29 Aralık 2021 Çarşamba

MARMARİS'TE DOĞA KENDİNİ YENİLİYOR...


         Muğla-Marmaris'te 29 Temmuz'da çıkan ve günlerce süren orman yangını, sadece Marmarislileri değil, tüm Türkiye'yi üzüntüye boğmuştu. O güzelim ormanların bir kaç gün içinde yok olmasını içimiz yanarak izlemiştik. Biliyoruz, hoyratça ve acımasızca faydalandığımız ormanlarımızın eski görünümüne kavuşması yıllar alacak, ancak daha altı ay geçmeden yanan yerler yeşil örtüye büründü... Bu görüntü "doğa ana"nın ne kadar bağışlayıcı olduğunu akıllara getirdi. Fotoğrafta, yangından arta kalanların Marmaris-Datça kara yolu üzerinde üst üste ve yan yana sıralanması insanlar için adeta bir ibretlik olsa gerek... 
        Bu görüntü, yıllar önce gözleri görmeyen ozanımız Âşık Veysel Şatıroğlu'nun sözlerini yazdığı ve havalandırdığı "Benim Sadık Yarim Kara Topraktır"a ne kadar uyuyor:
     Dost dost diye nicesine sarıldım
        Benim sadık yarim kara topraktır
        Beyhude dolandım, boşa yoruldum
        Benim sadık yarim kara topraktır
        
        Nice güzellere bağlandım kaldım
        Ne bir vefa gördüm ne faydalandım
        Her türlü isteğim topraktan aldım
        Benim sadık yarim kara topraktır

        Karnın yardım kazmayınan belinen
        Yüzün yırttım tırnağınan elinen
        Yine beni karşıladı gülünen
        Benim sadık yarim kara topraktır
        .../..
(Yazı ve Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

23 Aralık 2021 Perşembe

EKMEK KUYRUĞU VE EKMEK KARNESİ...

 


odakdergisi.com      
      Türkiye’de bugünlerde Ankara ve İstanbul’da belediyelerin 3,5 liralık ekmeği 1 lira 25 kuruşa satmaları üzerine, yurttaşların halk ekmek büfeleri önlerinde     uzun “ekmek kuyruğu” oluşturmaları üzerine çıkan tartışmalar, beni İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki kıtlık yıllarına götürdü.

        1940’lı yıllarda savaş kapımızdaydı; Almanya diktatörü Hitler, Türkiye’ye ha saldırdı ha saldıracak endişesi vardı. O nedenle hükümet,  yurdun her yerinde temel gıda maddelerinin tüketiminde bazı önlemler aldı. Bu temel tüketim maddelerinin başında da buğday ve un geliyordu. Bunların yanında şeker, kumaş gibi ürünler de karneyle veriliyordu.

        O yıllarda İstanbul-Tophane’deki askeri fırında çalışan dedemle sohbetlerimizde, “Dede, niye İstanbul’da arsalar, tarlalar, evler almadınız da gidip Erzincan’da şimdi bir işe yaramayan tarlalar aldınız” diye eleştirdiğimde, şu yanıtı verirdi:

        “Oğlum, şimdi böyle konuşman iyi de o yıllar biz can derdindeydik. Savaş kapımızdaydı. ‘Almanlar Türkiye’ye de ha saldırdı ha saldıracak, İstanbul elimizden gidecek, bizler de tekrar memleketimize geri döneceğiz’ endişesini ve korkusunu taşıyorduk.

       Ben Tophane’de askeri fırında çalışıyordum, açlık çekmedim, ama halk çekiyordu. Ekmek karneyle veriliyordu. Kadınlar yanlarında çocuklarıyla fırının kapısına gelirlerdi ve bir somun ekmek karşılığında bedenlerini teklif ederlerdi. Şimdi niye İstanbul’da ev, arsa almadığımızı anladın mı?”

       İstanbul, Ankara, İzmir ve Konya başta olmak üzere yurdun her tarafında, “Ekmek Kartı” (Ekmek Karnesi) ile ekmek satışı uygulaması 1942 yılının Ocak ayında başlatıldı. 1946 yılının 9 Eylül Pazartesi sabahından itibaren de sonlandırıldı.

       Cumhuriyet gazetesi, 9 Eylül 1946 tarihli “Ekmek Karnesi Kaldırıldı” başlıklı Ankara kaynaklı Anadolu Ajansı (AA) mahreçli haberinde; “Bugünden itibaren İstanbul, Ankara, İzmir’de de ekmek tamamen serbest olarak satılacağını” duyuruyordu.

       Ankara Ticaret Bakanlığı’na dayandırılan haberde şunlar yazıyordu:

       “1- Ankara, İstanbul ve İzmir şehirlerinde karne ile ekmek satışı usulü 9 Eylül pazartesi günü sabahından itibaren kaldırılmıştır. Bu üç şehirde de diğer yerlerde olduğu gibi, ekmek satışı miktar tahdidi olmaksızın, karnesiz ve serbestçe yapılacaktır.

        2- Bazı hububat ve unların devlet kara ve deniz nakil vasıtalarıyla taşınması ve Ankara, İstanbul ve İzmir şehirlerine sokulması yasağının kaldırılması maksadıyla yapılmakta olan hazırlıklar tamamlanmak üzeredir. Bu yasaklar en geç Eylül ayı sonunda ayrıca yapılacak tebliğle kaldırılacaktır.

        Şu kadar ki, hububat her şeyden önce esas gıda maddemizi teşkil ettiğinden, memleket ihtiyacına göre titizlikle ayarlanması gereken ihracatının, müstahsili koruyan fiyatlarla hububat almakta olan Toprak Mahsulleri Ofisi’ne yaptırılması yolundaki karar muhafaza edilmektedir.”

        Ankara, İstanbul, Konya ve İzmir şehirlerindeki mütekait (emekli), dul ve yetimlere mahsus tevziat kartında, şu şartlar önemle belirtiliyor:

        “1- Şeker ve diğer tevziat maddeleri alırken bu kartın bütün olarak gösterilmesi ve her tevziatın ait kuponunun satıcı tarafından kesilmesi lazımdır.

          2- Bu kartı kaybedenlere yenisi verilmez.

          3- Tahrif ve taklidi Milli Korunma Kanununun tayin ettiği cezayı müstelzimdir.

          4-Mühürsüz, numarasız olanlarla gününde kullanılmayan kuponlar geçmez.

           5- Ziyanından dolayı tekrar tevzi zamanına kadar yenisi verilmez.”

        Oysa şimdi savaş yok, ama halk yine ekmek ve diğer gıda ürünlerini almakta zorlandığı için yine kuyrukta... Çünkü yeteri kadar üretim olmadığı için başta buğday, saman olmak üzere pek çok şey ithal ediliyor.  

        Not: Büyüklere, çocuklara, dul ve yetimlere, emeklilere, devlet memurlarına, mebuslara mahsus ekmek ve kumaş karnelerinden örnekleri tarihçi-yazar Orhan Koloğlu'nun arşivinden..

        (Süleyman Boyoğlu)

21 Aralık 2021 Salı

"SAMANYOLU" VE BERKANT...

 

 


     Sen kalbimin mehtabısın güneşisin

        Sen ruhumun vazgeçilmez bir eşisin

        Bir şarkısın sen ömür boyu sürecek

        Dudaklarımdan yıllarca düşmeyecek

         Ülkemizde müzik yapan değerlerin sonu ne yazık ki pek mutlu sonlanmıyor… Çoğunluğun hayatı ya huzurevi köşelerinde ya da hastanelerin yoğun bakımlarında tükeniyor. Bunlardan biri de 70’li yıllarda fırtına gibi esen ve seslendirdiği “Samanyolu” şarkısı dillere pelesenk olan pop müziği sanatçısı Berkant’tı…

        Berkant Akgürgen’in ilk eşi Serpil Örümcer’i bir televizyon kanalında bir muhabire demeç verirken izlemiştim. Örümcer, yurttaşlarımızın büyük çoğunluğu gibi hayat pahalılığından, geçim sıkıntısından yakınıyordu. Dalıp gittim… Gözlerimin önüne 1970’li yıllardaki Berkant ve “Bayan Bacak” lakaplı, alımlı-çalımlı eşi Serpil Örümcer’le bir yıl kadar süren şaşalı evlilikleri ve bu evlilikten doğan ve yoksullukla mücadele eden kızları Fulya geldi..

    SÖNMEZ: BERKANT SAMANYOLU’NA ÇIKTI

      Berkant 26 Eylül 2012 tarihinde İstanbul’da özel bir hastanede yaşama veda etti. Akciğer kanserine yakalandığında tedavisiyle ilgilenen Prof. Dr. Bingür Sönmez, ardından çok güzel ve anlamlı bir açıklama yaptı. Sönmez; “O, 68 kuşağına sevmeyi, aşık olmayı öğretti. ‘Onun Samanyolu’nu yeryüzüne indirdiğini’ söylüyorlar. Bence o Samanyolu’na çıktı. Artık her gece Samanyolu’nda bir yıldız daha fazla” demişti.

    ÖRÜMCER: SAMANYOLU’NU BENİMLEYKEN YAPTI

     Serpil Örümcer, eski eşinin ölüm haberini aldığında duygularını şöyle dile getirdi:

     “Berkant’ın ölüm haberini duyunca çok üzüldüm, sonuçta bir geçmişimiz var. Berkant ‘Samanyolu’nu benimleyken yapmıştı. Flört ediyorduk o zamanlar.. 1971’de evlendik, bir yıl sonra da boşandık. Keşke o şekilde ayrılmasaydık. Ben küs değilim, o bize küstü. Kızım Fulya da babasını görmedi. Ama cenazesine gideceğim. Kimse buna bana mani olamaz” diyordu.

  ENGİN HANIM: SAMANYOLU ONUN İÇİN BİR KAFTANDI

       Serpil Örümcer’den sonra 1975 yılında evlendiği Engin Akgürgen, oğulları Öykü ve Övgü ile taziyeleri kabul ederken; “Berkant’a hep ‘Samanyolu bir elbise’ derdim. Onun için biçilmiş bir kaftandı” diye açıklama yaptı.  

        YAZAR MURAT BARDAKÇI

       Haberturk yazarı Murat Bardakçı, Berkant’ın ölümünden bir gün sonra “Samanyolu’nun gerçek bestecisi” başlıklı bir yazı yazdı. Bardakçı, “Geçen hafta Neşet Ertaş’ın ardından sıra Berkant’ta imiş, şimdi de onu uğurluyoruz” dedikten sonra şunları söylüyor:

      “Berkant’ın ne zaman bahsi geçse, hatırlara hemen onun okuduğu ve seneler boyu dilinden düşmemiş olan ‘Samanyolu’ şarkısı gelir ve şarkının ‘Metin Bükey’in bestesi’ olduğu söylenir…

      Acaba öyle mi, yani memleketin en meşhur nağmelerinden olan bu eser hakikaten Metin Bükey’e mi ait?

      Murat Bardakçı, Berkant’ın ardından, Samanyolu konusunda, yedi sene önce yayınladığı bir açıklamaya tekrar yer vererek, şunları kaydediyor:

     “Eserin aslında kime ait olduğu, 2005 Şubat’ında da tartışılmıştı. Türk Müziği’ne ‘Buruk Acı’, ‘Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar’, ‘At kadehi elinden’, ‘Sarmaşık gülleri’, ‘Sürülmez sefa çekilmez cefa’, ‘Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım’, ‘Mavi gözlü sarışın kız’, ‘Bu gece son gecemiz’ ve ‘Saçın yüzüme değse telini kıskanırım’ gibi çok sayıda eserler vermiş olan Teoman Alpay, 13 Şubat 2005’te vefat etmişti.. Ardından çıkan yazılarda şarkılarından bahsediliyor ve besteleri hatırladıktan sonra Samanyolu’nun ‘sözlerinin’ ona ait olduğu söyleniyordu.

      MÜJDE AR: ŞARKININ BESTELENMESİNE ŞAHİDİM

       Bardakçı, o günlerde uzun zamandır görüşemediği sinema sanatçısı Müjde Ar’ın kendisini aradığını ve kendisine bir açıklama yapacağını söylediğini, anlattıklarını yayınladığını belirtiyor. Müjde Ar’ın Samanyolu’nun sözlerinin bir kısmının annesi Aysel Gürel’e, bestesinin de annesinin erkek arkadaşı Teoman Alpay’a ait olduğunu ve “Şarkının 1960’larda bestelenmesine bizzat şahidim” dediğini aktardığını hatırlatıyor.

      Murat Bardakçı, “Müjde Ar’ın anlattıklarını, Berkant’ın ardından yeniden ve aynen naklediyorum” diyor, şöyle devam ediyor:

      “Teoman Ağabey bir gün bir İzlanda şarkısı getirdi ve Türkçe söz yazması için anneme okudu. Annem, şarkıya hatırımda kaldığı kadarıyla ‘Sarı Güneş’ gibisinden bir söz yazdı ama Teoman Ağabey beğenmedi. Sonra oturdu, kendisi bir söz yazdı ama bu sözleri İzlanda şarkısına koymaktan vazgeçti ve başka bir eser olarak besteledi, adına da ‘Samanyolu’ dedi. Annem, o sırada güftedeki bazı kelimeleri değiştirdi ve ilk mısradaki ‘güneş’ sözünü de zorla koydurttu. Teoman Ağabey’in şarkıyı Atikali’deki evimizdeki Vezüv marka gaz sobasının önüne taburesini çekerek elindeki udla ve çıplak ayakla bestelemesi hâlâ gözümün önündedir. Samanyolu işte böyle doğdu ve şarkıyı ilk dinleyen müzisyen, o zamanın meşhur bestecisi Şekip Ayhan Özışık oldu.

             PEÇETEYE YAZIP VERMİŞ

      O senelerde çok büyük maddi sıkıntı çekiyorduk. Teoman Ağabey durmadan içiyordu. 23 kuruşluk Marmara şarabını bile zorla aldığımız, Teoman Ağabey’in bestelerini bir şişe içki parasına verdiği günler olurdu. Hattâ, bazı bestelerinin notasını elinden döverek almışlardı. Bestelerini böyle dağıtması yüzünden annemle sürekli münakaşa ederler, annem akşamları ‘Notalar nerede?’ diye sorar, başkalarına verdiğini, öğrenince tartışırlardı. Teoman Ağabey, eserlerinin başkasının adıyla çıkmasına aldırmaz, sadece içkisiyle mutlu olurdu. Annemle ayrılmalarının sebebi de bu içkisi oldu.

        Samanyolu’nun notasını da bir gün peçeteye yazıp Metin Bükey’e vermiş. Bükey, şarkının yıllar sonra Avrupa’da da tanınması üzerine vicdan azabı çektiğinden olacak, Teoman Ağabey’e arada bir üç kuruş para gönderirdi.

         Bu açıklamayı, bana seneler boyunca babam kadar yakın olan Teoman Ağabey’e hissettiğim vicdani borcumu ödemek için yapıyorum…”

          ŞARAPÇI KEMAL”

         Teoman Alpay’ın içkiye olan düşkünlüğü anlatılırken,  araya bir anekdotla gireceğim… Çocukluğumda (1960’lı 70’li yıllar) en ucuz içki şaraptı. Mahallemizin fakir insanlarının ve gençlerinin bütçeleri bu şaraplara ancak yeterdi. Mahallemiz olan Esenler-Çiftehavuzlar Mahallesi Çiğdem sokakta babamın amcasının bir bakkal dükkânı vardı; rafların en yükseğinde de sıra sıra dizili Marmara şarapları bulunurdu; şişesi 25 kuruştu.

         Bu şarapların daimi müşterisi ise hiç ayık gezmeyen, ama işini de çok iyi yapan Giresunlu sıvacı ustası “Şarapçı Kemal”di. Şarapçı Kemal, her akşam iş bitimi bu bakkala gelir, şarabını alır bir gazete kâğıdına sardırır özenle koynuna sokardı. Bu koyuna “gizleme!” işinden sonra ya evine ya da o yıllar Davutpaşa Kışlası askerlerinin eğitim yaptığı çayırlık alana giderdi. Unutuyordum! Bafra sigarasını da almayı unutmazdı… Kafayı bulduktan sonra da sallana sallana, kendi kendine küfürler ederek evinin yolunu tutardı.

        Hatırladığım kadar ağzında hiç diş yoktu. Ayıkken çok konuşmazdı ve kimseye küfür ettiği ise duyulmuş değildi. Nedendir bilinmez ama kafayı bulunca en çok küfrü Almanya’da işçi olarak çalışıp sonra yurda dönen, evinde oturduğu ağabeyi Yakup’a ederdi. Bir bakardık yalınayak Şarapçı Kemal önde, ağabeyi peşinde çayıra doğru bir kovalamaca başlardı. Çok zaman yakalayamazdı (belki de yakalamak istemiyordu), ama yakaladığında da canına okurdu…

          YILMAZ ÖZDİL VE SAMANYOLU

         Berkant öldüğünde Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapan Yılmaz Özdil de “Samanyolu” başlıklı bir yazı kaleme aldı.

