14 Temmuz 2012 Cumartesi

ESENLER'DE TOPRAKLA GEÇEN BİR ÖMÜR...


                                              Ayşe Teyze kendi elleriyle diktiği incir ağacı ile
                                                       
         Süleyman Boyoğlu
           
           Özel bir hastanede doktorluk yapan arkadaşım Salih Çelik, 13 Temmuz Cuma günü telefonuma mesaj göndermişti. Salih “iletim merkezi”mizdi. Mesajında Esenler Ortaokulu’ndan arkadaşımız Yıldız’ın babasının vefat ettiği, 14 Temmuz Cumartesi günü de cenazesinin Yavuzselim Camii’nde kılınacak cenaze namazının ardından toprağa verileceğini iletmişti. Çok zeki bir arkadaşımız olan (İlk mezunlarından olduğumuz Esenler Ortaokulu'nun üç sınıfının öğrencilerinin ad-soyad ve numaralarını bugün bile ezbere bilir)  Salih, aynı zamanda ortaokul arkadaşlarımız arasında en vefalı olanıdır. Kimin bir derdi bir sıkıntısı olsa, hemen yardımına koşar, elinden gelen bütün çabayı sarfeder.
          O nedenle Cumartesi günü öğlene doğru cenaze törenine katılmak için Yavuzselim Camii’ne gittim. Yıldız’ın babası Yavuzselim Mahallesi’nin “Bakkal Mehmet Amca”sıydı ve semtin en eski esnafındandı. Yavuzselim Mahallesi benim çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği Namık Kemal Mahallesi ile komşu bir mahalleydi.
          Camiye vardığımda vakit erkendi, bir akrabamın işyerine uğradım. Bir süre orada vakit geçirdikten sonra tekrar camiye döndüm. Burada Esenler CHP eski ilçe başkanı ve belediye başkan adayı Cemal Kaya ile karşılaştım. Cemal Kaya’nın ablası Münüre de Yıldız gibi Esenler Ortaokulu’ndan arkadaşımdı.
         Cemal Kaya ile sohbet ederken, amcasının oğlu, benim de yine ortaokuldan arkadaşım Enver Kaya geldi. Cemal ve Enver’ler Namık Kemal Mahallesi’nde önemli bir araziye sahipti. Bu büyük arazinin bir kısmında amca çocukları ile halı saha işletiyorlardı. Bir zamanlar ortaokul arkadaşlarımdan bir gurupla bu halı sahada futbol maçı yapıyorduk.
          Enver ile uzun zamandır görüşemiyorduk, ayaküstü sohbet bizi kesmedi. Hava çok sıcaktı, insanı bunaltıyordu. Daha doğrusu gölgede bile şıpır şıpır terler akıttıryordu. “Haydi halı sahaya gidelim, bir şeyler içeriz, ondan sonra gidersin” teklifine bu yüzden hayır diyemedim.
                                                          Bel elinden hiç düşmüyor...
              
                                 89 YAŞINDA, AMA HÂLÂ DİNÇ

          Halı sahada ailelerimizden konu açıldı. Annesini sordum:
          - Annem kendi anlatımına göre şu an 89 yaşında, ama çok dinç. Yalnız böbreğinde büyük bir taş var. Salih’e götürüyorum bir iğne vuruyor, o iğne ile bir altı ay idare ediyoruz. Başka da önemli bir sağlık sorunu yok. Hâlâ bahçede çapa yapıyor. Bir de Kangal köpeğimiz var, ona bakıyor, dedi.
          Enver bunları söyleyince, şaşırdım. Maden sularımızı bitirir bitirmez:
          - Enver kalk annene gidiyoruz! Annenle görüşmek istiyorum! dedim.
          Vakit kaybetmeden halı sahanın hemen arkasında büyük bir alan üzerine kurulu evlerinin yolunu tuttuk. Yıllardır özlemini duyduğum yeşillik ve meyve ağaçlarının arasından geçerek, kendisinin de oturduğu üç katlı apartmanın kapısının önüne vardık. Kapının önünde iki kadın oturuyordu. Enver’e:
          - Annen içeride mi? dedim.
           Enver, şaşırdığımı anladı:
          - Soldaki annem, sağdaki de ablam, diye söyleyince hani derler ya, “küçük dilimi yutacaktım” aynen öyle oldum. Karşımda en fazla 75-80 yaşlarında gösteren sevimli bir teyze buldum. Selamlaştık. Enver:
          - Anne bu benim Esenler Ortaokulu’ndan arkadaşım, seninle röportaj yapmak istiyor. Senin bu yaşta olduğuna ve hâlâ bağ-bahçe işiyle uğraştığına inanamadı, ben de sana getirdim, dedi.
          Kapının önündeki plastik koltuklardan birer tane alıp Ayşe Teyze ile binanın arka kısmına geçtik. Arka kısım hem güneş almıyor hem de meyve ağaçlarının altıydı.

                  BABAM RUSLAR’A ESİR DÜŞÜYOR

          Meyvelerden neler yoktu ki; incir, armut, erik, ayva ve elma ağaçlarının dalları kırılıyordu…
          Ayşe Teyze:
         - Tüm bu meyvelerde emeğim vardır, çoğunu da ben diktim. Bu gördüğün büyük bostanı da hâlâ ben belliyor ve ekiyorum, demez mi!..
         Şaşkınlığım daha da arttı. O yaşta ve hâlâ enerjik oluşu beni gerçekten hayrete düşürdü. Ayşe Teyze'nin bu çalışkanlığı, tam bir Karadenizli kadın olduğunun ispatıydı...  
         “Maşallah sana Teyze” diyerek sorularımı sıraladım. Ayşe Teyze anlatımına babasıyla başladı:
         - Babamın ataları Maraş’tan Bayburt’a, Bayburt’tan da Maçka’ya gelmiş. Babamın sülalesi “Kakoşumoğulları” diye bilinir. Babama da “Kakoşumoğlu Şükrü” derlerdi. Babam Ruslar Maçka’yı işgal ettiğinde askere alınmış. Amcamın bedelini vermişler, parasızlıktan babamın verememişler… Babam yedi sene askerlik yapmış; Ruslara esir düşmüş. Babam ve iki arkadaşı Rusların elinden bir fırsatını bulup kaçmışlar. Babam; “Kaçarken hep doğuya kaçtık. Çünkü Türkiye’nin nerede olduğunu bilemiyorduk. Güneş ne tarafta doğuyorsa o tarafa doğru kaçtık” diyordu. Kaçarlarken köylüleri “Rüstemoğlu Gençağa”yı da kaçırmak istemişler, ama o tel örgülerin arkasındaymış. Babamlara “Siz beni bırakın, bana yaklaşmayın kaçın gidin” demiş. Gençağa’yı orada bırakıp kaçmışlar. Gençağa ile beraber bizim köyden beş kişi daha esirlikten dönememiş…
          Ayşe Teyze’ye dönemeyen o beş kişinin adlarını biliyor musun? dedim.
          - Bilmez olur muyum! Dönemeyenler; Kakoşumoğlu Mehmet, Kakoşumoğlu İbrahim, Kakoşumoğlu Kazım, Kakoşumoğlu Kamil, yine bir başka Kakoşumoğlu Mehmet. Bunların hepsi esir alınıyor, ama sülaleden bir tek babam 'Kakoşumoğlu Şükrü' kaçıyor, kurtuluyor. Diğer beş kişiden bir daha haber alınamıyor. Bu kaçmadan dolayı Kakoşumoğlu Şükrü’ye yani babama maaş bağlanmıyor…
          Ayşe Teyze’ye “seferberlik”te annenler ne yapmış? Nereye gitmişler? diye sordum:
          - Ruslar Maçka’ya geldiğinde, babam bedel ödeyemeyip askere gitmeden önce felçli annesini ve beş teneke unu sırtlayarak, annem (Havva), ağabeyim Hasan ve ablam Hanım’la köyü boşaltıp yine Maçka’ya bağlı Zano köyüne gidiyorlar. Annemler ve benden büyük kardeşlerim Zano’da bir yıl kaldıktan sonra dayımlarla (Kahraman, İsmail, Ali Osman, Süleyman) geri dönüyorlar. Dayımlar annemlere bir dam yapıyorlar, annemleri içine yerleştiriyorlar. Babam döndükten sonra annem abim Emin’e hamile kalıyor. Ben de 1923 yılında doğuyorum. Yani seferberlikten sonra…

              ANNEM BİR EKMEK İÇİN RUSLAR’LA ÇALIŞMIŞ

         Ayşe Teyze’ye Rusların köylerinde neler yaptıklarını da sordum:
         - Ruslar bizim köyde kilise yapmışlar, demiryolu yapmışlar; Maçka-Trabzon arasında… Sonra o demiryollarını bizimkiler söküp satmışlar. Annem, Ruslar yol yaparken onlara bir ekmeğe çalışmış akşama kadar… O zaman Rus askerleri çocuklara şeker verirmiş, ama çocuklar şekerin ne olduğunu bilmezlermiş…
         Zaman zaman eski günlere dalıp giden Ayşe Teyze’ye ne zaman evlendiğini soruyordum ki oğlu Enver’in oturduğu plastik koltukla beraber meyilli arazide arka üstü düşmek üzere olduğunu fark ettik, ama şansı varmış ki düşmedi. Enver'i daha sonra annesiyle aramızdaki boşluğa yerleştirdik. Enver, annesinin söylediklerini ilk defa duyuyormuş gibi can kulağı ile dinlemeye devam etti. Ha unutuyordum, sohbetimize önce Enver’in en büyük ablası Fatma sonra da küçük kız kardeşi Emine de eşlik etti:
         - Ben Mavura’ya yakın Solday’dan, şimdiki adı Sevinçli köyden 17 yaşında gelin geldim. Rahmetli eşim Bahri Bey’le akrabalığımız vardı. Mavura’da tarlalarımız vardı; mısır ekerdik. İneklerimiz de vardı, fakir değildik. Her yaz yaylaya çıkardık, yaylada evimiz vardı. Yaylaya çıkmamız bir gün sürerdi. Orada Karoptal (yayla şenliği) yapardık.
                                                       Çocuklarıyla...

