Süleyman Boyoğlu
Fotoğraf: Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği Yayınları'ndan
Son yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı müfredatının yaz-boz tahtasına, öğrencilerin de şaşkına dönmesi üzerine akıllara ister istemez yeniden “Köy Enstitüleri”ni getiriyor. Acaba Türkiye, Köy Enstitüleri’ni kapatmasaydı, eğitim sistemimiz yine böyle olur muydu? Peşinen düşüncemi söyleyeyim; olmazdı. Ezbere dayalı olmayan daha çağdaş ve Batı’yla uyumlu bir eğitim sistemimiz olurdu hem de kökleşirdi.
Her yıl 17 Nisan’da olduğu gibi bu
yıl da Köy Enstitüleri’nin 81. kuruluş yıl dönümü kutlanacak. Kutlanacak diyorum, ama kim
kutlayacak? Milli Eğitim Bakanlığı mı? Ne mümkün! Eğer hayatta olan varsa
birkaç Köy Enstitüsü mezunu öğretmenimiz ile bu ülküye gönül veren eğitimciler
kutlayacak, ama pandemi nedeniyle bu yıl böyle bir kutlama yapılması da çok zor…
Zeki-çalışkan köy çocuklarından ilkokul
öğretmeni yetiştirmek üzere 1935
yılında hazırlıklarına başlanılan 1937’de
denemesine girişilen, 17 Nisan 1940
yılında da dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan
Ali Yücel zamanında yasallaşan köy enstitüsü sistemi, hem kuramcısı hem de
kurucusu İlköğretim Genel Müdürü İsmail
Hakkı Tonguç önderliğinde büyük başarılar elde etti.
“Köy Enstitüleri” konusunda bugüne
kadar değerli araştırmacılar ve yazarlar çok şey yazdılar. Bunlardan biri de Şerif Tekben’dir. *(Malatya-Akçadağ Köy Enstitüsü’nde müdürlük
yapmış bir eğitimci) Tekben,
1962 yılında Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMGT) Gençlik Yayınları’ndan çıkan
“Neden Köy Enstitüleri” adlı kitapçıkta,
Köy Enstitülerini doğuran nedenleri çok güzel bir dille anlatıyor:
“Tanzimatla
yüzünü Batıya döndüren Osmanlı İmparatorluğu, Batı uygarlığını yaratan
koşulları kavrayamadığı, gereken köklü değişmeleri yapamadığı için batılılaşmada
başarıya ulaşamadı. Cumhuriyet, Atatürk devrimi ile ‘muasır medeniyet
seviyesine’ ulaşmayı amaç edindi. Ancak savaşlar köyleri yıkmış, ülkeyi
ıssızlaştırmış, hayatı söndürmüştü. Tez zamanda yeni, diri değerler bulup
ortaya çıkarmaya, insanımızı değerlendirmeğe bağlıydı kalkınmamız.
Ekonomik, toplumsal, kültürel konular ele alınarak kurumlar meydana getirilmeğe başlandı. Bir yaşama zorunluluğu ile yeni Türk harflerinin kabulüne, millet mektepleri ile de bir okuma yazma seferberliğine gidildi.”
NÜFUSUN
YÜZDE 81’İ KÖYDE
“İstihsalde, sağlıkta, inanışta
düzcesi yaşayışta tam bir gerilik ve ihmal içindeydi. Kalkınmamızın bu büyük
çoğunluğun kalkınmasına bağlı olduğuna inanan Atatürk işin sağlam bir çözüme
kavuşturulmasını istedi. En büyük iş Milli Eğitim Bakanlığı’na düşüyordu. Bu
alanda 1935’ten sonra başlayan çalışmalar çok ilginçtir. Sorumlular tam bir
Batılı kafası ile konuya eğilmiş, memleket gerçeklerini çıkış noktası kabul
etmişlerdir. Bu anlayış içinde gerekli inceleme ve araştırmalara girişilmiştir.”
Bir komisyonun Orta Anadolu’da (Kayseri,
Yozgat, Çorum köylerinde) inceleme yaptığını, daha önce köy eğitimi alanında
yapılanlar, verilmiş raporlar, düşünülen tedbirlerin gözden geçirildiğini, mali
gücümüz ile ekonomik, kültürel, toplumsal yaşayışımızın Batı kopyası bir eğitim
düzeniyle güçlendirelemeyeceğinin anlaşılmasından, ileri eğitim ilkelerine
yaslanarak bize göre kurumlar yaratma alanında denemelere girişildiğini anlatan
Tekben, köylerde yaşayan nüfusun
yüzde 81’ini oluşturan çiftçi halkın ancak yüzde 14.1’inin okur-yazar olduğuna
işaret ediyor.
Tekben,
öğrenim çağında bulunan bir milyon 920 bin köylü çocuğundan 347 bin 71’inin
okula gittiğini, 40 bin köyden 35 bin 67’isinde ise okul olmadığına dikkat
çekiyor. Şehirlerde 8 bin 90, köylerde 6 bin 859 öğretmenin görev yaptığını vurgulayan
Tekben, şehrin öğrenim probleminin yüzde 75’i, köylerin ise yüzde 15’inin
halledildiğini, köylerde ilk etapta 38 bin öğretmene ihtiyaç duyulduğunu
belirtiyor.
O yıllar köylünün belli başlı işinin
çiftçilik olduğunu, çok güç şartlar altında toprağı işleyerek hayatını
sürdürmeye çalıştığını ve hemen hemen tüm ihtiyaçlarını topraktan
karşıladığını, en yakın yardımcısının da hayvanları olduğunu söyleyen Tekben, “Onun kuvvetinden, kılından,
etinden, sütünden, tırnağına varıncaya kadar her şeyinden faydalanır. Geçimini
sağlama konusunda hayvanın, toprak kadar önemi vardır köylü için” diyor.
Tekben,
köylünün kullanmak zorunda olduğu tarım araçlarının ilkel olduğuna; saban,
tırmık, düğen, yaba, orak, tırpan gibi araçların hemen hemen hepsini şehirde
satın aldığına işaret ederek, bunların en basit onarımlarını köyde yapacak bir
usta ve alet olmadığını anlatıyor. Örnek olarak da Malatya’yı veriyor. Bu ilin
30 köyünden 26’sında bir keser bile bulunmadığına vurgu yapıyor. Kağnının bile
olmadığı ova köylerine rastlanıldığını, ev, ahır, ambar ve diğer yapılar için
şehirden ustalar getirdiklerini, özellikle orta ve doğu Anadolu’da bazı
köylülerin yapılarını kendilerinin yaptıklarını, ancak bunların da bir hayvan
ininden farklı olmadığı yazıyor.
Tekben’e göre, bütün ihtiyaçlarını
kendi başına sağlamak zorunda olan köylüler, basit dokuma ve örgü işleri yapıyor,
tam bir ilkel yaşayış içinde ve sağlık konusunda acınacak durumdadır. Ne
doktor, ne ilaç bulunmaktadır. Bir doğumda bir de öldüğünde bedeni su gören
köylüler olduğu, doğumu görgüden başka hiçbir bilgisi olmayan cahil ebelerin
yaptırdığı, bir kızamık salgınında, bir iki hafta içinde köyde kocaman bir
çocuk mezarlığı meydana geldiği, yüz yıllar boyunca deden-babadan kalma inanış
ve bilgilerle yaşamak için direnen bu insanların tamamen yok olmamalarının
nedeninin, ölenlerden çok çocuk yapmalarıdır..
“Köyün, ekonomik, sosyal, kültürel
yaşayışını iyileştirecek elemanlar yetiştirmek zorundaydık. Şimdiye kadar köye,
hep büyük şehirlerde kurulmuş öğretmen okullarında yetiştirdiğimiz şehirli
gençler yolladık. Bu okullar daha ziyade şehir ve kasabaların ihtiyaçları göz
önünde tutularak tesis edilmiş kurumlardır. Kuruluş ve gelişme tarihlerinin
gösterdiği safhalar da bunu doğruluyor. Bu kurumlardan yetişen öğretmenlerin
köy şartlarına gereği gibi uymadıkları görülmüştür. Bunun için yarının köy
öğretmenlerini görecekleri, hizmetin gereğine daha uygun şekil ve şartlar
altında yetiştirmek zaruri bulunmaktadır.
Bundan
başka devletin mali gücünün bu işin masraflarını karşılayacak yeterlikte olması
gerçeği, on binlerce okul ve öğretmenin kısa zamanda ve az masrafla meydana
getirilmesinde yeni ve pratik bir yol tutma zorunluluğunu daha açıkça
belirtmiştir. Eğitimde kendimizi bulma sayılan Köy Enstitüleri devrimi böyle
doğdu..”
Kitabın ilk sayfasında efsane isim İsmail Hakkı Tonguç’un görüşlerine de
yer verilmiş. Tonguç, sol kesimin her zaman dile getirdiği “Teori ile pratik
bir birini tamamlamalıdır” düşüncesine adeta vurgu yaparcasına şunları
söylüyor:
“Uygulanmayan bilgi boş ve lüzumsuz
bilgidir. Bilmek demek yapmak demektir.
Bir şeyi yapabiliyorsak aynı zamanda biliyoruz demektir. Doğru, iyi,
düzgün yazamıyor veya resim yapamıyorsak, anlatmak istediğimiz konuyu
bilmiyoruz demektir. Bir olayın deneylerini yapmaktan, müzik parçalarını bir
alet ile çalmaktan veya notaya uygun olarak söylemekten aciz isek o olayı veya
o parçayı bilmediğimiz anlaşılır. İlgili kitabı veya dergiyi okuyarak, tabiatı
ve sosyal hayatı inceleyerek bilgi edinemiyorsak; kitapta yazılanı veya
öğretmenin anlattığını ezberleme yolunu tutmuş, iskolastiğin (Ortaçağ boyunca Katolik kilisenin egemenliği
altında olan, bilime kapalı dine dayalı düşünce)
esiri haline gelmişiz demektir. Köy enstitülerinde yetiştirilen çocuklar,
iskolastiğe köle olmaktan kurtarılmaya uğraşılmıştır. Onların kültürleri, cila
şeklinde ve ezberlenerek benimsenmiş bilgi değil, iş içinde iş vasıtasıyla
öğrenilen gerçek ve öz bilgidir.”
..../..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder