14 Nisan 2021 Çarşamba

NEDEN KÖY ENSTİTÜLERİ? (1)

 Süleyman Boyoğlu

         

                        Fotoğraf: Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği Yayınları'ndan
  
         Son yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı müfredatının yaz-boz tahtasına, öğrencilerin de şaşkına dönmesi üzerine akıllara ister istemez yeniden “Köy Enstitüleri”ni getiriyor. Acaba Türkiye, Köy Enstitüleri’ni kapatmasaydı, eğitim sistemimiz yine böyle olur muydu? Peşinen düşüncemi söyleyeyim; olmazdı. Ezbere dayalı olmayan daha çağdaş ve Batı’yla uyumlu bir eğitim sistemimiz olurdu hem de kökleşirdi.

           Her yıl 17 Nisan’da olduğu gibi bu yıl da Köy Enstitüleri’nin 81. kuruluş yıl dönümü kutlanacak. Kutlanacak diyorum, ama kim kutlayacak? Milli Eğitim Bakanlığı mı? Ne mümkün! Eğer hayatta olan varsa birkaç Köy Enstitüsü mezunu öğretmenimiz ile bu ülküye gönül veren eğitimciler kutlayacak, ama pandemi nedeniyle bu yıl böyle bir kutlama yapılması da çok zor…

          Zeki-çalışkan köy çocuklarından ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 1935 yılında hazırlıklarına başlanılan 1937’de denemesine girişilen, 17 Nisan 1940 yılında da dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel zamanında yasallaşan köy enstitüsü sistemi, hem kuramcısı hem de kurucusu İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç önderliğinde büyük başarılar elde etti.

         “Köy Enstitüleri” konusunda bugüne kadar değerli araştırmacılar ve yazarlar çok şey yazdılar. Bunlardan biri de Şerif Tekben’dir. *(Malatya-Akçadağ Köy Enstitüsü’nde müdürlük yapmış bir eğitimci)  Tekben, 1962 yılında Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMGT) Gençlik Yayınları’ndan çıkan “Neden Köy Enstitüleri” adlı kitapçıkta, Köy Enstitülerini doğuran nedenleri çok güzel bir dille anlatıyor:

         “Tanzimatla yüzünü Batıya döndüren Osmanlı İmparatorluğu, Batı uygarlığını yaratan koşulları kavrayamadığı, gereken köklü değişmeleri yapamadığı için batılılaşmada başarıya ulaşamadı. Cumhuriyet, Atatürk devrimi ile ‘muasır medeniyet seviyesine’ ulaşmayı amaç edindi. Ancak savaşlar köyleri yıkmış, ülkeyi ıssızlaştırmış, hayatı söndürmüştü. Tez zamanda yeni, diri değerler bulup ortaya çıkarmaya, insanımızı değerlendirmeğe bağlıydı kalkınmamız.

          Ekonomik, toplumsal, kültürel konular ele alınarak kurumlar meydana getirilmeğe başlandı. Bir yaşama zorunluluğu ile yeni Türk harflerinin kabulüne, millet mektepleri ile de bir okuma yazma seferberliğine gidildi.” 

                            NÜFUSUN YÜZDE 81’İ KÖYDE

          Şerif Tekben, 1935 yılında Türkiye nüfusun yüzde 81’nin köylü olduğunu, ulusun temeli sayılan bu kitlenin tamamen “ümmi” olduğunu vurgulayarak, şöyle devam ediyor:

         “İstihsalde, sağlıkta, inanışta düzcesi yaşayışta tam bir gerilik ve ihmal içindeydi. Kalkınmamızın bu büyük çoğunluğun kalkınmasına bağlı olduğuna inanan Atatürk işin sağlam bir çözüme kavuşturulmasını istedi. En büyük iş Milli Eğitim Bakanlığı’na düşüyordu. Bu alanda 1935’ten sonra başlayan çalışmalar çok ilginçtir. Sorumlular tam bir Batılı kafası ile konuya eğilmiş, memleket gerçeklerini çıkış noktası kabul etmişlerdir. Bu anlayış içinde gerekli inceleme ve araştırmalara girişilmiştir.”

         Bir komisyonun Orta Anadolu’da (Kayseri, Yozgat, Çorum köylerinde) inceleme yaptığını, daha önce köy eğitimi alanında yapılanlar, verilmiş raporlar, düşünülen tedbirlerin gözden geçirildiğini, mali gücümüz ile ekonomik, kültürel, toplumsal yaşayışımızın Batı kopyası bir eğitim düzeniyle güçlendirelemeyeceğinin anlaşılmasından, ileri eğitim ilkelerine yaslanarak bize göre kurumlar yaratma alanında denemelere girişildiğini anlatan Tekben, köylerde yaşayan nüfusun yüzde 81’ini oluşturan çiftçi halkın ancak yüzde 14.1’inin okur-yazar olduğuna işaret ediyor.

         Tekben, öğrenim çağında bulunan bir milyon 920 bin köylü çocuğundan 347 bin 71’inin okula gittiğini, 40 bin köyden 35 bin 67’isinde ise okul olmadığına dikkat çekiyor. Şehirlerde 8 bin 90, köylerde 6 bin 859 öğretmenin görev yaptığını vurgulayan Tekben, şehrin öğrenim probleminin yüzde 75’i, köylerin ise yüzde 15’inin halledildiğini, köylerde ilk etapta 38 bin öğretmene ihtiyaç duyulduğunu belirtiyor.

        O yıllar köylünün belli başlı işinin çiftçilik olduğunu, çok güç şartlar altında toprağı işleyerek hayatını sürdürmeye çalıştığını ve hemen hemen tüm ihtiyaçlarını topraktan karşıladığını, en yakın yardımcısının da hayvanları olduğunu söyleyen Tekben, “Onun kuvvetinden, kılından, etinden, sütünden, tırnağına varıncaya kadar her şeyinden faydalanır. Geçimini sağlama konusunda hayvanın, toprak kadar önemi vardır köylü için” diyor.

         Tekben, köylünün kullanmak zorunda olduğu tarım araçlarının ilkel olduğuna; saban, tırmık, düğen, yaba, orak, tırpan gibi araçların hemen hemen hepsini şehirde satın aldığına işaret ederek, bunların en basit onarımlarını köyde yapacak bir usta ve alet olmadığını anlatıyor. Örnek olarak da Malatya’yı veriyor. Bu ilin 30 köyünden 26’sında bir keser bile bulunmadığına vurgu yapıyor. Kağnının bile olmadığı ova köylerine rastlanıldığını, ev, ahır, ambar ve diğer yapılar için şehirden ustalar getirdiklerini, özellikle orta ve doğu Anadolu’da bazı köylülerin yapılarını kendilerinin yaptıklarını, ancak bunların da bir hayvan ininden farklı olmadığı yazıyor.

         Tekben’e göre, bütün ihtiyaçlarını kendi başına sağlamak zorunda olan köylüler, basit dokuma ve örgü işleri yapıyor, tam bir ilkel yaşayış içinde ve sağlık konusunda acınacak durumdadır. Ne doktor, ne ilaç bulunmaktadır. Bir doğumda bir de öldüğünde bedeni su gören köylüler olduğu, doğumu görgüden başka hiçbir bilgisi olmayan cahil ebelerin yaptırdığı, bir kızamık salgınında, bir iki hafta içinde köyde kocaman bir çocuk mezarlığı meydana geldiği, yüz yıllar boyunca deden-babadan kalma inanış ve bilgilerle yaşamak için direnen bu insanların tamamen yok olmamalarının nedeninin, ölenlerden çok çocuk yapmalarıdır..

                          KÖY ENSTİTÜLERİNİN DOĞUŞU

         Yukarıda sıralanan gerçeklerin eğitim davasının, büyük sosyal sorunun bir parçası olduğunu ortaya koyduğunu ifade eden Şerif Tekben, birinin çözülmesinin diğerinin çözümünü kolaylaştıracağını ifade ederek, şunları söylüyor:

        “Köyün, ekonomik, sosyal, kültürel yaşayışını iyileştirecek elemanlar yetiştirmek zorundaydık. Şimdiye kadar köye, hep büyük şehirlerde kurulmuş öğretmen okullarında yetiştirdiğimiz şehirli gençler yolladık. Bu okullar daha ziyade şehir ve kasabaların ihtiyaçları göz önünde tutularak tesis edilmiş kurumlardır. Kuruluş ve gelişme tarihlerinin gösterdiği safhalar da bunu doğruluyor. Bu kurumlardan yetişen öğretmenlerin köy şartlarına gereği gibi uymadıkları görülmüştür. Bunun için yarının köy öğretmenlerini görecekleri, hizmetin gereğine daha uygun şekil ve şartlar altında yetiştirmek zaruri bulunmaktadır.

        Bundan başka devletin mali gücünün bu işin masraflarını karşılayacak yeterlikte olması gerçeği, on binlerce okul ve öğretmenin kısa zamanda ve az masrafla meydana getirilmesinde yeni ve pratik bir yol tutma zorunluluğunu daha açıkça belirtmiştir. Eğitimde kendimizi bulma sayılan Köy Enstitüleri devrimi böyle doğdu..” 

       Kitabın ilk sayfasında efsane isim İsmail Hakkı Tonguç’un görüşlerine de yer verilmiş. Tonguç, sol kesimin her zaman dile getirdiği “Teori ile pratik bir birini tamamlamalıdır” düşüncesine adeta vurgu yaparcasına şunları söylüyor:

       “Uygulanmayan bilgi boş ve lüzumsuz bilgidir. Bilmek demek yapmak demektir.  Bir şeyi yapabiliyorsak aynı zamanda biliyoruz demektir. Doğru, iyi, düzgün yazamıyor veya resim yapamıyorsak, anlatmak istediğimiz konuyu bilmiyoruz demektir. Bir olayın deneylerini yapmaktan, müzik parçalarını bir alet ile çalmaktan veya notaya uygun olarak söylemekten aciz isek o olayı veya o parçayı bilmediğimiz anlaşılır. İlgili kitabı veya dergiyi okuyarak, tabiatı ve sosyal hayatı inceleyerek bilgi edinemiyorsak; kitapta yazılanı veya öğretmenin anlattığını ezberleme yolunu tutmuş, iskolastiğin (Ortaçağ boyunca Katolik kilisenin egemenliği altında olan, bilime kapalı dine dayalı düşünce) esiri haline gelmişiz demektir. Köy enstitülerinde yetiştirilen çocuklar, iskolastiğe köle olmaktan kurtarılmaya uğraşılmıştır. Onların kültürleri, cila şeklinde ve ezberlenerek benimsenmiş bilgi değil, iş içinde iş vasıtasıyla öğrenilen gerçek ve öz bilgidir.”

..../..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder