12 Eylül 2024 Perşembe

GÖÇMENLERİN GÖZDESİ ANADOLU...

                                                     

                                                                (Orhan Koloğlu)

İnsanlar genelde daha iyi yaşam koşullarına sahip olmak için bulundukları kıtayı, ülkeyi terk ederek başka yerlere göç ederler ki bu kendi rızalarıyla olur. Bundan başka savaşlar, din ve mezhep kavgaları, kan davaları yüzünden ülkelerini terk etmek zorunda kalanlar da olur…

Gazeteci-yazar-tarihçi Orhan Koloğlu ustayla sohbetlerimizin çoğu “kavimler kapısı” olarak nitelendirilen bizim de üzerinde yaşadığımız Anadolu yarımadasıyla ilgili olurdu. Kafama takılan soruları kendisine yöneltir, yanıtlar alırdım.

Türkiye’de cumhuriyetin ilk yıllarındaki kalkınma ve yatırım hamlelerinin neden sonraki yıllarda gerilediği, neden engellendiği üzerine anlattıklarını can kulağı ile dinledim. Bir gün yine konu Anadolu’ya göçlere geldi. Bana; “Madem sen Anadolu’ya göçler ve göçmenler konusuna bu kadar meraklısın, ben sana bir yazı hazırlayıp getireceğim” dedi ve bir süre sonra uzunca bir yazıyla birlikte görev yaptığımız Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’ne (TGC) getirdi verdi.

Getirdiği bu yazının üzerinden çok zaman geçmeden ABD öncülüğünde Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında Arap ülkeleri karıştırıldı. “Arap Baharı” diye adlandırılan projeyle ABD ve öteki emperyalist ülkeler, Arap ülkelerinin insanlarını bir birine kırdırdı. Fas, Tunus, Cezayir, Mısır ve Suriye gibi ülkelerde iç karışıklık yaratıldı. Kan gövdeyi götürdü… Milyonlarca insan yaşamını yitirirken, yine  binlerce insan göçe zorlandı.

Bu karışıklık Türkiye’de çıkarılmadı-çıkarılamadı, ya da sıraya konmuştu, ancak en çok etkilenen ülkelerin başında geldi. Suriye sınırı adeta açıldı, savaştan kaçan-etkilenen insanlar çoluk çocuk Türkiye’yi boyladı.  

Suriye’den savaştan kaçan ya da kaçmak zorunda bırakılan insanlar yetmiyormuş gibi, Afganistan, Pakistan, İran, Irak gibi ülkeler yanında Özbekistan, Türkmenistan gibi ülkelerden kaçıp, İran sınırını elini kolunu sallayarak geçip gelenler de oldu. Şimdi kimilerine göre 10, kimilerine göre 15, kimilerine göre de 17 milyon göçmen ve savaş mağduru her milletten insan şu an Türkiye’de…

Bunların arasında ne kadarı terör örgütleriyle bağlantılı ne kadarı masum halk bilinmiyor. Ama bilenen bir şey var ki Türkiye artık bu göçmenleri ve onların sorunlarını kaldıramıyor…

Şimdi aramızda olmayan O. Koloğlu ve Adnan Genç'le yaptığımız bir toplantı fotoğrafı. (Fotoğraf: Ali Kılıç)

Şimdi aramızda olmayan Orhan Koloğlu’nun aşağıda benim okumam ve bilgilenmem için getirdiği yazıyı yıllar sonra siz okurlara sunuyorum:

Göç, yani yaşanan yeri değiştirme sözcüğünden iki tür eylemci belirir: Göçer ya da Göçebe denilen, sürekli yer değiştirerek yaşayanlar ve Göçmen ya da Muhacir denilen, bir başka yere devamlı yerleşmek için hareket edenler.

Birinciler kendi tercihleri olan yaşam tarzı ve koşullarının sonucu, uygarlığın gerekli kıldığı kültür üretmede sınırlı kalırlar. İkincilerin hareketliliğinde ise bazen daha iyi yerleşim koşullarına sahip yer ihtiyacı; bazen de dışarıdan başka toplumlardan gelen zorlamalar sonucu, yurdunu terk etme mecburiyeti rol oynar.

Anadolu’nun tarih boyunca her iki grubun da gözdesi haline gelmesinde, aranılan farklı koşulların bu yarımadada bulunması başlıca etkendir. Göçerler genellikle hayvan besleyip üreterek yaşarlar. Toprağı ekmez, aksine doğanın kendi kendine ürettiği bitkilerle sürülerini besler ve ihtiyaca göre yeni otlaklara yönelirler. Yazın yaylalara çıkıp, kışın ovalara inmek bağımlılığıyla sürekli yer değiştirirler. Bu koşullara uygun yerleri çok olduğundan Anadolu gözdeleridir.

Göçmen olmak zorunda kalanlar ise genelde toprağı eken, mahsulünü almak için başında bekleyenlerdir. Bu üretim ve bekleme yeni satanların, mesleklerin, kültürlerin belirmesini, dolayısıyla uygarlaşmada yeni aşamalara erişilmesini kolaylaştırır. Anadolu, üretim, hem de çeşitli üretim yapılacak bir coğrafya ve iklim şartlarına sahip olduğundan en eski çağlardan beri bir uygarlık merkezi olmuş ve bu yaşama ilgilenenleri çekmiştir. Örneğin, Mora Yarımadası ve Ege Denizi bölgesinde yaşayan Greklerin de zamanında yerleşikliğe değer bölge sayarak Anadolu’ya göçtükleri bilinir.

Orta Asya’dan Moğol saldırıları sonucu göçe zorlanan Türklerin batıya yönelmeleri sırasında aralarında bu iki türden de gruplar bulunuyordu. Göçer kalmayı yeğleyenlerin daha çok İran bölgesinde kaldıkları ve 15-20. yüzyıllar arasında hüküm sürdükleri bilinir. İran’daki göçer Türklerin Anadolu’daki Türklerle sürekli savaşmasının kökeninde en çok Sunni/Şii çekişmesinin bulunduğu ileri sürülmüştür. Oysa kanımızca, asıl karşıtlık yerleşik/göçerlik sorunundan ileri geliyordu. Osmanlı kanunlarında göçerliği engelleme çabasının ağırlık taşıdığı bilinir. İran’dakiler, Şiiliği yayarak Anadolu’yu ele geçirmeye çalışmışlardır. Yani dini siyaset için araç olarak kullanmışlardır. Buna karşılık Osmanlı, Sunnilikle fazla bağdaşmayan Aleviliğe, siyasete burnunu sokmadıkça karşı çıkmamıştır. Osmanlı askeri gücünün temelini oluşturan Yeniçeri Ocağı’nın Bektaşiliğe bağlı sayılması da bu tezi destekler.

