülerin; köyde yaşayan yaşlı bir hanımın ve diğer geçmiş atalarının anısına yaptıkları minnacık bir etnografik müze.. Muhtar yardımcı oluyor ve gezme olanağı buluyorsunuz. Muhtarı da bulursunuz, meydanda… Polonezköy 1830 Polonya Ayaklanması sırasında hükümet başkanı, daha sonra da Polonyalı sürgünlerin siyasî lideri olan Prens Adam Czartoryski tarafından 1842 yılında kuruldu. Köyün adı kurucusunun adı olan Adam’dan dolayı Adamköy (Lehçe: Adampol) olarak türetilmiştir. Bu isimde temiz bir otel ve tonla pansiyon bulursunuz. Lokantaları gündüz de hizmet veriyor… Ata binip gezmeniz de mümkün ama (neyse at koşmuyor), çevre güzelliklerini keşfetmeden dönmeyin… Şahane mimarideki binalar ve illa ki, meydanda bulunan Leo’nun Yeri… Dünyada huzur bulacağınız nadir yerlerden biridir ve yemek sonrası kendi yapımları olan vişne liköründen ikram etmeye bayılırlar… Leo beyin babası anlatmıştı… Köyün tarihini ve talihi, hem imrenerek dinlemiştik, hem de sahip çıkma bilincinin ne kadar yüksek olduğunu konuşmuştuk. Sohbetin bir yerinde İTÜ’de mühendislik okuduğunu ve önemli bir elektrik firmasından emekli olduğunu söyleyince, hayal kırıklığı yaşamıştık. Hep süt sağıyor sanmıştık çünkü. Hatta, köy eğlencelerinden söz edince konuklardan birinin sorusuna epeyce gülmüştü: Ezberimi bozdunuz yahu, deyivermişti. Her yaz ve hafta sonları köyün en yaşlısının evinde toplanır ve müzik yapıp dans ederlermiş. Köyün en yaşlısı birkaç yıl yaşarsa, zaten kafası davul olup gidecek demişti konuğumuz…
Bir biçimde Paşabahçe’ye indiğimizi var sayalım… Kapatılmış olan cam fabrikasına girip gezinmek mümkün tabii (koca bir mahalle çünkü), ama iyice yıkık halde. Kristal-İş’in burada hemen her dönemde grevi olurdu. Sendika eğitim uzmanı iki dostumuz da hep görev başında olurlardı. Bir keresinde günlük çıkan ve grevden haberleri veren duvar gazetesi bile yapmıştık…
Paşabahçe’yi çıkarken, yokuşun dönemeç başında yıkık olan binasından Tekel Rakı Fabrikası’ndan anason kokulara etrafa yayılırdı ve büyüyünce ben bu meretten içerim, demiştim. Bir yudum bile alamadım valla… Hemen fabrika arazisinden az sonra da İBB tesisleri var. Hafta arası bile bu ucuz, leziz ve şahane mekânda yer bulmanız zor olabilir. Henüz rakı servisi yapmıyorlar ama bütün hikâyelerimizdeki en ucuz yer burası…

Tekrar yola çıkıp, Hayal Kahvesi işletmesi olan Çubuklu 29’u da analım. Sinema yönetmeni dostumuzun işletmesinde deyip, ilerleyelim. Meraklısı girer bakar… Çubuklu’ya geldik ve artık kıyı boyunca amatör balıkçıları görürsünüz… Tepelerde Hıdiv Kasrı ve eteklerinde önce işçilerin (Beykoz Kundura ve Paşabahçe Cam Fabrikası işçilerinin) kooperatif kurarak tarumar ettiği siteler ve sahile yakın tepelerde de Doktorlar Sitesi olarak bilinen deniz üstü villalar. Boğaziçi’nin kalbine bir hançer gibi saplanan ve bence birer imar suçu olan konutlar…

Kanlıca’ya gelip de pudra şekerli yoğurt yemeyen yoktur. Kimse de beğenmez ama adettendir… Soluklarken bir şarkıya kulak verelim: Bir Avni Anıl bestesinde, Zeki Müren okusun: ‘Kanlıca’… Semti arkamızda bırakırken, 20 yıl kadar önce bütün Boğaz’da kimi sahil noktalarına dikilen abullabut gözlem kulelerinden söz edelim. Buradakini protesto etmeye çalışmıştı semtin halkı, ilk yerel eylemlerinde. Hayatları boyunca unutamayacakları bir dayak yemişlerdi ki, hâlâ anlatılır…

Yalılar boyunca gidelim ve tam da köprünün altında yer alan ikiz çatılı kocaman yalıda duralım. Siz, durun ben gireyim ve Hayal Kafe’yi de işleten film yönetmeni dostumuz Lacivert Lokantası’nı neye benzetmiş, bakalım… Fena değil, efendim. Çünkü arkadaşımız ve dostumuz olan işletmeci, kötülük yapamaz… Asıl sahibi de gene bir film yönetmeni dostumuz; yalının içinden ve yolun altından şarap mahzenine giden bir yolu da vardır. Kıyısında rıhtım olan bütün yerli filmler burada çekilmiştir… Biz de her niyeyse, 2 ay kadar kalıp yosun kokusuyla uyanmıştık. Hatta Arnavut yazar Dretoli Agoli ile Bulgar yazar Stoyan Daskalof ve eşini burada ağırlamıştık. Agoli bize bozuk atmıştı: Böyle ilişkileriniz varsa, devrimi falan unutun, demişti. Unutmadık ama iyice öteledik sanırım…

Anadolu Hisarı’nda tepelere çıkalım… İstanbul’un en bakımlı nişan taşlarından biri buradadır. Hatta ikisi, ama öteki bir evin bahçesinde kalmış… Tepelerden aşağı Yenimahalle üzerinden gelin ve ahşap konakların en şahanelerini görün. Biraz yokuş var tabii ama mahalle halkı hep tırmanıyor, siz de çıkın… Şaka şaka, iskeleden taksi tutun. Sonra Hisar’a gelip ırmak üzerinde gezinin, mümkün çünkü… Elbette ki kasırlara ve kıyı yapılarına hemencecik bakınmaya boşlamayın… Önce şu vahim bilgiyi sindirin bakalım… Spor Akademisi yerinden sökülecek ve İstanbul Üniversitesi’nin kıyıya kadar uzanan geniş arazisinde TOKİ şeyleri olacakmış ama villa gibi. Küççük yani.. Irmağın adını da inadına yazmıyorum. Turizm planını hazırladım semt varsılları için ve iş bittikten sonra ‘Aa beğenmedik’ dediler. Oysa aylarca tonla toplantı yapmış ve karşılıklı anlaşarak bitirmiştim işi… Yalıların epeycesinin tarihlerini ve talihlerini biliyor olmam, biraz da bu hazırlıklar yüzündendir. Yararım bu oldu… Zalimler… Bir de şu bilgiyi ekleyeyim sevgili dostlar… İstanbul’un mezarlıklarını gezmek hayli öğreticidir, demiştim ya… Köprünün mahalle yanından içeri girip de 400 metre ilerlerseniz, İstanbul’un ilk Müslüman mezarlığını görürsünüz… Yani fetih öncesi zamanlardan kalma…
Vaniköy’e geliyoruz… Tepelerde İTO’nun tesisleri var ki aman aman… Boğaz’ın sahibi sanırsınız kendinizi. Muhtemelen açık büfe kahvaltı falan veriyorlardır, hesabı taksitlendirin ve keyfini çıkarın… Hep pahalıcı yerler diye, yazıyorum ya kimi okur arkadaşlarım o kadar da değil, dedi… Gazeteci gibi gezmiyorum ki, emekli olarak tur atıyorum, haberiniz olsun…
Vaniköy’in sırtları Çengel civarına kadar şimdilerde Ümraniye’den başlayıp Göksu’ya kadar inen NATO yolunun ham halidir. Rivayete göre Mihrabat Tesisleri’nin de bulunduğu alanın altında; dağın içinde, bezin ve silah depoları, türlü çeşitli mühimmat ve bir de Basın Odası varmış. Girip anılarını yazmak isteyenler için. Arsalar veya ormanlık yerler. Şimdi yüzbinler oturuyor…
Anadoluhisarı köprüsünden geçip sağa dönerken gene tepelerde Sevda Tepesi diye, bilenen güzelce bir yer vardır. Güzel halini bilirim… Dalan zamanında Arap Şeyhlerinden birine satıldı da garibim hâlâ imar bekliyor… Çengel’de ister çınaraltında oturun isterse üzerindeki pastanenin çok geniş terasında. Köprüyü neredeyse tam ortasında göreceğiniz ilginç bir konuşlanma… Karakol’un karşısında da Çengelköy Rum Ortodoks Aya Yorgi Kilisesi vardır ve 17 yüzyılın sonlarında, yerinde bulunan kilisenin yerine yapılmıştır. Çengel’den çıkarken sağa döner ya yol, hemen solda bulunan dükkânlardan biri de şapkacıydı zamanında. Yaz gelince yüzlerce şapkadan kendisine bir tente yapar ve gelip geçeni cezbederdi. Çin işi olmayan hasır şapkalardan alıp hediye etmişliğim vardır. Bilenleriniz çıkar… Şapkacıyı yahu, şapka almışlığımı değil…
Beylerbeyi’nde tepelerde olalım bir şekilde de aşağı doğru devasa tarihi ağaçlar arasından yürüyelim. Yürürken ritmimize uyan bir şarkı da gelsin: Sevgili arkadaşım Yasemin Göksu söylesin: ‘Çıkayım Gideyim Şu Rumeli’ne’… Şahane bir Beylerbeyi şarkısı…
Beylerbeyi’nin 1778 ortalarında 16 ayda yapılarak bitirilen cami ile ilgili bilgiyi de izninizle İslam Ansiklopedisi’nden alalım: ‘Anadolu yakasında aynı adla anılan semtte bulunan ve yalı camilerinin en güzellerinden olan eser çevresindeki hamam, sıbyan mektebi, muvakkithâne ve iki çeşme ile birlikte üslûp bütünlüğü gösteren yapılar topluluğu halindedir. Geç devir Osmanlı camilerinde görülen başlıca özellikleri bünyesinde taşıyan bu öncü yapı genellikle barok etkiler göstermekte ve XVIII. yüzyıl sonlarına doğru beliren üslûp değişikliklerini plan, mimari kütle ve tezyinatında sergilemektedir. Sultan I. Abdülhamid’in, annesi Râbia Sultan adına inşa ettirdiği bu eserin mimarı Tâhir Ağa’dır.’ Tam da bu noktada benim ekleyeceğim iki satır laf da var. Tiyatro merakımızı iki kalas bir hevesten öteye taşımak için epey uğraşmışlığımız vardır. Camiin çeşmelerinin birinin içinde, semtin amatör tiyatrocuları ile okuma tiyatrosu yapmış ama ilerletememiştik. Sonradan hepsi ünlü şairler olmuştu… Galiba, Gogol’ün Müfettişi’ni beğenmeyip, kendimiz oyun yazmaya başlamıştık. Bu sayede binlerce kişinin tiyatro buysa, dizi film izleyelim demelerine sebep olmuştuk. Kendi yazdığımız kısa ve ajit/prop türden oyunlar; bir çuvala sığan dekor ve kostüm ile fabrika fabrika gezmiştik. Canım halkım yaa…

Kuzguncuk için epeyce farklı bir yoldan gidelim mi? Hadi yüzelim. Şaka, şaka.. Köprü gişelerinin hemen altına gelen bir tünel vardı ve zamanında araç trafiğine açıktı. Hemen Kuzguncuk’a gelmiş olurduk… Neresinden başlayalım. Halkın, ‘Can Baba ve Müzeyyen (Senar) hanım ne zaman yatarlarsa, biz de o zaman uyurduk’ dedikleri, Kuzguncuk’tayız. Perihan Abla dizisinde kullanılmadan önce de pek çok mimar ve sanatçının evi vardı buralarda. Yol üzerinde yan yana ve arka arkaya gördüğümüz sinagog, cami ve kiliseden de söz edelim; Din kardeşliği mi dediniz; yok be yahu, semtin olumlu insan yapısı diyelim, sadece… Yahudi, Rum ve Ermeni vatandaşların çoğunluğu oluşturduğu Kuzguncuk, artık Müslümanların çoğunluğu oluşturduğu bir mahalle haline geldi. 1492 yılından sonra İspanya’da gördükleri zulüm üzerine Osmanlı topraklarına gelen Yahudilerin yerleştiği ilk mahallelerden biri olan Kuzguncuk, daha sonra Rum, Ermeni ve Türklere ev sahipliği yaptı. Hürriyet’te çıkan bir haber/söyleşide, semtin sakinlerinden biri: “Özellikle Museviler için Kuzguncuk’taki Sinagog Kudüs’e varmadan önceki son kutsal toprak olarak addedildiğinden, Musevi dostlarımızın biraz daha çok ziyaretleri oluyor. Onun haricinde Rum Ortodoks kilisemiz var iki tane. İki tane sinagogumuz var; biri aşağıda Bet Yaakov, diğeri burada Virane Sanagogu. Bir de Surp Kirkor Lusaroviç Ermeni Kilisesi. Dinler insanlara insan olmayı öğretiyor. Biz de Kuzguncuk’ta insan olmaya çalışıyoruz. Birbirimize saygıyla, sevgiyle baktığımız zaman sorun yaşamıyoruz”…

Peki adını anmışken Müzeyyen hanıma kulak versek ya: Kemani Tatyos Efendi bestesi: ‘Gamzedeyim Deva Bulmam’…
Üsküdar’a gelmek üzereyiz; lütfen iskeleye yanaşmadan yerlerinizden kalmayın ve falan da filan. Yaz, yaz sonu gelmedi. Şeytan diyor, Salacak’a kadar gaza bas ve yolda Frank Sinatra’dan ‘My Way’ dinle. Ya da Taner Şener’den ‘Üsküdar’a Gider İken’… Keyfekeder…
Üsküdar İstanbul’un en eski semtlerin biridir. Nice cami, büyük mezarlıklar; azınlık okulları ve kiliseler ile Kız Kulesi’ni barındırır… İyisi mi, Doğancılar Yokuşu’nun ortalarındaki, Zafer Diper’in kurduğu (Sunar Sahne’de ki; mimarı Suna Pekuysal’ın tiyatrocu / mimar eşi Ergun Köknar’dır. Sanki kocaman gövdesine karşın ilk gurmelerden biriydi. Bir gün, Sultanahmet’te bir börekçide, üç porsiyon Kürt böreği ve koca bir kola ile görünce, bende saldım kendimi) Bizim Tiyatro’dan söz edeyim; kolayıma geldiği için… 80’ ortaları ve hep kaçak yaşayacak değiliz. Kötü bir ruh hali; zaten arayan falan da yok henüz. Sahneye çıkalım da meşru zeminde çarpışalım, dedik. Boyumuzu aşsa da Hamlet ile tiyatro ile hal hamur olmaklığımızı sürdürdük. Kral Cladius ve Baba Hamlet’i oynayarak tiyatro tarihine altın harflerle yazdırdım adımı… Pek yakışıklı bir cümle ama gerçek sadece 80 kadar oyunda oynadığım. Tiyatrocuyduk, paramız yoktu ama olanı da İskele yakınlarındaki Kanaat Lokantası’na kaptırırdık. O zamanlar ucuz gibiydi. Bir mücevher gibi hâlâ oradadır. Ne pahasına olursa olsun gidin yiyin ve yiyin. Sonra da paket yaptırın ne satıyorlarsa. Vedat Milör gibi de yazamayacağım doğrusu. Birkaç kez yemek jürilerinde bulunmuş olsam da balık eti olmamdan dolayı seçmişlerdir…

Akşam olduysa, Salacak’a ilerleyelim ve Kasım ortaları gibi bir mevsimde olduğumuzu varsayalım. Efendim, güneşi bu noktadan batarken seyrederseniz; fotoğraf makinaları ve üçayaklar hazır olsun; şiire kısmet derseniz, kim ne diyebilir. Veya şövaleler ile kurulun kıyıya… Hadi bir şarkı tutturalım ve Boğaziçi’nin başlangıç sularında akşamın hüznüne kapı açalım: Ezginin Günlüğü’nden; sözler: Afşar Timuçin ve ‘Akşam Şarkıları’…

Boğaziçi, kişisel varsıllığımız…

28 Nisan 2020 Salı

KORONA GÜNLERİNDE (4) BOĞAZİÇİ, CANIMIN İÇİ...

ADNAN GENÇ
(yeni1mecra.com)
28 Nisan 2020
Yazı erbabı bilir; bir dizi yazısını günü birlik hazırlamak hem riskli hem de zahmetli bir iştir… Buraları biliyorsun, deyip Hemşin’den bile tulumlu, atma türkülü yazı bekleyenler oldu… Bir de Yerevan’ı bilirim iyice… Ermenistan Anılarım kitabına yazarım onu da… Şimdilik İstanbulla ve bir semt daha yazarak 5 bölümlük bir diziyle, bitirmek gerekir diye, düşünüyorum. Ayrıca, hem hatırlatan oluyor hem de ben de aklımı toplayayım da kitaba başka semtleri ekleyeyim, diyorum. Elbette gezilerimle; eski yazarların eserlerinden izler bulabilirsiniz, yaşam görgümü nasıl ve kimlerle oluşturduysam, onların izdüşümü hep olur, olacaktır… Efendim, yarın da Boğaziçi’nin devamı için hazır olun, derim…
Doğrusu Salacak’dan başlayıp, Beykoz ve Polonezköy kadar uzanırdım ama 12 yıl oturduğum ve iki hisar arasından Boğaz’ı gördüğüm için Beşiktaş’tan başlayacağım. Karaköy – Dolmabahçe arası da şapşahanedir ama sanki o da ayrı bir yazı konusu. Karaköy’ün Ceneviz geçmişi; ismini veren Yahudi toplumu; Mimar Sinan ve Balyan Ailesinin şaheserleri üzerinden, uzun işi var oranın… Haa bir de okurlardan gelen nota göre Yeldeğirmeni’ndeki sinagogun içinden geçip öbür sokağa çıkan geçit açıkmış… Çıkıp sola dönünce, biliyorsunuz köşede Deniz Otel ve karşıda Haydarpaşa…
Beşiktaş, eski iskelenin üzerinde birkaç yıl boyunca İBB Turizm ve Yerel Kalkınma Ofisi’nin gönüllü danışmanlarındanım. Çok emek verdik önce Beyoğlu ve sonra İstanbul’a ama beş kuruş almadan. Çay, simit ve peynir karşılığı ve elbette onlarca güzel dost kazanarak. Ve kimi gerçekleri şaşırarak gördük… Ve iskelenin önündeki meydanda onlarca kez buluşup Hrant kardeşimizin mahkemesine gittik… Nasıl unutulur, Beşiktaş… Tamam sadece çarşısı bile kaleme alınabilir. Kartal heykelleri, ketum köftecileri ve faal kiliseleri ile.. Dikkat ederseniz pek cami yazmadım. Herkes yazıyor ve benim de özel hikâyelerim inanın iyice bana özel; zamanında kitapsız bir herif değildim… Mimarilerine; yapım öykülerine ve namaz saatleri dışındaki sessizliğine bayılırım… Doğru makamda okunursa ve megafonik facia halinde kulağıma gelmezse, ezan sesini de severim… Selanik’te faal ve restorasyonu henüz bitmiş bir camii geziyorduk. Koşarak, kucağında torunu ile İstanbullu bir kadın geldi, yanımıza… Hepinizi kucaklıyor ve öpüyorum. Ben, adalı bir Rum’um ve çok heyecanlandım, kusuruma bakmayın deyip uzaklaştı… Nasıl sevilmez ve özel öyküleriyle anlatılmaz. Muhtemelen başka bir başlıkta anlatırım.
Kulaklarımızın pası gitsin mi; gitsin cancağızım: İstanbul’dan Üsküdar’a Bir Yol Gider…
Şimdi yerinde Çırağan Sarayı (oteli)’nın olduğu eski Şeref Stadı’na doğru yönelelim. Hemen öncesinde daracık bir kapıdan yüzme havuzundan kadınlar görünüyor olabilir. Haftada bir gün onlara ayrılmıştı… Utanarak göz ucuyla bakar ve hızla geçerdik. Şapşik olduğum liseli günler… Çırağan’a gelmeden parkta yaşayıp Saray’da çalışan insanların geçtiği bir tür üst geçit olan o bir türlü bakım göremeyen köprünün altından karşı kaldırıma geçelim… Yıldız Sarayı’na çıkalım ve hadi bu kez de Yıldız Üniversite bahçesinin arkalarındaki bir binada bulunan MİT lokalini arayalım. Tamam, aramayalım… Ama bir gün vakit yaratıp, Yıldız Üniversitesi’nin girişini solda bırakıp Silahhane’ye doğru yürüyün ve bir çeşit kent müzesine girin. Zamanında burada Abdülhamit’in 36 bin fotoğraftan oluşan arşivini tarayıp bir İstanbul kitabı yapmıştım, aylarca sürmüştü. Sonra bunu Kültür AŞ, deriden yapılma bir kutuya koyarak, İBB için gelen yabancı konuklarına hediye etmişlerdi…
Köşklerden birine girip şahane bir kahvaltı yapın, derim. Her zaman Boğaz’a karşı böylesine keyifli bir muhabbet yapmıyoruz; parasına bakmayın ve kurulun masaya… Çelik Gülersoy hocamızı da özlemle ve saygıyla anarak… Mimari eserlerin yapımı ne kadar önemliyse, korumak ve yaşatmak da o denli önemli…
Ortaköy; efendim burası da özellikle hafta sonu gidip yüz sürmek gereken kutsal yerlerden biridir. İster tavla atıp, çay için; isterseniz sevgilinize gümüş bir halhal alın. Olmadı, bir de kumpir yiyiverin… Birkaç şahane sokak ve öteki ucundan çıkınca, ‘Yahu amma para harcadık minnacık yerde’ diyebileceğiz, iğne düşmeyecek bir kalabalık ortam… Zaten nereyi söylesem lütfen ya hafta ortası gezin veya gece yarısından sonra…
Ortaköy çıkışında solda bir hamam vardır. Sabancı grubu burayı abartmadan restore ederek güzel bir lokanta yapmıştı. Bilmem duruyor mu? Sordum bir dostuma, özel bir tasarım atölyesiymiş… Hadi tarihçesini de yazalım: ‘Hüsrev Kethuda Hamamı; İstanbul Boğazı’nın Rumeli yakasında Ortaköy meydanında Boğaziçi Sahil yoluna cepheli olarak 1550 tarihinde Sadrazam Kara Ahmet Paşa’nın kethüdası tarafından Mimar Sinan’a inşa ettirilmiştir. Ortaköy semtinde yer alan yapı Sadrazam Gazi Kara Ahmet Paşa’nın kâhyası Hüsrev Kethüda vakfının malı idi. Hamam bu vakıf adına 300 yıl boyunca hamam olarak işletilmiştir.’
Burada olduğu gibi pek çok bilgi; kimi benim gibi yazanların notlarından ya da internetin genel bilgi deposundan alındı. Keşke, aslında özü değişmeyecek olsa da bu metnin kaynağını hatırlayabilsem de, yazsam. Notlarımda yok… Nadiren böyle yapabiliyorum. Şimdiden özür.
Pardon, buldum efendim. Turan Akıncı dostumuzun kendi sayfasından, almışım…
Bir de Esma Sultan Yalısı var. O da hayli ilginç bir restorasyon ile kimi güzel etkinliklerin şahane mekânı olarak canlılığını koruyor… Abdülhamit’in kızı… Ne de olsa babasına kitap yapmışlığım var, yakınımız sayılır.
Hadi aheste beste yürüyelim… Köprünün altına gelmeden kimi gece kulüpleri dizilmiştir. Ve birini birkaç yıl önceden biliyorsunuz; insanlık düşmanı bir katil tarafından onlarca kişi öldürülmüştü… Köprüyü de anlatayım ama pek az bilinen yanıyla.. 1973 yılında açılmıştı, dönemin cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından. Bacaklarında on kişi falan alan asansörler vardı ve 1 lira verip yukarı çıkar, köprüyü yürüyerek karşıya geçebilirdik. İlk intihar vakasından sonra kapandı bu iş… Bir asansör de taa tepesine çıkar ayakların ve hafif salınarak fotoğraf çekebileceğiniz küçük bir balkon vardır. Torpilli olursanız benim gibi, çıkabilirsiniz. Bi’vakitler İBB üzerinden yaptığımız gönüllü işi Valilik tarafından da ‘Yarı resmi El Ahram gazetesi gibi’ turizm danışmanı olarak tescillenmişti.. Evet, az buz değilimdir…
Hadi bir Boğaz esintisini müzikli olarak alalım benliğimize ve Kuruçeşme’ye kadar gidelim… A Capella Boğaziçi grubundan şahane bir pop müzik tarihine kulak verelim de biraz canlanıp yola revan olalım.
Kuruçeşme Parkına gelmeden, bir başka müzikli mekân var: Adını hatırlayamadım, zaten ama Kardeş Türküler’in burada verdiği olağanüstü, muhteşem, eşsiz ve daha ne diyeceğimi bilmediğim bir konserlerine tanık olmuştum… Hadi bu güzel topluluktan; hatta herhangi bir sanatçısını gözümüzün önüne getirerek (Ben, Vedat dostumun enerjik halini getiriyorum), bir şarkılarını dinleyelim: Mirkut (Tokmak)… Başlangıç ezgileri de sandal çekme sesine benzesin diyelim… Parkın tamamı eskiden kum depolarına gidip gelen motorlarla doluydu. Ve biri de milli futbol takımı kaptanlarından şahane futbolcu Metin Oktay’ın ailesinindi (eşinin ailesinin de olabilir)… Divan’a pek mahcubuz, paramız yok ki girip havalı havalı yürüyüp bir masa bakınalım… Denize dönelim ama orası da facia. Galatasaray Adası olmuş size para tuzağı. Gider yüzerdik havuzunda… Elbette ki her zaman ve herkese açık değildi ama şu hayatta pek çok şeyi ya gazeteciliğim nedeniyle ya da politikacılığım üzerinden kolayca elde ettim; ben istemeden elbette…
Hadi yürüyelim… Parkın sonundan sonrası Arnavutköy yalılarının önüne çakılan kazıklı yoldan sürecek… En ötedeki yalı (Atatürk’ün manevi kızı) Makbule Atadan’ındır ve zamanında mutfağının yenilenmesini Dalan’dan isteyerek, geçecek yola izin vermiştir… Yolu bitirelim ama pek uzaklaşmayalım. İlk sol sokağa girip bir Bizans sarnıcına gireceğiz. Sarnıca girmeden az dönüp Divan’ın karşısındaki yola yeniden geçip tepelere bakalım… Elbette ben şaşkının aklına geldiği gibi anlamsız bir U dönüşü yapmayın, siz… Şahane bir köşk duruyor orada, ikiz kuleleri bile var. Efendim öyküsüne geçelim: Zamanında, ülkenin birinde kısa boylu bir başbakan; ilgili bakanını çağırarak, batmakta olan bir şirketi devlet bankaları üzerinden satın almayı emretmiş… Purosuyla bilinen bakan da fırlamış ve satın alma işine başlamış. Başbakanın ondan da kısa boylu mahdumu durur mu; fotokopi parasına kağıt toplamış ve iki günde milyarder biladerler arasına katılmış… Sonra da bu köşke kiracı olarak gelmişler… Her geçişimde gözlerimde bir efsun olduğuna vehmederek, acı acı bakar ve binayı yıkmaya çalışırdım… Lütfen boy meselesine takılmayın; elbette aşağılamak amaçlı değil, belki hatırlamanıza yardımcı olur diye, yazdım…
Gelelim sarnıca. İlk sol sokağa girdik mi yalılar sonrası. Hemen sağda kocaman bir bahçe ve girişinde de biz İstanbul Macar Kültür Derneği yönetiminin etkinlik mekânı olan kullandığımız sarnıca. Macaristan Dışişleri Bakanı bile gelip orada tulum eşliğinde horon vurmuştur… Bir de bereket kapısı dikmiştik bahçesine ve taaa Peşte’ten ustalar gelip monte etmişti. Bir tür hac yeri oldu ve özel olarak Macarlarca ziyaret edilen yerlerden biri olduydu. Bir diğeri de Feriköy’deki özel mezarlık… Dernek yönetimi olarak nasıl şövalye olduk, onu da anlatırdım ama inanan olmaz…
Uzunca bir yol var. Bebek’e kadar… Mısır Konsolosluğu’nun yazlık konutu olarak en sonda bulunan bu güzel yalılar boyunca bir müzik gerek. Boşuna yürümeyelim… Sonra da Bebek Parkı… Ümmü Gülsüm’den veya Feyruz’dan dinleyelim, derim: Hem, ‘La İnta Habibi’ hem de ‘La Beirut’… Sadece Mısırlılar’ın yüzü suyu hürmetine değil elbette; güzel ve sahici ezgilerdir. Yetmez, bizden pek çok pop ve arabesk şarkıcısının tırtık kaynağıdır…
Bebek Parkı’na da geldik. Eskiden kıyısında Yenikapı, Kısıklı, Tepebaşı ve Aksaray Lunapark’ta olduğu gibi bir gazino vardı… Pek çok yerli filmde görmüşsünüzdür, 30 yıl kadar önce yıkıldı. Hadi, Gönül Yazar’dan bir şarkı diyeceğim ama demem. Ayrı bir kültürün özgün ortamıdır, oralar. İyi de bilirim söylemesi ayıp… Zeki Müren’in ritm saz Güngör Hoşses’i niye kovduğunu da özel olarak anlatırım, meraklısına…
Hoopp sosyete kahvesinde gerçek bir kahve yudumlayalım ve camide geçen bir anımı da yazayım. İstanbul’un cenaze kaldırılan sosyetik camilerindendir. Bebek Camii, Levent Camii, Erenköy Galip Paşa Camii ve Zeynep Kamil’deki Şakirin Camii, gibi…
Bir vakitlerin seçim günü. Sandıklar açılmış ve camideki sandığı izlemiştim. Tarihi TKP’nin bağımsız adayı Bakiye Beria Onger de katılmıştı seçimlere. İKD’nin genel başkanıydı Bakiye hanım ve kısmi senato yenileme seçimiydi. 7 oy çıkmıştı. Pek üzülmüştüm…
Küçük Bebek’e gelmek üzereyiz. Aaa gene bir Divan var…. Bu yazılardan sonra davet etmezlerse, hatırım kalır valla… İki basamak aşağıda bir manav vardır: Türkiye’nin en pahalıcı manavı ama ürünleri çok kalitelidir. Sonra sadece yazları açan Güneş Dondurmacısı… Sahil boyu yürüyeceğiz. Yatları görmemiz gerek… Modelinden ve tipinden anlamasak da beğendiklerimiz olurdu; sonra şundan sonraki 7. benim olsun numaraları yapardık. Sizi biraz yürütüyorum çünkü benim eve geldik. Heee, tabii yalıda oturuyorum… Boğaziçi Üniversitesi’nin Bebek kapısı buradadır ve yanındaki deniz köşküne bir tanker toslamıştı. Yolu yarıp bir metre içeri girmişti ama burnu, yukarıdan binaya azıcık zarar vermişti ve Korona günleri gibi (editörüm Korona lafını geçirmemin şart olduğunu söylediydi, yeri burası) bir ay bu yol kapatıldı. Söyledim işte. Kim derdi; bütün dünya eve kapanacak. Bizim kuşak bir tarih yaşıyoruz doğrusu. SSCB’nin dağılması; Almanyalar’ın birleşmesi ve Berlin Duvarı’nın yerle yeksan olması; dışı siyah içi beyaz ‘Kokonat Obama’ emlakçı ABD Başkanı; Ortadoğu’daki bitmeyen savaşlar; küresel iklim krizi ve Ajda Pekkan’ın dimdik şarkı okuması… Yüzyılın olayları bunlar, tarih yaşıyoruz…
İstanbul yazarı Turan Akıncı dostumuzdan el alalım ama onda olmayan bir önbilgiyi de biz verelim (Şu yazar triplerine bayılıyorum; ben vereyim, demek yok). Attila İlhan’ın kitaplarında geçen Yılanlı Yalı, Aşiyan’a girmeden parkın içindedir. Parkta Orhan Veli’nin bir heykeli ve arka bahçesinde de Tevfik Fikret’in evi vardır. Yanında bir yerlerde gene MİT’in konukevi vardır ama yazmayalım valla onu…
‘Yılanlı Yalı; İstanbul Boğazı’nın Rumeli yakasında Rumelihisar Bebek arasında Yahya Kemal Bayatlı Caddesinde bulunan yalı Sultan III. Selim zamanında Reisülküttab Mustafa Efendi tarafından yaptırılmıştır. Yılanlı yalı Reisülküttab Mustafa Efendiden sonra sırayla Kepçe Nazırı Mustafa Efendi’ye, Raşit Efendi’ye, Yahya Efendi dergâhı postnişini Mehmet Nuri Şemsettin Efendi’ye satıldı. Yapının kuzey kısmını Mehmet Nuri Şemsettin Efendi yaptırdı. Yalının Rumelihisarı’na kadar uzanan bahçesinin bir kısmını da Tevfik Fikret’e verdi. Tevfik Fikret’in Aşiyan Köşkü bu arazidedir. Mehmet Şemsettin Efendi zamanında yalının harem kısmı yandı. Yalının yılanlı yalı ismi ile ilgili şu rivayet anlatılır. Sultan II. Mahmut bir Boğaz gezisi sırasında yalıyı görmüş ve beğenmiştir. Bu yalıyı almak istemiştir. Padişahın musahibi Sait Efendi’nin de bu yalıda o tarihlerde gözü vardır. Padişah bu yalıyı almasın diye, orada kayalıklar var çok sık yılan çıkar diye bir hikâye anlatmış. Daha sonra yalının ismi Yılanlı Yalı olarak kalmıştır. Sait Efendi de bu yalıyı alamamıştır. Harem bölümünde kırktan fazla oda bulunmaktadır. En üst katta ise Sakalı Şerif odası bulunur. Yılanlı Yalı da Sakal-ı Şerifin bulunduğu ve bayramlarda ve kandillerde ziyaret edilen şanslı yalılardan biri idi.
Yalının günümüze kalan selamlık kısmında limonluğu ve arka taraftaki tepede bir hamam mevcuttu. Selamlık kısmına giriş kapısı kubbeli bir salona çıkılıyordu. Meşkhane de denilen bu taş salonun ortasında bir fıskiyeli bir havuz ve sırtı duvara yaslı bir sebil bulunmakta idi. Bu taş oda yaz kış serin kaldığı için misafirler burada ağırlanırdı. Tavanlarında yükseklik hissini arttırmak için aynalar döşenmişti. 1910 tarihinde yapılan restorasyon sırasında bazı ekler yapılarak yalının orijinalliği bozuldu. Yalının mimari planı klasik Osmanlı sivil mimarisinin önemli örneklerinden biridir. Üst kat konsolları denize doğru çıkar. Bu kısımlar eli böğründe isimli taşıyıcı elemanlarla taşınmaktadır. 1964 yılında yalının harem kısmı yandı. Ve yerine bir şey yapılmadı. Bugün görülen yalı o dönmedeki Selamlık binasıdır. Yalının başodası en güneyde ve denize en yakın odadır.’
Aşiyan Mezarlığı’na girmek de mümkün; ne çok ünlü ismi ve sahile yakın yerlerinde gündüzleri aşıkları, geceleri ise demcileri görürsünüz… Benim eski eve gitmek için koca yokuşu bitirip, BÜ kapısını da geçip yokuş aşağı inip bu sefer; okulun mezunlar derneğinin gürültücü lokali BÜMED’i de sol yanımızda bırakıp beni evi görürsünüz. Yahu yolu uzunmuş demeyin; sofita boşluğu gibi aşağılardan gelen yüzlerce bülbül sesiyle uyanmışızdır veya hanımeli kokularından sokaktan geçenlerin bayıldığını görmüşlüğümüz vardır… Şahane ötesi günlerimdi…
Tepeden ve surun yanından içlerinde kimler oturduğunu bilmediğim yüksek duvarlı bahçelerin arasında denize doğru yokuş inelim. Yazar dostum Vecdi Çıracıoğlu’nun çokça demlenip keyifli vakit geçirdiği Rumelihisar Spor Kulübünün küçük ama çok işlevsel top sahasından sonra otobüs durağına inersiniz. Diyelim bunu 30 küsur yıl öncesinin bir yaz gecesinde yapıyorsunuz ve karşıdaki büfeden bira alayım derken, seçici kulaklarınız oradaki restoranların birinin üst katında gitar çalan birini görür; tanıdık biridir elbette; Joan Baez. Yanındaki kel kafalı da benim işte… İlk konserinin ertesinde 20 kişilik bir gruba özel olarak devam etmişti… Yaaa
Borusan’ın Müze binası olarak 2030 yılının sonuna kadar kiralanan şahane bir bina var. Onu da Kültür Bakanlığı sitesinden okuyalım: ‘Rumelihisarı’nın en önemli ve tarihi binalarından biri olan Yusuf Ziya Paşa Köşkü’nün yapımına 1910’lu yıllarda başlandı. Yusuf Ziya Paşa o dönemde Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa’nın Başyaveri olarak görev yapıyordu. Ancak 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın patlaması ve Osmanlı İmparatorluğu’nun da savaşa girmesi nedeniyle inşaatı yapan ustalar askere alınınca çalışmalar tamamlanamadı. Yusuf Ziya Paşa ikinci eşi Nebiye Hanım ve Nebiye Hanımın ilk eşinden olan 3 kızı ile birlikte, vefat ettiği tarih olan 1926 yılına kadar köşkte yaşadı. Paşanın ölümünden sonra aile 1993 yılına kadar köşkte oturdu, birinci katında ise kiracıları yaşadı. Yarım kalan inşaat nedeniyle tamamlanamayan ve boş kalan ikinci ve üçüncü katlar yüzünden bina çevrede “Perili Köşk” diye anılmaya başlandı.’
İzninizle az daha sahilden yürüyüp, birlikte hapis yattığım bir mafya abisi ve bir de dünya güzeli gazeteci ablamdan söz edeceğim… Hilmi İşgüzar ve Tuncay Mataracı gibi iki bakanın da hapse girmesine neden olan, İşçi Kredi Bankası sahibi Kemal Derinkök’ün yalısı köşe başındadır. Az ilerde de Milliyet ekonomi servisinden rahmetli Gülçin Telci’nin yalı dairesi vardı. Selanikli olan Telci’nin evinde herhangi bir gün içinde rastlayacağınız isimlerden birkaçını yazayım; bazılarıyla ben de sohbet etmişimdir. Komililer’in sahibesi, Simavilerin en büyük gelini, Sezen Aksu, filanca bankanın sahibinin eşi… Ne konuştuysak, artık… Güzelim Gülçin. Milliyet’ten kovulmuştu da taaa 5. kattan kürkünü eline alarak, sürüye sürüye merdivenlerden inip gitmişti… Şahane kadındı…
Az daha ilerde Oba Müzikol’ü vardı. Sezen hanım zaten bir gece orada, başka bir gece Hisar sahnede yer alırdı yaz günlerinde… Oba’ya gelmeden de bir şirketin hırsızlama inşaatı… Derler ki öndeki gecekondu üzerinden Köprünün altına kadar gidip gişelerin oraya uzanan bir acayip şey yapmış. Gazetede haberini yaptık da inşaat durduydu. Şimdisini bilemem…
Baltalimanı Kemik Hastanesi… Kolumu tamir eden hekimler ve fizik tedavi uzmanı Macar Müziği uzmanı başka bir hekim dostum… Polis Dinlenmeevi de minnacık bir köşkken şimdi TOKİ konutlarına benzedi. Büyüdükçe büyüyor… Baltalimanı’na kadar geldik ve müzik yok diyorsunuz. Hadi bakalım, ne çıkacak şansımıza; Emirgân Ensemble’den ‘Tanbur Taksimi, Osmanlı Müziği’… Kalan Müzik, kalitesiyle…
Otobüse binip Sarıyer’e mi uzansak yahu… Ya da Yeniköy’de Alman Konsolosluğu’nun yazlık konutunda, bir bahçe konserinde piyano dinleyelim. Sonra duruyorsa, dondurmacı Veli’den kâğıt helva arasında dondurma alarak, Tarabya Oteli’ne doğru yürüyelim… Façyo’ya gelince de Ümit Besen’den, ‘Tuti-i Mucize Guyem Ne Desem Laf Değil’ şarkısını dinleyelim. Söyleyemez mi, peki efendim; aheste beste Bekir Sıtkı Sezgin’den dinliyoruz…
Gerçekten de bir araba bulup Kalander Orduevi’ni ve Kireçburnu’ndaki şahane kurabiye fırınını da geçip, gene bir kazıklı yol üzerinden Büyükdere’yi atlayıp, Sarıyer’e girelim. Tabii ki isteyenler Büyükdere üzerinden taaa Kemerburgaz’a gidebilir ve yol üstündeki eski Kibrit Fabrikası nerede diye, aranabilir… Bir de Orman Fakültesi yolu üzerinde olursunuz, bu güzergâhta… Buranın da TEMA Başkanı rahmetli Hayrettin Karaca’nın Yalova’dakinden daha hacimli arbeterium’una da girmek isteyebilirsiniz. Zamanında girmiştik de biliyoruz… Herkesi almazlarmış…
Sarıyer ve Rumelikavağı mı kaldı? Soluğum kesilmedi desem, yeridir. Yol uzundu ve tonla şahane hikâyeyi kitaba bıraktık gene…
Büyükdere’yi geçerken bir gazoz şişileme vitrini görürsünüz. Eskiden Büyükdere Boronkay vardı burada. Bir meyve suyu fabrikası ve sahibi İTÜ Spor Kulübü’ne hentbol takımını hediye etmişti. Şampiyon takım… Sevgili başkan Eralp Serper üzerinden basket takımını 2. Kümeden birinci lige çıkarmış ve ciddi başarılar kazanmıştık. Kim mi; biz yahu. Gençler… Bu şişeleme binasının yamacından içeride değerli yazar Adalet Ağaoğlu otururdu. Birkaç kez seçim konuşması yapması için alıp ilgili alana götürmüştüm. Ne hayal kırıklıkları anlatmıştı; özellikle kitaplarının baskı ve satış rakamlarına ilişkin… Sarıyer’e girdik gibi. Deniz Orduevi’nin önüne gelmeden Ahmet Özhan’dan ‘Sarıyerli Kız’ kulağımıza çalsın bence. Sarıyer Börekçisi’nin en hası buradadır ve aslıdır da.. Ama karnımızı tıka basa doldurmayalım; Rumelikavağı iskelesinde İskele Balık var. Liseden Arap Ali’nin (Feyyaz’ın) yeri. İki de kocaman teknesi bulunan dostum bize hizmet için bekliyor… Karadeniz’e geldik sayılır. Hadi tanıdık ama kimi şaşkınların kendilerinin bestesi sandığı ve Sayat Nova’dan ‘Kamancha’, dinleyelim de şan olsun. Boğaziçi, canımın içi…


KORONA GÜNLERİNDE (3) KHALKEDON HAVALİSİNDE...

ADNAN GENÇ
(yeni1mecra.com)
27 Nisan 2020
Bu zıkkım virüs neredeyse her sokakta bir kapının ipini çekeli beri; sanırım İstanbul’da herkes sıkılmıştır ama en çok da şahane çarşıları olan semtlerin insanları iyice daralmıştır.
Beyoğlu Balık Pazarı’na dün girmedik ama ucundan bucağından epeyce yerini yazdık, oraların. Üç Horan’a da girebilirdik. Ben koordinatları verdim ve lütfen sizler gezip, tadını çıkarın… Çarşı demişken, Beşiktaş, Kadıköy, Üsküdar çarşıları da şahanedir ve dolanmak, bakınmak için birebirdir. Soluk alıp yaşadığınızı hissettirirler. Bu arada sevgili dostlarımdan azar işitiyorum; onu yazmamışsın, bunu yazmamışsın, diye. Hepsini biliyorum ama kitap genişliğinde makale olmaz… Oraya bıraktığım bir kısmını; örneğin, Atlas Pasajı’ndan söz ederken; kağıt belge satan bir yerden söz etmiştim ve araştırmacı yazar dostum Feza Kürkçüoğlu’ndan. Arşiv isimli bu şahane mekânın artık rahmetli olan güzel mimar dostumuz İsmail Karaağaç’ı unutmadım ama sevenlerini üzmeyeyim diye, es geçmiştim. Sevgiyle ve özlemle anarak…
Bir de Talimhane bölgesindeki otel sahip ve işletmeci dostlardan eleştiri geldi: ‘Yahu, buraların yayalaştırılması işinde katkın vardı, unuttun mu bizi?’ dediler. Hayır, hadi oraları ‘Hotel California’ ile gezinelim… Bir küçük not daha; sevgili dostlar Tarlabaşı’nı da ezbere bilirim. Sıraselvileri de… Vat 69’u da Elize Pavyon’u da… Kitaba katacağız artık…
Hadi Kadıköy Çarşı’da buluşup, gezinelim. Beyaz Fırın önünde buluşalım ve bir sürprizim olsun sizlere… 40 yıllık müzisyen dostum; Dr. Ferda Ereren’in ‘Türküler Ne Söyler’ adlı radyo programından öğrendiğim birbirleriyle aynı bir Bulgar ve Giresun türküsü dinleyelim: Kömürlük Dağı ve Milo Mi e Magde. Beyaz Fırını kuranlara gitsin…
Beyaz Fırın’dan çay kurabiyelerimizi de alıp, çarşı boyunca yürüyelim. Umarım Sabuncakis Çiçekçisi duruyordur… Masamıza koymak üzere küçük bir kır çiçeği demeti yaptıralım; üşenmez, ucuz pahalı demezler, yapıp verirler… Yeni icat bir dizi sokak var bu çarşıda. Barlar Sokağı’ndan birkaç tane olması gibi bir de kahve yapan yerler var. Birinde oturalım ve gelip geçeni izleyelim.. Çayım gelse de kurabiyemi batırsam… Gelen sese kulak veriyoruz: ‘Kahve Yemenden Gelir’, Çiğdem Yarkın okusun bari… Ne güzel bir türküdür… Neyse, aheste beste kalkıp da yola koyulalım… Çarşının bu caddesi de İstiklal Caddesi gibidir. On adımda birine rast gelir ve 40 türlü proje konuşursunuz. Hepimizin ardı proje mezarlığı…
Bu caddede birkaç kilise var. Ortodoks, Proteston, Katolik kiliseler ve Rumlara ait kiliseler de bu cadde üzerinde ve yakın yerlerdekiler de sizi bekler. Zaten ortalık yerdeler. Mutlaka girin ve ilginizi gösterin… Niyetim, sağıma denizi alıp Moda burnuna yürümek… Bir önerim olsun; sevgilinizle veya dünya güzeli bir arkadaşınızla paylaşın bu zenginliği. Hadi buruna kadar; Ezginin Günlüğü’nden ‘Kadıköy’ şarkısını dinleyelim… Şahane manzaralı ve güpgüzel balkonlarıyla semtin apartmanlarına biraz özenerek, biraz da iyi ki bu güzellik buradaymış diyerek, yürüyoruz. Bomonti’de tavla partimiz olacak. Moda’yı usulca geçip, Koço’nun Meyhanesi’ne bir başka günün gecesi için göz kırparak; hatta bir sokak atlayıp Barış Manço’nun evine bakıp, ‘Helal olsun, güzel ezgilerin şahane şarkıcısına’ deyip, arkamızdaki İngiliz Şapel’in bahçesinde soluklanabiliriz. Belki bu ibadethanenin pastörü Turgay beye rast geliriz. Usulca merhabasını, alırız… Tavla atmak bahane, Kalamış ve Fenerbahçe Buruna bakıp, oralara kadar yürür müyüz diye, iddiaya girip yola revan oluruz birazdan… Üniversite yıllarımızda yolun sonundaki bu evimiz kadar sıcak kafede az oturmadık; az dertlenmedik ve elbette bazen bilardo bazen de masa topunda ağzımızın payını aldık.
Aralardan yürürken, kapı komşusu iki okul görürüz: Saint Joseph ve eski Maarif Koleji (Kadıköy Anadolu Lisesi)… Maarif’ten bir arkadaşımla, okuldaki akşam vakitlerinin etüd ağabeyi birini anlatayım… Üzerinde moda oduncu gömleği ve pantolonun üzerine sarkmış olsun. Kollar sıvalı ve abimiz hafif solcu… Ulen bütün okul solcu zaten… 12 Eylül geliyor ve muhterem küt diye Londra’ya gidiyor. Bizi ateşin ortasında bırakarak. Biz de onu bildik ve adresine benim muhabir arkadaşlarım üzerinden; Moskova’dan, Köln’den, Roma’dan, Paris’ten ve Washington’dan, aklıma gelmeyen birkaç yerden daha. Borges’in bir hikayesinin fotokopisinin bir kenara yakarak, yolladık. Tabii Londra’dan evinin oradan da… Adamın aklı çıkmıştır. Borges’in öyküsünde, şansını başka yerlerde arayan bir adamın yaşamından bir kesit vardır: Mısır’dan galiba Suriye’ye geliyor ve kentin kapısından pejpürde kılıklı bu adama kimsin, nesin diyorlar. Karakola götürüp zabit başının önüne götürüyorlar: Bir rüya gördüm; bu şehirde bir bahçede bir küp altın varmış, ona gelmiştim, demiş. Zabit de, ‘Yahu dün gece ben de aynı rüyayı gördüm ama o küp altın, Kahire’de bir evin bahçesindeydi’ demiş. Böyle bir hikaye…
Küçük eski havuzlu meydanda, Eyfel pastanesinde oturup bir şeyler yer ve tramvayın takur tukur meydanı dönmesini izleriz. İlla ki eski dostlar da gelip, geçerler. Hatta konuşmadığım kimileri de. Karşıya bakıyorum. Bir gelen olursa, o nereye yürürse ben de oraya diyeceğim, beklediğim kişiler henüz piyasa havasında değiller…
Hadi Mühürdar caddesine girelim… Yüksekçe yapılar, genişçe bir yürüme yolu, tramvay tıkırtıları; sokak çalgıcıları; şık mağazalar; Rumlara ait bir kiliseye, Aya Efimia Rum Ortodoks kiliseye de uzanalım. Faal bir kilisedir. Kulaklarımızda Natasa Thedoridou & Stelios Dionisiou – Me les agapi şarkısı olsun mu; olsun bre… Söz Adalar’ı gezerken bizim Rum dostlarımızın ezgilerine kulak vereceğiz…
Operaya kadar geldik mi; Süreyya Operası’nın güzelim binası önündeyiz. Bariton dostlarımızdan Abdal Haluk Tolga İlhan’dan şahane bir şarkı dinleyebiliriz elbette. Hemen karşısındaki bistro kılıklı kafelerin en öndeki aslında bir pastane ve diyet ürünleri var… Hadi Haluk dostum, oku lütfen: ‘Etek Sarı, Sen Etekten Sarısın’… Çarşıya da yakışır… Operanın yan karşı köşesinde; neredeyse yol üstünde bir kemer ve bir kapı bulunur; 1840’larda Abdülhamit’in saray sarrafı olarak da bilinen Agop Köseyan’ın yaptırdığı hamamın kalıntısı…
Boğaya doğru ineriz ama meydana çıkmadan sağdaki son sokağa da gireriz… El işi sanatkârlarının minnacık dükkânları ve Nâzım Hikmet Kültür Merkezi… Eski bir Ermeni okulundan bozma bahçeli kocaman bir kafe ve kültür evi…
Boğa heykeli de İstanbul’daki önemli buluşma noktalarından biridir ve tabii Galatasaray’da olduğu gibi bir protesto eylemine denk gelip gaza boğulmazsanız… Heykele, heykel muamelesi yapmayıp boğa sırtında oturmaya çalışan her yaştan insanı görünce, sakın ola ‘Halkımız sanatla içiçe, ne güzel demeyin’. Aynı şeyi Tünel meydandaki Ayşe Erkmen’i ferforje heykeline de yaparlar. Tırmanıp, pankart asarlar…
Yeldeğirmeni’ne yöneldik… Araç trafiğine kapalı geniş bir caddenin sonundan Karakolhane caddesine dönüp, Yeldeğirmeni’nin yeni sosyeletesine katılacağız. Bunca öğrenci gencin arasında herhangi bir ezgiye yer yok gibi… Durun buldum: Hiç ummayacaksınız ama Yüzyüzeyken Konuşuruz’dan ‘Kadıköy Kızı’ dinleriz, kime ne… Bu arada karnımız zil çalıyor, ezgiye paralel… Gene de yol üzerinde bir lokanta buluruz deyip, çeşmeden sola dönüp salavatla girdik caddeye. Çok kalabalık ve hayli kaotik.. Bir caddeye onlarca kafe nasıl sığarmış, gelip görün… Sosyetik olanı da var, salaş yerler de… Yerli yabancı öğrencilerin evleri burada. Her renkten insan görürsünüz… Amerikalısından Senegallisine kadar; ve bizim çocuklar; illa da kutu gibi evlere saray kirası ödeyip buralarda yaşamak isteyen bizim çocuklara, rast gelirsiniz. Ne çoklar, ne güzeller, ne de alımlılar; bazılarında köpek bile var…
Karakolhane Caddesi. Kadıköy Belediyesi’nin bu caddede güzel işleri var. Belediye, kentin kültür-sanat hayatına yeni bir mekân daha kazandırdı. 1895 yılında manastır, okul ve kilise olarak inşa edilen Notre Dame du Rosaire Kilisesi, artık bir kültür merkezi… Gene bir Tasarım Atelyesi var, bu mahallede… Kafesinde oturun ve Paris Mahallesinden gelen şangırtılı ezgilere kulak verin. Tarihe kulak verin diyecektim ama kakafoniye girmeyelim ve tren yoluna bakıp ah edelim. Çığlık çığlığa geçen trenlerin üzerine tükürürdük, çocukluğumuzda… ‘Tren Gelir, Hoş Gelir’ türküsüyle oyalanalım burada. Çünkü yarına bırakmadan bir sinagog görmeliyiz… Karakolhane caddesine dönüyor ve çarşının efendi kılıklı esnaflarından birine soruyoruz; Bir sinagog varmış, diye… Efendi kılıklı esnafa sorarız, dedik; çünkü, gazeteci dostumuz Nuh Köklü’yü buradaki bir katil esnaf öldürdüydü…


Hemdat İsrael Sinegogu
Bu Sinagog’a Hemdat İsrael Sinegogu adı verilmiş… Hemdat İsrael’in İbranice’deki anlamı İsrailoğulları’nın Şefkatidir. Ancak burada Hemdat kelimesinin başka bir anlam ve özelliği de bulunmaktadır. Bu kelime İbranice Het-Mem-Dale-Tav sessiz harflerinden meydana gelmektedir. Buraya yazdıklarım için de Türkiye’nin Sinagogları’nın yazarı değerli ağabeyim, Naim Gülmezer’in bilgisine başvurdum… İçinden geçen bir kapı sizi öteki sokağa çıkarırdı eskiden ama epeydir güvenlik nedeniyle geçit kapalı diyorlar. Ne mi dinleyelim, elbette: Lise yıllarından arkadaşım Yavuz Hubeş’in de yer aldığı Los Pasharos’dan ‘La Romans de Rika Kuriel’ dinleyelim.
Niyetim, biraz soluklanıp (şu an, yazarken yani); muhtemelen bir ara belediye başkanına danışmanlık yaptığım Adalar’ı yazarım…
Özel Not: Yahu yazılarında arkadaşlarının da adı geçiyor artık; biz, neyiz diyenler, var. Onlar bu kentin ve bu beldelerin sahici ve kalıcı nitelikteki unsurlarıdır… 200 lira verene uygun bir şekilde eklerim valla.. Şaka yahu, iyi okumalar…
Tramvaya binin ve Tünel’e uzanırken insanların telaşını izleyin.
Tam da demişken, Emek Sinemasının karşı sokağından Ilgın Su çıkagelmez mi; Vakıfı ayakta tutmaya çalışıyor güzel dostum. Hadi Ruhi beyden bir güzel türkü çalalım… Yakışır ya da yakışmaz: Eşşeği Saldım Çayıra… Siz gülün… Dünyanın en özel seslerinden birini dünya gözüyle izledik ve dinledik. Ne mutlu bizlere…
Galiba, bu turu böyle çalakalem yapmaktansa, kitaba koyacağım zaman; kiliseleri, pasajları, kitapçıları, hanları falan ayrı ayrı kaleme almalıyım. Ne güzel olur… Çünkü şimdi atlayıp, gittiklerim oluyor. Mesela Galatasaray Lisesi’nin yanından 300 metre kadar Tophane’ye doğru indirirdim sizi ama çıkması zor gelir. Yoksa, Gül Baba türbesi var, orada.. Galatasaraylılar insin ve çıkışta taksiye binip kaçsınlar. Bana ne! Asıl türbe Macaristan’da diyeyim de, heveslenen gitsin bu güzel ülkeye…
Rumeli Pasajını geçmeden (eski zamanların) Rebul Eczanesi’nini vitrinine bir göz atalım. Şimdilerde belki 20 çeşit kolonyası ve artık parfümleri de olan bu güzelim mekân nadir ilaç yapan yerlerdendi… Vakko, yok artık… Kapısından (caddede araç trafiği varken) Vitali beyi görmek mümkündü. Hadi sevgili dostlar, burada da kulağımıza Jak ve Janet Esim’den herhangi bir ezgiyi alalım. Ve ilk kez dinleyenlerin ‘Yahu bu, şu şarkı değil mi?’ demelerine, gülümseyelim…
Bir koordinat olarak verip geçeceğim ama Taksim’e çıkmadan iki öncesi sokakta bulunan Surp Horvhan Katolik Ermeni Kilisesi ve geride Ağa Camii’nin de bulunduğu Sakızağacı caddesinin ilk sol köşesindeki Surp Advadzadzin Kilisesi ve Katolik Ermeni Patriklik binasını es geçmeyin, gidin ve gezin… Mutlaka…
Hadi günümüze de denk geldi diye, İsabel Bayraktaryan’dan veya Lena Chamamyan’dan Sareri Hovin Mernem dinleyelim…
Salimen Taksim Meydanı’na geldik… Tramvaya binin lütfen ve gerisin geriye; güzel caddemizden Tünel Meydanı’na tıkır mıkır akıp, gidin. İnsanların telaşlı koşuşturmasına; Sinema Günleri’yse, takıp takıştıran film tutkunlarına rast gelirsiniz ve ne çok tanıdık dostunuza… Canım Beyoğlu…

KORONA GÜNLERİNDE BEYOĞLU'NDA OLMAK... (2)

ADNAN GENÇ
(yeni1mecra.com)
26 Nisan 2020
Dünkü yazı hayli ilgi gördü, sevgili dostlar. Yahu, acelen neydi de koca kenti 5 dakikalık bir yazıya sığdırdın, dediler. Ermenistan’dan Rusya’ya; Kanada’dan, Evropa’nın her köşesine kadar pek çok kadim dostum, biraz da sarsılarak okumuşlar… Oysa ben, zaten İstanbul’u yaşayan ve yaşatanlar için kaleme almıştım… Hasret çekeni de çokmuş, inanın.. Olmaz mı, tarih kokan bu kentin her sokağında geçmişin ve kendinizin ayak izlerini bulursunuz…
Bu seferki turumuzu daha ağırdan alıp kulağımızda İstanbul’u ve anımsarken kalbimizin titreştiği; tutuştuğu şarkılarla gezelim, istedim…
Aslında 3 B tutkunuyum; Boğaziçi (Şıngır Mıngır, Salâh Birsel); Beyoğlu (Bir Şenliktir, Onat Kutlar) ve Bayrampaşa… Şaka şaka; Büyükada…
Buraya yakıştırdığım ilk şarkı; sözlerini koca şair Nâzım’ın yazdığı ve Zülfü Livaneli’nin okuduğu ‘Karlı Kayın Ormanında’ olsun. Karlı bir İstiklal turunda ellerimiz cebimizde, dinleyerek ağır adımlarla dükkânların açılmasını izleyelim.
Hayat başlıyor, işte… İlk duyduğumuz ses, çıngırtılı kepengiyle Narmanlı Han’ın bahçesini örten demir kapısı olsun. Kapı dediğime bakmayın; kapıdan içeri uzun uzun bakarsanız, Türkiye’nin yaşayan en eski gazetesi Jamanak’ın idarehanesine ve Sarkis Koçunyan’ın beslediği kedileri de görürsünüz… Kenarda küçücük dairesinde Ahmet Hamdi Tanpınar’a kulak verelim:
“Bu daire her akşam dolup taşarmış; Bedri Rahmi, karısı, kız kardeşi Mualla… Sabahattin Eyüboğlu, ressam Zeki Faik İzer, Mehmet Ali Cimcoz ve karısı Adalet… Türküler söylenir, yenilip içilirdi. –Haldun Taner-”…
Adalet Cimcoz’u dublaj sanatçısı olarak biliriiz ve tabii birlikte anmamızın hiçbir sakıncası yok; Jeyan Mahfi Tözüm… İsminin hikâyesi de ilginçtir; babası Mahfi Ayral, ne isim koyayım derken; tutu Kamus-u Türki’ye bakmış ve rastgele olarak bir sözcük seçmiş. Farsça, kükreyen aslanın sesiymiş… Yakışır, inanın… İki ses sanatçısını da bin kere duymuşuzdur, emin olun…
Hadi yola devam… Bilesiniz ki, gezindiğimiz yerleri biraz bugünlerinden ama çokça 20 yıl kadar eskisinden eskiye, anlatmaya çalışıyorum. Sağ köşede, İnci Pastanesi’nden ayrılma Şaban beyin ortaklığındaki Lebon Pastaneye girin ve henüz çıkmış çıtır çıtır portakallı bisküvilerden alıp, yola revan olun…
Rus Konsolosluğu önünde iki büyücek camlı çerçeve içinde Rusya’dan fotoğraflar olurdu. Oraya bakarken, MİT’e yakalanacağım diye, korkardım. Sorarlarsa saçımı düzeltiyordum derim, diye düşünürdüm. Liseli yıllarım yahu… Yürüyelim ama müzik zamanı da gelsin artık… Hadi gene hüzün dolu bir şarkı ile yürüyelim. Sebebi de Nâzım’la sürdürebilmek yürüyüşümüzü… Bestecisi de Mesud Cemil: ‘Kanatları Gümüş, Yavru Bir Kuş’… İsterseniz M.Nurettin’den dinleyin, isterseniz Şevval Sam’dan… Az daha geçiyordum; Suriye Pasajına da bir göz atıp, Apoyevmatini gazetesinin eski idarehanesini de aranabiliriz. Yoklar artık, Mihail bey; evinden, oğluyla birlikte çalışıyor ve tarihi gazetesini çıkarmayı sürdürüyor… Çıkıp hemen yamacındaki Markiz Pastanesi’nin tozlu camlarından içeri bakalım: Aman Tanrım, kimler yok ki; Kapıdan çıkana bakın hele: Haldun Taner… Hadi usul usul gidelim ama bu sefer kulağımızda Ziynet Sali’nin sesinden ‘Ke Sagapo Ah İstanbul’… Birazcık moderin versiyonu oldu ama, günümüze el vermek adına, böyle seçimlerimiz de olacak.. Olsun bre…
Bir Engizisyon mahkemesi salonu görmek ister misiniz? Göremezsiniz. Var da göremezsiniz, Muammer Karaca Tiyatrosu’nun hemen alt yanında… Az geçince meşhur buluşma noktalarından sayılabilecek OdaKule… Galiba üniversite yıllarımın ilkiydi. Hemen karşısındaki Panter Kürk’ün hemşeri olan çalışanlarından biriyle sohbet ediyorken, gökdelen kurşunlanmaya başladı. Öyle böyle değil, onlarca kişi mermi sıkıyordu. İçeri geçip, üst katından izleyelim derken, kalabalık çoktan toz olmuştu bile. Beyoğlu deyince, her türlü sese açık olmalısınız…
Hocapulo’da çay içelim mi; minnacık taburelerde anlamsız derecede pahalı çaylardan bir incebelli söyleyip, azıcık soluklanalım. Müzik mi; kolay… Meydana bakan sahafın Dual pikabından gelen sese kulak verelim: İnci Çayırlı okuyor; Beyoğlu’nda Gezersin… Aman iyi kulak verin lütfen ve plağın cızırtılarını da duyun…
Eminim, buraya kadarını okuyanla; bu arkadaş da hangi caddeyi gezmiş acaba; hani sokak müzisyenleri, diyebilir… Beyoğlu’nda her zaman bir inşaat çalışması vardır; muhtemelen OdaKule yanındaki Garibaldi Lokantası ve İtalyan İşçi Birliği’nin salonlarına giden yolun köşesinde Suriyeli gençleri görürüz: El Vatan. Hem neşeli hem hüzünlü bir ezgi… Dinler ve gene çalsınlar diye, beklersiniz…
Beyoğlu’nda her kültürün ezgilerini duyarsınız.
Kallavi sokaktaki bütün mekânlar galiba bizim Fıççın Leyla’nın. Çerkes mutfağının her yemeğine rastlayabilirsiniz. Ama her lokantasında ayrı bir lezzet odağı… Hadi devam ve çıkıp karşıya geçelim. Saint Antuan Kilisesi’ne girip, şu korona belasından salimen kurtulup, esenliğe kavuşmamız için mum yakalım… Bahçesinde mutlaka gelen sese kulak verelim: O Panoraios, bir Bizans etkisi dinleyelim…
Hatta, aratıp bulun ve Yönetmen: Soner Sevgili dostumun ve Tannur Arat arkadaşımın metnini yazdığı Zümrüd-ü Anka, Görüntülü İstanbul Ansiklopedi’sinden, kilisenin tarihini görsel olarak izleyin… Şahanedir…
Galatasaray’a mı geldik sanki… Mısır Apartmanı, Aznavur Pasajı ve YKY’nin vitrinini gezmeyi size bırakıyorum. Müzik falan da yok. Çünkü meydanda Şadi Çalık’ın Cumhuriyet’in 50. Yılı anısına yaptığı ve sanayi dünyasını betimleyen heykelin önünde birkaç dakika çevreyi izleyerek, durun ve soluklanın. Çünkü birazdan koşuşturmanız başlayabilir. Hemen her gün ama özellikle cumartesi günlerini hak savunucuları ve kimi STK temsilcileri; önemli buldukları meseleleri ile ilgili bir basın açıklaması yapacaklardır… Dinleyin ve ciğerlerinize dolan gaz ile Galatasaray Lisesi’ni hızla geçip Çiçek Pasajına girin. Bir soğuk bira ve denk gelmez ya, akordeoncu güzelim Anahid hanımın ezgilerine bırakın kendinizi.. Elbette o da Beyoğlu ezgileri çalıyordur… Göklere selam olsun…
Tokatlayan Han’a girmişsinizdir ama üst katlarına çıkmamışsınızdır. Duvarlara çarparak çıkan asansörüne binip, katlardan birinde inin… Soluk ışıkların altında açılacak bir kapıdan, İstanbul’un ilk avukatlarından biri veya mali müşavirlerinden öbürü çıkabilir. Otel zamanına yetişemedim, bilemem doğrusu… Eskiden Beyoğlu muhabirleri bu binanın otel olduğu günlerde başta bu yapıda, bekleşirlermiş…
Hadi yakın tarihi uzanalım ve İKSV’nin eski binası olan Luvr apartmanı önünden karşıya geçip, Atlas Pasajı’na girelim. Olur ya, belki bir müzayedeye denk geliriz veya dükkân dükkân gezip, yahu bunları şimdi kim taşıyacak demeden bir sürü şey satın alırsınız… İlerde izleri duruyordur; mutlaka Çalıntı Dergisi’nin şahane yönetmeni Suat Bilgi’den plakçı dükkânına ve Feza Kürkçüoğlu dostumun kağıt belge satan yerine uğranız. Muhtemelen Şehir Tiyatroları yönetmeni Muhsin Ertuğrul’un onay imzasını attığı bir fatura satın alabilirsiniz… On top vişne rengi ipekli kumaş ve kimi fermuarlar satın alınmış… Atlas Pasajı’nda aynı zamanda ve gene İKSV’nin ve Kültür Başkenti İstanbul’un ilk yerleri de vardır; yani bir saray. Sahici bir saray. Tab’i Mustafa Efendi’nin bayati makamdan bir bestesini dinleyelim: Gül Yüzlülerin Şevkine Gel, Nuş Edelim. Kim okusun istersiniz; benim eski ortağım; (Nobel almasını beklediğim) muhteşem bir yazar ve şahane rehber Özcan Yurdalan… Elinde de minnak bir Fas bendiri ile…

Koca Beyoğlu, arkadaşlarımı anmadan geçmem, gönül koyarlar valla. Son 40 yılında onların da sahici ve kalıcı izleri var…