        “Bir şarkısın sen, ömür boyu sürecek, dudaklarımdan yıllarca düşmeyecek” filan ama… Hiç merak ettiniz mi, şehirde değil, kerpiç haneli köyde dünyaya gelen Berkant, ortaokuldayken, piyano çalmayı nerden biliyordu?” diyerek yazısına başlayan Özdil, şunları söylüyor:

       “74 yaşında rahmetli oldu… Teee 65 sene evvel, ilkokuldayken, memleketin yüzde 90’ında radyo bile yokken, mızıka ve akordeon çalmayı kimden öğrenmişti? Henüz 14 yaşındayken, Frank Sinatra, Dean Martin, Nat King Cole şarkılarından oluşan repertuvara nasıl sahip olabilmişti? Dedim ya, 1938’de köyde dünyaya gelen çocuk… 18 yaşındayken orkestra kurmayı, hangi vizyonla akıl etmişti? Saksafon çalmayı?”

      Özdil, “Çünkü…” diyor ve şöyle devam ediyor:

     “Babası Hasan Akgürgen’in Köy Enstitüleri’ndeki görevi nedeniyle Ankara’nın Hasanoğlan Köyü’nde dünyaya gelmiş, ilkokula Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde başlamış, babasının tayini gereği, Bilecek’e Denizli’ye gitmiş, ama, ailesi tarafından hep ‘köy enstitüsü ruhu’yla büyütülmüştü.

      Berkant’ın temel eğitimini aldığı Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde, Ankara Konservatuvarı’nın saygın ustalarının klasik müzik öğrettiklerini anlatan Özdil, 1945 senesinde Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün enstrüman demirbaşının; 259 mandolin, 55 keman, 37 bağlama, 8 akordeon, 3 piyano, 3 davul, 1 metronom ve 1 pikap olduğunu sıralıyor..

      Yılmaz Özdil, “Harika Çocuk”lar Suna Kan ve İdil Biret’in enstitüye misafir olarak getirildiğini, çocuklara piyano ve keman dinlettirildiğini de yazıyor.

      Özdil, çocukların enstitülerde resim yaptıklarını, voleybol oynadıklarını, sinema salonuna ve tiyatro salonuna sahip olduklarını ifade ederek, şunları kaydediyor:

      “Bedri Rahmi Eyüboğlu bir hatırasını şöyle anlatmıştı: ‘Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne gitmiştik. Okulun hayvanlarını barındıran ahırda bir çocuk gördüm. Gece nöbeti ona düşmüş, elinde kitap vardı, dalmıştı. Shakespeare okuyordu. Okuduğunu nasıl kavradığını, ertesi gün oynadıkları piyeste gördük.’

     Mozart, Vivaldi, Beethoven dinliyorlar; Gorki, Tolstoy, Zola okuyarlardı. Moliere’in Kibarlık Budalası’nı, Sofokles’in Kral Oedipus’unu, Gogol’un Müfettiş’ini sahneliyorlardı. Mesela, bir mezuniyet töreni programı sırasıyla şöyleydi: İstiklâl Marşı, bağlama konseri, türküler, mandolin konseri, koro, Anton Çehov’un Bir Evlenme Teklifi, diploma takdimi, topluca zeybek…”

        “ŞARKININ İÇİNDE SAMANYOLU GEÇMİYOR”

      “Tüm zamanların, gelmiş geçmiş en şöhretli şarkısı Samanyolu’nu ölümsüzleştiren, dede’den torun’a nesiller boyu adeta marş gibi ezberleten Berkant, işte bu ruh’un Türkiye’ye armağanıydı” diyen Yılmaz Özdil, yazısını şöyle tamamlıyor:

     “İşin ekstra enteresan tarafı… Romantizm tarihimizin en önemli şarkısının adı Samanyolu ama, şarkının içinde tek kelime Samanyolu geçmiyor. Tıpkı, eğitim-öğretim tarihimizin en önemli parçası Köy Enstitüleri’nin, dörtdörtlük olduğu söylenen imamlı-tarikatlı eğitim sistemimizin içinde geçmemesi gibi.

       Özetle. Samanyolu dediğin… Görmek isteyene. Görmek istemeyene… Teleskop versen, hikâye..”

     SEZEN CUMHUR: TÜRK POP MÜZİĞİ ONUNLA BAŞLADI

        Berkant’ın birçok şarkısının söz yazarı Sezen Cumhur Önal, bugünkü Türk pop müziğinin Berkant’la başladığını belirtiyor, şöyle diyor:

       “Onunla birlikte benim sözünü yazdığımı, Berkant’ın seslendirdiği pek çok şarkıya imza attık. Radyolarda yabancılar gibi şarkılar söylemek marifet değil. Bizim dönemimizde tüm sanatçılar Fransızca söylemeyi marifet sayardı. Türkiye popüler müziğinde Berkant’ın pek çok şarkısı vardı. ‘Samanyolu’ son şarkısı idi. Bugün yapılan pop müziğini ben müzik olarak görmüyorum. Normalde güzel Türçemiz Batı müziğine aykırıdır. Ama biz Türkçeyi güzel kullanan şarkılar yaptık. Son dönemlerde çok yorgun olduğunu gözlemliyordum. Çok sigara içiyordu.”

         ATİLLA DORSAY: O ŞARKI ULUSAL HAZİNEMİZ

        Sinema yazarı Atilla Dorsay, yıllar boyu hiçbir şarkının “Samanyolu” kadar sevilip benimsenmediğine ve kitlelere bu kadar mal olmadığına vurgu yaparak, “O şarkı ulusal hazinemiz oldu” diyor.

        Müzik yazarı Naim Dilmener, Berkant’ın popun erken döneminde ünlendiğini ve bu ününü popun yerleşmesi ve yükselmesi için kullandığını belirterek, “Parada pulda gözü olmadı. Kısa vadede tuhaf gibi görünüyor böyle bir tavır ama uzun vadede doğru ve haklıdır. Mekânı Samanyolu’nun en manzaralı köşesi olsun” diye konuşuyor. 

    MURAT MERİÇ: SAMANYOLU BERKANT’IN ÇÖKÜŞÜDÜR

       “Berkant’ın esas önemi ilk olmasıdır” diyen müzik yazarı Murat Meriç ise şunları kaydediyor:

      “Bu ülkenin ilk meşhur solistlerindendir. Türkiye’de ‘aranjman devri’ denilen dönemi başlatan kişidir. Yabancı şarkılara Türkçe söz yazma modasının ilk erkek solistiydi. Berkant’ı Samanyolu şarkısıyla tanırız, ancak bence Samanyolu onun çöküşüdür. Ben Samanyolu şarkısını sevmem çünkü şarkı ona o kadar yapıştı ki bu şarkı onun çöküşünü getirdi. Sahnenin hakkını veren bir isimdi. 70 sonrasında yaptığı bütün işlerde Samanyolu’na dönüş yapmak durumunda kaldı. Onun ötesine geçemedi. Samanyolu sonrasında yaptığı çok güzel 45’lik plakları var. Ancak ondan beklenti hep Samanyolu olduğu için sonraki dönemlerde hep Samanyolu şarkısına dönmek zorunda kaldı.”                     “Samanyolu’nun şanslı yorumcusuydu” diyen müzik yazarı Cumhur Canbazoğlu da şunları söylüyor:

       “Berkant marş haline gelmiş bu şarkı sayesinde Türk pop tarihinde silinmeyecek bir yer edinmeyi başarmıştı. Adı ‘Bay Samanyolu’na çıkmıştı, ama ‘tek şarkılık adam’ olmanın çok ötesinde değerler kattı müzik dünyamıza… Müzik camiası onu kolay unutsa da ‘ömür boyu sürecek şarkı’yla gönüllerden, kulaklardan hiç eksik olmadı.”

 HINCAL ULUÇ: NEREDEYSE MİLLİ MARŞA DÖNEN ŞARKI

       Yazar Hıncal Uluç, Berkant’ın Ankara Kurtuluş Lisesi’nden arkadaşı olduğunu vurgulayarak, Murat Meriç’in “Samanyolu onun çöküşüdür” sözlerine katıldığını belirtiyor. Uluç, şöyle devam ediyor:

      “Bay Samanyolu diye anılan adam için bunu söylemek kolay mı? Ama gerçek… Çok ama çok iyi bir şarkıcı olan Berkant, Samanyolu’nun altında ezildi resmen…

       Neredeyse milli marşa dönüşen ve hemen herkes tarafından, yerli yersiz her fırsatta söylenen şarkı öyle büyüdü, öyle büyüdü ki, Berkant’ı altına aldı. Yaptığı her şeyde yeni bir Samanyolu beklendi. Olmadı tabii.. Şarkı şarap gibi eskidikçe kıymetlenir, her gün daha popüler olurken, Berkant popülaritesini aynı hızla yitirdi.”

    İşte o unutulmaz şarkının sözleri:

     Sen kalbimin mehtabısın güneşisin

        Sen ruhumun vazgeçilmez bir eşisin

        Bir şarkısın sen ömür boyu sürecek

        Dudaklarımdan yıllarca düşmeyecek

        Ruhum sensin kalbim senenin ömrüm senin

        Yıllar geçse ölmeyecek bende sevgin

        Bir şarkısın sen ömür boyu sürecek

        Dudaklarımdan yıllarca düşmeyecek

        Uzaklara kaçıversek seninle biz

         Birgün elbet göze gelir bu sevgimiz

         Bir şarkısın sen ömür boyu sürecek

         Dudaklarımdan yıllarca düşmeyecek

(Not: Alıntılar gazetelerden)

(Süleyman Boyoğlu)

        

       

25 Kasım 2021 Perşembe

YOKLUĞUNDA...

 

                                            Yokluğunda,

                                            Kitaplara, müziğe, şiire sığınıyorum

                                            İkimizin şarkısını dinliyor,

                                            Şarkıya eşlik ediyorum

                                            Şimdi uzaklarda da olsan

                                            Belki bir şekilde sesimi duyar

                                            Şarkımıza eşlik edersin.

                                            Hüseyin Boyoğlu


13 Kasım 2021 Cumartesi

ŞEHİRLERE AKIN VE VAROŞLAR...

        Türkiye nüfusu 1950 genel nüfus sayımından bu yana sürekli artış gösteriyor. Bu sayımda 20 milyon 947 bin 188 olan insan sayımız 1955 sayımında 24 milyon 111 bin 778’e çıkıyor. Beş yıl içinde Türkiye nüfusu yüzde 3 oranında bir artışla dünyada en ileri bir nüfus artış hızını elde ediyor. Bugün ise nüfusumuz 84 milyona dayanmış vaziyette…

      Türkiye’de genel nüfus artışı yanında bir de şehirlerin kalabalıklaşması ve köylerden şehirlere doğru bir insan akını olayı da dikkat çekiyor. Sadece köylerden mi? Yanı başımızdaki Suriye’de ve Afganistan’da yaşanan iç savaştan kaçan beş-altı milyona yakın insanın göçü de şehirleri ve ilçeleri dolduruyor.

      Bu tehlikeli gelişmeye ta 1959 yılında Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Araştırma Bürosu’nun Rebii Barkın, Osman Okyar ve Doğan Avcıoğlu’na hazırlattığı “Şehirlere Akın ve Mesken Dâvası” kitapçıkta, nüfus artışının doğurduğu bazı sosyal ve ekonomik sorunlara dikkat çekiliyor:

       “Artan nüfusun evvela gıda ve sonra da diğer yaşam ihtiyaçlarının temini için milli istihsalin artan nüfusla beraber ve onun ihtiyaç talebini karşılayacak ölçüde artması zaruridir.. Bu olmadıkça umumi maişet seviyesi gitgide düşer ve içtimai bir sefalet manzarası peyda olmağa başlar. İstihsalin artması için istihsal vasıtalarının çoğaltılması ve yeni istihsal vasıtaları yaratılması, yani kısa tabirle yatırım yapılması şarttır.

        Yatırım hacmini artırmak ve yatırımları en verimli şekilde yürütmek bugün Türkiye’nin halletmek zorunda bulunduğu büyük meselelerden biridir. Eğer bu gayret yapılmazsa büyüyor gibi görünen Türkiye bünyece zayıflar ve nüfus artışı faydalı değil, zararlı olur.  Bu duruma göre bugün dünya için belli başlı bir endişe mevzuu olan nüfus artışı probleminin Türkiye’yi en çok düşündüren hayati bir mevzu olması icap eder.”

         Şehirleşmenin doğurduğu türlü sorunlar arasında en üzücü ve en tehlikelisinin “gecekondulaşma” olduğuna işaret edilen kitapçıkta, gecekondu davasının sosyal bünyemizin ciddi bir hastalığı olarak ele alınması ve gerçek nedenlerinin araştırılarak teşhisinin konulmasına zaruret olduğuna vurgu yapılarak; “Bütün bu meseleler halledilmedikçe gerçek bir milli kalkınmadan bahsolunamaz. Halbuki iktidar (Demokrat Parti), bunların hiçbiri üzerinde ciddiyetle durmamış, hal çareleri aramamıştır. 45 bin traktörün ithali ile halledileceği sanılan zirai kalkınma denemesi plansız teşebbüslerin en başta gelenlerinden biridir. Ziraatta makineleşme politikası, ekilen arazinin genişlemesi ve havaların iyi gitmesi sayesinde ilk yıllarda istihsalin artmasına müncer olmuştur. Fakat çabucak ekime müsait toprakların hududuna varılmış, hatta bu hudut aşılmıştır. Hektar başına alınan mahsulü yani toprağın verimini artırmak için hiçbir gayret sarf edilmediğinden, zira istihsali, bilhassa hububat istihsalini 1953’ten sonra artırmak mümkün olmamıştır” deniliyor.

          Her yıl 800 bin nüfus artışı ile milli üretimle geçinmesinin olanaksızlığını kaçınılmaz olacağına vurgu yapılan kitapçıkta, Amerikan yardımı ile buhranın savuşturulmaya çalışıldığına işaret ediliyor.

          Kitapçıkta, Birleşmiş Milletler Gıda ve Ziraat Teşkilatı (F.A.O.) uzmanlarının yaptıkları incelemede, traktörlerle sahası günden güne genişletilen kuru ziraatta verimliliğin artmadığı, ekime elverişli toprakların yağmurlarla sürüklenip götürülmesi olan erozyon olayı nedeniyle Türkiye’nin bir müddet sonra ekim sahalarından mahrum kalmak gibi çok ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya olduğu belirtiliyor:

         “F.A.O’nun tarafsız ilmi bir görüş ve vazife icabı en iyi niyetle yaptırdığı bu tetkiklerin neticesini gösteren raporlar nazara alınmamıştır. Daha bugünden Amerika’dan buğday, pirinç, et, tavuk, süt tozu ve saire gibi zirai ayni yardım olmazsa Türkiye’nin iaşe meselesinde ciddi güçlüklere maruz kalacağı muhakkaktır.

          Görülüyor ki Türkiye’de çok önemli pek çok davalar hızla gelişmekte ve bunların başında zirai istihsal ve verimlilik ve bununla sıkı sıkıya münasebeti olan köylerdeki boşalma ve şehirlerdeki kalabalıklaşma meseleleri gelmektedir.

         Toplumun selameti için ciddi tedbirler almak zamanı çoktan gelmiştir. 1950-55 yılları arasında köylerden şehirlere doğru vuku bulmakta olan göçlerin adeta bir akın şeklini alması ve bundan doğan türlü sosyal davaların yarattığı buhran alınacak tedbirlerde çok acele etmemiz lazım geldiğini göstermektedir.”

          Şehirleşmenin hayat seviyesindeki bir yükselmeyi gösterdiğini, zira insan emeğinin endüstri alanında, tarımdakinin birkaç misli daha verimli olduğu vurgulanıyor:

         “Endüstrinin sağladığı fazla gelirle insanlar medeni ihtiyaçlarını kolaylıkla karşıladıklarından toplumun hayat standardı yükselir. Mesela, 1937 senesinde İngiltere’nin 46 milyon nüfusunun yüzde 80’ni resmen şehir mıntıkası olarak kabul edilen yerlerde oturmakta idi ve İngiliz milleti dünyanın gıpta ettiği bir refah seviyesine erişmiş bulunuyordu.    

          Şehirleşme muayyen bir iktisadi gelişmenin neticesinde vaki oluyorsa makbuldür; yani şehirlerde köylerden göçen halkın iş gücünü tam yerinde kullanacak tesisler kurulur, istihsal vasıtaları ve imkanları çoğalır ve bunlar sayesinde insan gücünden daha fazla istihsal ve daha üstün bir verim sağlanırsa, o zaman bir ilerleme söz konusu olabilir. Yoksa köylerde yaşayan insanlar topraktan elde ettikleri mahsullerle fiilen geçinmek imkânı bulamazlarsa ve şehirlerde içine düşecekleri en düşkün hayat şartları bunlara köylerde çektikleri mahrumiyetten daha ehven gelir. Bu sebepten köyle boşalarak şehirler yoksul bir toplulukla dolarsa o zaman şehirleşme ilerlemenin değil, ancak sosyal bir gerilemenin ifadesi olarak kabul edilmek lazımdır.”

         1959’da Türkiye’de yaşayan nüfusun yaklaşık dörtte üçünün köylerde, dörtte birinin şehirlerde oturduğuna vurgu yapılan kitapçıkta, “Türkiye şehirleri gitgide büyümektedir. Şehirlerimizdeki kalabalıklaşmanın sebebi şehirlerin köylülere nazaran daha çok üremesi değildir, tersine üreme endeksi başka memleketlerde yapılan istatistik araştırmalarının gösterdiği gibi köylerde şehirlerden daha fazladır. Şehir nüfusunun artması köylülerin şehirlere taşınmasından ileri gelir. Böylece Türkiye belirli bir şehirleşme hareketi içindedir” deniliyor.

       Kitapçıkta, parlak şehir hayatı, makineli ziraat, sanayileşme gibi nedenlerin yanında, bir işçinin kalifiye olmadan bile şehirdeki kazancının kuru ziraat ile üretim yapan bir rençberin yıllık kazancının çok üstünde olmasının da şehirlere olan ilgiyi artırdığı vurgulanıyor.

        Köylerdeki küçük çiftçi ailelerinin genellikle birden göç etmediği, evvela aile fertlerinden birinin sonra diğerlerinin şehre geldiğine işaret edilen kitapçıkta, bir köylünün şehre yerleşebilmesi için önce basit malzemelerle yapacağı bir gecekonduya ihtiyaç duyduğu vurgulanan kitapçıkta, bunu yapabilmesi için de akrabalarının ve köylülerinden yardım aldığına dikkat çekiliyor.

       Aşağıda verdiğim linkte, yukarıda anlatılanlar benim ve ailemin köyden kente göçünün hemen hemen bir pratiğidir.      


http://suleymanboyoglu.blogspot.com/2018/12/bir-koy-okulu-hikayesi-daha.html

 

           GELDİĞİMİZ NOKTA

    

        Bugün vardığımız noktada, şehirler artık “lebalep” doldu. Gecekondu semtleri pek kalmadı, gecekonduların yerine çok katlı binalar, gökdelenler yapıldı. Çamurlu, tozlu yollar azaldı; hemen hemen bütün yollar köylere kadar asfaltlandı. Her eve su, elektrik ve doğalgaz bağlandı. Sabit telefonun yerini cep telefonu, internet aldı. Siyah-beyaz televizyonlar atıldı, dev ekranlı televizyonlar yerini aldı, ama bir şey alınamadı; o da huzur ve mutluluk…

        Huzurun ve mutluluğun olabilmesi için güvenceli bir iş, iyi bir eğitim ve sağlık olması lazımdı. Maalesef geldiğimiz aşamada ne şehirlerde ne de köylerde bunlardan eser kalmadı. Şehirlerde varoşlar çoğaldı, köyler kahvelerle doldu.

         Fabrika açılışları, temel atmalar durdu. Üretim olmayınca çılgın tüketim de kalmadı. Köylü kara sabanı bıraktı traktör aldı, traktörü çalıştıracak mazot alamadı. Ya da ürettiği ürünü pazarlayamadı. Besicilik bitti… Et, peynir ithalatı derken, ot-saman ithal eder olduk.

         Tüm bunlar yetmiyormuş gibi bir de iki yıla yakın Covid-19 belasıyla cebelleşir olduk. Gelişmiş Avrupa ülkeleri aşı sorunlarını hallederken, biz işimizi geri kalmış-bıraktırılmış ülkeler gibi Allah’a havale ettik. Ne diyeyim! Allah “çalışkan, zeki” halkımıza akıl fikir versin…

         (Süleyman Boyoğlu) 

DATÇA'LI "ATLI CENGİZ"...

 

Datça’nın toprak zenginlerinden Cengiz Acar, benzin, mazot ve gaz zamlarından etkilendiği için değil, ata olan tutkusundan her gün Kızlan Köyü’nden Datça merkeze atıyla gidip geliyor. (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

 


24 Ağustos 2021 Salı

DATÇA'DA GÖNÜLLÜ ÇEVRECİ...

 

Datça'da genç bir kadın yaşadığı ilçenin temiz olması için mücadele veriyor. Bir pastanede pasta ustalığı yapan Ayşe Yılmaz adlı kadın, yedi ay önce Datça'ya geldiğini ve ilçeyi çok sevdiğini belirterek, denizin ve kumsalların kirletilmesine üzüldüğü için gönüllü olarak hemen hemen her gün iş çıkışı sahilleri dolaşarak insanların bıraktığı çöpleri, özellikle de kumların, çakılların arasına sıkıştırılan sigara izmaritlerini topladığını söylüyor. Ankaralı kadın, Asya ülkelerinde bir süre çalıştıktan sonra Datça'ya geliyor ve ilçenin güzelliğine hayran kalarak, burada yaşamaya karar veriyor.


(Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)


    

10 Ağustos 2021 Salı

BİR ŞİİR...

                
                                  Yorgunum artık

                            Feryada, figana, bağırışa

                            Al götür beni buradan

                            Uyandır

                            Güneşi doğmuş bir sabaha...

                          (Hüseyin Boyoğlu)

MARMARİS VE DATÇA'DA ORMAN YANGINI..

                        
              

Bu yıl Türkiye'nin bir çok kentinde çıkan orman yangınları Marmaris (29 Temmuz) ve Datça'da da (8 Ağustos 2021) yaşandı. Datça erken helikopter, uçak ve yurttaş müdahalesiyle yangını ucuz atlatırken, Marmaris maalesef ağır bir yangın geçirdi. Armutalan'dan başlayın yangın Hisarönü'ne kadar büyük bir alanı kapladı ve içindeki tüm canlılarla birlikte insanlarımızı da yaktı. (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

23 Haziran 2021 Çarşamba

UYARI!

                         
                                      ( Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

29 Mayıs 2021 Cumartesi

DATÇA; BİR YIL SONRA

                            

                            

Datça'nın geçen yıl Mayıs ayı görünümü ile bu yılın Mayıs ayı görünümü... Aradaki farkı bulun! (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

10 Mayıs 2021 Pazartesi

49 YIL ÖNCESİ...

 

                                    

2 Mayıs 2021 Pazar

ÇİNGENE YÜREĞİM...

Şarkılar dökülür

Şiirsi dudaklarımdan.

Gül açar, güller saçılır

Savrulan eteklerimden.

Kıvrak rakslarımdan

Akar geceye,

Öksüz işvelerim!..


Ola ki;

Bir Akdeniz sahilinde ben..

Gökyüzü çadırında

Gece mavisi düşler dokurum

Düşüm düşüm

Yıldız yağar gecelerime!..

Ben ağlarım;

Sessizce, sensizce

Üşür Akdeniz bende

Ben sende!..

 

Ola ki;

Karanlığa bağdaş kurup oturmuşum,

Katran karası saçlarından

Düşlerim dökülür

Gecenin zifirine…

 

Dudaklarımda çağlayanın işvesi,

Parmaklarımda zillerin kahkahası,

Eteklerimde, açan güller savrulur,

Gecenin sırrını çözer dudaklarım

Gözlerime çeribaşı kırk düğüm atar

Savrulur gider geceye,

Yüreğimden fışkıran sevdam

Çıplak ayaklarımda

Raksım ağlar!..

Uslanmaz yüreğim…

Uslanmaz da,

Yüzüme yansır

Yasak bir aşkın utancı..

Titrerde kıvranır

Güneş yanığı tenimde!..

 

Gözlerimde ateş susar,

Delirir içimde orman yangınları

Yüreğim isyanda!

Yüreğim üşümüş,

Yüreğim buz!

Yüreğimin gözleri çisem çisem

Yüreğimin gözlerinde yaş!

Alev dudaklarımda

Tan yeri atar yavaş yavaş

Parça parça sökülür düşlerim

Üşür içimde

Yasak sevdam!..


İki raks arası

Durur zaman

Fallar açılır ellerimde,

Okunur yüreğimin falı

“Kalmaz üç vakte” deyip de

Olmayan umutlarımı

Çağırırdım bile bile…

 

Güller saçılır,

Savrulur eteklerimde,

Kıvrak rakslardan

İşveler dökülür

Damla damla geceye,

Ve buğulu

Gözlerimde

Bir Çingene masalı

Ve yüreğim!

Deli yüreğim!

Çeri başına sevdalı!..

LEMAN GÜRCANOK/WWW.edebiyatdefteri.com/Lemanin Dünyası

1 Mayıs 2021 Cumartesi

1 MAYIS EMEKÇİ BAYRAMI...


12 Eylül'den sonra ancak 2008 yılında resmi olarak kutlanan "1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramı" bu yıl pandemi (salgın) nedeniyle yeniden 1935'lerden 1976'ya kadar kutlanan "Bahar Bayramı"na dönüştü, ama işçiler kırlara bile gidemedi. İşçiler ve emekçiler haklarını, isteklerini bu yıl alanlarda haykıramadı; özellikle de Taksim Meydanı'nda... (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

15 Nisan 2021 Perşembe

NEDEN KÖY ENSTİTÜLERİ? (2)

                                 Kepirtepe Köy Enstitüsü 1942 (Fotoğraf: Yeni Kuşak Köy                                                                                Enstitüleri Derneği Yayınları)

                          KÖY ENSTİTÜLERİ NİÇİN                                                              ŞEHİRLER DIŞINDA KURULDU

 Süleyman Boyoğlu

            Şerif Tekben, köy enstitülerinin, hayatının sonuna kadar köyleri eğitim yoluyla canlandıracak ve köyde ilköğretimi yüzde yüz gerçekleştirecek öğretmen ve köye yarayan diğer meslek erbabını yetiştiren kaynaklar olarak düşünüldüğünü belirtiyor, ancak bu amaca ulaşabilmek için de belirlenen ilkelerin tam olarak uygulanması gerektiğini ifade ediyor. 

           Tekben, köy enstitülerinin niçin şehirler dışında kurulduklarını ise şöyle açıklıyor:

           “Köy enstitülerine alınan öğretmen adaylarının ziraat ve atölye işlerinde yetiştirilmeleri gerekiyordu. Böyle bir çalışmayı sağlamak için her şeyden önce ziraata elverişli araziye ihtiyaç vardı. Ekim, dikim, bakım ve istihsal işlerinin gerektirdiği işler ve araçlar düşünülürse enstitülerin neden şehirlerde kurulmadığı anlaşılır. Köye gidecek öğretmenin, köylünün işine yarayan bilgi ve hünere sahip olması, köylü ile kader birliği yapması, okuma-yazma ve öteki bilgileri bu hususların gerçekleşmesi için bir araç olarak kullanması sayesinde, köy hayatı üzerinde etkin olabileceği düşünülmüştür. Öğretmen adayları görev alacakları köyün koşullarına göre toprağı işlemeyi, traktör kullanmayı, yol, köprü, kaldırım yapmayı, tuğla pişirmeyi, kireç yakmayı, taş yontmayı, ağaç yetiştirmeyi, peynir, sirke imal etmeyi, hayvan bakımını bilmek; kızlar ise biçki-dikiş, dokumacılık işlerini öğrenmek zorundadırlar.”

          “Köy enstitüleri Türk köyünü, köylü bir ulus olan Türk ulusunu eğitim yolu ile canlandırma amacı güdüyordu” diyen Tekben, şöyle devam ediyor: “Bu amacı gerçekleştirmek için çok çetin çalışmalara ihtiyaç vardı. Eller nasırlanmadan, tabanlar çatlamadan, güneşte kavrulmadan köylüye yararlı olunamazdı. Önce köyün çetin ve ağır koşulları içinde tutunmak, sonra da bu koşulları değiştirmeye çalışmak.. Bu kuru bir ülkücülükle yürüyecek iş değildi. İlk denemeler de gösterdi ki, şehirden alınan çocuklarla bu iş yürütülemeyecektir. ‘Asırlardan beri türlü felâkete maruz kalan, buna rağmen hayatın karşısında paslı bir çelik gibi durmasını bilen köylü’ denen hazineden faydalanmak en doğru yol olurdu. İşte bu gerçekçi görüşe uyularak öğretmen adaylarını köylerden almak, onları bilgi ve becerilerle donatıp tekrar köylere vermek yolu tutuldu."

            
 Fakir Baykurt, Mehmet Başaran, Vedat Günyol- Fotoğraf: Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği Yayınları                                                          

                      TABİATLA ŞAVAŞ

          Köy enstitülerinin dayandığı ilkelerin içinde en önemlisinin “Yaparak Öğrenme” olduğunu vurgulayan Şerif Tekben, şunları kaydediyor: “Bu ilke olmadıkça köy enstitüleri hakkında düşünülen ve saptanan bütün amaçlar birer serap olur. İş eğitimi deyince, istihsali amaç edinen gerçek iş içinde iş vasıtasıyla eğitimi anlamalıdır. Öğrenmenin tek yolu da budur. Bunun için enstitülerin kuruldukları yerden, uygulanan iş eğitimi şekline kadar bütün çalışmalar çocuğu, içinde bulunduğu tabiatı sömürebilecek duruma ulaştıracak tarzda ayarlanmıştır. Çocuk, enstitüde aralıksız olarak tabiatla savaş halindedir. Kazandırılan bilgiler, yapılan işler hep tabiata hakim kılıcı bir hedef taşır. Zihni yormaktan başka bir işe yaramayan, uygulanamayan, kuvvet haline getirilemeyen bilgiye yer verilmez. Bu anlayış içindeki çalışmalar, bir yandan çocuğu yetiştirirken, bir yandan da gerçek ürünleriyle yurdumuza zenginleştirir.” 

          DİSİPLİN KURULLARININ İŞSİZ KALMASI

        Tekben, her enstitüde ortalama bin öğrenci olduğunu da belirterek, şunları söylüyor: “Öğretmenler, usta öğrenciler, öğretmen aileleriyle kadınlı erkekli orta büyüklükte bir köy topluluğu.. 3-5 bin dönüm araziye yayılmış bu köyün birçok işleri vardı. Günlük temizlik işlerinden her alandaki geçici ve sürekli çalışmalara kadar enstitünün bütün işleri.. Bu işler topluca alınan kararlarla yürütülürdü. Hafta sonlarında ve aybaşlarında yapılan toplantılarda çalışmalarla ilgili olarak kıyasıya tartışmalar yapılır, isim ve yer söylemek şartıyla bütün iyilikler, kötülükler ortaya dökülürdü. Enstitü ödeneğinin sarf yeri de bu toplantılarda kararlaştırılırdı. Aşağıdan yukarıya öylesine bir kontrol sistemi ki, en ufak yolsuzluğun gözden kaçması imkânsızdı. Demokratik eğitim ve kendi kendini yönetme sayesinde disiplin kurulları işsizdi. Ortalama 15 bin öğrencinin barındığı köy enstitülerinin disiplin işleri incelenince görülecektir ki, bu kurumlardaki vaka sayısı bir lisemizin bir yıllık disiplin kurulu kararlarının yanında hiç kalmaktadır.” 

         Halk arasında yaşayan “imece”nin enstitülerde bir eğitim tekniği durumuna getirildiğini vurgulayan Şerif Tekben, “Kesim içindeki köylere yardım ekipleri göndermek, bir de kardeş kurumların savaşlarına katılmak suretiyle iki şekilde uygulanırdı” diyor.

              “10 YILDA 20 BİN ÖĞRETMEN YETİŞTİ

         Tekben, enstitülerin kısa zamanda başardıkları işlerin “muazzam” işler olduğuna işaret ederek, şöyle devam ediyor: “Her biri milyonlar değerinde, modern eğitimin gereklerine sahip 21 eğitim sitesi… 9 bin eğitmen, 20 bin öğretmen 10 yılda yetişti. 108 yıl çalıştıktan sonra köylere gönderilebilen öğretmen sayısı ise 6 bindir. Köy enstitüleriyle hızlı ve güvenilir kalkınmanın yoluna girebilmiştik. Bu iş nasıl oldu? Her şeyden önce eğitimde kendimizi bulmakla.. Bizi köstekleyen alışkanlıklar düzenini, elimizi kolumuzu bağlayan kırtasiyeciliği, nemelazımcılığı, yan geldirmeciliği kökten kazımak, kendi öz değerlerimize kavuşmakla. Bizim insan cevherimizin yaratıcılığını parlatmakla.. Masa başı uyuşukluğu, hesapları bir kenara itilmiş, cesaretle işe göre adam seçilmiş ve bu adamlara tam yetki verilmişti. İnsana güvenilmiştir. 3-5 memur ve 2-3 işçi kadrosu ile idare edilen bu kurumlarda bugün öğrenci sayısına yakın işçi ve memur çalışmaktadır. Demek ki eğitim düzeni iş görme zihniyetini beraberinde getiriyor. Giderek köy enstitüleri ‘gönülden kanunlu’ insanlarla çalıştığı, yetiştiği yerler olmuştu.”

         KASNAKÇI EFE, ÂŞIK VEYSEL, ALİ İZZET        

         Tekben, her enstitünün kendi çevresini inceleme, halk kültürü verilerini ortaya çıkarıp değerlendirme yolunda ilerlediğini de anlatarak, şunları kaydediyor: “Halk türküleri, nakışlar, milli oyunlar taze bir güçle hayata katılıyordu. Yaşayan halk sanatları ustaları köy enstitülerinde ‘usta öğretici’ olarak çalıştırılıyordu. Kasnakçı Efe, Âşık Veysel, Ali İzzet ve daha bir çok halay, zeybek ve öteki halk oyunları, halk türküleri ustaları.. Tarım işlerinde çevredeki değerlerden faydalanılırdı. Ömrünü bağcılıkla geçirmiş ya da hayvancılıkta tanınmış ustalar köy enstitülerindeki çalışmalara katılırlardı."

         Köye sağlıkçı, ebe, küçük zanaatkârın gerekli olduğunu, bunların da köy enstitüleri kaynağından yetiştirilmesinin yolunun tutulduğunu belirten Şeref Tekben, “Bundaki zorunluluğu doğuran sebepler, köy öğretmenlerinin köy enstitülerinde yetiştirilmesiyle ilgili sebeplerin aynıdır. Köyü bilen, köylüyü anlayan, köyden kaçmayacak dayanıklı ebenin, sağlık memurunun, doktorun, zanaatkârın köy yaşayışına yabancı çevrelerde yetiştirilmesine imkân yoktu. Köylerle münasebeti olan diğer hizmetliler de; müfettişler, bucak müdürleri, kaymakamlar kısa süreli kurslardan geçirilecek, giderek köylü ile omuz omuza çalışabilecek insanlarla koordine bir çalışma düzeni kurulacaktı” diye söylüyor.

          “Klasik öğretmen yetiştirme düzeninin bir de o anlayışa uygun denetim örgütü vardı” diyen Tekben, şunları ifade ediyor: “Dört duvar arasında sorunlarımızdan, ihtiyaçlarımızdan habersiz kitap bilgisiyle yetişen öğretmen, kapı dışı edildi mi; bir daha ardı aranmıyordu, okul arada işinin bittiğini sanıyordu. Yılda bir okula uğrayan müfettiş, daha çok kurumsal eğitimin vâizliği yolunda bir rapor düzenleniyor, böylece öğretmen görevi başında yetiştirilmiş oluyordu.  Enstitü, yetiştirdiği öğretmenleri, hayat içinde de izleyecek bütün imkânlarıyla yanı başlarında olacaktı. Denetim işi suç, noksan arayıcı, daima tenkit edici, bir zaptiye memuru anlayışı ile kovalayıcı, bir kelime ile korkunç olmaktan çıkarak, öğretmenle el ele verip birlikte noksanları giderme yolunda bir zihniyete inkılâp ediyordu.”

        Şerif Tekben, ülkenin eğitim kesimlerine ayrılmasını ise şöyle anlatıyor: “Yurt gerçeğinin bir başka yüzü daha vardı. Toprağımız yaşama koşulları, olanakları yönünden birbirinden çok farklı bölgelere ayrılıyordu. Doğu Anadolu’muzu, Karadeniz kıyılarını, Akdeniz bölgesini gören bir yabancı yazar; ‘bir değil, birçok Türkiye var’ demek suretiyle bunu çok güzel anlatmıştır. İhtiyaçlarla gerçeklerle çakışan sağlam bir eğitim düzeni, çalışmalarını bölgenin karakterine uydurulabilirse etkin olurdu.”

                21 EĞİTİM BÖLGESİ

         21 eğitim kesimine ayrılan ülkemizde enstitüler bu kesimlerin ortalarında kesimlerin özelliklerini taşıyan köylerin yanı başında kuruldu. Böylece ileri eğitim ilkelerinin hayata geçirilmesi, enstitülerin türlü yönleriyle o bölgenin inceleme, araştırma merkezi halinde gelişmesi, bütün ile bir eğitim alanı durumuna getirilmesi imkânına kavuşuldu. Bunun içindir ki enstitüler, bölgelerdeki halkı daha iyi tanıyor, halk kültürünü değerlendiriyor, insanlara yeni değerler katıyor, eğitsel çalışmaları yüzeyde kalmıyor, derinliklere işliyordu. Türkülerimiz, oyunlarımız, nakışlarımız günlük yaşayışa katılmış, ülke çapında bir canlılık yaratılmıştı. Böylece el değmedik yanlarımız meydana çıkarılıyor, bütün millete mal ediliyordu.”

           Tekben, köy enstitülerindeki güzel sanatlar konusunda da şunları söylüyor: “Köyler ortaçağ ölgünlüğü içindeydi. Oralarda çalışacak öğretmenlerin neşe ve canlılık yaratacak bilgilerle, ustalıklarla donatılması gerekti. Ayrıca halk içinde halk için çalışacaklar onu kültür yönünden yükseltirken güzel sanatlardan faydalanmayı ihmal edemezlerdi. Bunun için her öğrencinin türküleri, şarkıları notadan çıkarabilecek derecede bir saz çalabilmesine, milli oyunlarımızı iyi öğrenip oynamasına, sahne bilgileri edinmesine, resimden, heykelden anlamasına önem veriliyordu. Genel amaç, sağlam bir duygu ve beğeni eğitimi vermek, yetkililere gelişme alanları hazırlamaktı.”

          MÜZİĞİN HAVA SU KADAR GEREKLİLİĞİ

           “Müzik ve milli oyunların, enstitülerin günlük yaşayışı içinde hava, su kadar lüzumlu sayılırdı” diye vurgulayan Şerif Tekben, şöyle devam ediyor: “Akordeon, mandolin ve davulların katılmasıyla kızlı erkekli 800-1000 kişinin söylediği türküler ve marşlarla iş günü başlardı. Anlayışla yönetilen serbest okuma, radyo ve plâktan batı müziği dinleme saatleri, hafta sonu eğlenceleri, resim, müzik, tiyatro, şiir, fotoğraf, heykel, iç süslemeciliği gibi dallarda sivrilenler için olumlu uygulama alanlarıyla enstitüler.. İşte bu anlayış içinde 21 enstitüde topraktan, halktan sesler getiren yazarlar, oyuncular, besteciler yetişti ve bunların arasında adları sınırlar dışına çıkanlar oldu.”

           Tekben’in anlatımına göre, 1936 yılından itibaren köyleri eğitim yolu ile canlandırma davası, pedagoji tarihinde eşine rastlanılmayan ve tasarlanılmayan bir şekilde gelişmeye gösterir.  Enstitü öğrencilerinden oluşan “yapıcılık ekipleri”, bir birlerinin yardımına gider. Nerede yeni bir enstitü temeli atılacaksa, enstitülerdeki çocuklar oraya arılar gibi toplanırlar. Böylece Edirne’den Kars’a, Diyarbakır’dan Aydın’a, Trabzon’dan Antalya’ya, Malatya’dan Kastamonu’ya kadar uzanan bölgelerin içindeki en ıssız köylerde her biri bin yatılı öğrenci alacak genişlikte 21 enstitü kurulur.

             KÖYLERDEKİ “EĞİTMEN”LER           

          Nüfusları 150’den az olan köylerde çalıştırılmak üzere 8 bin 756 eğitmen yetiştirilir. Bu sayede öğrenci sayıları 10-20 arasında olan 16 bin köyün 7 bin 90’ı okula kavuşur. 1946-47 yılı başında eğitmenli okullarda 221 bin 512 çocuk okur.

          Köy enstitüleri, ilk mezunlarını 1942-43 yılında vermeye başlar. Sekiz yıl içinde köy enstitülerinden çıkan 17 bin 321 öğretmen köylerde görev alır. Bu süre içinde 7 bin 953 köyde yeniden öğretmenli okul açılır. Köy okullarında öğrenci sayısı 380 bin 238’den bir milyon 148 bin 701’e yükselir. Dört köy enstitüsünde açılan sağlık bölümünden 521 sağlık memuru çıkar. Bunların bakmakta oldukları köy sayısı 7 bindir. Türkiye’de ilk defa geniş çapta köy sağlığı işi köy enstitüleri hareketiyle ele alınır. Bu arada köy enstitülerinde mezun ebeler de köylere gönderilir. Her köy enstitüsü bin-altı bin dekarlık alan üzerine kurulur. Enstitülerin yapı planları, açılan yarışmalarda kazanan mimarlar eliyle yapılır. Bu planlarda modern bir sitenin bütün tesisleri bulunur. Yatılı okul ve kışla havasını yaşatan tek bina ve koğuş sisteminden kaçınılır, ellişer kişilik kümelerin dersliğini, yatakhanesini, kitaplığını, banyosunu, öğretmen evini, yemekhane ve yemek ısıtma yerini içine alan ayrı ayrı yapılar düşünülür ve uygulanır. Bu türlü okul yapılarından başka her köy enstitüsünde öğretmen evleri, toplantı binası, işlikler, kooperatif, revir, dinlenme yeri, uygulama okulu, ahır, ağıl, kümes, rasathane, fırın, mutfak ve çamaşırlık gibi yapılar da inşa edilir. Ayrıca spor alanları, yüzme havuzu, su deposu, müzik salonu, dokumacılık, dikiş, ciltçilikle ilgili küçük işlikler, matbaa, kireç, kiremit, tuğla ocakları da yapılır. 

          EN BÜYÜK SORUN TOZ VE ÇAMUR

          Çıplak ve büyük arazi içinde kurulan köy enstitülerinde çalışan ve okuyanların en büyük dertlerinden biri yazın toz, kışın da çamurdur. Bütün enstitüler yol yapma işini, barınma konusu kadar önemserler ve 100 kilometreye kadar da yol yaparlar. Kanalizasyon sorununu ise iki yıl gibi kısa bir zamanda tamamlarlar. Köy enstitüleri çırılçıplak bir düzlükte kurulduğu için insanların içecekleri bir damla bile su yoktur. Su ya yer altından çıkarılır ya da kanalarla, borularla uzak yerlerden getirilerek, çeşmelerden akıtılır. Enstitülerde yaşayanların en büyük istekleri ise elektriğe kavuşmaktır. İkinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı yokluk ve yoksulluk yıllarıdır. Ama 21 köy enstitüsünün hepsi kısa zamanda elektriğe kavuşur. Enstitülerde bir yandan yapı temelleri kazılırken, bir yandan da fidan çukurları açılır. Devlet işletmelerinden alınan fidanlarla korular, ormanlar ve meyve bahçeleri oluşturulur. Antalya’da, Düziçi’nde narenciye, Gönen’de bağcılık, Akçadağ’da kayısı (1946’da 3.5 ton kaysı toplanır), Arifiye’de çeşitli meyveler yetiştirilir. Beşikdüzü’nde balıkçılık yapılır. Hemen hemen her yerde de ekmeklik buğday yetiştirilir. Bütün köy enstitülerinde hayvancılığa da büyük önem verilir. 

          BAYRAK GÖRÜNÜMLÜ ENSTİTÜLER

         Şerif Tekben, eğitim seferberliğinin “tam bir seferberlik” olduğunu vurgulayarak, şöyle diyor: “Türk köylerini çekiç, mala sesleri sarmış, trenler, arabalar, hayvanlar ve insan sırtları yapı malzemesi taşımakta idi köylere. Enstitülerden ayrılan yapıcılık ekipleri köy köy dolaşıyorlardı. Doğu köylerinin hiç görmedikleri tuğla, kiremit, briket, cam gibi yapı malzemeleri köylere giriyordu. Kısa zamanda yeni yapılan okullar toprak damlı, boz renkli köylerin ortasında kırmızı damlarıyla birer bayrak gibi görünüyordu. Köy enstitüsü mezunlarına diplomadan daha kıymetli sayılan iş araçları veriliyordu. Bunlar; demircilik takımı, yapıcılık, marangozluk, dülgerlik takımları ile kız öğretmenlere özgü dikiş ve örgü ile ilgili makine ve tezgâhlardı. Bunların dışında karyola, dolap, sandalye, masa gibi ev eşyası da verilmiştir. Bunlar da enstitü işliklerinde öğrenciler tarafından yapılmıştır. İşte böylece, keserden bile yoksun birçok köylerimize çeşitli iş araçları girmiş oluyordu.”

        Tekban, o zaman köy enstitülerinin yapımına harcanan paranın 51 milyon lira olduğunu da kaydederek, sözlerini, “Bu gün yalnız Arifiye Köy Enstitüsü’nü bu paraya vermezler” diye noktalıyor.  21 köy enstitüsü ve adları şöyle: “Kırklareli-Kepirtepe, Sakarya-Arifiye, Balıkesir-Savaştepe, İzmir-Kızıl Çullu, Eskişehir-Çifteler, Aydın-Ortaklar, Burdur-Gönen, Kastamonu-Gölköy, Ankara-Hasanoğlan, Samsun-Akpınar, Kayseri-Pazarören, Konya-İvriz, Antalya-Aksu, Trabzon-Beşikdüzü, Sivas-Pamukpınar, Adana-Düziçi, Malatya-Akçadağ, Erzurum-Pulur, Kars-Cılavuz, Van-Erciş, Diyarbakır-Dicle.”

               

                KÖY ENSTİTÜLERİNİN BALTALANMASI

           Köy enstitülerinin özünden uzaklaştırılmasına 1946 yılında başlanır. “Islahat” adı altında yapılan budamalarla adları en sonunda 1954 yılında Demokrat Parti (DP) iktidarında tarihe gömülür. Ancak,  aradan 67 yıl geçmesine rağmen, köy enstitüleri ilgili tartışma bitmiyor. Şerif Tekben’e göre, enstitüleri baltalayan hareketlerin tek kaynağı vardır; o da köylünün kalkınması, uyanması, yani hakkını arayan, kendini sömürtmeyen bir vatandaş olması endişesidir. Bu korkunun özellikle çıkarı halkın, köylünün sırtından olan kimseleri harekete geçirdiğini söylüyor. Tekben, köy enstitülerinin karşısında olanları “politikacılar, şahsi kırgınlığı olanlar, kıskançlar, gericiler ile aldatılanlar” olduğunu vurgulayarak, bunları dört grupta toplayarak, şunları söylüyor: 

           “Politikacılar: 1946 yılında çok partili hayata geçince bir yandan iktidar partisi içindeki şahıslar birbirlerini yıkmak için, öte yandan yeni kurulan partiler oy toplamak için enstitülere, ilköğretim seferberliğine saldırmaya başladılar. Şahsi kırgınlıkları olanlar, kıskançlar: Geri duruk eğitim düzeni, yeni ve güçlü eğitim düzenine karşıydı. Bu devrime ayak uyduramayan, enstitülerde görev aldığı halde tutunamayan kimseler, köy enstitüleri hareketini yaratanları çekemeyenler 1946’dan sonra açıkça saldırılara giriştiler. Gericiler: Bunlar dincilik, milliyetçilik kisvesi altında çıkarlarını düşünenlerdir. Bunlar, sövme ve iftira metodunu kendilerine en yakışır şekilde bütün çirkinliği ile uygulamışlardır. Aldatılanlar: Görmeden, anlamadan gericilerin, çıkarcıların ürettikleri yalanlara, iftiralara inananlar, onlara katılanlar.”

          KÖY ENSTİTÜLERİ YAŞASAYDI KURTULACAKTIK

        Tekben, eğer köy enstitüleri yaşasaydı, bütün köylerin 10 yıl içinde okul ve öğretmene kavuşturulması için bir plan yapıldığını vurgulayarak, sözlerini şöyle tamamlıyor: “Eğer bu planın devam etseydi 1956 yılında okulsuz tek köy kalmayacaktı. Plan uyarınca 8-10 köy bir sağlık memuruna ve bir ebeye bağlanacaktı ve bütün köyler 1956 yılında sağlık kontrolüne alınmış olacaktı. Bölge okulları sayesinde köy çocuğuna sekiz yıllık öğrenim hakkı sağlanacak, giderek ilköğretim 7-8 seneye çıkacaktı. Köyde halk eğitimi ve akşam okulları çalışmasıyla yetişkinler okuma-yazma öğrenecekler, bilgi seviyeleri yükselecekti. Köy halkları ezbere ve işe yaramayan bilgiler yerine, ekonomik seviyesini yükseltici hayati bilgi ve becerilerle donatılacak, canlanacak ve yükselecekti. Okuyan ve uyanan milyonlarca köy çocuğunun alttan itmesiyle eski kurumlar değişecek, çoğalacak… Ve Türkiye’mizi yüceltecek yeni sorunlar bu çalışmaların sonuçları olacaktı. Kurtulacaktık…”