31 Ekim 2019 Perşembe

GÜVERCİN VE SU...

                                           (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

30 Ekim 2019 Çarşamba

HAYIR LOKMASI...

                                         Taraklı'da "Hayır lokması" döken kadınlar...
                                                (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

BİZİM İNSANLARIMIZ...

                                          (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

26 Ekim 2019 Cumartesi

ESKİŞEHİR FOTOĞRAFLARI...

























Eskişehir denilince ilk akla Porsuk Çayı, Çibörek, Lületaşı, müzeleri ve Odunpazarı'ndaki tarihi evler gelir... (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

22 Ekim 2019 Salı

KÖYCEĞİZ'DE KUMDA KAHVE...

                                           (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

17 Ekim 2019 Perşembe

KIZ KULESİ-BOĞAZ TURU...



                                           (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

16 Ekim 2019 Çarşamba

"BAŞKA ŞEHİRLER"...

        Remzi Gökdağ, bir zamanlar sağ iktidarların en çekindiği gazetelerden biri olan Cumhuriyet gazetesinde 1989 yılında muhabirliğe başladı. Gazetede önemli haberlere imza attı. Meslekte yaşanan erezyondan ve değişen medya düzeninden sonra kendisini yurt dışına attı. Remzi önce Moskova’daki gazeteci arkadaşı Suat Taşpınar’ın yanına gitti.
        Gazetecilik artık Remzi’nin ruhuna işlemişti. Bir süre buradan Türkiye’ye haberler geçti. Sonra ver elini Amerika… Kristof Kolomb’un keşfettiği Amerika’da 9 yıl kaldı. İlk kitabı “Park Oteli Olayı”ndan sonra Amerikan medya kuruluşlarının habere yaklaşımını inceleyen “Amerikan Medyasında 11 Eylül” adlı ikinci kitabını yayımladı. “Yol Arkadaşım” dediği Yelda ile burada tanışıp evlendi. Seyahati seven iki kafadar, o ülke senin bu ülke benim birlikte dolaşmaya başladılar. Artık Remzi de bir kâşif olmuştu… Amerika'dan sonra İsviçre'ye geçtiler. Burada da bir 5 yıl kaldılar; bütün Avrupa ülkelerini, şehirlerini gezdiler.
        Remzi gittiği ülkenin önemli şehirlerini “bakarak” değil de “görerek” gezdi, inceledi. Şehirlerin tarihte önemli misafirlerini araştırdı; kaldıkları, gezdikleri yerleri kendisi de deyim yerindeyse “karış karış” dolaştı. Notlar aldı, sonra bu notları okuduğu kitaplarla bütünleştirdi. İstanbul’un gelişimine ve bugünkü beton yığınına ve gökdelenlere teslim olan haline tanıklık eden 20 önemli isimle yaptığı röportajları “Sevgili İstanbul” adlı üçüncü kitabıyla okurla buluşturduktan sonra eşinin işi gereği kendisini Dubai'de buldu.  
        Remzi burada da boş durmadı, gezip gördüğü yerleri bir kitapta toplamak için çalışmalara başladı. “Efsane İsimlerin İzinde Gizemli Yolculuklar BAŞKA ŞEHİRLER” adını verdiği kitabını bitirdi. Kitap yaklaşık bir ay önce E Yayınları’ndan çıktı; okurlarıyla buluştu. Karınca gibi çalışkan sessiz, sakin arkadaşım Remzi Gökdağ’a daha nice kitaplar yazması dileklerimle…   
        Unutuyordum, Remzi aynı zamanda iyi de bir tavla oyuncusu…  Yalnız kızdırarak, adam yenmeye bayılıyor… Özellikle de beni…
(Yazı: Süleyman Boyoğlu)
       



15 Ekim 2019 Salı

SADE OLSUN...

                                                     
                                                                           (Fotoğraf: S. Boyoğlu)
                               
                               Sade olsun benim hayatım,
                               Şekersiz çayım,
                               Doğduğum, masum ilk ayım gibi…
                               Sade olsun benim hayatım,
                               Müziksiz film, desensiz kilim,
                               Makyajsız sevgilim gibi…
                               Sade olsun benim hayatım,
                               Oymasız dolap, resimsiz kitap,
                               Acısız kebap gibi…
                               Birkaç minik günah, birkaç sevap gibi…
                               Sade olsun benim hayatım,
                               Kıymasız, peynirsiz börek,
                               İhtirassız, hasetsiz yürek gibi…
                               Sade olsun benim hayatım,
                               Haramsız param pulum,
                               Yolsuz susuz okulum gibi…
                               Sade olsun benim hayatım,
                               Yalansız dilim, dikensiz gülüm,
                               Sessiz sedasız gelen ölüm gibi…
                              (Dr. Salih ÇELİK 19 Mayıs 2019)

13 Ekim 2019 Pazar

BİZİM KADINLARIMIZ...