Selçuklu ve Osmanlı’yı oluşturan göçmen Türk’lerin, Hıristiyan nüfusu çoğunlukta olan Anadolu’ya girdiklerinde, azınlıkta olmalarına rağmen yerli halkla uyuşum içinde kalmayı yeğlemeleri, yerleşikliği ilke kabul ettiklerini gösterir. Bunun simgesi Mevlâna olmuştur. Öyle ki, çok daha azınlık olarak girdikleri Balkanlardaki göçmenleri de Moğolların aksine yerleşikliğe yönlendirdikleri gerçektir. Balkan halklarının dillerinde ev içi yaşamına ait sözcüklerin genellikle Türkçe kökenli olması bunu kanıtlar. Arnavutçaya 4 bin 500 sözcüğün Türkçeden geçmiş olduğu, diğer Balkan dillerinin her birinde de en az biner Türkçe sözcük bulunduğu biliniyor. Açıkçası, tıpkı Türklerin kendilerinden önceki ileri kültürlerden (Fars, Arap, Bizans) yararlanmaları gibi, yerleşiklikte ileri bir düzeye varan Selçuklu ve Osmanlı’dan da birlikte yaşadıkları cemaatler etkilenmişlerdir. Hiçbir zorlama olmadan gayrı-Müslim Balkan halklarının yüzde kırkından fazlasının zaman içinde Türk örneğine özenle Müslüman oldukları bir tarihi gerçektir. Bütün Avrupa dillerinde 14. yüzyıldan itibaren Müslüman olana, hatta olmasa da onunla birlikte yaşamayı uygunsuz bulmayana “Türk oldu” denmesi de bu etkileşimim kabul edildiğinin en belirgin kanıtıdır.

Osmanlının çağdaşlaşmada geri kalması ve Avrupa devletlerinin büyük teknolojik ilerlemenin yanı sıra bütün dünyaya hakim olacak bir güce kavuşmasının devamı olarak 19. yüzyıldan itibaren sıra Yakın ve Ortadoğu’nun sömürgeleşmesine gelince, Anadolu tekrar, ama bu kez dönüş yeri olarak göçmenlerin gözdesi oldu. 1774’deki yenilginin ardından 1783’te Rusya, Kırım’a el koyunca ilk muhacirler de İstanbul ve Anadolu’ya gelmeye başladılar. Yine Çar ordularının Kafkasları işgale başlaması, oradan Türkler gibi, Çerkez, Abaza ve Gürcülerin de Doğu Anadolu’daki en yakın bölgelere göçmelerine sebep oldu. Böylece 18. yüzyılın son çeyreğinden 20. yüzyılın son çeyreğine kadar geçen 200 yıllık sürede 10.5 milyon Türk ve Müslüman’ın göçe zorlandığı bunların yarısının terörist saldırıları ve yolculuk koşullarının kötülüğü sebebiyle yollarda öldükleri biliniyor.

YUNAN ÖRNEĞİNİN OLUŞMASI

1821’de başlayan Yunan ayaklanması, özellikle Mora Yarımadası ve Ege Adaları’nda Türkleri korkutup kaçırmak, göçe zorlamak taktiğinin örnekleşmesinin başlangıcını oluşturdu. Yunanlıların sistemli bir direnç düzenleyemedikleri daha çok terörist eylemlerle yetindikleri biliniyor. Olaylara şahsen tanık olan İngiliz tarihçi Georges Finley’in “History of Greece” adlı eserinde belirttiğine göre, 1821 ayaklanmasının ilk ayında çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu 15 bin civarında Türk katledilmişti. İki ay sonunda bu rakam 30 bine ulaştı. Amacın önce talan, sonra da kalanları da bölgeden göçe zorlamak olduğu bellidir. 1821’de 23 yaşındayken Yunan ayaklanmasına gönüllü katılan, hatta kendisine generallik rütbesi bile tanınan George Jarvis adlı Amerikalının günü gününe tuttuğu anılarında da –ki Yunanistan’ın Selanik Balkan Araştırmaları Enstitüsü tarafından 1965’de basılmıştır – eylemlerin bir terörizm ve çapulculuk hareketinden ileri gitmediği açıkça belirtilmektedir:

“Özellikle Yunanlı denizciler talana dalmışlardı. Kazanç az gelince komşu adalara ve Anadolu sahillerine baskın yapıp Yunanlı ve Türkleri soyuyor, Türk haremlerini basıp esir aldıkları kadınları köle olarak satıyor ya da fidye karşılığında serbest bırakıyorlardı.” ((s.171)

“Türkler Argos’ta yenilince, eşyalarını terk ettiler, tek amaçları talan olan Yunanlılar saldırıyı devam ettirmekten vazgeçip mallara üşüştüler, böylece dört bin Türk’ün kaçmasına izin verdiler.” (S.101)

“Yunanlıların ne istediklerini her yabancıdan daha iyi biliyorlar, sadece üç şey istiyorlar: Para, para, para… Bir önderin parası kalmazsa askerler onu bırakıp başkasına katılır, ya da ayaklanırdı. Öyle ki, kendi askerleri bile Jarvis’i kaçırıp Yunan hükümetinden fidye almayı hesaplıyordu.” (4.5.1824, s 232 ve 190)

“Her eyalette en az dört-beş tane iddialı lider var. Birbirlerine karşı duydukları şiddetli kin onları en acımasız davranışlara, ülkenin ve zavallı halkının harabiyetine sebep oluyor. Kareli’nin bereketli ovaları, Valtos, Xeromero ve benzeri yerlerin ekili bölgelerinde ayakta bir tek ev kalmadığı gibi, taşları da kalmadı. Ve bir zamanlar milyonların otladığı yerlerde şimdi tek bir koyun görülmüyor.” (Ekim 1824, s. 205)

Eylemcilerdeki bu aşırı çıkar ve yıkıcılık eğilimi sebebiyle Osmanlı ordusunun bastırma hareketini engellemeleri mümkün değildi. Dolayısıyla öldürdüklerinden daha çok kurban vermek durumunda kaldılar. Asıl önemlisi o çağda gerek Rum gücünün Anadolu ve İstanbul’da olmasıydı. Onlar katılmadan başarı mümkün olmazdı. 1798’de Napolyon Mısır’ı işgal edip Rumları ayaklandırmak istediğinde karşı çıkan Ordodoks Patrikliği olmuştu. Kudüs Metropoliti Antimos tarafından hazırlanan ve Patrikhane tarafından yayınlanan “Didakhalia Patriki=Babaca Öğreti” kitabında Osmanlı Devletine bağlılık şöyle ifade edilmişti: “Osmanlı Sultanları Ortodoks Kilisesi’ni korumaları için Allah göndermiştir, Fransız devriminin şeytani sistemini benimsemeyiz.”

Bu konuda da Jarvis’in tanıklığı ilginçtir:

“Yunanlılar bir sürü Türk casusu ele geçirdiler. Hepsi de Yunanlı idi. Bazıları da Türk dinini kabul etmişti (…) İstanbul’dan 24 casusun geldiği söyleniyor. Birçoğu Yunanlı rahipler.” (Kasım 1822, s.127)

“Castri kasabasına gittim. Herkes benden şüphelendi, parçalayacaklardı. Türk casusu sanıyorlardı. Aralarında konuştular sonra pantolonumu indirip ‘sünnetli olup olmadığıma’ baktılar. O zaman serbest bıraktılar.” (17b7b1823; s. 177)

Bir Rus gemisi limana geldi ve İstanbul’da Yunanlılarla Türkler arasında büyük bir uyum bulunduğu haberini getirdi.” (24.9.1823; s. 177)

Jarvis, para almak için masum kimseleri Türk komutanlarına teslime kalkışan Yunanlı çıkarcılardan da bahsediyor ve para verip masumları kurtararak serbest bırakan Osmanlı yöneticilerini de şöyle değerlendiriyor:

“Bizim Yunanlılar arasında pek nadir rastladığımız gerçek Hıristiyanlara yakışır örneklere bazen Türkler arasında rastlıyoruz.” (1825 yılı başında Jarvis’in bin 100 savaşçısı ile birlikte esir edildiği ama İbrahim Paşa’nın hepsini serbest bıraktığı biliniyor. Üstelik ona yüksek bir ücretle kendi hizmetinde çalışmasını da önermiş.

Osmanlı’ya karşı savaşla bir sonuç alınamayacağını, anarşik ortamın kendilerini yıkacağını fark eden Yunun hükümeti çözümü Avrupa’nın müdahalesinde arar. Dolayısıyla İngiltere’ye başvurup himayesini ister. Esasen, asıl Yunan bağımsızlık hareketinin felsefesini yapanlar Avrupa’da yaşayan Yunanlılardı ve en büyük desteği de Türk düşmanlığı doruğa varmış ve “Türk geldiği yere Asya’ya dönmelidir” sloganını durmadan tekrarlayan Avrupa basınında alıyorlardı. Yayınlarında Yunanlıyı yüceltmek Türk’ü sürekli aşağılamak bir ilkeydi. Tabii ki, bol kanla başlatılan bu tür bir ayaklanmanın kansız bastırılması dünyanın hiçbir yerinde mümkün değildi. Günahsız kadın ve çocuklara yönelik saldırıları sebebiyle aşırılıklar yapmış olanların daha da şiddetle cezalandırıldığı da inkar edilemez. Hatta bu arada bazı suçsuzların haksız yere kurban edildikleri de düşünülebilir. Ancak her suçun sadece Türklere yüklenmesi ve Yunan tarafının hep haklı sayılmasının objektif bir bakışla hiçbir alakası yoktu.

AVRUPA BASINININ GÜDÜMÜNDE

Yirmi beş yıl süren Fransız Devrimi savaşlarıyla kana bulanmış Avrupa, Napolyon’dan sonraki Avrupa haritası için Osmanlıyı da dahile ederek “statükonun bozulmaması” kararını almıştı. Ama hükümetlerine karşılık bu basının durmadan tahrik ettiği kamu oyları sonunda istediklerini kabul ettirdiler. Önce 1827’de dostmuş gibi yaklaştıkları Osmanlı donanmasını, İngiliz-Fransız-Rus gemilerinden oluşan Haçlı donanması Navarin’de yaktı.  Arkasından Ruslar, Balkanlar indi. 1829’da Edirne’yi aldı ve İstanbul’u ele geçirmeyi hesaplarken diğer Avrupalıların müdahalesiyle, Yunanistan’ın bağımsızlığını kabul etmek koşuluyla Bâbıâli barışa razı oldu. O andan itibaren kurulan Yunan devletinin politikası, Balkanlarda Rum çoğunluklu bölgelerdeki Türkleri göçe zorlamak için terörist eylemleri şiddetlendirmek olmuştur. Hatta “Megali İdea”yı oluşturup, Bizans İmparatorluğu’nu canlandırma hayalini bile kurdular. Açıkçası taktikleri şiddetlenerek devam etti.

Osmanlı yönetimi altındaki etnik grupların 60’dan fazla olduğu hesaplanmıştır. Bunlardan Balkanlıların diğer iddialıları da Yunanlılardan farklı değildiler. Hiçbirinin tek başına Osmanlı’yla baş etmesi mümkün değildi. Bu yüzden Yunan örneğine bakarak hepsi Avrupalıların desteğini sağlamanın yollarını aradılar. En kolay yol, tıpkı 1821’in 26 Mart’ında Yunanlıların başlattıkları Türk katliamına benzer şekilde, sivil halka saldırı düzenlemekti. Avrupalı çevreler bunları bağımsızlığını arayanların hakları olarak sayıp yermiyor, ama öldürülenlerin intikamını almaya kalkışan Türk ve Müslümanlar aleyhine her seferinde yoğun kampanya sürdürülüyordu.

1830’da Cezayir’e el koyunca Fransa, Cezayir Ocağı’nın 12-15 arasındaki Türk kadrosunu gemilere doldurup Anadolu’ya göndermiştir. Ama, bu arada Avrupa’dan kaçan Polonyalı ve Macarların bağımsızlık mücadelelerine devam edebilmek için Osmanlı topraklarına sığınmalarının sempatiyle karşılandığını söylemek mümkün değildir. Öbür yandan Kırım Savaşı’nın (1853-56) arkasından Kafkasya’dan çok sayıda Müslüman tekrar Anadolu’ya geldi. Bunların uğradıkları saldırılara, çektikleri ıstıraplara Avrupalılar pek az ilgi göstermişlerdir. Rusların Orta Asya, İngilizlerin Hindistan, Fransızların Kuzey Afrika’daki Müslüman ülkeleri sömürgeleştirdikleri bir dönemde Haçlı Seferi’nin Osmanlı’ya yönelmesi mantığı giderek kökleşiyordu.

1856’da Islahat Hattı Hümayunu’yla Osmanlı’da Müslim-Gayri Müslim eşitliğinin ilan edilmesinin arkasından sağlanan haklar, ayrılıkçı eylemleri daha da artırdı. 1860’da Suriye’de İngiliz destekli Dürzilerle Fransız destekli Marunilerin kanlı çarpışması, Avusturya ve Rusya destekli Sırplarla Karadağlıların saldırıları, Eflak ile Buğdan’ın (Memleketeyn) Romanya adı altında birleşmesi, nihayet 1866’da Giritlilerin Yunanistan’la birleşmesi kararı alıp adadaki Türklere karşı terörist eylemleri artırmaları, ortalığı büsbütün karıştırdı. Artık mücadele Balkanlarda değil, Avrupa’nın hükümetleriyle, tarihindeki en dinamik dönemi yaşayan basını arasında cereyan ediyordu. Kapitülasyon haklarıyla giderek daha önemli imtiyazlara kavuşan hükümetler, bağımsızlık kazanacak uluslara kapitülasyon hakkı vermenin çıkarları aleyhinde olacağını görüyorlardı. Osmanlı’nın yaşayıp kendi adlarına jandarmalık yapması daha çok işlerine geliyordu. Ayrıca teşvik edilecek terörist eylemlerin ülke ve sömürgelerinde de yankılanabileceğini düşünüyorlardı. Dolayısıyla, Avrupa hükümetlerinin ihtiyatlığını fark eden Balkanlı bağımsızlık eylemcileri çabalarını, Türk düşmanlığı ile yüklü kamuoylarını kışkırtacak ve ırkçı üstünlük tezlerini yoğun şekilde kullanmaya başlamış olan basına malzeme sağlamaya yönelttiler. Kendi yaptıklarını görmezlikten gelmeyi ilke edinmiş bu basının Türk düşmanlığını körükleyeceğinden emindiler.

Fransa’nın en önemli yayınlarından olan L’IIIustration’un 30 Ocak 1869 tarihli sayısında Richard Cortambert imzasıyla yayınlanan makale bu açıdan ilginç bir örnektir. Yunanlıların Girit eylemini durduran Avrupa hükümetleri olmuştu. Donanmalarıyla başlıca Yunan limanlarını kontrole alıp Girit’e silah yardımlarını engellemekle kalmamış Türk egemenliğini de onaylamışlardı. Cortambert yazısında Osmanlı’nın bir bütünlüğü bulunmadığını “Bu imparatorluk ahenksiz ve kötü birleştirilmiş bir Arlequin, İtalyan tiyatrosundaki soytarı tipidir. Gömleği, küçük küçük farklı renklerde kumaş parçalarının yan yana dikilmesinden oluşmuştur. Ve yazar devam eder:

“Artık diplomasi gözlüğünü bırakalım. Sorunun çözümü çok basittir. Bir yanda genç, dinamik, bağımsızlık ruhuyla hareketlenen uluslar var. Öbür tarafta cahil ve bağnaz birkaç bin Yeniçeri tarafından korunan ceset gibi bir şey. Sözüm ona Avrupa dengesi adı verilen bir gudubetliğin bizi maalesef alıştırdığı bir davranışla, şimdiye kadar ölüyü diriltmek ve sadece yaşamak isteyen kişileri öldürtmek için gayret sarf ettik. Bu artık çok uzamış bir şakadan başka bir şey değil. Türkiye halklarını serbestçe davranmaya bırakınız, bu haklarıdır; kendilerini rahatsız eden yükten kurtulmayı bileceklerdir.

TÜRKLERİN AVRUPA’DA YERLEŞMEYİ BECEREMEMELERİ

 (…) Tataristan’dan çıkmış olan Türklerin beyaz ırkla ilişkileri sadece kadınlar aracılığı iledir. Haremlerine güzel Çerkezleri ve Gürcistan’ın hayran olunacak kızlarını doldurup, tamamen Moğol örneğine bağlı ilkel tiplerini değiştirdiler. Üstün anlamına gelen Türk ismini aldılar ve kahramanlıklarından biri olan Osman adına Osmanlıyı da benimsediler. Avrupa toprağına yerleştikten sonra sayıları ne azaldı ne çoğaldı. Bu garip bir şeydir. Belki de milletler tarihinde eşi görülmemiş bir oluşumdur. Chateaubriand doğru söylemiştir: Türkler Avrupa’da konaklamış ama asla orada yerleşmeyi becerememişlerdir.”

   Sadece ırkçı bakışla değil, yaklaşık yarım yüzyıl önce ortadan kaldırılmış Yeniçeriliğin hâlâ varlığını ileri sürerek, Osmanlıyı değerlendirmek önyargının derecesini gösteriyor. Bu alışkanlık daha sonraki değerlendirmelerde aralıksız devam etmiştir.

HARİTA’NIN YAZISI

L’IIIustration’un makalesine eklenmiş haritada ırklara göre bir ayırım yapıldığı dikkatleri çekmektedir. Slavlar adı altında Sırplar ve Bulgarlar var. Greke-Latinler’i Yunanlılar, Romenler, Vlahlar ve Arnavutlar oluşturuyor. Tatarlar grubunda Türkler ve Tatar Nogaylar var. Diğer ırklar olarak Ermeniler ve Çingeneler belirtilmiş. O çağa kadar ayırımı hep din üzerinden yapmaya alışmış Avrupalıların İslam ve Katolik/Ortodoks ayırımıyla Hıristiyan bölgelerini belirtmek işlerine gelmeyince ırkçı bir tanımlamaya yöneldiği fark ediliyor. Aksi halde, Arnavutluğun büyük kısmını Bosna’yı Müslüman göstermesi, yazıdaki Türkler Balkana yerleşmeyi becerememişlerdir tezini yalanlayabilirdi. Haritada, Türk nüfusun çoğunluğu oluşturduğu Manisa, İzmir, Aydın, Bursa gibi vilayetlerin bile Rum çoğunluklu gösterilmesi, hele İzmit’te Ermeni çoğunluğu varmış gibi işaret edilmesi, Balkanlılara haklılık kazandırmak için her çareye başvurulduğunu gösteriyor. Biz haritanın orijinalinden sadece Türklerin çoğunluk oluşturduğu ileri sürülen yerleri işaretleyerek bu haritayı aktardık.

GÖÇ SUÇ MUDUR?

Göçün bütün insanlık tarafından doğal kabul edilen bir oluşum olduğunu Encyclopaedia Britannica şöyle anlatıyor:

“İnsanlık tarihi için pek kısa olan 400 yıllık bir sürede Amerikalılar, Avustralya, Okyanusya ve Asya’nın kuzey kısmıyla Afrika’nın bir kısmı Avrupalı göçmenler tarafından kolonize edilmiştir. Avrupa haritası da bir sürü göçün ürünüdür. M.S. 900’cü yıla girildiğinde Berlin’de bir Alman, Moskova’da bir Rus, Budapeşte’de bir Macar yoktu; Madrid bir Moore (Arap) yerleşim merkeziydi; Ankara’da yaşayan Türk yoktu ve şimdi İstanbul diye adlandırılan şehirde bulunanların bir kaçı da sadece esir ya da paralı asker idi…”

(Yazı ve Fotoğraflar:Orhan Koloğlu-Süleyman Boyoğlu)

8 Eylül 2024 Pazar

ÇALIŞARAK DİNÇ KALANLAR...

 

    Bir köy ve köy hayatı düşünün! Kadın ve erkekler gelmişler 75’li 80’li yaşlarına ama hâlâ dinçler ve hâlâ çalışıyorlar… 

    Nasıl mı çalışıyorlar? Bir örnek vererek anlatayım; yaşadığım Kızlan’da daha güneş doğmadan, insanlar derin uykudayken Mümtaz amca ve eşi Gülseren teyze, işlerine önce inek sağımıyla başlıyorlar. Sonra ne mi yapıyorlar? İki inekten sağdıkları sütleri değişik şehirlerden gelip Kızlan’a yerleşen komşularına dağıtmaya başlıyorlar.

    Şimdi tamam bu iki insanın işleri bitti, eve gidip kahvaltılarını yapıp yan gelip yatacaklar… Hayır! Sabah kahvaltısı yok. Kahvaltı daha sonra… Daha yapacakları var…

    Sırada yetiştirdikleri bağ ve bahçe işi var.

    Mümtaz amca ile Gülseren teyzenin bir de ektikleri fıstık tarlası var ki şimdiye kadar yediğim en güzel yer fıstıklarını bu tarlada yetiştirerek bizlere sunuyorlar… Hatta bu tarlada en zor iş olan yabani otları temizleme işini de yakınmadan düzenli olarak yapıyorlar.

    Eller paramparça, üst baş kirleniyor, ama hiç umursamıyor bu iki güzel insan…

    Köyün ilk demirci ustalarından olan ve sağım yapılırken huysuzlanıp kaçmaması için ineklerin yularından tutan Mümtaz amcaya soruyorum:

    -Mümtaz amca bu kadar işin altından nasıl kalkıyorsunuz?

    Hiç tereddüt etmeden yanıtlıyor:

    -Paraya ihtiyacımız yok, ikimizde çalışmayı çok seviyoruz. Ben de hanım da çalışmazsak çabuk çökeriz, yaşlanırız.

    Gülseren teyze gülerek lafa karışıyor:

    -Mümtaz amcan bir tek sağım işini beceremiyor!

    Gülseren teyzenin sözlerini bitirmesine fırsat vermeyen Mümtaz amca eşini doğruluyor:

    -Bir keresinde hanım hastalandıydı, inekleri sağayım dedim, memeden bir damla süt çıkaramadım. Komşumuz olan Mesut’u çağırdım, o sağımı yaptı.

    Esprilerle devam eden sohbetimize birlikte sabah yürüyüşüne çıktığımız Can bey de eşlik etti. “Kolay gelsin” diyip biz yürüyüşümüze, Mümtaz amca ile Gülseren teyze ise işlerini yapmaya devam etti.

    Çünkü daha sırada öğleni bulacak diğer işler var, ardından kahvaltı, kahvaltı sonrası da biraz dinlenme. Zira, Kızlan’ın öğlen sıcağı dayanılmaz bir hal alıyor, ancak yaşayan bilir…

(Yazı ve Fotoğraflar:Süleyman Boyoğlu)

16 Şubat 2024 Cuma

DATÇA'DA AKŞAM...






                                               (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

8 Ocak 2024 Pazartesi

DATÇA-BURGAZ ŞARAP İŞLİĞİ...

 

Burgaz Hellenistik Dönem Şarap İşliği, Datça’da “Burgaz Ören Yeri”nin hemen bir kilometre doğusunda, deniz kıyısında bulunmaktadır. Yaklaşık 2 bin 500 metrekarelik bir açık alan üzerine kurulmuş olan Burgaz Şarap İşliği, Hellenistik Dönem boyunca kullanılmış ve Datça Yarımadası’nda bulunan en kompleks işlik olarak bilinir. İşliğin üzüm ezme odaları, presleri, geniş depoları ve kendi rıhtımının bulunması burada endüstriyel bir üretimin gerçekleştiğini göstermektedir. Arkeolojik kazılar, Burgaz Şarap İşliği’nin kullanım sürecinde 47 bin litre ile 50 bin litre arasında üretim kapasitesine sahip olduğunu ortaya koymaktadır.

Şarap İşliği tabela ve tanıtım yazılarına göre, Burgaz Helenistik Dönem Şarap İşliği oldukça büyük boyutlara sahip. İşlik, 42,79 metre uzunluğunda ve 19,63 metre genişliğinde...

Arkeolojik kazılardan elde edilen bulgular, Burgaz Şarap İşliği’nin M.Ö. 3. yüz yıldan itibaren kullanıldığını, ancak M.Ö. 1. yüz yılın ikinci yarısında kullanımının sonlandığını göstermektedir.

Antik çağda şarap, Akdeniz havzasında günlük yaşamın vazgeçilmez bir parçasıydı. Şarap aynı zamanda medeniyetin temel unsurlarından biri olarak da kabul ediliyordu. Thukydides’in  “Peloponnesas Savaşları” adlı eserinde “Akdeniz halkları zeytin ve üzüm yetiştirmeye öğrendikleri zaman barbarlıktan kurtuldu” sözü, Yunanlıların şarapla ilişkisini açıkça ortaya koyar. Bağcılık Anadolu uygarlıklarının tarihinde önemli bir yer tutar. Ege bölgesi, ılıman Akdeniz iklimi ve coğrafi konumu nedeniyle üzüm yetiştiriciliği için son derece uygun koşulları sahiptir.

Yunan toplumunun yaşamında bağcılık ve şarap üretimi, tarımla uğraşan nüfusun yaklaşık yüzde 80’inin etkileyen önemli bir faaliyetti. Artık dünyada zeytinyağı ve şarap üreten bölgeler ile tahıl fazlası üreten bölgeler arasındaki ticaret ekonomisinin temelini oluşturuyordu. Öyle ki, ekonomik ve sosyal yaşamın önemli bir parçası olan şarap, suyun ardından en önemli içecekti.

Antik dünyada şarap farklı şekillerde tüketilirdi. Bazı yoğun şaraplar su ile inceltilerek içilirdi. Yunanlılar, şarap ile su karıştırılmadan içmenin barbarca bir davranış olduğunu düşünürdü.

Bu arada şarabın uzun süre saklanması için deniz suyu eklenirdi. Şarap üretimi, fermantasyon sırasında şarabın buharlaşmasını önlemek için reçine sürülen kaplarda bekletilirdi. Bu nedenle şarapta reçine tadı oluşurdu. Ayrıca mermer tozu şarabın ekşi tadını azaltmak için kullanılırdı. Antik dönemde, su katılmamış şarabın içilmesinin erken ölüme veya deliliğe neden olabileceğine inanılırdı.

Antik dönemde evlerde yapılan şarap, “cinokhoe” adı verilen yonca ağızlı testilerle servis edilirdi. Şarap önce kaba konulur, ardından su eklenir ve tatlandırmak için bal veya deniz suyu eklenirdi. Ayrıca şaraba kireç, mermer tozu ve çeşitli baharatlar eklenerek lezzetlendirilirdi. Şarap içmeden önce tanrılara, özellikle Dianyssos’a bağbozumu bolluğunu temsil eden dualar edilir ve kadehten birkaç damla şarap yere dökülürdü. Şarap bazen kahvaltılarda tüketilir ve hatta şarapla ıslatılmış ekmek yenirdi. Çocuklar için oldukça seyreltilmiş ve bal ile karıştırılmış şaraplar, besleyici içerikleri nedeniyle verilirdi.

Hippokratesi’in tedavi yöntemlerinden biri olan şarap, kekik, adaçayı veya diğer baharatlar eklenerek tıp alanında da kullanılırdı.. Örneğin Arkadia'da üretilen şarabın erkekleri sersemlettiği kadınların doğurganlığını artırdığı antik kaynaklarda yer alır. Şarabın tedavide yoğun kullanımı nedeniyle hekimlere “şarap verenler” denilmiştir.

(Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

10 Aralık 2023 Pazar

ERZİNCAN-CİMİN ÜZÜMÜ...

 


                                          (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

4 Aralık 2023 Pazartesi

BİR BÜYÜĞÜMÜZÜN ARDINDAN...

 

                                             (Ateş Nesin (solda), Mustafa Geniş)

Her yıl, eskilerin söylemiyle “Zemheri” ayı yaklaştıkça tüm bedenimi bir korku bürür; “Bu yıl ölüm sırası hangi büyüğümüzde” diye… 

Ne yazık ki son yıllarda anne ve öteki yakınların kaybından sonra dün (3 Aralık 2023 Pazar günü) de İstanbul’dan son büyüğümüz Mustafa dayımın ölüm haberini aldım.

Şimdi size akrabalar arasında “ilklere” imza atan Mustafa dayımı kısaca anlatayım; daha uzununu yazmakta olduğum kitapta anlatacağım.

Dayım, 40’lı yılların sonlarına doğru, askerlik öncesi İstanbul’a ayak basıyor. Babası, yani dedem Adil’in ardından İstanbul’a geliyor. O da dedelerim ve akrabalarım gibi askeri fırınlarda çalışmaya başlıyor. Tophane Askeri Fırını’nda çalışan akrabaları ve hemşerileriyle Beyoğlu-Taksim, Eminönü ve Topkapı bölgesini gezip tozuyor.

Sadece gezip tozmakla kalmıyor, Kasımpaşa Güreş Kulübü’nde güreş de yapıyor. Avrupa’ya giden orada başarılı dereceler elde eden arkadaşları Yaşar Doğu ve Celal Atik gibi olabileceği söylenen güreş sevdalısı dayım, şimdilerde adına tüberküloz dediğimiz verem hastalığına yakalanıyor.

İstanbul’da bekâr hayatı yaşadığı için yeme içme konusunda sıkıntı yaşıyor. Doktorların tavsiyesi ile memleketi olan Erzincan’a geri dönmek zorunda kalıyor.

Fakat, köyünde fazla kalamıyor. Kendisini biraz toparladıktan sonra tekrar İstanbul’a geliyor. Eski çalıştığı Tophane Askeri Fırını’na geri dönüyor. Usta olarak çalışan bir hemşerisinin vasıtasıyla Aziz Nesin’in kayınvalidesi ile tanışıyor. Böyle bir tanışmanın sonrası Aziz Nesin’in “Marko Paşa”, “Malum Paşa” dergilerinin tiryakisi oluyor.

Beyoğlu-Boğazlıyan’da bir evde yaşayan Aziz Nesin’in ailesine kendisini sevdiriyor; güvenlerini kazanıyor. Kızları Oya ile Ateş’i gezdirme, sinemaya götürme görevi veriliyor.

Aziz Nesin’in ilk eşi Vedia Hanım çok güzel bir kadındır. Bir gün tramvayda bir ayakkabıcının tacizine uğrar. O zaman bu olay günlerce konuşulur.


                          ATEŞ NESİN’LE TANIŞMA

Yıllar sonra Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nde (TGC) görev yaparken, bir kokteylde Ateş Nesin’le tanıştım. Aslında Ateş Nesin de ben de TGC’nin yayın organı “Bizim Gazete”de haftada bir köşe yazısı yazıyorduk. Ben medyada olup bitenleri yazıyordum, Ateş Nesin “Zoka” başlığı altında taşlama yazıları yazıyordu, ama yakından tanışmıyorduk.

Ateş Nesin, aynı zamanda bir turizm firmasında İtalyanca bildiği için (İtalyan lisesinde okumuş, yüksek öğrenimini de İtalya’da yapmış) turistlere rehberlik yapıyordu. Hemen hemen her hafta köşe yazılarının çıktığı gazeteyi almak için TGC’ye geliyor, mutlaka bana da uğruyordu. Gelemediği zamanlar ise gazetesini ayırıyordum…

Ateş Nesin’e, 1980 Askeri darbe öncesi babasının Esenler-Çiftehavuzlar Mahallesi’nde muhtar olan dayımın yanına geldiğini, mahalledeki iki arsasını dayımın kızlarına sattığını anlattım. Ateş Nesin, çocukken kendisini ve ablasını gezmeye götüren dayım Mustafa’yı tanımak istediğini söyledi. Olur dedim ve dayım ile Ateş Nesin’i 1 Ocak 2008 tarihinde Şişli Camii’nin karşısındaki bir kafede bir araya getirdim.

Dayım bana anlattıklarının daha fazlasını Ateş Nesin’e anlattı. Hatta Kasımpaşa Güreş Kulübü’nde güreş sporu yaparken çektirdiği siyah-beyaz fotoğrafını da gösterdi. Dayım Aziz demezdi, Erzincan yöresi şivesinden olsa gerek Aziz’e “Eziz” derdi:

“Eziz Nesin’in ilk kaynanası Kemah Çimişkedek köyünden Melehat hanımdı. Melehat hanım yakın köylümüz Manklı Mustafa Bahçecik ile evliydi. Ya da birlikte yaşıyordu. Ben de Mustafa usta da Tophane’deki Levazım Amirliği’nin ekmek fırınında çalışıyorduk. Vedia hanımın kardeşi Azmi bey, Vedia hanım, sen ve ablan Oya, Boğazkesen Çiçek sokakta ahşap bir binanın ikinci katında Melahat hanımın kiraladığı bu evde oturuyordunuz. Vedia hanım dünya güzeli bir kadındı. Görülmemiş bir güzelliği vardı.

Eziz Nesin üsteğmenken askerlikten ayrıldı. Ayrılmasaydı yüzbaşı olacaktı. Askerlikten ayrıldıktan sonra Marko Paşa gazetesini çıkarıyordu. Ben hep Marko Paşa okuyordum. Niye okuyordum? Çünkü siyasete çok dokunduruyordu. Bir gün Vedia hanıma Eziz beyin ne zaman geleceğini sordum. Daha resmen ayrılmamışlardı. Ama Eziz beyin babası dindar bir insanmış, oğlunun Vedia hanımla görüşmesini istemiyormuş. Çünkü Vedia hanım başı açık ve kısa kollu giysiler giyerdi.

Bir gün Vedia hanıma ısrar ettim, yalvardım; ‘Ne olursun bir gün beni Eziz Bey’le tanıştır, yazılarını çok beğeniyorum, geldiğinde bana göster’ dedim.

‘Tamam’ dedi annen. Babanın geleceği gün ben sokakta oyalandım. Eziz bey geldi, kapıdan içeri girdi. Sonra da ben yeni gelmiş gibi içeri girdim. Beni Eziz beyle tanıştırdı. Eziz beye yazılarını çok beğendiğimi, devamlı okuduğumu söyledim. O arada annen de kendisine getirdiğim gazeteleri getirip gösterdi. Annen; ‘Ben de senin yazılarını Mustafa’nın getirdiği dergiden okuyorum’ dedi.

Böyle diyince Eziz Nesin beni gözlerimden öptü, teşekkür etti; “Herkes bu gazeteyi senin gibi okusa beni kimse tutamaz’ dedi.”

Dayım, o gün Melahat Hanım ve kızı Vedia hanımın Ateş ve Oya’yı gezdirmesi konusunda Aziz Nesin’in bir diyeceğinin olup olmadığını sormaları üzerine bir sakıncası olmadığını söylediğini, o izinden sonra iki kardeşi parka ve sinemaya götürdüğünü, hatta ilk gidişlerinde Melahat hanım ile Vedia hanımın da kendilerine eşlik ettiğini anlattı.

Dayım Mustafa bu görüşmelerinin yapıldığı yılın 1949 yılı olması gerektiğini, zira Cumhurbaşkanı olarak İsmet İnönü’nün başta olduğunu söyledi. Dayım, Aziz Nesin’e, “Neden Vedia hanım burada kalıyor” diye sorduğunu da dile getirdiğini, Nesin’in; “Babam istemiyor. Vedia’dan ayrıldığımı biliyor. Benim buraya geldiğimi bilse bana da kızar. Ondan gizli geliyorum” diyor.


                                           DAYI GÜREŞ KULÜBÜNDE

Dayım Mustafa, bana daha önce anlattığı gibi Ateş Nesin’e de Kasımpaşa Güreş Kulübü’nde hastalanarak nasıl ayrıldığını anlattı:

“Ben hasta oldum. Akciğerlerimden rahatsızlandım. İçkiden akciğerimde siyah bir nokta bulundu. Dr. Mehmet Dedeoğlu; ‘Fransa’ya gidemezsin’ dedi ve ben gidemedim. Kasımpaşa Spor Kulübü’nden ayrıldım. Hastalanmasaydım Fransa’da düzenlenen olimpiyatlara gidecektim. Yaşar Doğu, Tekirdağlı Hüseyin, Celal Atik vardı. Tekirdağlı Hüseyin, Yaşar Doğu, Ali Yücel, grekoromende dünya şampiyonu olmuşlardı. Bana çok değer veriyorlardı. Yaşar Doğu, beni gördüğü zaman gözlerimden öperdi; ‘Bunu fazla hırpalamayın, vücudu narin. Benim yerimi tutacaksın, inşallah gözüm görecek’ derdi.”

Babamın ve köylümüz Raşit’in de haftada bir 15 günde bir Kasımpaşa Güreş Kulübü’ne kendisini izlemeye gittiklerini de vurgulayan dayım, sonra çok kötü bir vaziyette 1950 senesinin Mart ayında Erzincan’a köyüne gittiğini anlattı:

“Refahiye’deki köyümde bir buçuk sene kaldım. Sonra asker oldum Hadımköy’e geldim. Askerdeyken Melahat Abla’nın Boğazkesen’de oturduğu eve ziyaretine gideyim dedim. Evin kapısına vardım kapı kilitliydi. Yeni evini öğrendim yine Boğazkesen’de ikinci katta bir evde oturuyordu. Ziline bastım, cevap veren olmadı. Orada komşularından birisi; ‘şimdi gelir’ dedi. Komşusuna; ‘Oğlun Mustafa Geniş geldi dersin’ dedim. Askerlik sonrası Melehat Hanıma bir daha uğradım yine göremedim.

Manklı hemşerimiz olan kocası Mustafa Bahçeci sonra köye gitti köyde öldü. Deden Dursun da Tophane’deki Askeri Fırın’da çalışıyordu. Bana çok kızıyordu; ‘Mustafa Bahçeci senin paralarını yiyor’ diyordu. Mustafa Bahçeci çok güzel uzun hava türkü söylerdi. O söylediği zaman ben ağlardım. Kendisiyle çok muhabbet ederdik.”

Dayım, Askeri Fırın’ın ustabaşısı Kemal’in de Kemah’ın Ihtik köyünden olduğunu, dedem Dursun’u çok sevdiğini, dedemin kendisine “Beybaba” diye hitap ettiğini bana dönerek söyledi:

“Ustabaşı Kemal ben işe geç gitsem bile deden hatırı için bana ses çıkarmazdı. O zaman hepimiz fırında yatıp kalkıyorduk.”

           

                       VEDİA HANIMIN GÜZELLİĞİ

Dayım Mustafa, Vedia Hanım’ın güzelliğini ve o güzelliğinin başına neler getirdiğini de şöyle anlattı:

“Vedia hanım Beşiktaş’ta tramvaya biniyor. Yanına Karaköy’de ayakkabıcılık yapan birisi oturuyor. Ayakkabıcı tramvayda Vedia hanıma sarkıntılık yapıyor. Burnundan ısırıyor. Vedia hanım şikâyetçi oluyor. Mahkeme başkanı hâkim, sanığı azarlıyor; ‘Niye böyle bir şey yaptın’ diye… Sanık, hâkime diyor ki; ‘Hâkim bey sizde bu kadına dikkatli bakın. Çok güzeldi dayanamadım, sarkıntılığı yaptım’ diyince hâkim adamı bir güzel azarlıyor, adamı hapse atıyor.”

Dayım, Aziz Nesin’in 1980 öncesi Güngören’e bağlı olan daha sonra Esenler’e bağlanan Çiftehavuzlar Mahallesi’ndeki iki arsasını almak için çok uğraştığını da şöyle anlattı:

“Davutpaşa Askeri Fırın’da uzun yıllar ustabaşı olarak çalıştıktan sonra emekli oldum. Muhtarlık seçimlerine girdim, mahalleye muhtar oldum.

Bir gün sabah baktım bir araba benim muhtarlık binasının önünde durdu. Bir emekli albay ile Eziz bey beraber geldiler. Bana; ‘Bu iki arsa benim. Belediye arsamdan nasıl yol vurabilir. Hem de tapulu arsalarımın içinden… Eziz bey beni tanımadı. Ben tanıdım ama sesimi çıkarmadım. Sonra; ‘Haberim yok’ dedim. ‘O zaman sen bizimle beraber belediyeye geleceksin’ dedi. Hay hay gidelim dedim.”

Hep birlikte belediyeye giderler. Belediyeden içeri girer girmez çalışanlar Aziz Nesin’in etrafını sararlar. Mustafa dayım da avukatın odasına geçer. Avukat; ‘Mustafa abi Aziz Nesin gelmiş, onu görelim’ der. Mustafa dayım; ‘Onu ben getirdim’ diyip beraber Aziz Nesin’in olduğu belediye salonuna geçerler. Dayıma; ‘Allah senden razı olsun, Aziz beyi nereden buldun getirdin’ diyorlar.

                 AZİZ NESİN'NDEN ARSA ALMA

O ana kadar Mustafa dayım kendisini tanıtmıyor, tanıtmamasının nedeni de o iki arsanın arasına yolu kendisi açtırmış… O yüzden kendisinin yolu açtırdığını söylemiyor. Aziz Nesin, belediyeyi mahkemeye vereceğini falan söylüyor. O zamanki Güngören Belediye Başkanı Baki Durmuş, “Hocam beni niçin mahkemeye veriyorsunuz. Yolu senin arsaların arasında vuran seni getiren, yanında oturan adam, muhtar.. Hep sizden bahsediyordu” demez mi?   

Aziz Nesin, döner yanında oturan Mustafa dayıyı süzmeye başlar:

-Muhtar, niye muhtarlıktayken söylemedin, der.

Dayım hemen kendisini tanıtır:

-Ben seni Tophane’den tanıyorum. Subayken, gazeteciyken tanıyorum. Adım Mustafa Geniş…

Aziz Nesin elini uzatır, Mustafa dayı uzatılan eli öper. Melahat hanımdan, Vedia hanımdan, kızı Oya, oğlu Ateş’ten, Marko Paşa’dan, Malum Paşa’dan bahseder. Dayım bunları söyleyince Aziz Nesin sakinleşir:

- O arsaları satacağım. Çatalca’da vakıf kurdum, diye söyler.

Dayım da:

-O zaman o arsaları bana sat, ben alayım, der.

Aziz Nesin:

-Tamam vereyim. Avukatımla görüş. Ben mahkemeye gitmekten vazgeçtim. Çatalca’ya gelin. Yola da karışmıyorum, diyip belediyeden ayrılırlar…

Dayım küçük kızı Sehel’i de yanına alarak Çatalca’nın yolunu tutar. Fiyat konusunda anlaşırlar. Çatalca’daki yetim çocuklar için alınan Vakıf arazisinde arı kovanlarını görür. Mustafa dayı bakımından anladığı için arılarla ilgili bilgiler verir.

Aziz Nesin, Vakfı yetim çocuklar için yaptığını, arsalardan aldığı parayı da bu vakfa harcayacağını söyler. Dayım o gidişinde Vakıf’ta 22 çocuğun bulunduğunu, Vakıfta başka misafirlerin de olduğunu, kızı Sehel’le yemek yediklerini, büyük kütüphanesini gezdiklerini, sonra da kapıya kadar uğurladığını anlattı.

