Hani usta şairimiz Cemal Süreya; “Her ölüm erken ölümdür” der ya, işte bugün böyle bir erken ölümle bir araya geldik.
Kimlerle mi; ortaokul arkadaşlarımla.. Hem de ölmeyecekmiş gibi
davrandığımız, konuştuğumuz, şakalaştığımız arkadaşlarımla…
Nerede mi?
Namık Kemal Mahallesi’ndeki caminin önünde… Namık Kemal,
Esenler’in en eski mahallelerinden biridir ve yakın ilçelerden Güngören ve
Bayrampaşa’dan sonra ortaokula sahip olan İstanbul’un sur dışı semtlerindendir.Ortaokulu faaliyete geçiren, şimdi hayatta olmayan
Ayvalıdere İlkokulu (şimdiki adı Atatürk İlkokulu) Müdürü Galip Diril’di. Esenler
Ortaokulu önceleri Ayvalıdere İlkokulu ile birlikte eğitim ve öğretim verdi.
Sonra Esenler Dörtyol’a taşındı.
Cenazesine katıldığımız Vahdettin Şenyuva arkadaşımız da
1968-69 eğitim ve öğretim yılında bizlerle beraberdi. Benimle de aynı
sınıftaydı. Şenyuva’nın dedeleri Balkan göçmeniydi ve mahallemize gelip
yerleşen ilk ailelerdendi.
Cenaze törenine ortaokuldan kız arkadaşlarımız da gelmişti. Bir
grup arkadaş, cenaze töreninin ardından yine ortaokul arkadaşlarımızın
çalıştırdığı spor tesisine yürüdük.Burada çaylar eşliğinde sürdürdüğümüz
sohbetimizde, konu kaybettiğimiz arkadaşlarımızdan açıldı. Hepsini teker teker
yad ettik. Kimleri kaybetmemişiz ki; Tito’yu (İbrahim Çiğdem), Colombo Dursun’u
(Dursun Yorulmaz), Numan Karapınar’ı, Adnan Bölükbaşı’nı, Adnan Dönmez’i,
Mehmet Ali Serindereli’yi, İsmet Pektaş’ı, Tavukçu Zafer’i (Zafer Adalı), Salih Dağdeviren'i, Bayram Soydaş'ı, Hidayet Karan'ı, Mustafa Açar'ı, Ergün Türkmen'i, Ahmet Dora'yı, Hüseyin Kaymaz'ı, Çetin Çilesiz'i…
Bir arkadaşım ortaokul birinci sınıfta birlikte çektirdiğimiz bir fotoğrafımızdan bahsetti ve onu kaybettiğini, varsa kendisine iletmemi istedi. Eve geldim, ortaokulda “İş Bilgisi” öğretmenlerimizin bizlere yaptırdığı ve o zamanki fotoğraflarımı yapıştırdığım albümü elime aldım. Daha ilk sayfasında vesikalık fotoğraflardan birine gözüm takıldı kaldı. O fotoğraf ortaokul birinci sınıfta (1-D şubesi) birlikte okuduğumuz Mahmut’un fotoğrafı idi… Arkasına heyecanla baktım bir şey yazmış mı diye, ama yazmamıştı. Hani “Mahmut Coşkun'dan arkadaşım Süleyman’a bir hatıra” diye… Sonra sınıf öğretmenimiz Kenan Girgin’le çektirdiğimiz toplu fotoğrafa baktım, bir arkadaşın eli omzunda sanki bana bakıyordu; “Niye beni aramadım, sormadın” dercesine… Kendimi tutamadım; gözlerim doldu, ağlamaya başladım. İşte şimdi bu satırları hem ağlıyor, hem de yazıyorum…
Bir arkadaşım ortaokul birinci sınıfta birlikte çektirdiğimiz bir fotoğrafımızdan bahsetti ve onu kaybettiğini, varsa kendisine iletmemi istedi. Eve geldim, ortaokulda “İş Bilgisi” öğretmenlerimizin bizlere yaptırdığı ve o zamanki fotoğraflarımı yapıştırdığım albümü elime aldım. Daha ilk sayfasında vesikalık fotoğraflardan birine gözüm takıldı kaldı. O fotoğraf ortaokul birinci sınıfta (1-D şubesi) birlikte okuduğumuz Mahmut’un fotoğrafı idi… Arkasına heyecanla baktım bir şey yazmış mı diye, ama yazmamıştı. Hani “Mahmut Coşkun'dan arkadaşım Süleyman’a bir hatıra” diye… Sonra sınıf öğretmenimiz Kenan Girgin’le çektirdiğimiz toplu fotoğrafa baktım, bir arkadaşın eli omzunda sanki bana bakıyordu; “Niye beni aramadım, sormadın” dercesine… Kendimi tutamadım; gözlerim doldu, ağlamaya başladım. İşte şimdi bu satırları hem ağlıyor, hem de yazıyorum…
Mahmut çok sessiz sakin, efendi bir arkadaşımızdı.
Sivaslı’ydı. Hem de Kangallı’ydı. Her şeyini benimle paylaşırdı. Okul tatile
girdikten sonra zaman zaman ziyaretime gelirdi. Daha doğrusu evi bizim mahallenin
yukarısındaki bir mahalledeydi. İş çıkışı yürüyerek bizim yokuştan evine
giderdi.
Bir gün anne-babası kapımı çaldı; “Mahmut kayıp. Seninle
samimiydi, sen nereye gittiğini biliyor musun?”
Bir an donup kaldım, ne söyleyeceğimi bilemedim. Sonra kendimi
toparladım; “Hayır… Mahmut’a ne oldu ki?” diyebildim.“Okul tatil olduktan sonra Topkapı-Maltepe’de bir işte çalışıyordu.
Birkaç gündür kendisinden haber alamıyoruz. Seni seviyordu, belki bir sıkıntısı
vardıysa sana söylemiştir” dediklerinde daha da kahroldum. Oysa ben anne babasını ilk defa görüyordum.
Demek ki bir umutla bana gelmişlerdi, ama ben onlara bekledikleri sevinci
yaşatamadım. O yıllar, mahalleden uzaklaşmamak için; “Çocukları kaçırıp iğneli
fıçılarda çalkalıyor, sonra da kanlarını içiyorlarmış!” diye korkuturlardı. Aklıma
bu söylence takıldı, sonra da “organ mafyası” kaçırmış olabilir diye çok kafa
yordum…
Anadolu Ajansı’nda muhabirken, “Kayıplar Otobüsü”, hani
üzerinde kaybolan insanların fotoğraflarının bulunduğu otobüs İstanbul Büyükşehir
Belediyesi’nin önüne gelmişti. Basın mensupları da davet edilmişti. Belediye
binasının alt katında da kayıp insanların fotoğraflarının yer aldığı bir sergi
açılmıştı. Mahmut’un fotoğrafına o sergide de rastladım, ama onunla ilgili bir
haber yapmadım. Bu içimde hep ukde kaldı. Cumhuriyet gazetesindeyken bir şeyler
yazmak istedim, orada da olmadı.
Bugüne kısmetmiş; bu saatten sonra hiçbir faydasının
olamayacağını biliyorum. Ama yine de bir umut… Hani umut “Kaf Dağı’nın ardında
da olsa aramak gerek” diye bir deyim vardır.
Ben de bir gün Mahmut Coşkun’un Kaf Dağı değil de “Ortaokul
Grubu”ndan bir arkadaşı ya da beni arayarak; “Ben geldim, şu an Esenler’deki
baba evindeyim. Atla gel” demesini hâlâ umut ediyorum…
ÜSTÜ KALSIN
Ölüyorum Tanrım
Bu da oldu işte
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum Tanrım
Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir…
Üstü kalsın…
(Cemal Süreya)
(Yazı ve Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder