Rıza Keleş
Bizim köyde bir “Keleş” vardı. Adı Rıza soyadı Keleş’ti, ama herkes, “Keleş Rıza”, “Delirıza” diye hitap eder-seslenirdi. Keleş soyadının gerçek olduğunu kimse bilmez; lakabı olduğunu sanırdı. Keleş soyadını alması; yiğit olmasından mı, yakışıklı olmasından mı, başının kel olmasından mı, yoksa nüfus memurunun muzipliğinden midir bilinmez. Bilinen tek şey sadece köyde değil, bütün ilçede çocuğundan büyüğüne herkesi jest, mimik ve sözleriyle gülmekten kırıp geçirmesiydi.
Rıza Keleş, muzip, kurnaz, aynı zaman da zeki bir insandı. Eğer onu bir rejisör ya da bir tiyatro ustası keşfetseydi, ilimizin, hatta Türkiye’nin ilk Kemal Sunal’ı olurdu. Düğünler, bayramlar onsuz olmaz, olsa da tatsız tuzsuz olurdu. Hele misafir olarak gittiği bir evde, ya da bir toplantıda çocuklara takma dişlerini dilinin yardımıyla dışarı çıkarıp tekrar ağzının içine alması şaşkınlık yaratır, çok komik gelirdi. Takma diş nedir bilmeyen çocuklar gözlerini dört açar; aynı hareketi tekrarlaması için ısrar ederdi.
Keleş’i 1960 ya da 1961 yılında Dursun dedemin babasının köydeki odasında tanıdım. Akraba çocuklarının:
-Delirıza bizim odaya, Şamil Dede’nin odasına gelmiş, diye söylemeleri üzerine yanlarına gittim.
Hakikaten başının ön tarafında hiç saç olmayan Delirıza, odadan içeri giren biz çocukları tepeden tırnağa süzdü. Ardından söylendiği gibi büyük dedeye çaktırmadan şaklabanlıklara başladı.
Şamil Dede’nin resmi olmayan “köy hocası” olmasından mı, yoksa büyük olarak saygı göstermesinden mi şimdi tam çıkaramıyorum, ama Delirıza ona çaktırmadan takma dişlerini ağzından bizlere çıkarıp, şaklabanlıklar yapıyordu. Şamil Dede ona döndüğünde ise şaklabanlıklarına hemen son veriyordu. İçimizden:
- Ne komik adam, şu Şamil Dede bir dışarı çıksa da gösterisine devam etse, diye dua ederdik.
Şamil Dede, bu fırsatı bizlere sobaya odun atmak ya da gelinlerine yemek-çay söylemek için kapıya çıktığında veriyordu. Büyük dedenin dışarı çıkmasını fırsat bilen Delirıza bize tam bir tiyatro oyunu sunardı. Gülmekten yerlere yatırırdı. Şamil Dede içeri girdiğinde ise yine çok ciddi (!) bir adam olurdu.
Hele bir kış benim de okuduğum köy okulunda (o zaman ilkokul ikinci sınıf öğrencisiydim) üç gün üç gece süren düğünde bir akşam sırayla büyük-küçük ayrımı yapılmadan söyletilen sıra türküsünde Delirıza’nın “Celal Oğlan” türküsünü içten söylemesi büyük alkış almış, tekrarlattırılmıştı. Belleğime kazınan ve hâlâ hüzünle dinlediğim türkünün sözleri şöyleydi:
İpek mendil dane dane
Yudular serdiler güle
Ana Celal’i (Kamil’i) vurdular
Başucunda döne döne
Yavrum oy oy… Kamil oğlum oy oy…
Evlerinin önü yonca
Yonca kalkmış dam boyunca
Bu yoncayı kim biçecek
Celal oğlan (Kamil oğlan) olmayınca
Yavrum oy oy… Kamil oğlum oy oy…
Evlerinin önü arpa
Kırat gelir kırpa kırpa
Benim yavrum hastalanmış
Kuru yerde yata yata
Yavrum oy oy… Kamil oğlum oy oy…
Bu türküyü içten gelerek söyleyen şaklaban bildiğimiz Delirıza hemen hemen herkesin gözlerinden yaşlar döktürmüştü. Hele türkünün içinde geçen Celal ismini o sırada askerde olan oğlu Kamil’in adıyla değiştirmesi düğüne katılanları çok hüzünlendirmişti. Daha sonra davul-zurna çalmaya başladığında da yerinde duramamış elindeki dolu rakı bardağını başının üzerine yerleştirerek, devirmeden oyun oynaması özellikle çocukları şaşkına çevirmişti.