Aziz Nesin, Çiftehavuzlar Mahallesi’ndeki arsaların değerini öğrenmeleri için orada bulanan iki kadına görev verir. Onlar da daha sonra arsaların değerini öğrenirler. Mustafa dayıyı Laleli’deki avukata yönlendirirler ve arsalar alınır. Arsanın birisi büyük kızı Gülbeyaz’a, birisi de küçük kızı Sehel’e…

Dayım, memlekette ve İstanbul’da kendi çapında ilklere imza atan bir adamdı. Refahiye’de Sarıkoç Köyü İlkokulu’nun köye yapılmasında öncülük etti. İstanbul’da hemşerileri arasında Sağmalcılar’da ilk bakkal dükkânını açtı, ilk “hatlı minibüsü” aldı, kahve ocakları, oturak kahvesi işletti. Davutpaşa Askeri Fırını’nda ustabaşı olarak görev yaparken, köylerinde zor geçinen 72 hemşerisinin işe alınmasını sağladı. 12 Eylül askeri darbesinin en ağır günlerini yaşadı. Bir oğlu hapse atıldı, bir oğlu da İsviçre’de “sol içi şiddete” kurban gitti. Eşinin ardından büyük kızını kaybetti. Yalnız yaşayan dayım 95 yaşında bu dünyadan göçüp gitti.

Bakalım hain zemheri daha kaç kişiyi aramızda alacak…

  (Yazı ve Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

2 Kasım 2023 Perşembe

İDA DAĞI'NIN BAĞRINDAKİ TAHTACI KÖYÜ...

      Ege bölgesinde, özellikle Kaz Dağları’nın (İda Dağı) içlerinde görülmeye değer çok köyler var. Bu köylerden bir tanesi Edremit-Mehmetalan Köyü…

      Mehmetalan Köyü’ne, Zeytinliköyü’nü otomobille bir kilometre kadar geçtikten sonra varılıyor. Zeytinliköyü’nden sol istikamet takip edilirse Hasanboğuldu’ya, sağ istikamet takip edilirse Mehmetalan Köyü’ne gidiliyor.

      Köyün girişinde yolun üstünde hemen solda Saltıksoy Zeytinyağı imalathanesi sizi karşılıyor. Burasını karı-koca işletiyor.

      Emir Saltıksoy, kaliteli zeytin ve zeytinyağını nasıl elde ettiklerini cüssesinden beklenmeyen alçak ve yumuşak bir ses tonuyla anlatırken, eşinin İda Dağı’nın zirvesinde topladığı ve kaynattığı bitki çayından güler yüzle ikramda bulunması misafirperverliklerinin bir göstergesi oluyor.

      Sonra köyün içine doğru yürüyüşe geçtiğinizde, bu kez sizi sağ kolda bir zamanlar öğrencilerin cıvıl cıvıl sesler çıkardığı, şimdi eğitim ve öğretim vermeyen köyün ilkokulu dikkatinizi çekiyor. Biraz daha ilerledikten sonra bir çeşmenin yanında tezgâhlarını kurup satış yapan köylü kadınlarla karşılaşırsanız, oturun muhabbet edin. Çeşmenin taşında yazan “Bu çeşmenin su içecek tası yok, kırma insan kalbini yapacak ustası yok” sözlerini de mutlaka okuyun… Yanınızda pet ya da bir su bidonunuz varsa, içimine doyulmayan suyundan için ve doldurun.  

      Yolunuza yokuş yukarı devam ederseniz, yolun nasıl bittiğini anlayamaz, ormanın içinde kendinizi bulursunuz. Eski evlerin fotoğrafını çekerken, zincire bağlı iri bir köpeğin hamlesinden ise korkmayınız; ama ben çok korktum…

      Dönüş yolunda Salman ve Hasan Altıntaş kardeşlerin kapı önlerinde sandalyelerine oturmuş sohbetine mutlaka iştirak edin. İki kardeşin anlattıkları dinlemeye değer:

      “Biz Tahtacı Alevisiyiz… Atalarımız Orta Asya’dan gelmişler, ama hangi tarihte geldiklerini tam olarak bilmiyoruz. Ancak şöyle; Fatih Sultan Mehmet zamanında Güneydoğu’ya, oradan da Antalya, Aydın tarafına geliyorlar. Sonra gele gele buraya gelmişler yerleşmişler.

      Fatih Sultan Mehmet bu dağlarda bizim dedelerimize kereste yaptırmış, gemilerle İstanbul’a sevk ettirmiş. 

      1946 yılına kadar hayvancılık ve orman işiyle uğraşmış büyüklerimiz. 1946 yılında burada büyük bir yangın çıkmış. Dedemiz Salman yanmış. O yıl ben doğmuşum. Dedem yangında ölünce onun adını bana koymuşlar.

      Orman yanınca atalarımız iki üç dönüm yer açmışlar kendilerine ve zeytin ağaçları dikmişler. Bu tarihten sonra da zeytin ve zeytinyağı işiyle uğraşmışlar.”

      Salman Altıntaş, eskiden büyüklerin el bıçkısıyla (hızar) kereste biçtiklerini anımsadığını da anlatarak; “Bir erkek yukarıda, iki kadın hızarın altında olurdu. Öyle tahta ve kereste biçerlerdi” diyor.

      Bu arada, Salman Altıntaş yaşadıklarını ve gördüklerini anlatırken, dağdan aşağı gelen ve sırtlarına yükledikleri çalı çırpı ile yanımızdan geçen üç kadının fotoğrafını çekmek için yerimden fırladım. Birkaç kare fotoğraflarını çektim. Bir tanesinin sırtındaki yüke aldırış etmeden cep telefonuyla konuşması ise dikkatimden kaçmadı. Demek ki aradan 80 değil, 180 yıl da geçse kadının çilesi bitmiyor…

      Salman Altıntaş, uzun yıllar kamyon şoförlüğü yaptığını ve beş tane kamyon alıp sattığını da övünerek anlatıyor:

      “Doğu’da Malatya, Elazığ ve Tunceli’ye kadar gittim. Erzincan’a geçmedim Tunceli’den geri döndüm. Karadeniz’de Giresun’a kadar gittim. Akdeniz’de Antalya’ya kadar gittim. Yani anlayacağın Türkiye’nin dörtte üçüne gittim. 1997 yılında emekli oldum. Emekli olalı 25 yıl oldu. Bu köy 170 hane, bu 170 hanenin 150’si şimdi emekli…”

       Altıntaş, Edremit Belediye Başkanı Selman Hasan Arslan’ın köylüleri olduğuna da vurgu yapıyor ve köye yaptığı yardımları anlatıyor. Köylerinin etrafının “Milli Park” ilan edilmesinden dolayı hayvancılığın bittiğini, yoğurt ve sütü artık parayla dışarıdan aldıklarını söylüyor. Köylerinde satılık ev ve arsa olmadığını da kaydeden Salman Altıntaş, satılık olanların sadece büyük dönüm zeytinlik alanları olduğunu söylüyor.

       Salman Altıntaş, köyde yabancıya ev satılmadığını, ancak köyden iki komşu kızlarının Mardin’li iki gençle evlilik yaparak gelip yerleştiklerini de sözlerine ekliyor.

       En sona Pınarbaşı’nı aratmayan (bana göre daha da harika olan) doğal güzelliğe sahip piknik yerine merdivenlerden inip-çıkıp, köprü üzerinden mezarlık istikametine uzunca ve keyifli bir yürüyüşten sonra gezimizi noktalıyoruz…

(Yazı ve Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)