Hayat öyle kısa ki, hani bir nehir gibi gözlerinizin önünde akıp gider hiç farkına varamazsınız. Ta ki bir değneğe, bir koltuğa muhtaç olana kadar...  
                               (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

YORGUN SATICI...

                                            (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

KEÇİ BOYNUZU...

                       Kaş denince akla ilk gelen keçiboynuzu reçel yapımı için eziliyor...
                                     (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

ELMA KAKI...

                      Bale teyze 92 yaşında... Emeğiyle kuruttuğu doğal 
                      elma kaklarıyla... (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

10 Ekim 2019 Perşembe

KEÇİLER...


Keçiler... Birisi doğal, birisi de insanın doğaya bıraktıklarıyla besleniyor... 
                                 (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

8 Ekim 2019 Salı

BİZİM KADINLARIMIZ...

                                              (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

6 Ekim 2019 Pazar

İMRANLI'DA BİR İDEALİST...

     
           Kimi insan vardır aşkı, kimi insan da vardır ideali uğruna bütün mevki ve makamları bir kenara bırakır, ideali peşinden koşar… Şimdi yazacağım hikaye de ikincisinin peşinden koşan Yılmaz Aslan’ı tanıtmaya çalışacağım. Daha doğrusu ben soracağım asıl mesleği mühendislik olan Yılmaz anlatacak…
      Memleketim Erzincan-Refahiye’den İstanbul’a doğru iki aile yol alırken, “Dere yolu”nu değil de son anda “Kızıldağ yolunu” tercih ettik. İyi de ettik…  İmranlı yakınlarındaki barajın yanından geçerken yol arkadaşlarımın dikkatini dış görünüşü hoş olan taş bir yapı çekti. 500 metre kadar geçmiştik, dönüş yaptık. 
      Etrafı duvarlarla çevrili çiftliğin kapısından içeri girer girmez bahçesindeki otantik alet edevatlar bizi büyüledi. Bu aletleri ve bahçenin güzelliğini fotoğraflamaya başladım. Eşim, yol arkadaşımın eşi de keçi sütünden yapılan ürünlerin satıldığı taş duvarlı şirin satış ofisinden içeri girdiler.  
      Ben fotoğraf çekerken bir otomobil daha peşimizden çiftliğe girdi. Müşteri olduklarını düşünerek, ben işimi yapmaya devam ettim. Yol arkadaşım daha sonra gelen iki kişiyle koyu bir muhabbete daldı..  
     Herkes işini yaparken çaylar ve keçi sütünden yapılan peynirler de muhabbet masasına getirildi. Masaya çağrıldım… Refahiye Kablo Fabrikası’nı kuran arkadaşım İbrahim Çankaya'nın sohbet ettiği kişi Çit Keçi Çiftliği’nin sahipleri Yılmaz ve Mehmet Ali Aslan’dı, yanlarına iliştim. Muhabbetlerini dinlemeye başladım. Arkadaşım gazeteci olduğumu söyleyince muhabbet koyulaştı.
      Oyak’ta yöneticilik yaparken ve dünyayı dolaşırken, “kravatlı insanlar”ın egosundan yorulan Aslan, kendi işinin patronu olmaya karar vermiş… Aynı zamanda da yetersiz de olsa buğday, arpa, arıcılık ve hayvancılık dışında hiçbir ürünün yetişmesine, yapılmasına ikliminden dolayı pek elverişli olmayan doğduğu toprak olan İmranlı’nın kaderini değiştirmeyi hedeflemiş Yılmaz Aslan…
      İmranlı’nın Çukuryurt köyünden olan Aslan, İsviçre ve Belçika’da keçi ve keçi sütünün mucizelerini keşfetmiş.. Aynısını memleketinde gerçekleştirmek için sekiz yıl önce kollarını sıvamış, avukat eşi Gürsel hanım da kendisini destekleyince keçi çiftliği kurmaya karar vermişler.
    Ben sordum, Yılmaz Aslan yanıtladı.
     Böyle bir çiftlik kurmak nereden aklınıza geldi?
 - “İmranlı’nın Çukuryurt köyündenim. Bu çiftliği kurmamdaki amacım şuydu. Ben Oyak grubunda daha önce yöneticilik yapmıştım. Artık kravatlı insanların egosundan yoruldum. Doğayla iç içe bir yaşam istedim. Neresi olabilir diye çok düşündüm. Ayvalık’ta, Yalova Armutlu’da yerler aldım. Daha sonra vazgeçtim.  Dedim ki ya biraz bu hayallerimizin içerisine ideallerimizi koyalım, kendi doğduğumuz topraklarda bir şeyler yapalım dedim. Eşimle ne yapabiliriz diye 8-9 sene araştırma yaptık, sonra buraya karar verdik.
     Bahçe ve satış ofisini otantik malzemelerle süslemişsiniz? Bu nereden aklınıza geldi?
  - “ Baraj olmadan önce dedemin değirmeni vardı. Onun değirmeninin taşlarıyla satış ofisini yaptık. Değirmenin taşlarını da çıkarıp buraya getirdik. Burası dedemin kendi arazisiydi. 38 mirasçıdan burayı iki yıl uğraşı sonrası satın aldım.
    Burayı ne zaman faaliyete geçirdiniz?
 - “Bir buçuk yıl oldu. Yani yaklaşık 18 aydır üretim ve satış yapıyoruz.
    Keçiler yerli mi? Ürünlerin hepsi sizin keçilerin sütünden mi yoksa köylülerden de topladığınız sütler var mı?
 - “Hayır. Köylülerden süt almıyoruz, kendi keçilerimizin sütleri… Keçilerin hepsini yurt dışından İsviçre’den getirdik. Burada çoğaltıyoruz. Şu an 350 keçimiz var.
    Bu yaptığınız işten umutlu musunuz?
- “Tabii… Beş sene sonra İmranlı’da beş bin tane keçi olsun. Benim gibi 10 tane daha çiftlik olsun. Şu İmranlı denen yer başka bir sınıfa girer. Hesabını yaptım 30 milyon lira net yıllık geliri var bu işin…
   Size ilginç bir şey söyleyeyim Belçika’yla İsviçre’nin çikolatasının meşhur olmasının tek nedeni var; bu keçilerin sütü… Çikolata için ne gerekli; süt ve fındık…
    Maraş dondurmasının meşhur olmasının nedeni keçi sütü ?
 - “Maraş dondurmasının böyle olmasının sebeplerinden bir tanesi tabi ki keçi sütü, onlar keşfettiler. Sagra bugün dünya markası olamaz. Niye olamaz? İnek sütüyle çikolata yaptığı süre içerisinde olamaz. Keçi sütüyle yapmak zorunda...

   350 keçinin sütü yetiyor mu?
- “Şimdilik yetiyor. 350 keçimizin 150’ye yakını şu an içerde. 200’e yakını da açık alanda yayılıma, otlamaya gitti. Yani sağılı ve kısır olanlar yaylıma gitti.
   Ne zaman süt sağımını kesiyorsunuz?
- “Bizim keçilerin şöyle bir özelliği var. Günlük süt verimi 3 litre, yıllık ise yaklaşık 800 litredir. Kasım’da süt sağımını keseriz. Çünkü hamile oluyorlar. Üç ay vücutlarını dinlendirmeleri gerekiyor. Önemli bir güne denk geldiniz. Bugün ‘teke katılım’ törenimiz var.  
    Koç katılım töreni gibi mi?
 - “Evet. O kadar önemli bir tören ki, bildiğiniz gibi değil… Onlara harem oluşturuyoruz. Bugün hasta olmayanlar dışındakileri evlendireceğiz. Biraz sonra şahit olacaksınız erkek ve dişileri ayrı kafeslerde yan yana tutuyoruz. Birbirlerine nasıl kur yaptıklarına şahit olacaksınız. İnanmayacaksınız ama bunların daha doğar doğmaz birbirlerine kur yaptıklarına tanıklık yapıyoruz.
     Ne tür peynir yapıyorsunuz?
  - “Dört tür peynir yapıyoruz.  Birincisi tulum. İkincisi salamura dediğimiz,  işte normal tuzlu suyun içerisinde yapıyoruz. Eşim bir otlu peynir yaptı. Bu yöreden çıkan “anuk” otundan bir peynir.  Bu ot inanılmaz bir aroma verdi. Bunun için patent alacağız. Bir de eşim Mihaliç peyniri yaptı. Şimdilik türlerimiz bunlar ama bu işte daha çok yeniyiz.
      Benim kızım İsviçre’de okuyor. Birlikte dağlara çıktık; Alplere… Oralarda bu tür çiftlikler gördük. Peynir müzesi yapmışlar. Köy müzesi yapmışlar. Nasıl güzel. Bizim en büyük sakatlığımız Türkler olarak bilgi birikimi diye bir konumuz yoktur, ortak aklımız diye bir şeyimiz yoktur. Oysa bir köy müzesi demek ortak aklın orada toplanıp onun devamını sağlamak demektir. Burada onu da yapacağım. İç Anadolu’nun kağnı arabası falan değil de tüm köylerde kullanılan alet edevat olacak. Ve onu belli bir disiplin içerisinde yapmayınca bir anlamı olmuyor. Bunu da yapacağız…
     Keçi çiftliğiniz ne kadara mal oldu?
  - “Maliyeti net bir milyon dolar. Bugün de yapmaya kalksanız yine bir milyon dolara yaparsınız.
     Çiftlik ne kadar alan üzerine kurulu?
  - “25 dönüm alan var. Bunun 4 bin 500 metresi kapalı alan. Yaklaşık olarak 140 ton çelik, 6 bin metre kare sandviç panel, 5 bin metreküp de beton kullandık.
      Kışın erken bastırdığı, karın uzun süre kalkmadığı İmranlı’da içimizi ısıtan bu çiftliğin uzun ömürlü olmasını ve örnek alınmasını diliyoruz…
(Yazı ve Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)