Aynı yılın yaz ayında ailece İstanbul’a göçtük. Delirıza da o yılın sonbaharında İstanbul’a geldi. Aynı şaklabanlıkları bu kentte de hemşerileri arasında sürdürüyordu. Sırayla evlere, evler yetmiyor meyhanelere bile götürülüyordu. Sıla-gurbet türkülerinden buralarda da söylettiriliyor, rakı bardağını başının üzerine koyarak oyun oynamasını keyifle izliyor, alkışlıyorlardı.
Bu matrak insanın köyde ve kentte yaptıklarını birçokları taklit etmeye çalışıyor, herkes birer “Keleş”, birer “Delirıza” olmak için çaba sarf ediyordu. Onun gibi yetenekli hemşerilerimiz de çıkmıyor değildi…
Yalnız bu insanın kentte meyhanelerde yaptığı şaklabanlıklar ve meyhanedeki kadınlarla çektirdiği “hatıra fotoğrafları” köyde başına bin türlü belalar açıyordu. Bir tek kelime Türkçe bilmeyen karısı Melek’e fotoğrafları gösterme tehdit ve şantajlarıyla içki ziyafeti vermesini isteyenlere çok zaman boyun eğmek zorunda kalıyordu. Boyun eğmediği zaman da karısının ayakkabılı-sopalı kovalamasıyla kendini evden dışarıya zor atıyordu. Bu şakayı yapanları kahkahalara boğuyordu.
Alevisi, Sunnisiyle herkesin sevgisini, saygısını kazanan Delirıza, aynı zamanda ormanı koruma bekçiliği de yapıyordu. Ormana gelenler çok sevdiği “Aslan Sütü”nden mutlaka getirirdi, getirmedikleri takdirde surat asmasından çekinirlerdi. Haa unutuyordum, “Aslan Sütü”nün yanı sıra azık da getirirlerdi, hep birlikte çam ormanında muhabbete dalarlardı. Dönüşte de beraberinde getirdikleri hayvanlarına yakacak odunlarını yükleyip, geldikleri istikâmete yönelirlerdi…
Keleş, kentte de köyde artık bir fenomendi… Onsuz hiçbir sohbet olmuyor, onsuz bir düğün-dernek yapılmıyordu. Ta ki 1985 yılında orman içindeki köyünde (bir komşusunun dahi olmadığı) kendi evinde hayata gözlerini yumana kadar.
Keleş’in cenazesi de bir düğün gibi kalabalıktı. İlçeden, köylerden, kentlerden gelenlerle cenaze evi dolup taştı. Keleş’in cenazesi toprağa verilir verilmez “canaşı yemeği”ni beklemeden beş kişilik bir grup ciple köyden ayrıldı.
“ASLAN SÜTÜ” İÇME VE KAZA…
Grup, Delirıza Keleş’in de büyük bir keyif aldığı çamların arasındaki “Hoppiğin Suyu”nda cipi durdurdu. Ellerinde nevaleleri ile suyun başına geldiler. İlçeden aldıkları leblebi ve tulum peynirini mendillerinin üzerine yaydılar. Enfes suyla “Aslan Sütü”nü çay bardaklarında buluşturdular. Suyun rengini gökyüzündeki açık bulutlara dönüştürdüler. İçtikçe içtiler… Gökyüzündeki koyu bulutlara döndüler. Soğuk havada soğuk suyun başındaki muhabbet dönüp dolaşıp hep Delirıza’ya geliyordu. Söz Delirıza’ya gelince gülmekten karların üzerine yuvarlanıyorlardı… Birileri görecek olsa:
- Yahu bunlar cenazeye mi yoksa eğlenmeye mi gelmiş, diye bir ara endişeye kapıldılar, ama sonra kaldıkları yerden şen-şakrak gülmeye, eğlenmeye devam ettiler. İçlerinden birisi Keleş gibi bardağı kafasına koyup oynamayı denedi, ama başaramadı. İnce belli beş bardaktan birinin eksilmesine sebep oldu. Kafadarlar, artık iyice çakırkeyif olmuşlardı.