                                  1958’DE ESENLER KÖYDÜ

         Ayşe Teyze’ye ne zaman İstanbul’a geldiğini sorduğumda ise:
         - 1958’de Esenler Köyü’ne geldik. Biz geldiğimizde Esenler'de fazla ev yoktu. Mahmutbey bucağına, Bakırköy kazasına bağlıydı. İstanbul’a beş çocukla geldim. Remziye, Fatma, Necati, Enver ve Şevket Maçka’da doğdu. Emine ile Ayhan ise burada doğdu.
        Ayşe Teyze, Trabzon’dan İstanbul'a gemiyle, Salıpazarı’ndan da kamyonla Esenler’e geldiklerini anlattı:
        - Esenler’e geldiğimizde Ekim ayıydı, diye devam ederken kızı Fatma söze karıştı:
        - Biz geldiğimizde okullar başlamıştı. Esenler Dörtyol’da tek katlı, tek sınıflı sarı bir bina vardı. Oraya yürüyerek giderdik. Bütün sınıflar bir arada eğitim görüyorduk, dedi.
        Kızı sözlerini tamamladıktan sonra Ayşe Teyze, konuşmasına kaldığı yerden devam etti.
        - Biz geldiğimizde oturacak bir evimiz yoktu. Bu bulunduğumuz büyük araziyi Yakup, Bahri ve Dursun’un babaları Kavasoğlu Şevket Ağa alıyor. Beyimin ağabeyi Yakup Ağa bizden önce yani 1936 yılında buraya geliyor.Önce Yakup Ağa buraya yerleşiyor...
         Ben 1958 yılında geldiğimde bizden önce gelip yerleşen Boşnaklar ve Arnavutlar da vardı. Onlar Yugoslavya ve Selanik tarafından gelmişlerdi. Bugün vefat eden rahmetli Bakkal Mehmet’ler, Raşitler, Memişler, Ferhatlar, Recep Altan’lar bizden önce varlardı. Bunlar inek besiciliği yapıyorlardı. Biz de onlara özendik, inek besiciliği yaptık. 
         Davutpaşa Askeri Fırını’na kadar bütün tarlalar, araziler bizimdi, sonra büyük bir kısmını sattık. Şevket Ağa’nın Beyazıt’taki üniversitenin altında dükkânları varmış, orada bakırcılık yapıyormuş. Kaynatam çok tutumluymuş, tramvayda hep ucuz mevkide seyahat edermiş. Eğer o erken ölmeseydi (gülerek), İstanbul’da epeyce arazi alırmış… Bizden başka Romanya’dan gelen eski muhtar Sami Dayangaç’ların arazisi de çoktu. 
         Sonra Esenler-Dörtyol’da; Gürsesler, Hoşmenler, Bayrampaşa’da; Şaban Ağalar (Bayrampaşa Stadyumu’nun olduğu yerin eski sahipleri) vardı.
         Bizim tarlalarda Davutpaşa Askeri Kışlası’ndaki askerler gelip tatbikat yaparlardı. Bir sabah bakardık, bizim tarlalarda askerler çukurlar kazmış, bir şeyler yapıyorlar…”

         1960 İHTİLAL’İNDEN ÖNCE GÖZALTINA ALINANLARA SU VERDİM

         Ayşe Teyze, “1960 İhtilâli” öncesi bir grup öğrencinin gözaltına alınarak Davutpaşa Askeri Kışlası’na getirilmesini de anımsıyor:
         - Bizim tarlalardan aşağı geldiler. Çok kalabalıklardı, heyecanlılardı. Kaçar gibiydilar, su istediler, su verdik…
         Sohbetimizi noktalamak üzereyken, küçük kızı Emine daldan kopardığı kara eriklerden bir avuç yıkayıp bizlere uzattı. Erikler enfesti… Bir müddet sonra yine bir avuç erikle geldi. Ayşe Teyze, iki hafta sonra olgunlaşacak kendi elleriyle diktiği incirlerden yemeye beklediğini de söyledi:
         - Ama anneni de getir, yıllardır aynı mahallede oturuyoruz, birbirimizi tanımıyoruz. Annen kaç yaşında? dedi.
         - Doğum tarihini kendisi de ben de tam olarak bilmiyoruz, ama 81-82 yaşlarında. Kalp ve yüksek tansiyon sorunu var, dedim.
         - Benim de böbrek ve yüksek tansiyon sorunum var. Eski tanıdıklarımdan kimse kalmadı. Yaşı bana yakın, sen getir biz anlaşırız… Sakın unutma!  dedi.

                                                   Elleriyle beslediği Kangal cinsi köpekle...
         Ayşe Teyze’ye veda edip ayrılırken, kendi elleriyle beslediği “köpeklerin efendisi” kangalı görmeye gittik. Adı "Efe" olan heybetli Kangal cinsi köpek beni yabancı görünce zincirini koparacak gibi oldu. Çok korktum... Bir kaç kez ismiyle seslendim, sonra alıştı, ama yine de yanına yaklaşmaya ve sevmeye cesaret edemedim. Ayşe Teyze'ye "Kangallar ülkemizin en asil köpek cinslerinden,  geniş bir arazim olursa ben de böyle senin gibi Kangal cinsi bir köpek beslemeyi çok arzu ediyorum" dedim. 
      Ayşe Teyze ile yavruyken alıp büyüttüğü "Efe"sinin fotoğrafını çektikten sonra en kısa zamanda görüşmek üzere vedalaştık…   
(Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)  
          

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder