1965-66 yıllarında iki
barakadan oluşan Ayvalıdere İlkokulu’nun yerine iki katlı betonarme bina
yapılırken, bizden bir sınıf üstte olan beşinci sınıfın okuduğu tek katlı sarı
binanın fotoğrafı… Dördüncü ve üçüncü sınıflarda o binanın yanına kondurulan
iki barakadan birinde okuyorduk.
İstanbul’un Avrupa yakasındaki ilçelerinden biri olan Esenler,
Bizanslılardan kalma bir yerleşim yeridir. Bu bölgenin en eski ahalisi Litros
(Esenler) ve Avas (Atışalanı) adlarıyla kurulan köylerde yaşayan Rumlar’dır. Bu
iki köy Bizans İmparatorluğu’nun şaşalı döneminde çeşitli tarım ürünleri yetiştirerek,
Bizans sarayına ekonomik katkıda bulunuyordu.
Osmanlı döneminde ise Mahmutbey nahiyesi (bucağı) içerisinde birer Rum
yerleşim yeri olan Litros ve Avas köylerinin etnik yapısı 1923 yılında Lozan’da
Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan “Nüfus Mübadelesi Antlaşması”yla
değişti. Rum kökenli halk mübadele sonucu Yunanistan'a göç ettirildi. Boşalan bu
köylere ise Balkanlar’dan (Yunanistan, Yugoslavya ve Bulgaristan) mübadele ile
gelen göçmenler yerleştirildi. Litros ve Avas köyleri adlarını 1930'lu yıllara
kadar korudu. 1930 sonrası, Litros’un adı
“Esenler”, Avas’ın adı da “Atışalanı”
olarak değiştirildi; yani Türkçeleştirildi.
Ben 1955’te
Erzincan/Refahiye’de doğdum. Doğumumdan 40 gün sonra babam önce Erzurum’a,
sonra da Kore’ye askerlik görevini yerine getirmek için gitti. 1957 senesinde, teskere alıp döndüğünde, annemin hastalığı
nedeniyle İstanbul’a geldik. Önce Sağmalcılar-Altıntepsi’de kısa bir ikametten
sonra Cevizlibağ’a (Bu arada 6 yaşındaki amcam Turan'ı 1961'de burada trafik kazasında kaybettik) yakın bir Arnavut vatandaşın evine taşındık. Taşındık derken
eşyalarımız bir yatak-yorgan, bir tencere, bir iki tabak ve bardaktan ibaretti.
Bu evde Davutpaşa Askeri Fırın’da aşçılık yapan dedem de kalıyordu. Altıntepsi’de
ve Cevizlibağ’da ne kadar kaldığımızı hatırlamıyorum. Tek hatırladığım dedemin
bir akrabasının (lakabı Cıbıl olan) bir bakışıyla beni korkutup bayıltması ve
çamaşır yıkayan annemin arkasına yığılıp kalmam, bunun dışında hiçbir şey anımsamıyorum.
Memlekette
annemi bekleyen iş güç olduğu için aynı yıl içerisinde memlekete dönüş yaptık.
Memlekette bir yıl sonra bir kardeşim daha oldu. O yıla kadar benim nüfusa
kaydım yapılmamış; babam herhalde suçlu duruma düşmemek ya da çalıştığı yerden
çocuk parası almak için yeni doğan kardeşimle beni ikiz diye yazdırmış…
1960 yılında
açılan köy okuluna bir yıl sonra kayıt için gittim. Yaşım tutmamasına rağmen kaydım yapıldı; sorunsuz gidip geldim. İkinci sınıfa geçtim. Sınıfın
çalışkan öğrenciler arasında sayılırdım. İkinci sınıfı da geçtikten sonra, 1964
yılının yazında, İstanbul’a göçtük. Yarısı İstanbul’da, yarısı Erzincan’da olan
ailemiz birleşiyordu. Büyük kente gelişimiz Kemah üzerinden oldu. Komşu köy
değirmenine kadar yatak yorgan yüklü atlar önde, bizler arkada yayan yürüdük.
Bir müddet burada bekledikten sonra tozlu yolda homurdanarak gelen bir kamyonun
önce gürültüsünü, sonra da kendisini gördük. Kamyonu daha önceleri yüksek bir
tepenin eteğinde olan babaannemin köyünden uzaktan da olsa görüyor ve biliyordum.
Korkusuzca kasasına bindim. O yıllar Refahiye’de ve Kemah’ta otobüs yoktu; varsa
da ben bilmiyordum. Kemah’ta bir “otel”e yerleştik. Bisküvi ile tanışmam ilk
burada oldu. Kısa kol giyinik güzel kızları da ilk kez otelin camından gördüm.
Ne kadar otel odasında kaldığımızı hatırlamıyorum. Bir müddet sonra türküsünü ezbere
bildiğim ve okulumuzda düzenlenen bir düğünde söylediğim “kara tren” düdüğünü
uzun uzun çalarak istasyona yanaştı ve durdu.
Babamı bir
telaş aldı. Dedem, küçük halam, ağabeyim ve ikiz gösterilen kardeşim Mustafa
ameliyat için gittiği İstanbul’daydı. Babaannem, annem, iki küçük kardeşim ve
bana acele etmemiz için ha bire söyleniyordu. Trenin bir kompartımanına
doluştuk. Tren yine uzun uzun düdük öttürerek ve de “çuf çuf” şeklinde sesler
çıkararak hareket etti. Kompartımana bilet kontrolü için kondüktör girdiğinde
beni ya babaannemin kara çarşafının (babam bu kara çarşaftan anneme de
getirmişti ki daha önce hiç kara çarşaf giydiklerini hatırlamıyorum! Örf ve
adetimize uygun olmayan bir örtü ile ilk kez karşılaştım. Çünkü köyde herkesin
başında bir yazma, bir de entari olurdu) arka kısmına saklıyor ya da öteberi
konulan üst taraftaki rafın üstüne çıkartıyor, üstüme bir şeyler örterek
yolculuk yapıyordum. Sebebini sorduğumda, biletsiz olduğum, yani kaçak olduğum
için böyle yaptıklarını söylediler. İstanbul’a kadar bu durum her kontrolde
böyle devam etti. Tren yolculuğunda da fazla bir şey hatırlamıyorum, sadece
camdan dışarı bakarken kıvrık bir yolda arkamızdan bir yılan kuyruğu gibi
uzanan ve peşimizden gelen vagonların böyle ardı ardına nasıl sıralandığını merak
ediyordum. Bir de Kemah’tan sonra girilen zifiri karanlık tünellerin beni
ürkütmesiydi. Elinde sazıyla türkü söyleyen bir kişiyi de hatırlar gibiyim… Sazı
da babamın amcası köye getirmişti, oradan biliyorum, yalnız çalmasını bilmiyordu;
sadece tıngırdatıyordu…
Haydarpaşa
Garı’nda bizi babamın amcası karşıladı. Hasan Amca, Merbolin Boya Fabrikası’nın
şoförüydü; babam da bir çalışanıydı. Dodge ya da Fargo kamyonete iki
yatak-yorgan, boz bir ayı postu, birkaç tabak-çanak, ardından da biz
yerleştirildik. Hava sıcaktı, kamyonetin arka kapısı hafif aralık bırakılarak (herhalde
havasız kalmayalım diye) hareket etti. Arabalı vapura nereden ve nasıl
bindiğimizi, denizi nasıl geçtiğimizi hiç anlamadım. Yıllar sonra Cağaloğlu’nda
çalışmaya başlayınca “Babıâli Yokuşu”ndan çıktığımızı hatırladım. Anımsamam da
Arnavut kaldırımı olan yokuşta kamyonetin lastiklerinin pıtır pıtır ses
çıkarmasından olsa gerek…
Kamyonetten
Hasan Amca’nın evinin önünde indik. Kalabalık konu-komşu bizi karşıladı. Ev
bahçeli, tek katlı ve 3 odalı bir evdi. İki aile üç odalı, iki mutfaklı ve iki
tuvaletli, bir sofalı eve sıkıştık. O yıllar böyle evi olanlar genellikle bir
odasını ya da iki odasını kiraya veriyor, kiracısıyla birlikte yaşıyorlardı. Sanırım
bir 10-15 gün bu evde kaldık. Sonra aynı sokakta ve bir ev aşağımızda inşaatı
yeni biten yine tek katlı ve bahçeli müstakil bir eve kiracı olarak geçtik. İşte
göçtüğümüz bu evin ve babamın amcasının evinin Mahmutbey bucağına bağlı Esenler
köyünün Çiftehavuzlar Mahallesi’nde olduğunu öğrendim.
Mahalle köylülerimiz
ve komşu köylülerle doluydu, ama çocuklarıyla kaynaşmamız kolay olmadı. Önce
konuşmamızla, sonra oyunlarımızla alay edilmeye başlandı. Onlar gibi güzel
Türkçe konuşamıyorduk. Onlar gibi ayakkabı, pantolon ve gömleklerimiz de yoktu.
Çember çevirmesini, top oynamasını, karpit patlatmasını, uzun eşek oynamasını,
misket oynamasını beceremiyordum. Bunları öğrenmem zaman aldığı için bizden
önce gelen köyümüzün çocukları ile kaynaşamadım. Velhasıl ayak uydurmamız kolay
olmadı. Kavgasız, gürültüsüz günüm geçmiyordu. Rengim sarıydı. Büyükler “Gel
sarı, git sarı” diye seslenirdi. Arnavut ve Boşnak komşularımız da vardı. Yaşıtlarım
ve benden birkaç yaş büyükler onlara benzetiyor olacaklar ki beni “Arnavut”
diye kızdırıyorlardı. Sadece onlar olsa neyse, Boşnak-Arnavut, Giresunlu Laz çocukları
da aynı hitap şekliyle kızdırıyordu. Ben de zıvanadan çıkıyor; basıyordum
küfrü. Gücüm yetsin yetmesin başlıyordum yumruk yumruğa ya da tekme-tokat
kavgaya… Kavga etmesini de bilmiyordum. Yumruk atmasını, tekme atmasını pek beceremiyordum;
adeta düğünlerde ve köy okulunda tutturulan güreşler gibi alt-üst oluyordum.
Bir yazı böyle
geçirdim. Okul kaydım Ayvalıdere İlkokulu’na (1980 sonrası adı Atatatürk İlkokulu olarak değiştirildi) yapıldı. Yapıldı ama kim yaptı;
babam mı, dedem mi hiç mi hiç hatırlamıyorum. Üçüncü sınıfa kaydolurken beni
yanlarında götürdüler mi, götürmediler mi onu bile anımsamıyorum.
Mahalle
çocuklarına uyum sağlayamamışken, bu kez de okul arkadaşlarımla uyum sorunu
yaşamaya başladım. Köy okulunda sınıfın ikincisi, haydi üçüncüsü pozisyonunda
olan ben en tembel öğrenci oldum. Sözlü sınava katılmayı hiç sevmedim. Giydiğim
önlük sanırım ya köyden getirdiğim ya da ağabeyimin benden önce Mevlanakapı’da öğrenciyken giydiği rengi
solmuş eski bir siyah önlüktü.
Öğretmenimiz
Mithat Küçükömeroğlu idi. Herkes Mithat öğretmenin iyi bir öğretmen olduğunu,
çocukları dövmediğini söylüyordu. Bu anlatılanlar beni rahatlatıyordu, ama
ürkekliğimi, çekingenliğimi bir türlü yenemiyordum.
O yıl
Matematik dersinden ikmale kaldım. Bu arada iki barakadan ibaret Ayvalıdere
İlkokulu’nun müdürü de yakışıklı ve çalışkan Galip Diril’di. Gazeteci olduğu da
söylenirdi. (Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’ndeyken Hürriyet gazetesinden Ahmet
Çitoğlu ile tanıştım. Çitoğlu’na sorduğumda Galip Diril’le birlikte çalıştığını
söyledi) Ama o zamanlar ben gazetelerin yoğunlukta olduğu ne Cağaloğlu’nu, ne
de gazeteciliği bilmiyordum.
İlkokul Müdürü Galip Diril okuttuğu 4. sınıf öğrencileriyle Çiftehavuzlar'daki barakanın önünde..
İlkokul Müdürü Galip Diril okuttuğu 4. sınıf öğrencileriyle Çiftehavuzlar'daki barakanın önünde..
Galip müdür,
ilkokulu önce (1962 yılında) barakaların kondurulduğu yerin 60-70 metre
ötesindeki sarı bir binanın bodrum katında faaliyete geçirmiş. Yaşı büyük olan
öğrencileri, harfleri tanıyanları bir üst sınıfa atlatmış. Sonra barakalara
geçmişler. Yani bizim sınıftan önde dördüncü sınıf vardı.
Esenler
Dörtyol’daki sarı binanın önünde beşinci sınıfları okutan Makbule Cephanecigil,
3. sınıfları okutan Nurten Güneser ve eşi Hikmet Bey, Müdür Galip Diril, 4.
sınıfları okutan Saadet Berköz ve Galip beyin gazeteci arkadaşı… 1965-66 eğitim öğretim yılı…
Galip Müdür,
girişimci olduğu için barakaların yerine betonarme bir bina işine girişti. Barakalar
bu kez Esenler-Dörtyol’a götürüldü. Barakaların yanında sarı bir bina daha
vardı. Beşinci sınıflar o binada eğitim-öğretim görmeye başladı. Ha
unutuyordum. Bu sarı binada matematikten sınava tabi tutuldum. Başarısız
olduğumu düşünerek, sınav çıkışı ağlamaya başladım. Ağlarken birisi “Ne
ağlıyorsun oğlum geçtin!” deyince ağlamam sevince dönüştü.
Saadet öğretmen ve 4. sınıf öğrencileri…
Esenler’de
yine bir barakada dördüncü sınıfa başladım. Başladım ama yine öğretmenim
değişti. Öğretmen değişikliğinden yılmıştım. Memlekette önce Şükrü Kement’in
öğrencisi, sonra da Turan İhtiyar’ın öğrencisi olmuştum. Şimdi de Mithat Öğretmen
değişiyordu. Yerine kimin geleceğini bilmiyorduk.
Beşinci
sınıfları bu kez Galip Öğretmen değil de Makbule Cepanecigil adlı hoş bir kadın
öğretmen, üçüncü sınıfları da Nurten Güneser ile Hikmet Güneser okutacaktı. Bizim
sınıfımızı kimin okutacağını bilmiyorduk. Ta ki bir gün sınıfa hoş, çıtı-pıtı,
güzel genç bir kız gelinceye kadar…
Benim aklımda
sınıfa babasıyla geldiği kalmış; yanılıyor olabilirim… Kendisini tanıttı;
Niğde’den geldiğini. Adının Saadet Berköz olduğunu, öğretmen okulundan mezun
olduğunu (Okulumuza nasıl geldiğini Anneler Günü ile ilgili ‘Annem’e’
adlı kitapta anlatmıştım) söyledi. Annesinin vefat ettiğini, babasıyla
İstanbul’da yaşayacağını falan söyledi. Sevecen, sıcak tavırlıydı. Gözlerinin
içi gülüyordu. Daha ilk günden bütün sınıf yeni öğretmenimizi sevdik ve kaynaştık.
Masaları birleştirerek altışar kişilik çalışma gurubu oluşturdu. Arkadaşlarla
dayanışma içinde dersler çalışıyorduk, diğer guruplarla adeta tatlı bir yarış
halindeydik. Bir gün temizlik kontrolünde mendillerimizi çıkardık, ellerimizi
sıramızın üzerine koyduk. Bir tek beni tahtaya çıkardı. Ne yapacağını, ne
söyleyeceğini bilmediğim için biraz ürkek ve korkak beklerken; “Bakın çocuklar
işte hepinizin ellerini ve parmak aralarını bu arkadaşınızınki gibi görmek
istiyorum” dediğinde çok şaşırdım. Ben hep sokakta misket, top peşinde
koşturduğum için kız arkadaşlarımın daha şanslı olacağını düşünürken, beni
seçip ortaya çıkarması uzun süre mutlu etmişti.
Esenler
merkezdeki okula gelip gitmelerimiz biraz meşakkatli oluyordu. Okul tam gündü.
Sabahları Çiftehavuzlar’daki evimizden çıkıyor, yarım saat kadar süren bir
yürüyüşten sonra Dörtyol’a varıyorduk. Öğlen arası bir buçuk saatti. Bazı
günler eve gelip karnımızı doyuruyor, bazı günler de 25 kuruşluk taze simit ve
gazoz almaya paramız yetmediği için bayat olan 15 kuruşluk simitle öğünü
geçiştiriyorduk.
Bu gidiş-gelişlerimizde Esenler’in “çete çocukları” yolumuzu kesiyor,
kaçamayacak olanları bir güzel dövüp bırakıyorlardı. Bu yüzden çok zaman,
aramızda bizden birkaç yaş büyük arkadaşlarımız olmadan yola çıkmıyorduk. Bir
keresinde “Çingene Mahallesi” dediğimiz semtten gelen güçlü kuvvetli Yaşar Atuğ
arkadaşımız olmasaydı, dayak yememiz kaçınılmazdı. Bu çete Davutpaşa
Kışlası’nın arka kapısına yakın bir yerde yolumuzu kesti. Yaşar arkadaşımız
yiğit bir çocuktu. Bizlere; “Siz devam edin, ben bunları oyalarım. Onlarla baş
ederim” diyerek bizi okula gönderdi. Biz sınıfa girip oturduk, Saadet öğretmen
de geldi. Derse başlamıştık ki Yaşar’ın yüzü-gözü şişmiş, bazı yerlerinde
morluklarla ama gururla sınıftan içeri girdiğini gördük. Bu duruma hem çok
üzüldük; arkadaşımızı yalnız bıraktığımız için, hem de onlara meydan okuduğu
için gurur duyduk. Durumu öğretmene anlattığımızda o da Yaşar’la gurur duydu.
Her hafta başı
ve hafta sonlarında İstiklal Marşı’nı Saadet öğretmen öğrencilere söyletirdi.
Söyletirken bir orkestra şefi gibi ellerini ve kollarını oynatmasını içimden
çok beğenirdim. İlk piyes oyununu ondan öğrendik. Hatta sanırım “Cimri” adlı
bir oyundu. Bana da rol verdi. Piyesin bir sahnesine “Kral hazretleri” “Kral
hazretleri” diyerek katılmam gerekiyordu, ama ben barakanın arka bölümünde
şimdi tam aklımda değil, sanırım yemek yemeye ya da bir arkadaşla
konuşmaya daldım. Saadet öğretmenin kapıyı açıp, sinirli ve heyecanlı bir
şekilde; “Oğlum sen ne yapıyorsun. Niye gelmiyorsun?” diye biraz sitemli
konuşmasını da hâlâ unutamıyorum.
Arkada solda Galip Diril’in
eşi Hayriye Diril, Saadet öğretmen ve 5. sınıf öğrencileri… 1966-67 eğitim
öğretim yılı.
Beşinci sınıfı
Çiftehavuzlar’da yapılan yeni okulumuzun ikinci katında okumaya başladık.
Beşinci sınıfta öğretmenim değişmedi. Saadet öğretmen bizi okutmaya devam etti.
Artık öğretmenimi de, sınıfımı da sevmeye başladım. Ama güzel bir tokadını hak
ederek yedim… O da dördüncü ve üçüncü sınıf öğrencisi iki öğrencinin kavgasını
kimin gördüğünü soran Sezen öğretmene parmak kaldırıp “Ben gördüm” deyip
sınıftan çıkarken, o anda sınıfa girmek üzere olan Saadet öğretmenin elleri yüzümde
güzel bir şırak sesi çıkarttı. Sezen öğretmen; “Niçin bunlar kavga etti? Hadi
anlat” deyince, tokadın acısını daha geçmemişti; “Öğretmenim ben kavgalarının
sonrasını gördüm” dedim ve kavgalarını anlatmadan sınıfıma utanç içinde döndüm.
Bu hak ettiğim tokattan hayatım boyunca büyük dersler çıkardım, bir daha da bu
gibi işlere burnumu sokmadım. Hay sağ olasın benim güzel öğretmenim…
Tabii Saadet
öğretmen güzel bir kadındı. Çapkın erkek öğretmenlerimiz ha bire kur
yapıyorlardı. Gerçek yaşı henüz 17 olan öğretmenimizi biraz kaba tabirle
“kapma” yarışındaydılar. Çocuktuk ama Saadet öğretmenimize Sezen öğretmeni,
Erdal öğretmeni yakıştırıyorduk. Hatta yaş farkı olmasına rağmen yakışıklı
Galip müdürümüzü bile daha uygun buluyorduk. Hiç beklemediğimiz bir şey oldu.
Saadet öğretmen biz beşinci sınıftayken Turan Canoğlu ile nişanlandı. Başta ben
olmak üzere hepimiz şaşırdık… Çünkü öğretmenimizi bir prenses gibi görüyorduk;
ancak bir prensle evlenebileceğini düşünüyorduk…
Beşinci sınıf sonunda bitirme sınavlarına tabi tutulduk. Okul bitti ama diplomamı alamadım. Babam, Zeytinburnu Asliye Ceza Mahkemesi'ne başvurdu. İki memleketlimizi şahit göstererek, yaşımı büyüttü, öyle diplomamı alabildim.
Beşinci sınıf sonunda bitirme sınavlarına tabi tutulduk. Okul bitti ama diplomamı alamadım. Babam, Zeytinburnu Asliye Ceza Mahkemesi'ne başvurdu. İki memleketlimizi şahit göstererek, yaşımı büyüttü, öyle diplomamı alabildim.
İşte böyle…
Prenses öğretmenimizle hâlâ görüşüyoruz. Hem de ailece…
Çiftehavuzlar'da barakalar yapılmadan önce öğrenciler fotoğrafta arkamda görülen iki katlı binanın bodrum katında eğitim ve öğretim görüyorlarmış..
Yazı: Süleyman Boyoğlu
Fotoğraflar: S.Boyoğlu ve arşivi…
Sevgili Dost
YanıtlaSilGüçlü kaleminize bir kez daha hayran kaldım inanınız ki.
benim tüm duygularımı,zamanda büyüleyici bir yolculuğa çıkarttınız.
burada ki yolculuğumuz Esenlerin tüm zorlu yaşamına rağmen mutlu olduğumuz o güzel yıllarda kesişti.
soluklandığımız hava aynıydı,
barakalarda, kendi getirdiğimiz .üzerine adımızı ve sınıfımızı yazdığımız iskemlelerde öğrenmeye aç birer masum çocuğa dönüşüverdim sayenizde aniden.
Ve bizden ayrılan öğretmenlerimiz için nasıl da göz yaşı döker,yeni gelecek öğretmenlerimize de ilk günler düşmanca takındığımız tavı.
sonrası ise yeniden yüreğimizde yeşeren sevgiye yer verilmesi.
Ürkek mahsunduk ama ,bizler sevgi dolu çocuklardık.
Emin olun ki değerli arkadaşım yazınızı büyü bir heyecan ve mutlulukla okudum.
Kim ne derse desin o anılar bizlerin hayatlarında en özel yıllardı.
Yeni başarılı yazılarınızı okuyabilmek ümidiyle..
Leman yorumun için çok teşekkür ediyorum...Arkadaşım, Lemanca'daki şiirlerinin duygularını katarak yazmışsın.
YanıtlaSilBu heyecanı yarattığınız için ben teşekkür ediyorum.
SilGene muhteşem bir yazı Süleyman Agabey..
YanıtlaSilGene muhteşem bir yazı Süleyman Ağabey
YanıtlaSilTeşekkür ederim...
Sil.
YanıtlaSil