10 Aralık 2023 Pazar

ERZİNCAN-CİMİN ÜZÜMÜ...

 


                                          (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

4 Aralık 2023 Pazartesi

BİR BÜYÜĞÜMÜZÜN ARDINDAN...

 

                                             (Ateş Nesin (solda), Mustafa Geniş)

Her yıl, eskilerin söylemiyle “Zemheri” ayı yaklaştıkça tüm bedenimi bir korku bürür; “Bu yıl ölüm sırası hangi büyüğümüzde” diye… 

Ne yazık ki son yıllarda anne ve öteki yakınların kaybından sonra dün (3 Aralık 2023 Pazar günü) de İstanbul’dan son büyüğümüz Mustafa dayımın ölüm haberini aldım.

Şimdi size akrabalar arasında “ilklere” imza atan Mustafa dayımı kısaca anlatayım; daha uzununu yazmakta olduğum kitapta anlatacağım.

Dayım, 40’lı yılların sonlarına doğru, askerlik öncesi İstanbul’a ayak basıyor. Babası, yani dedem Adil’in ardından İstanbul’a geliyor. O da dedelerim ve akrabalarım gibi askeri fırınlarda çalışmaya başlıyor. Tophane Askeri Fırını’nda çalışan akrabaları ve hemşerileriyle Beyoğlu-Taksim, Eminönü ve Topkapı bölgesini gezip tozuyor.

Sadece gezip tozmakla kalmıyor, Kasımpaşa Güreş Kulübü’nde güreş de yapıyor. Avrupa’ya giden orada başarılı dereceler elde eden arkadaşları Yaşar Doğu ve Celal Atik gibi olabileceği söylenen güreş sevdalısı dayım, şimdilerde adına tüberküloz dediğimiz verem hastalığına yakalanıyor.

İstanbul’da bekâr hayatı yaşadığı için yeme içme konusunda sıkıntı yaşıyor. Doktorların tavsiyesi ile memleketi olan Erzincan’a geri dönmek zorunda kalıyor.

Fakat, köyünde fazla kalamıyor. Kendisini biraz toparladıktan sonra tekrar İstanbul’a geliyor. Eski çalıştığı Tophane Askeri Fırını’na geri dönüyor. Usta olarak çalışan bir hemşerisinin vasıtasıyla Aziz Nesin’in kayınvalidesi ile tanışıyor. Böyle bir tanışmanın sonrası Aziz Nesin’in “Marko Paşa”, “Malum Paşa” dergilerinin tiryakisi oluyor.

Beyoğlu-Boğazlıyan’da bir evde yaşayan Aziz Nesin’in ailesine kendisini sevdiriyor; güvenlerini kazanıyor. Kızları Oya ile Ateş’i gezdirme, sinemaya götürme görevi veriliyor.

Aziz Nesin’in ilk eşi Vedia Hanım çok güzel bir kadındır. Bir gün tramvayda bir ayakkabıcının tacizine uğrar. O zaman bu olay günlerce konuşulur.


                          ATEŞ NESİN’LE TANIŞMA

Yıllar sonra Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nde (TGC) görev yaparken, bir kokteylde Ateş Nesin’le tanıştım. Aslında Ateş Nesin de ben de TGC’nin yayın organı “Bizim Gazete”de haftada bir köşe yazısı yazıyorduk. Ben medyada olup bitenleri yazıyordum, Ateş Nesin “Zoka” başlığı altında taşlama yazıları yazıyordu, ama yakından tanışmıyorduk.

Ateş Nesin, aynı zamanda bir turizm firmasında İtalyanca bildiği için (İtalyan lisesinde okumuş, yüksek öğrenimini de İtalya’da yapmış) turistlere rehberlik yapıyordu. Hemen hemen her hafta köşe yazılarının çıktığı gazeteyi almak için TGC’ye geliyor, mutlaka bana da uğruyordu. Gelemediği zamanlar ise gazetesini ayırıyordum…

Ateş Nesin’e, 1980 Askeri darbe öncesi babasının Esenler-Çiftehavuzlar Mahallesi’nde muhtar olan dayımın yanına geldiğini, mahalledeki iki arsasını dayımın kızlarına sattığını anlattım. Ateş Nesin, çocukken kendisini ve ablasını gezmeye götüren dayım Mustafa’yı tanımak istediğini söyledi. Olur dedim ve dayım ile Ateş Nesin’i 1 Ocak 2008 tarihinde Şişli Camii’nin karşısındaki bir kafede bir araya getirdim.

Dayım bana anlattıklarının daha fazlasını Ateş Nesin’e anlattı. Hatta Kasımpaşa Güreş Kulübü’nde güreş sporu yaparken çektirdiği siyah-beyaz fotoğrafını da gösterdi. Dayım Aziz demezdi, Erzincan yöresi şivesinden olsa gerek Aziz’e “Eziz” derdi:

“Eziz Nesin’in ilk kaynanası Kemah Çimişkedek köyünden Melehat hanımdı. Melehat hanım yakın köylümüz Manklı Mustafa Bahçecik ile evliydi. Ya da birlikte yaşıyordu. Ben de Mustafa usta da Tophane’deki Levazım Amirliği’nin ekmek fırınında çalışıyorduk. Vedia hanımın kardeşi Azmi bey, Vedia hanım, sen ve ablan Oya, Boğazkesen Çiçek sokakta ahşap bir binanın ikinci katında Melahat hanımın kiraladığı bu evde oturuyordunuz. Vedia hanım dünya güzeli bir kadındı. Görülmemiş bir güzelliği vardı.

Eziz Nesin üsteğmenken askerlikten ayrıldı. Ayrılmasaydı yüzbaşı olacaktı. Askerlikten ayrıldıktan sonra Marko Paşa gazetesini çıkarıyordu. Ben hep Marko Paşa okuyordum. Niye okuyordum? Çünkü siyasete çok dokunduruyordu. Bir gün Vedia hanıma Eziz beyin ne zaman geleceğini sordum. Daha resmen ayrılmamışlardı. Ama Eziz beyin babası dindar bir insanmış, oğlunun Vedia hanımla görüşmesini istemiyormuş. Çünkü Vedia hanım başı açık ve kısa kollu giysiler giyerdi.

Bir gün Vedia hanıma ısrar ettim, yalvardım; ‘Ne olursun bir gün beni Eziz Bey’le tanıştır, yazılarını çok beğeniyorum, geldiğinde bana göster’ dedim.

‘Tamam’ dedi annen. Babanın geleceği gün ben sokakta oyalandım. Eziz bey geldi, kapıdan içeri girdi. Sonra da ben yeni gelmiş gibi içeri girdim. Beni Eziz beyle tanıştırdı. Eziz beye yazılarını çok beğendiğimi, devamlı okuduğumu söyledim. O arada annen de kendisine getirdiğim gazeteleri getirip gösterdi. Annen; ‘Ben de senin yazılarını Mustafa’nın getirdiği dergiden okuyorum’ dedi.

Böyle diyince Eziz Nesin beni gözlerimden öptü, teşekkür etti; “Herkes bu gazeteyi senin gibi okusa beni kimse tutamaz’ dedi.”

Dayım, o gün Melahat Hanım ve kızı Vedia hanımın Ateş ve Oya’yı gezdirmesi konusunda Aziz Nesin’in bir diyeceğinin olup olmadığını sormaları üzerine bir sakıncası olmadığını söylediğini, o izinden sonra iki kardeşi parka ve sinemaya götürdüğünü, hatta ilk gidişlerinde Melahat hanım ile Vedia hanımın da kendilerine eşlik ettiğini anlattı.

Dayım Mustafa bu görüşmelerinin yapıldığı yılın 1949 yılı olması gerektiğini, zira Cumhurbaşkanı olarak İsmet İnönü’nün başta olduğunu söyledi. Dayım, Aziz Nesin’e, “Neden Vedia hanım burada kalıyor” diye sorduğunu da dile getirdiğini, Nesin’in; “Babam istemiyor. Vedia’dan ayrıldığımı biliyor. Benim buraya geldiğimi bilse bana da kızar. Ondan gizli geliyorum” diyor.


                                           DAYI GÜREŞ KULÜBÜNDE

Dayım Mustafa, bana daha önce anlattığı gibi Ateş Nesin’e de Kasımpaşa Güreş Kulübü’nde hastalanarak nasıl ayrıldığını anlattı:

“Ben hasta oldum. Akciğerlerimden rahatsızlandım. İçkiden akciğerimde siyah bir nokta bulundu. Dr. Mehmet Dedeoğlu; ‘Fransa’ya gidemezsin’ dedi ve ben gidemedim. Kasımpaşa Spor Kulübü’nden ayrıldım. Hastalanmasaydım Fransa’da düzenlenen olimpiyatlara gidecektim. Yaşar Doğu, Tekirdağlı Hüseyin, Celal Atik vardı. Tekirdağlı Hüseyin, Yaşar Doğu, Ali Yücel, grekoromende dünya şampiyonu olmuşlardı. Bana çok değer veriyorlardı. Yaşar Doğu, beni gördüğü zaman gözlerimden öperdi; ‘Bunu fazla hırpalamayın, vücudu narin. Benim yerimi tutacaksın, inşallah gözüm görecek’ derdi.”

Babamın ve köylümüz Raşit’in de haftada bir 15 günde bir Kasımpaşa Güreş Kulübü’ne kendisini izlemeye gittiklerini de vurgulayan dayım, sonra çok kötü bir vaziyette 1950 senesinin Mart ayında Erzincan’a köyüne gittiğini anlattı:

“Refahiye’deki köyümde bir buçuk sene kaldım. Sonra asker oldum Hadımköy’e geldim. Askerdeyken Melahat Abla’nın Boğazkesen’de oturduğu eve ziyaretine gideyim dedim. Evin kapısına vardım kapı kilitliydi. Yeni evini öğrendim yine Boğazkesen’de ikinci katta bir evde oturuyordu. Ziline bastım, cevap veren olmadı. Orada komşularından birisi; ‘şimdi gelir’ dedi. Komşusuna; ‘Oğlun Mustafa Geniş geldi dersin’ dedim. Askerlik sonrası Melehat Hanıma bir daha uğradım yine göremedim.

Manklı hemşerimiz olan kocası Mustafa Bahçeci sonra köye gitti köyde öldü. Deden Dursun da Tophane’deki Askeri Fırın’da çalışıyordu. Bana çok kızıyordu; ‘Mustafa Bahçeci senin paralarını yiyor’ diyordu. Mustafa Bahçeci çok güzel uzun hava türkü söylerdi. O söylediği zaman ben ağlardım. Kendisiyle çok muhabbet ederdik.”

Dayım, Askeri Fırın’ın ustabaşısı Kemal’in de Kemah’ın Ihtik köyünden olduğunu, dedem Dursun’u çok sevdiğini, dedemin kendisine “Beybaba” diye hitap ettiğini bana dönerek söyledi:

“Ustabaşı Kemal ben işe geç gitsem bile deden hatırı için bana ses çıkarmazdı. O zaman hepimiz fırında yatıp kalkıyorduk.”

           

                       VEDİA HANIMIN GÜZELLİĞİ

Dayım Mustafa, Vedia Hanım’ın güzelliğini ve o güzelliğinin başına neler getirdiğini de şöyle anlattı:

“Vedia hanım Beşiktaş’ta tramvaya biniyor. Yanına Karaköy’de ayakkabıcılık yapan birisi oturuyor. Ayakkabıcı tramvayda Vedia hanıma sarkıntılık yapıyor. Burnundan ısırıyor. Vedia hanım şikâyetçi oluyor. Mahkeme başkanı hâkim, sanığı azarlıyor; ‘Niye böyle bir şey yaptın’ diye… Sanık, hâkime diyor ki; ‘Hâkim bey sizde bu kadına dikkatli bakın. Çok güzeldi dayanamadım, sarkıntılığı yaptım’ diyince hâkim adamı bir güzel azarlıyor, adamı hapse atıyor.”

Dayım, Aziz Nesin’in 1980 öncesi Güngören’e bağlı olan daha sonra Esenler’e bağlanan Çiftehavuzlar Mahallesi’ndeki iki arsasını almak için çok uğraştığını da şöyle anlattı:

“Davutpaşa Askeri Fırın’da uzun yıllar ustabaşı olarak çalıştıktan sonra emekli oldum. Muhtarlık seçimlerine girdim, mahalleye muhtar oldum.

Bir gün sabah baktım bir araba benim muhtarlık binasının önünde durdu. Bir emekli albay ile Eziz bey beraber geldiler. Bana; ‘Bu iki arsa benim. Belediye arsamdan nasıl yol vurabilir. Hem de tapulu arsalarımın içinden… Eziz bey beni tanımadı. Ben tanıdım ama sesimi çıkarmadım. Sonra; ‘Haberim yok’ dedim. ‘O zaman sen bizimle beraber belediyeye geleceksin’ dedi. Hay hay gidelim dedim.”

Hep birlikte belediyeye giderler. Belediyeden içeri girer girmez çalışanlar Aziz Nesin’in etrafını sararlar. Mustafa dayım da avukatın odasına geçer. Avukat; ‘Mustafa abi Aziz Nesin gelmiş, onu görelim’ der. Mustafa dayım; ‘Onu ben getirdim’ diyip beraber Aziz Nesin’in olduğu belediye salonuna geçerler. Dayıma; ‘Allah senden razı olsun, Aziz beyi nereden buldun getirdin’ diyorlar.

                 AZİZ NESİN'NDEN ARSA ALMA

O ana kadar Mustafa dayım kendisini tanıtmıyor, tanıtmamasının nedeni de o iki arsanın arasına yolu kendisi açtırmış… O yüzden kendisinin yolu açtırdığını söylemiyor. Aziz Nesin, belediyeyi mahkemeye vereceğini falan söylüyor. O zamanki Güngören Belediye Başkanı Baki Durmuş, “Hocam beni niçin mahkemeye veriyorsunuz. Yolu senin arsaların arasında vuran seni getiren, yanında oturan adam, muhtar.. Hep sizden bahsediyordu” demez mi?   

Aziz Nesin, döner yanında oturan Mustafa dayıyı süzmeye başlar:

-Muhtar, niye muhtarlıktayken söylemedin, der.

Dayım hemen kendisini tanıtır:

-Ben seni Tophane’den tanıyorum. Subayken, gazeteciyken tanıyorum. Adım Mustafa Geniş…

Aziz Nesin elini uzatır, Mustafa dayı uzatılan eli öper. Melahat hanımdan, Vedia hanımdan, kızı Oya, oğlu Ateş’ten, Marko Paşa’dan, Malum Paşa’dan bahseder. Dayım bunları söyleyince Aziz Nesin sakinleşir:

- O arsaları satacağım. Çatalca’da vakıf kurdum, diye söyler.

Dayım da:

-O zaman o arsaları bana sat, ben alayım, der.

Aziz Nesin:

-Tamam vereyim. Avukatımla görüş. Ben mahkemeye gitmekten vazgeçtim. Çatalca’ya gelin. Yola da karışmıyorum, diyip belediyeden ayrılırlar…

Dayım küçük kızı Sehel’i de yanına alarak Çatalca’nın yolunu tutar. Fiyat konusunda anlaşırlar. Çatalca’daki yetim çocuklar için alınan Vakıf arazisinde arı kovanlarını görür. Mustafa dayı bakımından anladığı için arılarla ilgili bilgiler verir.

Aziz Nesin, Vakfı yetim çocuklar için yaptığını, arsalardan aldığı parayı da bu vakfa harcayacağını söyler. Dayım o gidişinde Vakıf’ta 22 çocuğun bulunduğunu, Vakıfta başka misafirlerin de olduğunu, kızı Sehel’le yemek yediklerini, büyük kütüphanesini gezdiklerini, sonra da kapıya kadar uğurladığını anlattı.

Aziz Nesin, Çiftehavuzlar Mahallesi’ndeki arsaların değerini öğrenmeleri için orada bulanan iki kadına görev verir. Onlar da daha sonra arsaların değerini öğrenirler. Mustafa dayıyı Laleli’deki avukata yönlendirirler ve arsalar alınır. Arsanın birisi büyük kızı Gülbeyaz’a, birisi de küçük kızı Sehel’e…

Dayım, memlekette ve İstanbul’da kendi çapında ilklere imza atan bir adamdı. Refahiye’de Sarıkoç Köyü İlkokulu’nun köye yapılmasında öncülük etti. İstanbul’da hemşerileri arasında Sağmalcılar’da ilk bakkal dükkânını açtı, ilk “hatlı minibüsü” aldı, kahve ocakları, oturak kahvesi işletti. Davutpaşa Askeri Fırını’nda ustabaşı olarak görev yaparken, köylerinde zor geçinen 72 hemşerisinin işe alınmasını sağladı. 12 Eylül askeri darbesinin en ağır günlerini yaşadı. Bir oğlu hapse atıldı, bir oğlu da İsviçre’de “sol içi şiddete” kurban gitti. Eşinin ardından büyük kızını kaybetti. Yalnız yaşayan dayım 95 yaşında bu dünyadan göçüp gitti.

Bakalım hain zemheri daha kaç kişiyi aramızda alacak…

  (Yazı ve Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

2 Kasım 2023 Perşembe

İDA DAĞI'NIN BAĞRINDAKİ TAHTACI KÖYÜ...

      Ege bölgesinde, özellikle Kaz Dağları’nın (İda Dağı) içlerinde görülmeye değer çok köyler var. Bu köylerden bir tanesi Edremit-Mehmetalan Köyü…

      Mehmetalan Köyü’ne, Zeytinliköyü’nü otomobille bir kilometre kadar geçtikten sonra varılıyor. Zeytinliköyü’nden sol istikamet takip edilirse Hasanboğuldu’ya, sağ istikamet takip edilirse Mehmetalan Köyü’ne gidiliyor.

      Köyün girişinde yolun üstünde hemen solda Saltıksoy Zeytinyağı imalathanesi sizi karşılıyor. Burasını karı-koca işletiyor.

      Emir Saltıksoy, kaliteli zeytin ve zeytinyağını nasıl elde ettiklerini cüssesinden beklenmeyen alçak ve yumuşak bir ses tonuyla anlatırken, eşinin İda Dağı’nın zirvesinde topladığı ve kaynattığı bitki çayından güler yüzle ikramda bulunması misafirperverliklerinin bir göstergesi oluyor.

      Sonra köyün içine doğru yürüyüşe geçtiğinizde, bu kez sizi sağ kolda bir zamanlar öğrencilerin cıvıl cıvıl sesler çıkardığı, şimdi eğitim ve öğretim vermeyen köyün ilkokulu dikkatinizi çekiyor. Biraz daha ilerledikten sonra bir çeşmenin yanında tezgâhlarını kurup satış yapan köylü kadınlarla karşılaşırsanız, oturun muhabbet edin. Çeşmenin taşında yazan “Bu çeşmenin su içecek tası yok, kırma insan kalbini yapacak ustası yok” sözlerini de mutlaka okuyun… Yanınızda pet ya da bir su bidonunuz varsa, içimine doyulmayan suyundan için ve doldurun.  

      Yolunuza yokuş yukarı devam ederseniz, yolun nasıl bittiğini anlayamaz, ormanın içinde kendinizi bulursunuz. Eski evlerin fotoğrafını çekerken, zincire bağlı iri bir köpeğin hamlesinden ise korkmayınız; ama ben çok korktum…

      Dönüş yolunda Salman ve Hasan Altıntaş kardeşlerin kapı önlerinde sandalyelerine oturmuş sohbetine mutlaka iştirak edin. İki kardeşin anlattıkları dinlemeye değer:

      “Biz Tahtacı Alevisiyiz… Atalarımız Orta Asya’dan gelmişler, ama hangi tarihte geldiklerini tam olarak bilmiyoruz. Ancak şöyle; Fatih Sultan Mehmet zamanında Güneydoğu’ya, oradan da Antalya, Aydın tarafına geliyorlar. Sonra gele gele buraya gelmişler yerleşmişler.

      Fatih Sultan Mehmet bu dağlarda bizim dedelerimize kereste yaptırmış, gemilerle İstanbul’a sevk ettirmiş. 

      1946 yılına kadar hayvancılık ve orman işiyle uğraşmış büyüklerimiz. 1946 yılında burada büyük bir yangın çıkmış. Dedemiz Salman yanmış. O yıl ben doğmuşum. Dedem yangında ölünce onun adını bana koymuşlar.

      Orman yanınca atalarımız iki üç dönüm yer açmışlar kendilerine ve zeytin ağaçları dikmişler. Bu tarihten sonra da zeytin ve zeytinyağı işiyle uğraşmışlar.”

      Salman Altıntaş, eskiden büyüklerin el bıçkısıyla (hızar) kereste biçtiklerini anımsadığını da anlatarak; “Bir erkek yukarıda, iki kadın hızarın altında olurdu. Öyle tahta ve kereste biçerlerdi” diyor.

      Bu arada, Salman Altıntaş yaşadıklarını ve gördüklerini anlatırken, dağdan aşağı gelen ve sırtlarına yükledikleri çalı çırpı ile yanımızdan geçen üç kadının fotoğrafını çekmek için yerimden fırladım. Birkaç kare fotoğraflarını çektim. Bir tanesinin sırtındaki yüke aldırış etmeden cep telefonuyla konuşması ise dikkatimden kaçmadı. Demek ki aradan 80 değil, 180 yıl da geçse kadının çilesi bitmiyor…

      Salman Altıntaş, uzun yıllar kamyon şoförlüğü yaptığını ve beş tane kamyon alıp sattığını da övünerek anlatıyor:

      “Doğu’da Malatya, Elazığ ve Tunceli’ye kadar gittim. Erzincan’a geçmedim Tunceli’den geri döndüm. Karadeniz’de Giresun’a kadar gittim. Akdeniz’de Antalya’ya kadar gittim. Yani anlayacağın Türkiye’nin dörtte üçüne gittim. 1997 yılında emekli oldum. Emekli olalı 25 yıl oldu. Bu köy 170 hane, bu 170 hanenin 150’si şimdi emekli…”

       Altıntaş, Edremit Belediye Başkanı Selman Hasan Arslan’ın köylüleri olduğuna da vurgu yapıyor ve köye yaptığı yardımları anlatıyor. Köylerinin etrafının “Milli Park” ilan edilmesinden dolayı hayvancılığın bittiğini, yoğurt ve sütü artık parayla dışarıdan aldıklarını söylüyor. Köylerinde satılık ev ve arsa olmadığını da kaydeden Salman Altıntaş, satılık olanların sadece büyük dönüm zeytinlik alanları olduğunu söylüyor.

       Salman Altıntaş, köyde yabancıya ev satılmadığını, ancak köyden iki komşu kızlarının Mardin’li iki gençle evlilik yaparak gelip yerleştiklerini de sözlerine ekliyor.

       En sona Pınarbaşı’nı aratmayan (bana göre daha da harika olan) doğal güzelliğe sahip piknik yerine merdivenlerden inip-çıkıp, köprü üzerinden mezarlık istikametine uzunca ve keyifli bir yürüyüşten sonra gezimizi noktalıyoruz…

(Yazı ve Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

24 Eylül 2023 Pazar

GİDENİN ARDINDAN...

 

                                                   (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

31 Ağustos 2023 Perşembe

DİNLENME ZAMANI...

                                                (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

YORGUN SATICI...

  
(Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

16 Ağustos 2023 Çarşamba

MARMARİS'TE BİR GÜN...