Grup arasındaki “Deli Nail”in:
- Haydi toparlanın gidiyoruz! gür sesiyle biraz olsun kendilerine geldiler. Daha sonra keyifli içmeyi, muhabbeti bırakıp cipe doluştular. Şarkılar türküler eşliğinde ilçenin yolunu tuttular. Hızlarını alamamışlardı, cipin içinde de türküler söyleyip, el çırpıyorlardı.
Keyifleri Düztarla’nın altındaki keskin viraja kadar sürdü. “Aslan Sütü” şişede durduğu gibi midede durmadı. Diğerleri gibi kafayı bulan ve arada arkadaşları gibi el şaklatan şoför cipi burada devirdi. İlçenin ileri gelenlerinden Deli Nail, cipin altında kaldı. Öteki arkadaşlarının da her biri bir yere savruldu. Kimisinin bacağı, kimisinin kolu kırıldı. Kimisinin de başı yarıldı, ama hiç birinin durumu Deli Nail’inki kadar vahim değildi. Deli Nail cipin altında inleyemiyordu bile…
“DELİ NAİL” CİPİN ALTINDA
Cipin olanca ağırlığı Deli Nail’in üzerindeydi. Dili ağzından dışarı sarkmış, ağzından ve başından kanlar akıyordu. Akan kanı anında karlar emiyor, Nail’in ne kadar kan kaybettiği anlaşılamıyordu.
Arkadaşlardan sadece kolu kırılan Hüseyin ile başından yara alan Turan ayaktaydı. Onlarda ne yapacaklarını bilemez vaziyette cipin etrafında dönüp duruyorlardı. Diğerleri de Deli Nail gibi cipin altında değil, ama karların üzerinde yatıyordu. Etrafta sanki onlardan başka kimseler varmış gibi:
- Allah rızası için bizi kurtarın. Of aman… Ölüyoruz… diye feryat figan etmeleri bir işe yaramıyordu.
Civarı çok iyi bilen Hüseyin’in aklına Düztarla’ya gitmek oradan yardım istemek geldi. Kendisine göre daha sağlıklı görünen Turan’a dönerek:
- Haydi köye gidelim. Köyde birileri vardır, bize yardım eder, dedi.
Turan, arkadaşının kendi köyüne gitmeyi önerdiğini sanarak:
- Gardaş sen ne deyin? Ne köyü? Burası neresi? Bizim köy neresi? Gülen nerede? diye sızlanarak, aczini dile getirdi.
Diğerlerine göre kendisini çok iyi ve şanslı hisseden Hüseyin:
- Sana Mank’a mı diyorum, Düztarla’ya gidelim diyorum. Hemen bu tarlanın üstündeki Düztarla’ya yürüyelim, belki orada birileri vardır, bize yardıma gelirler, diye cevap verdi.
Turan’ın gözlerinin içi parladı:
- Doğru mu söylüyorsun… Hay gözünün yağını yiyem. Haydi, hemen gidelim, yoksa cipin altında kalan Deli Nail’i kaybedeceğiz.
İki arkadaş, karlara bata çıka, oflaya-puflaya Düztarla’ya yukarı yürüdüler. Hüseyin sol kolunun ağrısına dayanamıyordu. Sağ eliyle zaman zaman destek verdiği kırık kolu çok acı veriyordu.
Tarlanın bitiminde bir başka tarlanın sınırı başlıyordu. Yeni tarlanın sınırına vardıklarında köy görünmeye başlamıştı. Gözlerine karlar altında bacası gözükmeyen bir damı kestirdiler. Zorlukla damın kapısına vardılar. Vardıklarında hem acıdan hem de yokuş çıkmaktan ter içinde kaldılar. Tam kalın tahta kapıyı yumrukla döveceklerken, “Bölük”ün hırlamasıyla kendilerini tekrar geldikleri yöne doğru attılar. Ardından:
- Ölüyoruz, evde kimse yok mu? diye bağırırlarken bir kadın odanın penceresini araladı. Ağzı burnundaki genç gelin yaşmağını indirip köpeği azarladı:
- Hoşt… Hoşt…
Ardından:
- Kimsiniz? Ne istiyorsunuz? diye bağırıyordu ki orman bakım memuru Hüseyin’i sesinden tanıdı.
- Ne oldu Hüseyin Bey? Bu haliniz ne? dedi.
Bakım memuru Hüseyin’le Turan evin gelini Kudret’e:
- Bacım hiç sorma… Bir bilsen başımıza neler geldi.
- Ne oldu Hüseyin Bey, çabuk söyle?
Dili hem soğuktan hem de içkinin etkisiyle iyice dolanan Hüseyin, zar zor:
- Kaaaza yaptık. Şoförümüz cipi devirdi. Cipin altında kalan arkadaşlarımız var. Köyde bize yardım edecek kimse var mı?
- Köyde iki komşu kızı ile benden başka kimse yok. Hepsi Keleş dayının cenazesine gitti.
Hüseyin ile Turan:
- Şimdi ne b.k yiyeceğiz, adam can çekişiyor. Biz bir şey yapamıyoruz, diye sızlanırken Kudret gelin:
- Ben size yardım ederim, siz biraz bekleyin üzerime bir şeyler giyineyim geliyorum. Kudret, pencereyi kapadı gözden kayboldu. Kalın hırkasını giyinip çıkarken, Hüseyin ile Turan’ı zangır zangır titrerken buldu:
- Siz yavaş yavaş kaza yerine inin, ben komşu kızları Bahasor’a göndereyim. Belki orada birileri vardır.
Hüseyin ile Turan, gelinden pek umutlu değillerdi, ama yapacakları da bir şey yoktu. Gelinin dediklerini yaptılar, ağır ağır geldikleri izlere basarak kaza yerine inmeye başladılar.
Kudret gelin, Ezo Gıco ile Sefil Haydar’ın kızlarını evlerinden aldı. Bakım memuru ile arkadaşlarının çay tarlanın altında kaza yaptıklarını, durumları ağır olanların bulunduğunu izah ederek, iki kızı Bahasor’a uğurlarken, kendisi de ahırdan kalın bir sicim (urgan, ip) omzuna atarak ağır ağır kaza yerine gidenlerin izlerinden ilerledi.
Kaza yerine vardıklarında Kudret gelin bir komutan edasıyla, karlar üzerinde “Of anam, öldüm anam, doğurmaz olaydın anam” diye inleyenlere seslendi:
- Bağırmayı ve yatmayı bırakın, ayağa kalkın…
Ardından:
- Bir süreliğine ağrılarınızı unutun, şu sicimin ucunu cipe bağlayın, dedi.
Kazazedelerin hepsi bir çocuk gibiydi. Kudret gelinin söylediklerini aynen uyguluyorlardı, ancak hiç birinde güç takat kalmamıştı. İp bağladıkları cipi 10-15 santim kadar ancak kaldırıyorlar, güçleri daha fazla kaldırmaya yetmediği için dili dışarıda ve dişlerinin arasında kurtarılmayı bekleyen Deli Nail’in üzerine tekrar düşürüyorlardı. Adamcağız bağıramıyordu bile…
Kudret gözüne karlar üzerine savrulan kara bir kutuyu fark etti. Yanına yaklaştı cipin aküsü olduğunu anladı. Kafasındaki planı uygulamak için kazazedelere bir kez daha emir verdi:
- Haydi ağabeyler bir kez daha sicime asılın. Ben bu aküyü altta kalan amcanın başının yanına koymaya çalışacağım. Böylece cipin ağırlığı üzerine binmez. Sonra da cipin altında çekip alırız.
Kazazedeler Kudret gelinin bu isteğini güç bela da olsa oflayarak-puflayarak yerine getirmek için bir hamle daha yaptılar. Allah’tan hepsine güç geldi. Cipi Deli Nail’in üzerinden yarım metre kadar kaldırdılar. Kudret gelin de el çabukluğu ile aküyü cipin altına yerleştirdi. Kazazedeler güç kaybedip sicimi bırakana kadar işini bitirdi. Cip bir kez daha Deli Nail’in üzerine düştü, ama bu kez bir zarar vermedi. İşte o anda hepsinin yüzünde bir sevinç belirdi. Kudret’in:
- Haydin ne duruyorsunuz amcayı cipin altında çekip çıkaralım. Çok kan kaybediyor, sözleriyle harekete geçtiler.
(Fotoğraf: Ali Kılıç'ın arşivinden)
KAĞNI ARABASIYLA YARALILARI TAŞIDI
Deli Nail’i zor da olsa cipin altından çekip çıkardılar, karların üzerine yatırdılar. Kudret’in aklına kocasının kışın yakmak için meşe ağaçlarının arasına sakladığı ardıç pürleri (yaprak) geldi. O pürlerden bir kucak dolusu getirdi. Karların üzerinde yatan Deli Nail’in yanına yığdı, arkadaşlarına:
- Çağmağı olan var mı? diye sordu.
Karlar üzerinde yatan Deli Nail hariç hepsi:
- Var… Var, diye sevinçle cevap verdiler.
Ardıç pürleri çıtır çıtır sesler çıkararak yanmaya başladı. Ardıç pürleri kısa süreliğine de olsa kazazedelerin ellerini ve yüzlerini ısıtırken, Kudret gelin bir kez daha yaralılara döndü:
- Şimdi beni iyi dinleyin. Ben şimdi tekrar köye gidiyorum. Öküz arabasını koşup (öküzleri kağnı arabasına bağlamak) geleceğim. Bu amcayı öküz arabasıyla köye götüreceğim, dedi.
Hüseyin’le Turan:
- Biz de seninle gelelim, sen bu halinle arabayı nasıl koşacaksın, dediklerini duymadı bile Kudret gelin, yine geldikleri izlere basarak köye geri döndü. Köyde ahıra girdi, karınları tok, keyifleri yerinde geviş getiren öküzleri yattıkları yerden kaldırdı. Kapıya çıkardı, kağnıya bağladı. Kağnının üzerine yatak-yorgan serecekken Bahasor’a yardım istemeye giden kızlarla birlikte Pusans köyünden Nusret’in oğlu Erdal’ın yanına yaklaştığını fark etmedi bile…
Erdal’ın:
- Yenge sen bana bırak ben hallederim, demesiyle kendine geldi.
Kudret gelin:
- Erdal gardaş sen bana yardım etme, acele nahiyeye git. Refahiye’den cenazeye gelenler cipi devirmişler. Birinin durumu ağır… Çok kan kaybediyordu. Ben ağır yaralı olarak karlar üzerinde bıraktım geldim. Sen şimdi Esirkağa seyirt. Oradan Nail amcanın yakınlarına bir telefon et, acele gelmelerini söyle. Adam kan kaybından her an ölebilir. Belki de ölmüştür.
- Deme yenge, o kadar durumları kötü mü?
- He ya kötü…
Soğuktan ve koşturmaktan nefes nefese Düztarla’ya gelen Erdal, cenaze törenine geç kaldığı için Rıza Keleş’in köyüne gidememiş, Bahasor’da eylenmişti. Cenazeden dönenleri burada beklerken küçük kızların yardım isteğine koşarak gelmişti:
- Tamam yenge, o vakit sen de oyalanma, ben hemen Esirkağ’a gidiyorum, dedi. Erdal, karlar üzerinde esen bir rüzgar gibi Esirkağ’ın yolunu tutarken, Kudret’te öküz arabasına koşulu öküzlerine, adeta yalvarırcasına:
- Ha babam, de babam, diye mastasıyla dürterek, yol alıyordu.
Çay tarlanın altına vardığında, Deli Nail’i hâlâ karlar üzerinde baygın bir şekilde buldu. Arkadaşları karga tulumba Deli Nail’i öküz arabasına serilen yün yatağın üzerine uzattılar. Yorganı da üzerine çektiler. Durumları pekiyi olmayan iki kişi daha öküz arabasına bindi. Hüseyin ile Turan:
- Bacı sana çok zahmet oldu. Sen bunlarla köye çık. Biz ağır ağır geliriz, dediler.
Kudret gelin:
- Siz de arabaya binin…
Hüseyin ile Turan:
- Olmaz bacı, hayvanlara yazık. Hepimizi çekemezler.
Kudret gelin elleriyle beslediği, güçlü-yiğit öküzlerine güveniyordu:
- Siz de atlayın. Bunlar sizin gibi beş kişiyi daha taşırlar, diye kararlı bir şekilde konuşunca Hüseyin de Turan da iki tekerli öküz arabasının üzerine oturdu. Güçlü hayvanlar un çuvalı, buğday çuvalı taşır gibi yaralı insanları Düztarla’ya çıkarırken, devrilen cip çayda karlar arasında yatmaya devam ediyordu.
Köye vardıklarında Kudret gelin durumu ağır olmayan misafirlerine odayı gösterdi. Altı ahır üstü oda olan damın merdivenlerini çıkmayı göze alamayan bazı yaralılar:
- Bacı biz ahırda bekleriz. Çok üşüdük, burada hayvanların arasında ısınırız, deyince Kudret gelin:
- Yok olmaz, merdiveni çıkmanıza gerek yok, evin arkadan da kapısı var. Düzayak, rahat çıkarsınız, dedi.
KAYNAR SUYU BACAKLARINA DÖKTÜ
Yaralılar oflaya puflaya arka kapıya yönelirken, Kudret gelin Deli Nail’in de üzerinde olduğu öküz arabasını arka kapıya yanaştırdı. Yine arkadaşlarının yardımıyla ağır hastayı odada açılan yün yatağın üzerine koydular. Konuklar, sobaya bolca odun atarken Kudret gelin de soban üzerinde fokurdayan demlikten çay yapmak için mutfağa yöneldi.
Kudret mutfakta çaydanlığa çay koyarken, dizlerine kadar beyaz yün çoraplı yaralılardan biri, sobanın üzerinde kaynayan demliği buz bağlayan iki bacağına boca etti. Arkadaşlarının:
- Ula ne ettin, nasıl yaptın! Bacaklarını haşladın, yaktın, haykırışlarını duymadı bile beyaz yün çoraplı adam…
Kudret de mutfakta eğilip çaydanlığa çay dökmek istedi, ama bir daha doğrulamadı. Oturduğu yere çöküp kaldı. Karnındaki dokuz aylık bebeğin kendisini çok yorduğunu şiddetli gelen ağrısıyla anladı. Bir müddet öylece kalakaldı. Çöktüğü yerden doğrulup kalkmaya çalıştığı sırada, kapıda da bir hengame koptu. Ağlayan-sızlayan, bağırıp-çağıran insan kalabalığının sesi git gide yaklaşıyordu ki Kudret gelin kendinden geçti.
İlçeden gelen iki arabadan birine Deli Nail’i, diğerine de Kudret gelini karga tulumba bindirdiler. Ağlamalar-sızlamalar, inlemeler arasında iki araç da hasta ve yaralıları Refahiye’ye yetiştirmek için henüz kontaklarını kapatmadıkları araçlarıyla alelacele yola koyuldular. Devlet Hastanesi’ne vardıklarında Deli Nail’i az kalsın kan kaybında kaybedeceklerdi. Yeterli tıbbi donanımın bulunmadığı hastanede ilk müdahalenin ardından Deli Nail, Erzincan’a kaldırıldı. Doktorların uzun uğraşıları sonucu Deli Nail hayata döndürüldü. Kudret gelin de iki gün sonra nur topu gibi bir kız çocuğu dünyaya getirdi. İyileşen Deli Nail ile Kudret gelin, bacı-kardeş oldular. Deli Nail, hayatını kurtaran Kudret gelin ilçeye geldiğinde önüne gelen herkese:
- İşte benim hayatımı kurtaran bu gelin. Bu benim bacım. Ne isterse yerine getirin, verin, diye söyler oldu. Kudret gelinin de köyünü içine alan “Gülen köyleri”ne birisi kötü bir söz söylediğinde hep karşılarına dikildi:
- Keşke hepiniz, hepimiz o insanlar kadar değerli olsak, diye savundu. Her fırsatta Kudret gelinle kocası Hacı’ya misafir oldu. Yapabileceği bir şey olursa destek vermeye hazır olduğunu her yerde ve her ortamda söyledi durdu…
(Yazı ve fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)
Süleyman Ağabey o kadar güzel anlatmışsın ki bir roman tadında okudum.Kudret gelin babamın ablası mı?
YanıtlaSil