 

Yaklaşık dört yıldır Datça’da yaşamama rağmen hâlâ gitmediğim görmediğim yerlerin olduğunu yeni yeni keşfetmeme hem üzülüyorum, hemde kaçan bir şeyin olmadığını, her şeyin yerli yerinde durduğunu fark ediyorum. Üzülerek söyleyeyim ki yerinde olmayan Marmaris ve Datça yangınlarında kaybettiğimiz ormanlarımız ve bu ormanlarda yaşayan tüm canlılarımızın yok olması beni oldukça etkiliyor; en çokta her çiçekten bal eyleyen arılar…

Diyeceksiniz ki ülkemizde hem ekonomik, hem siyasi yaşam bakımından tam bir yangın yeri… Canını kurtaran, parası olan, pasaportunu alan eğitimcisinden, sağlıkçısına kadar herkes kendisini yurt dışına atıyor. Bu tanımda doğru değil; yurt dışına adeta kaçıyorlar…

Marmaris ve Datça yangınlarında geriye kalan kesilmiş ağaçlar ve bir şekilde değerlendirilmek üzere istiflenmiş tomruklar, birde taş ve toprak yığınından oluşan tepeler, dağlar kalmış… Bu ormanların eski haline gelmesi her halde bir yüz yılı bulur…

Geziye eşimle Marmaris’ten başladım. Marmaris Belediyesi’nin yaptığı Macera Parkı’nda kısa bir turdan sonra bu parka komşu olan Tarım ve Orman Bakanlığı Günnücek Sığla Ormanı’na geçtik. Macera Parkı’nı temiz ve bakımlı bulurken, harika bir yerde bulunan Günnücek Sığla Ormanı’nı bakımsız gördük.

Aracımızla şehir içinde kısa bir turdan sonra Armutalan üzerinden İçmeler’e geçtik. İçmeler koyunda Datça’da görmediğimiz bir kalabalıkla karşılaştık. Araç park edecek yer bulmakta zorlanınca yola devam kararı aldık. İçmeler üzerinden Hisarönü’ne çıkmaya niyetlendik, ancak yol çalışması yüzünden rotamızı değiştirdik. Kendimizi İçmeler-Marmaris minibüs duraklarında bulduk. Minibüsçülerin yol tarifiyle geri dönüşe geçtik, yolda aracının lastik ayarlarını yapan Muğlalı bir yurttaşa dağ yolundan gitme şansımızın olup olmadığını sorduk; “Beni takip edin” dedi, dedi ama biz daha dönüş bile yapmadan o dağı tırmanmaya başladı. Arayada başka bir İstanbul plakalı araç girince kendisini takipte epey zorlandık. Çünkü yol adeta yılan gibi kıvrılıyor, öndeki aracı sollama olanağımız yoktu.

Bir süre takipten sonra önümüzdeki araç Turunç istikametine döndü, rahatladık. Bize  rehberlik eden ve içinde eşi ve çocukları olan Muğla ili plakalı aracı takibimiz artık kolaylaştı. Bir yol ayrımında aracını kenara çekti, bizde durduk. Yardımsever yurttaş, “Ben buradan sola devam edeceğim, siz sağa devam edeceksiniz. Yolunuz üzerinde önce Marmaris Bal Evi Müzesi var, sonra Bayır köyü var. İkisini de ziyaret edebilirsiniz. Bayır köyünü geçtikten sonra Turgut Şelalesi gelir önünüze, isterseniz oraya da gidebilirsiniz. Sonrada Kız Kumu önünüze çıkar. İyi gezmeler” deyip bizi yolcu etti.    

 

                                  BAL EVİ MÜZESİ

Bozburun’u andıran iç burkan manzaralardan sonra Marmaris Bal Evi’ne vardık. Bir tepe üzerinde kurulu “Marmaris Bal Evi, Bal ve Arıcılık Müzesi”nden içeri girdik. Sergi, sunum, eğitim salonları, müzik açık hava bölümü, dolum salonları, apiterapi evi, cam duvarlı örnek arı kovanı arı evi bölümlerini gezdik. Bu bölümlerde arıların mucizevi yaşamları, bal üretimleri, Neolitik dönemden, Maya kültüründen, Osmanlı devrine ve günümüze kadar farklı dönem ve kültürlerin arıcılıkla ilgili ürünleri inceledik.

Verilen bilgiye göre dünyadaki bal üretiminde Türkiye beşinci sırada yer almakta, bunun üçte biri kadarını da Marmaris bölgesi tek başına sağlamakta… Bu arada çam balı üretimimizin yüzde 75’i Muğla ilinde yapılmakta, bunun üçte biri kadarını da Marmaris tek başına gerçekleştirmekte...  

Bayır köyüne geldiğimizde adeta büyülendik. Meydanda büyük bir çınar ağacı ve altında çayını, ayranını, bitkisel çayını içen insanların arasına karıştık. Bir kahve ve bir köy ayranı söyledik. Kahvenin yanında bir bardak-pet şişe su olmadığını görünce; “Kahve susuz içilir mi? Neden yanında bir bardak suyunuz yok. Bakın hemen arkamızdaki çeşmeden şifalı olduğu söylenen su şarıl şarıl akıyor” deyince garson çocuk bir şey söyleyemedi… Yani anlayacağınız her şey parayla ölçülür olmuş… Oysa eşimin içtiği kahve şekersizdi, su bedavaydı, ama kahvede ayranda 30’ar liraydı. 


                                           1880 YILLIK ÇINAR

Meydandaki anıt ağacını inceledim, plakasında 1880 yıllık yazıyordu. Plakanın yanında üstü açık bir kumbarada dikkatimi çekti, o kumbarada biriken paralarla tarihi çınar ağacının bakımının yapıldığı söylendi. Bu meydanda dikkatimizi çeken bir başka güzellikte kediler ve kedi yavruları oldu.

Bayır Köyü’nden artık yokuş aşağı rahat bir şekilde iniyorduk. Turgut Şelalesi’ne yaklaştığımızda tur ciplerinin tozu dumana katarak, tehlikeli yola aldırmadan karşımıza çıkmaları bizi bayağı korkuttu. Kenara çekilip geçişlerini izledik. Şelaleye vardığımızda park yeri ciplerle doluydu. Sadece ciplerle mi? Arap turist mi dersin, Rus turist mi dersin, hemen hemen her milletten insan şelaleyi görmek için tırmanıyordu… Bizde tırmanmaya başladık.

Fotoğraf çekmeye eski bir değirmenle başladım… Buradaki geziyi noktaladıktan sonra bu kez Kız Kum’unda mola verdik. Kız Kumu’ndan sonra Hisarönü’ne kadar hiç durmadık. Hisarönü’nde meşhur pidecilerden birinde dinlendik. Hiçbir yerde denize girmeden Datça sınırlarına geldik. Çok zaman girdiğimiz Gölmar’da serinledikten sonra akşam saatlerinde Kızlan’daki evimize vardık… İlk işimiz güzel bir çay demlemek oldu...


(Yazı ve Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

24 Temmuz 2023 Pazartesi

GRUP ABDAL DATÇA'DA...

                    

    Ali Ekber Kayış ve Haluk Tolga İlhan tarafından “Yeni bir müzikal varoluş çabası ve arayışı” mottosu ile kurulan ve halk müziği eserlerini kendi tarzlarıyla yorumlayan Grup Abdal,  5 Ağustos’ta Datça’da bir konser verecek.

Kalan Müzik’ten ilk albümün yayınlanmasının ardından iki kurucu arasında çıkan anlaşmazlık sonucu Haluk Tolga İlhan gruptan ayrıldı. İlhan’ın ayrılmasından sonra kadife sesli bas gitarist Burcu Sarak grubun solisti oldu. Burcu Sarak’ın babası da kendisi gibi bir sanatçı ve Türk Sanat Müziği icra etmektedir.

Datça’da bu yaz ünlü sanatçıların Anfi Tiyatro’da vereceği konserleri büyük afişler ve büyük puntolarla duyurulurken, Grup Abdal’ın 5 Ağustos’ta vereceği konserin tanıtımının sosyal medyada dahi yapılmamasına bir anlam veremedim; yoksa benim mi dikkatimi çekmedi.

Dikkatimi çeken bu konuya bloğumda kısa da olsa yer vermek istedim. Bu ilgisizliğe ve duyarsızlığa rağmen, yine de sanatseverlerin bu güzel grubun konserini kaçırmamalarını öneririm…

 Özellikle Sivas’ta yakılan Nesimi Çimen’in;

 “Şifa İstemem Balından

 Bırak beni bu halımdan

 Razıyım açan gülünden

 Yeter dikenin batmasın”

 eserini özellikle dinlemek için ben ve eşim Anfi Tiyatro’dayız…

 

Burcu Sarak kimdir?

 

İstanbul’da doğan ve ilk, orta ve lise eğitimini bu ilde yapan Burcu Sarak, Trakya Üniversitesi Turizm Bölümü’nden mezun oldu. Üniversitedeyken amatör olarak müzik gruplarında solist olarak yer aldı.

Müzikal yönüne ağırlık veren Burcu, MCM Müzik Korosu’nda da görev aldı. Diğer yandan gitar eğitimi, ardından BEKSAV Sanat Merkezi’nde ve Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde ise şan eğitimi aldı.

Birçok özgün müzik ve halk müziği icra eden gruplarda solistlik yapan Burcu Sarak, daha sonra Grup Abdal’a katıldı ve halen bu grubun solistliğini yapmaktadır.  


 (Süleyman Boyoğlu)

26 Mayıs 2023 Cuma

1950 İKTİDAR DEĞİŞİKLİĞİ SONRASI BASIN...

           1950 SEÇİMLERİNDE İKTİDARA GELEN DP İLE 

           MUHALEFETE DÜŞEN CHP’NİN BASINA BAKIŞI                                

           Türkiye’nin ilk siyasi partisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), 9 Eylül 1923 tarihinde “Halk Fırkası” adıyla kurulur. Partinin kurucusu ve genel başkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk olur. Genel başkan vekilliğine de İsmet Paşa (İnönü) atanır. 

Serbest Fırka’dan önce partinin adı 6 Eylül 1919 Sivas Kongresi’nden 9 Eylül 1923 tarihine kadar “Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti”, 9 Eylül’den 10 Kasım 1924 tarihine kadar “Halk Fırkası”, 10 Kasım 1924’ten 1931 tarihine kadar Cumhuriyet Halk Fırkası, 1931 Kurultayı’ndan sonra ise Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) olur.

Partinin kurucusu ve genel başkanı olan Atatürk, 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhurbaşkanlığı’na seçildikten sonra parti işlerini yürütmek üzere Başvekil İsmet Paşa’yı da partinin Genel Başkan Vekilliği’ne tayin eder.

Ülkede 1923 yılından 1945 yılı son baharına kadar iki defa çok partili siyasi hayata geçiş denemesi yapılır. İlk deneme “Terakkiperver Fırkası”yla olur, ancak gericilerin Cumhuriyet ve devrimler aleyhine harekete geçmeleri, ardından da Atatürk’e karşı girişilen “İzmir Suikastı” ve bu partiye mensup bazı kişilerin adlarının karışması nedeniyle parti kapatılır.

İkinci deneme ise eski başbakanlardan Fethi Okyar’ın kurduğu “Serbest Fırka” ile olur. Bu partide de gericilerin etkin rol oynamaya başlamaları üzerine bizzat parti genel başkanı Okyar’ın dikkatini çeker. Okyar, Cumhuriyet ve devrimlerin tehlikeye düştüğünü görerek partisini kapatmaya karar verir ve kapatır.   

ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ

CHP, İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinden itibaren demokrasiye geçişi sağlayacak ve teşvik edecek önlemler almaya başlar. Cumhurbaşkanı ve CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, 1945 yılı 19 Mayıs konuşmasında, “siyasi ve fikir hayatında demokrasi prensiplerinin daha geniş ölçüde hüküm süreceğini” açıklar.

Gazeteleri kapatmak yetkisi hükümette olduğu halde, gazetelerin tenkitleri olağan karşılanmaya başlanır ve tölerans gösterilir. İlk defa tek dereceli seçim sistemi kabul edilir. Siyasi haklara sahip kadın-erkek bütün yurttaşların milli iradenin tecellisine katılmalarına olanak hazırlanır. Üniversitelere muhtariyet ve ilim adamlarına hürriyet sağlayan kanun kabul edilir. Cemiyetlik kanununda yapılan değişiklikle, “izne tabi olmak” esası kaldırılarak sadece beyanname vermek suretiyle cemiyet ve partilerin kurulması olanağı yaratılır.

İşte bu gelişmeler ışığında 1945 yılının son baharında Milli Kalkınma Partisi kurulur. 8 Ocak 1946 tarihinde de CHP’den ayrılan Adnan Menderes ve arkadaşları Demokrat Parti’yi (DP) kurarlar. Ardından bu partiden ayrılan bir kısım milletvekili ise Millet Partisi’ni kurar. 

Siyasi partiler peş peşe kurulurken 12 Temmuz 1947 beyannamesi ile idarenin tarafsızlığı ve muhalefet partilerinin emniyeti konusunda ileri adımlar atılır. 1949’da Basın-Yayın ve Turizm Kanunu ile muhalif partilere devlet radyosunda zaman ayrılarak, görüşlerini millete açıklama olanağı tanınır.

1950’de Seçim Kanunu tasarısı hazırlanır. Tasarı CHP ve DP’nin ittifakı ile kabul edilir. Muhalefetin radyo, basın hürriyeti ve toplantı hürriyetinden geniş ölçüde faydalanmasını mümkün kılan şartlar oluşturulur ve 1950 yılı 14 Mayıs’ında genel seçim yapılır. Yapılan seçim sonrası Demokrat Parti (DP), 416, CHP 69 milletvekilliği kazanır. DP, 27 yıllık tek parti (CHP) iktidarına son verir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) çoğunluk milletvekilliğini elde eder. Böylece CHP serbest ve dürüst bir seçimle milletin emanetini Demokrat Parti’ye devreder.

                 

                              CHP’NİN YAYIN ORGANI ULUS

CHP’nin yayın organı Ulus gazetesi 18 Mayıs 1950 tarihli nüshasında birinci sayfadan büyük puntolarla “Muhalefete Geçerken” başlığı altında şunları yazar:

“Muhalefete geçerken kararımızı ilan ediyoruz:

1- Şahsiyatla uğraşmayacağız. Tevfik Fikret’in yazdığı gibi: Bir vatan gitti, fakat bitmedi hâlâ sen, ben –Bize bu hâl ile bizden büyük olmaz. Bizim fikirlerimize aykırı fikirlere, fikirle mukabele edeceğiz. Şahsiyatla uğraşmak programımızın da prensiplerimizin de dışında kalacaktır. İnsanlara çamur atmak kötü şeydir. Kimseye çamur sıçratmayacağız ve bunun memleket terbiyesi, millet ve basın ahlâkı için ne kadar lüzumlu ve faydalı bir şey olduğunu en az dört yıllık bir sabır göstererek herkese öğreteceğiz.

2-Söz ve tenkit hürriyetine dokunulmazlık isteyeceğiz.

3-Toleransımız vardır ve tolerans bekleyeceğiz. Büyük Fransız mütefekkiri Voltaire demiştir ki: ‘Bütün fikirlerinizin aleyhindeyim. Fakat bütün bu fikirleri tam bir hürriyet içinde söyleyebilmenizi ömrümün sonuna kadar müdafaa edeceğim. Bir İngiliz mütefekkiri de medeniyeti şöyle tarif eder: Medeniyet, adaletin, asayişin ve toleransın muhassalasıdır. Bu prensiplere göre hareket edeceğiz.

4-Kafalarımızın vazifesini kafalara, gönüllerin borcunu gönüllere tanıyarak olur olmaz meselelerde bunları birbirine karıştırmayacağız. Bu memleket, bize koca bir Rumeli’yi kaybettiren Balkan harbinde (Biz itilafçıyız) diyen subaylar bile görülmüştür. Gene bu memleket milli mücadele yıllarında Anadolu’da ayaklandıkları zaman: Yahu, memleket batıyor! Bu günlerde dahili isyan olur mu?’ diyenlere: ‘Biz bilmem ne oğullarıyız. Osmanoğulları batarsa batsın!’ diye cevap verenleri de tepelemek zorunda kalmıştır.

5-Başına (Milli) sıfatını getirmek şöyle dursun, tek başına kalan (Husumet)le bile mücadele edeceğiz. İktidara karşı daima dostluk eli uzatarak bununla övüneceğiz.

6-Yalnız Atatürk inkılâbının iki büyük düşmanına, kara irticaa ve kızıl komünizme karşı kin ve nefret besleyeceğiz.

İşte! Muhalefete girişirken bayrağımızdaki okların sayısı kadar çekincelerimiz bunlardır.”


               MENDERES’İN İNÖNÜ’YÜ HEDEF ALAN SÖZLERİ

Ne yazık ki DP Genel Başkanı ve Başbakan (Başvekil) Adnan Menderes, ilerleyen günler ve yıllarda CHP ile yayın organı Ulus gazetesini meydanlarda ve kongrelerde çok sert eleştirir. 15 Mayıs 1952 tarihinde Balıkesir İl Kongresi’nde muhalefet lideri İsmet İnönü’ye hedef aldı ve şunları söyler:

“İnönü’nün iddialarına göre matbuat yüz seneden beri misli görülmemiş bir baskı altındadır. Halbuki onlar iktidarında matbuat için ceza müeyyidesi bile koymak ihtiyadı içinde değildiler. Matbuatı toptan esir etmişlerdi. Daha dün işlerine gelmeyen neşriyatı durdurmak için gençleri tahrik ederek İstanbul’un göbeğinde gazete matbaalarını hak yeksan ettiren onlar değil midirler? Ankara’da Ulus’tan başka bir gazete çıkabilir miydi? İstiklâl Mahkemeleri, Örfi İdareler ne güne duruyordu? Telefon emri ile gazeteler kapatılıyordu. Ve böyle bir devrin mes’ulü şimdi çıkıp Abdülhamit devri dâhil tarihimizde bugünkü gibi bir matbuat baskısı görülmemişti, diyor. Bunlar ciddi konuşmalar değildir. Çünkü bugün herkes matbuatın nasıl hür olduğunu ve hatta bu hürriyeti ne derece suiistimal ettiğini eline gazeteyi alan görüyor ve okuyor. Matbuatın işbaşında bulunan hükümete karşı sövmek bahsinde kullandıkları müstehcen kelimeleri burada tekrarlayamam. Bu sözlerden yalnız bir tanesi İnönü devrinde söylenmiş olsa idi bunu söyleyip yazanın bütün ailesi kökünden kazınırdı. Bana misal göstersinler. Haksız denebilecek bir hakaretten mahrum olan tek gazeteci varsa numunesini göstersinler. "

İNÖNÜ: “GAZETELERİN VAZİFELERİ GÜÇLEŞMİŞTİR”

Aynı tarihte CHP lideri İsmet İnönü de Trabzon’da halka hitaben bir konuşma yapar. İnönü’nün konuşması adeta Adnan Menderes’e yanıt niteliğindedir:

“Gazeteler kendi hürriyetlerini artık müdafaa edecek durumda değildirler. Gazetelerin memlekete karşı olan vazifeleri son derece güçleşmiştir. Gazeteci ya satın alınmaya razı olacak veyahut dürüst bir ticaret müessesi olarak çalışmasını tehlikeye atacaktır. Ceza üstüne ceza, mahkeme üzerine mahkemeyi göze alacaktır. Gazeteler bu kadar baskıya nasıl tahammül ederler. Basın hürriyeti bu vasıflar altında işlemez hale gelirse başımıza gelecek zararların haddi hesabı yoktur. Bugünkü idarenin adı demokrasiden başka her şeydir. Yalnız demokrasi değildir. Bu politikanın devamında memlekete fayda yoktur. Huzursuzluk her gün biraz daha artmaktadır. İç politika bugün tamamıyla anti-demokratik bir istikamet tutmuştur. Ne olacaktır bilemem. Fakat vatandaşın bilmesi lâzımdır.”

          

          MARKO VE MALUM PAŞA'NIN KAPATILMASI

Adnan Menderes, 4 Mart 1953 tarihinde başbakanlık binasında bir basın toplantısı düzenledi. Toplantıda ülkenin iç siyasi durumu hakkında şunları söyler:

“İktidara geldiğimiz zaman hürriyeti tehdit ve tehdit eden unsurlar olarak karşılaştığımız hadiselerin başında gelen komünistlik, Ticanilik ve buna mümasil olarak amele ve gençlik arasında yapılan tahrikat (kışkırtılar) idi.

BBM’simizin kabul ettiği Atatürk İnklâplarını Koruma Kanunu ile komünist neşriyatını tasfiye etmiş bulunuyoruz. Açıktan açığa komünist neşriyatı yapan Nâzım Hikmet Dergisi, Nuhun Gemisi İdare-i Maslâhat, Medet, Baştan, Gençlik, Bağrıyanık, Gerçek gibi gazete ve mecmualardan başka maskeli bir surette komünist telkinatı yapan Marko Paşa, Malûm Paşa, Çamır, Eşek, İbret, Yeni Baştan, Hücum Sesi, Şeytan, Çarıklı, Erkânıharp, Kurusıkı, Vur Patlasın gibi gazete ve mecmualar bulunuyordu..

Ceza Kanunu’nda yapılan tadilatla bunlar kapatılmış ve tevlid ettikleri zarar bertaraf edilmiştir. Türkiye Komünist Partisi’ne mensup ve bu partiye aidatlarını ödemiş kayıtlı azalardan 180 kadarı da tevkif edilmiş bulunuyordu. Bu partinin zararlı faaliyeti tamamen bertaraf edilmiş, bu partiye meyilli olanlar ve alakalarının kesildiği kat’i delile bağlanmış bulunanlar da tamamen zabıtanın tarassutu altına sokulmuştu. Bundan başka Sosyalist Partisi de sosyalist nikafı altında. Fakat hakikatte komünist faaliyette bulunduğu tespit edildiğinden bu da zararsız hale getirilmiştir. Bu gizli yuvalar en çok talebe arasında tahrikata girişmiş, amelelerin arasına da sızmağa çalışmışlardır.”

Menderes, öte yandan Sebilülreşat, Ehlisünnet, İslam Yolu, Allah Yolu gibi gazetelerin de sağcılık neşriyatı yaptıklarını belirtiyor, şöyle devam ediyor:

“Bunlarla da mücadeleye giriştik. Bu gazeteleri de kapatarak mes’ullerini mahkemeye verdik. Memleketimizde her türlü dini itikad ve imanlar hiçbir tereddiye uğramadığına göre dini siyasette kullanmakta bütün partiler birleşmeli ve bize yardımcı olmalıdırlar. Bu mukaddes mevzuu ele alıp rey avcılığında kullanmak hususunda partilerin birbirleriyle yarışı memlekete felaket getirebilir. Bu bahiste partilerin çok dikkatli olmalarını tekrar ikaz ederim.”

NEŞİR HÜRRİYETİ

Menderes, genel seçimlerin yaklaştığı günlerde (26 Ocak 1954 yılında) İstanbul-Beyoğlu’ndaki Serkldoryan Kulübü’nde basın mensuplarına yaptığı açıklamada da şunları ifade ediyor:

“Neşir hürriyeti demokratik rejimin temel teminatıdır. Neşir hürriyeti olmayan bir memlekette hiçbir hürriyet yok demektir. Yalnız neşir hürriyeti ile şeref ve haysiyetlere tecavüz, şantaj, yalan havadis yaymak, âmmenin sulh ve sükununu bozmak fiillerinin birbirine karıştırmamak lazımdır. Biz bir taraftan neşir hürriyetine daha geniş imkânlar hazırlamak fakat diğer taraftan da bu ikinci kısımdaki suçları işleyenlerle de mücadele etmek azim ve kararındayız.”

DP seçimleri ikince kez kazanarak iktidar olduktan sonra 1 Şubat 1956 tarihinde Demokrat Parti grup toplantısında üniversite hocalarının durumunu ele alınır.

Menderes, toplantıda şunları söyler:

“Orman tahsili görmüş, ormancı bir grup profesör, rektör fiili siyaset yaparak hükümet aleyhinde bulunuyor. Baytar profesör basın hürriyeti olmadığı hakkında konuşuyor. Bu tip insanlar siyasetten ne anlarlar? Üniversite içinde işleri yokmuş gibi ve Türkiye’de millet tarafından seçilmiş bir BMM namevcutmuş gibi bunlar bir araya toplanarak hükümeti murakabeye hakları olduğu iddiasıyla bir takım kararlar almaktadırlar. Aramızda bir profesör İktisat Vekili vardı. Tam 4 sene 8 ay vekillik sandalyesinde bulundu. Şimdi Hürriyet Partisi’ne geçince, ‘İşler bozuktur’ diye feryadı basıyor. Mademki işler bozuktu neden o zaman çare bulamamışlar, yahut vazifelerine devam etmişler?”

İNÖNÜ: BASIN HÜRRİYETİ MESELESİ HAD SAFHADA

Muhalefet lideri İsmet İnönü, 12 Ekim 1958 tarihinde CHP İstanbul İl Kongresi’ne katılır. İnönü, kongrede yaptığı konuşmada, “İdeal yolunda bütün vatandaşların bir araya gelmelerini ve güçlerini birleştirmelerini” isteyerek, şunlorı söyler:

“Basın hürriyeti meselesi had bir safhaya girmiştir. Mevzuat hiçbir memlekette olmadığı kadar ağırdır. Basınımız ölçüsüz tazyikler altında maddi manevi tahribata uğramaktadır. 100 seneden beri, demokratik rejime girmek için geçirdiğimiz güçlüklerin başında, basın hürriyetine alışmak konusu başlıca meselelerimizden biridir. 1945’den beri yaptığımız tecrübede, basın hürriyetine alışmak, bütün zorlukları yenerek mümkün olmuştu. Her müessese gibi basın da vazife yolunda, müspet ilerleme devrinde bulundukça tabii bir tekâmül gösteriyordu. Basının hiç  şüphesiz başarılı bir tecrübeden sonra yeniden baskı devrine sürülmesi, memleketin siyasi tekâmülü ve milletin ilerleyip yükselmesi için çok hüzün ve ıstırap verici bir dert olmuştur. Demokrat Parti genel başkanının şerefli basına reva gördüğü tecavüzler aslında hür fikirli basına karşı maddi kuvvetlerin acze düşmüş olduğunu gösteriyor. Basın hürriyetinin kesin zaferi bir avuç şerefli idealistlerin fedakârlığı ile emniyete alınmaktadır. Bu konuda geçilen yolun son dayanma merhalesine geçiyoruz.”

İnönü, 16 Kasım 1958 tarihinde CHP Yozgat İl Kongresi’nde basın hürriyeti konusunda şunları ifade eder:

“Başlıca murakabe cihazı olan basın, vazifesini bilir, fedakâr azası dışında memleket menfaatine işlemez hale getirilmiştir. Gün geçmez ki basının şerefli olan bir unsuru mahfedilesiye bir hüküm giymesin. Essai idaresinin tel örgüsü arkasındaki siyasi kapı yerine, artık yalnız memleket için değil, dünyada şöhret yapan (Ankara Hilton) ceza salonu bir çok şerefli basın mensubunun durağı olmuştur.

Görülen lüzum üzerine hâkimlerin emekliye ayrılması hareketi geniş ölçüde devam ediyor. Vicdan istiklâlini muhafaza etmiş hâkimler kurtarıcı bir şeref yıldızı gibi parlıyor ve başlarına gelecek çeştli mağduriyetleri göze almış nadir kahramanlardan sayılıyor. Türk cemiyetinin böyle bir siyasi içtimai hava içinde yaşatılması büyük insafsızlıktır.”

Ne yazık ki Türkiye’de demokrasinin ömrü uzun olmadı… Gerek Demokrat Parti’nin keyfi uygulamaları; basına ve basın mensuplarına uyguladığı sansür ve cezalar, gerekse askerlerin rahatsızlığı sonucu 27 Mayıs 1960 darbesi, ağır aksak  ilerleyen demokrasiye ağır bir darbe vurdu. Her şey sil baştan; yeni anayasa ve yeni kanunlar yapıldı. Gelin görün ki bu süreçte uzun sürmedi. Bu kez de 1971 ve 1980 darbeleriyle demokrasimiz yerlerde sürüklenir oldu. Geldik bugünlere… Bakalım bu talihsiz coğrafyada daha neler neler göreceğiz!  

(Süleyman Boyoğlu)

Kaynak: Tarihçi yazar Orhan Koloğlu arşivi ve 9 Eylül 1962 tarihli “CHP 39. Yıldönümü” kitapçığı…

 

 

 

 

12 Mayıs 2023 Cuma

"GANDİ KEMAL" ÇANKAYA YOLUNDA...

    Ülkemizde futbolcusundan siyasetçisine, sesinden giyimine bakarak sanatçılarımıza lakap takmada her halde dünyada üstümüze yoktur… Bir terzi ustası, bir duvar ustası gibi bu lakapları başarılı olsun olmasın insanlarımızın üstüne şıp diye giydirir ya da oturturuz…

    Futbolcularımızı Pele’ye Maradona’ya, şarkıcılarımızı Madonna’ya Michael Jackson’a, siyasetçilerimizi Churchill’e, Gandi’ye benzetiriz, bir türlü başarısından ötürü başarılı bir Türk’e bir Kürt’e, bir Laz’a bir Çerkez’e benzetemeyiz. Acaba neden?

    İşte bu benzettiklerimizden birisi de bugünlerde siyaset sahnesinde fırtınalar estiren Kemal Kılıçdaroğlu… Kılıçdaroğlu’nu kime mi benzettik? Hemen söyleyeyim; Hindistan’ın efsane lideri Mahatma Gandi’ye.

    Ne zaman benzettik? Kim benzetti? İşte orası biraz karışık, ama 2009 yılında bu lakabın takıldığı kesin gibi… Nasıl mı şöyle; 9 Şubat 2009 tarihinde o tarihte Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapan Fatih Çekirge, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday olan Kemal Kılıçdaroğlu’yla ilgili “Beyoğlu Sokaklarında Bir ‘Gandi’ Yürüyüşü” başlıklı bir yazı kaleme alıyor. Beyoğlu-İstiklâl Caddesi’nde taksicisinden öğretmenine, esnafından yurttaşına kadar herkesin yanına yaklaşıp; “Bu şehri hem yolsuzluktan hem de kirlilikten temizleyin. Seni bekliyoruz Kemal Ağabey’ dediklerini ve yoğun bir ilgiyle karşılandığını yazıyor.

                GANDİ DİYE BAĞIRIYORLAR

    Yazısının sonlarına doğru ise asıl konuya geliyor ve şöyle devam ediyor:

    “Kılıçdaroğlu’nun önü çevriliyor. Küçük bir miting yaşıyoruz. Bu ilgi sandıkta oya dönüşür mü bilmiyorum. Ama eğer dönerse AKP’nin İstanbul’daki 15 yıllık iktidarı için bu çok zorlu bir rekabet demektir…

    Kılıçdaroğlu yürürken arkasından kimi Hindistan’ın halk hareketi öncüsü ‘Gandi’ diye bağırıyor. Kimisi Ecevit gibi diyor.

    Gerçekten de Kılıçdaroğlu’nun sakin burnu yukarılarda olmayan sıcak ve halktan görüntüsü etkiliyor. Ben bu yürüyüşü yıllar önce Samsun’da, Trabzon’da, Mersin’de ve Zonguldak sokaklarında yürüyen Ecevit’te de görmüştüm. Garip bir halk elektriği var. Bu elektrik, bu atmosfer öyle okumakla, plan yapmakla büyük reklam ajanslarıyla anlaşıp kampanyalar düzenlemekle olmuyor. Bu yüzden ‘garip bir halk elektriği’ diyorum.”

             ECEVİT-İNÖNÜ KARIŞIMI…

    O tarihte (22 Mart 2009) Vatan gazetesinde yazan Mehmet Tezkan da “Kılıçdaroğlu Rüzgârı” başlıklı yazısında, Kemal Kılıçdaroğlu’nun İstanbul’da güçlü bir rüzgar estirdiğini, Silivri Mitingi’nde yurttaşların sevdikleri bir adamı, yeni bir yüzü bekler gibi bekler bulduklarını söylüyor. Tezkan, şöyle devam ediyor:

    “Kılıçdaroğlu geldiğinde ortalık yıkıldı. İnsanlar temas etmek istiyor, dokunmak istiyor… İlgiyi şöyle anlatabilirim.. CHP’nin adayı geldi, dinledik, alkışladık, gitti gibi anlık, kısa süreli değil. Umut olarak görüyorlar.. Bir şeyleri ‘değiştirecek, benim adıma hesap soracak’ kişi gözüyle bakıyorlar.. Yetim hakkının muhafızı..”

    Tezkan, Kılıçdoroğlu’nun; “AKP hortumunun ucu İstanbul’da, hortumlarını keseceğiz, soyulmaktan bıkmadınız mı, Yoksula biz de yardım yapacağız ama onurunu kırmadan’ deyince alanın tepkisi görülmeğe değerdi” diyordu.

    Tezkan, aynı ilginin Halkalı’da, Başahşehir’de de gösterildiğini vurguluyor, şunları söylüyor:

    “Silivri mitinginden sonra Kılıçdaroğlu ile aynı minibüse bindik.. Sanki birkaç dakika önce insanların elini sıkmak için üzerine atladığı, güç bela minibüse binen siyasetçi kendisi değildi… Sakin, sessiz, mütevazı!  Sadece Topbaşı’ı değil Başbakan Erdoğan’ı da zorlayan değildi sanki… Konuşmasını dinlerken nasıl anlatsam diye düşündüm…

    Fizik yapısı Ecevit’e benziyor..

    Ama zaman zaman da Erdal İnönü’yü hatırlatıyor. . Duruşuyla, tebessümüyle, sakinliğiyle… İnönü’nün kısası.. Ama sakin sakin konuşurken öyle bir çıkış yapıyor ki, saçlarını boyatsa sanırsınız ki Ecevit geri geldi. Bu yüzden tam karar veremedim. İkisine de benziyor. Haydi şöyle diyelim, Ecevit-İnönü karışımı…

    Yoksa.. Gandi mi desek…

    Bilemiyorum..”

    “Gandi Kemal” 2009 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinde CHP’nin 2004 yerel seçimlerinde aldığı yüzde 24.4’lük oy oranını yüzde 38,3’e çıkardı. CHP’nin İstanbul’da sahip olduğu dört ilçe belediye sayısını 10’a yükseltti. Hürriyet gazetesinden Selçuk Yaşar, 30 Mart 2009’da “Gandi Kemal’ mucizesi ile ilgili şunları yazdı:

    “Tamamı ‘belgeli’ yolsuzluk iddialarıyla büyük sempati toplayan Kılıçdaroğlu, dosyalarıyla tanındı. Girdiği siyasi düellolarda daima belgeleri ortaya koyarak çalıştı. Sakin yapısıyla siyasetin tansiyonunu hiç yükseltmedi. Bu tavrına halk da büyük ilgi gösterdi. İstanbul’da Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın karşısına rakip olarak çıktığında ‘Rakibim Topbaş değil, Erdoğan’dır’ diyordu. Açıkladığı yolsuzluk dosyaları gündeme bomba gibi düştü. İstanbul’da kendisinin koyduğu yüzde 40 oy oranını tutturdu. Aldığı oylarla Başbakan Tayyip Erdoğan’ın başkanlığından bu yana AKP’nin kalesi olan İstanbul’u sarstı. En çok da destek, kadın ve gençlerden geldi.”

                                 “GANDİ KEMAL’E SELAM”…

    Prof. Dr. Erol Manisalı ise 3 Nisan 2009 tarihli ve “Gandi Kemal’e Selam…” başlığıyla kaleme aldığı yazısında şunları kaydetti:

    “Halk kime destek verdi, kimi cezalandırdı, kimlere uyarıda bulundu? Büyüklerden CHP ve MHP destek aldılar. Bu desteğin nelere ve niçin verildiğini iyi görmek gerekir. CHP’de desteği Kılıçdaroğlu değil, ‘onun duruşu, kimliği ve savunduğu görüşler’ aldı.

    Hatırlayalım, Kemal Kılıçdaroğlu hangi görüşleri savundu? Sosyal devlet, kamusal yararı ve makro (bütüncül) iktisadi ve sosyal politikaları savundu. Solcu, toplumcu, halkçı öğeleri ‘çağrıştıran’ gerçekleri vurguladı. Vurgunları, soygunları öne çıkararak, bir anlamda düzene karşı çıktı.

    Ona Gandi Kemal adı bunun için takıldı. Dolaylı yoldan da olsa, ‘yalnız vurgunlara karşı değil, dış ve iç sömürücülere meydan okuyan’ bir duruş sergiledi.  Kılıçdaroğlu, duruşu ve savunduğu görüşleri ile ‘kısmen de olsa halkın bu taleplerine yanıt verdiği için büyük destek aldı ve Gandi Kemal oluverdi’.”

    Kemal Kılıçdaroğlu, ününü tüm Türkiye’de hatta dünyada duyurmaya başlayınca “Gandi Kemal” lakabı üzerinden tartışmalar da başladı. 20 Mayıs 2010 tarihinde Medyatava’ya bir açıklama gönderen ressam ve siyasetçi Bedri Baykam, bu benzetmeyi Mehmet Tezkan’ın yazısından yaklaşık bir ay önce Cumhuriyet gazetesindeki yazısında kendisinin yaptığını yazdı. Baykam’ın açıklaması şöyle:

    “Bugün Medyatava’da gördüğüm ‘Gandi Kemal’ lakabını ilk Mehmet Tezkan mı Fatih Çekirge’mi kullandı tartışmasına bir açıklama getirmek istiyorum. Mehmet Tezkan kendi yazısının 22 Mart 2009 tarihli olduğunu söylüyor. Benim ilişikte size yolladığım, kendi köşemde kullandığım Gandhi yakıştırması ve benzetmesi ise Cumhuriyet gazetesinde 17 Şubat 2009 tarihinde köşemde yayınlandı. Öte yandan Fatih Çekirge’nin bunu daha önce bir yerde yayınlayıp yayınlamadığını bilmiyorum, onu sizin kendisine sormanız lazım.”

    Bedri Baykam, 17 Şubat 2009 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki yazısını ise şöyle bitiriyor:

    “Cumartesi öğleyin Kadın Araştırmaları Derneği’nin Kemal Kılıçdaroğlu’nu sivil toplumlarla buluşturduğu yemeğe, Yurtsever Hareket sözcüsü olarak katıldım. Kılıçdaroğlu’nu dinlemek bir keyif, kazanması en büyük keyif, kazanması en büyük dileğimiz. Son derece klas, kibar, güven veren ve espritüel bir insan.

    Kılıçdaroğlu bizim Gandi’miz olmaya aday ve bu tarihi kişiliğe de çok benziyor! Ve ben, iş işten geçmeden, ‘Neden mağlup olduk’ sorusuna yanıt aranmadan, bu bölünme tehlikesini o toplantıda açıkça ortaya döktüm ve tüm katılımcılar büyük destek verdiler.”

    “Gandi Kemal” lakabını kim bulursa bulsun, kim önce yazarsa yazsın Kemal Kılıçdaroğlu, gerek televizyon kanallarında terlettiği siyasetçiler olsun, gerek İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yarışında gösterdiği performans olsun, gerek 15 Haziran 2017'de Ankara’dan başlattığı 9 Temmuz 2017'de İstanbul’da sonlandırdığı “Adalet Yürüyüşü” olsun, gerekse 14 Mayıs 2023 tarihinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği seçimleri olsun, gösterdiği büyük performans, sabır ve olgunluk çoktan Mahatma Gandi’yi aştı..

    Şimdi ben de hep bir ağızdan gür bir sesle; “Geliyor Gelmekte Olan Bizim Kemal” diye bağırmalıyız diyorum… 

(Yazı ve fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

    Not: Bu arada CHP eski genel başkanlarından ve başbakanlardan Bülent Ecevit’e “Karaoğlan” lakabını, 1972 ya da 73 yılında İsmet İnönü’yü siyaset sahnesinden çekilmek zorunda bıraktıktan sonra gittiği Kars’ın Susuz ilçesinde Şahzade Şahin adlı bir kadının taktığı söylenir.

    Eski başbakanlardan Süleyman Demirel’e de “Çoban Sülü” lakabını bir röportajında yakın bir zamanda kaybettiğimiz gazeteci Ergin Konuksever taktı. Konuksever, bu adla da 1969 yılında bir kitap yazdı.

    Her iki siyasetçinin de lakapları yurttaşlar tarafından tutuldu ve sevildi…