30 Aralık 2011 Cuma

BİR KÖY OKULU HİKÂYESİ...


(Bu fotoğrafı bugüne kadar saklayan Elif Abla'ya, binbir emekle yırtık parçalarını bir araya getiren fotoğrafçı Emre ve eşi Mine'ye teşekkür ediyorum. S.Boyoğlu)

            Tam yarım asır önce Anadolu’nun bir köyünde okul çağı gelmiş yoksul bir çocuktum. Köyümüz ilkokulu bile olmayan bir orman köyüydü. Doktor ve sağlık ocağı nedir bilmezdik. Çocuklar ve büyükler hastalandığında köyün resmi olmayan hocası olan dedemin babasına götürülürdü. Büyük dede okur-üflerdi… Hastalık geçerse geçer, geçmezse insanlar öbür dünya ile tanışırdı…
            Hiç unutmuyorum, bir gece kulağımda şiddetli bir ağrı oldu. Ağrıya büyük dedemin okuması da fayda etmedi. Ağrı şiddetini giderek artırıyordu. Annemin aklına köylülerin sıkça başvurduğu ağrıyan kulağa süt akıtmak geldi. Ama akıtılacak süt inek ya da koyun sütü değil de bebek emziren bir annenin sütü olması gerekiyordu. Annem, köyümüz kadınlarının o sıralar emzirdikleri bir bebeği olmadığı için gecenin bir karanlığında anneannemlerin köyüne götürdü. Orada yeni doğum yapan genç bir kadının memesinden akan sütle ağrıyan kulağımın içi dolduruldu. Psikolojik midir, yoksa bir köyden bir köye gitmenin, orada yaşıtım olan akraba çocuklarıyla oynamanın mutluluğundan mıdır, şimdi tam hatırlamıyorum, bir müddet sonra kulak ağrımın geçtiğini fark etmiştim.
            Yine bir kez de ağrıyan dişimi askerlikte “sıhhiye”ci olan küçük dayım, iri kerpeteni ile çekmişti. Hele 1959’da yapılan sünnetimi ise dün gibi anımsıyorum. Ağabeyim, ben ve kardeşimin sünneti bir amca düğünü esnasında gerçekleşti. Bir tasta birkaç tane “boyalı şeker” ağzımıza tıkılırken, bir taraftan da kirve kucağında pipimiz kesildi. Kanayan pipilerimize pudra yerine meşe odunu külü serpiştirilerek kanama durdurulmaya çalışıldı. 
            Doktorun, sağlık görevlilerinin olmadığı bir köyde bu tür uygulamalar, hayatın bir gerçeğiydi. Kimse yadırgamıyordu. Ölümcül hastaların bile okunup-üflenmeyle iyileşeceğine inanılıyordu. 
             1960 yılına gelindiğinde köyde bir heyecan yaşandı.  “Halk Partili” olan köylülerimizin  “Demirkırat”a geçmeleri halinde köyümüzün mezrası Düztarla’ya okul yapılacağı söylentisi dalga dalga yayıldı. Verilen sözün tutulacağına, okulun yapılacağına inanan köylülerden bazıları “Demirkırat” partisine geçtiler. 
            Ama sevinçleri fazla uzun sürmedi, ihtilal oldu. Demokrat Parti iktidardan uzaklaştırıldı. Yöneticileri tutuklandı, bazıları idam cezasına çarptırıldı. Bizim köyden de bu partiye okul hatırı için istemeyerek de olsa destek verenler hakkında takibat gecikmedi. Sorguculara “Halk Partili” olduklarını, okul için “Demirkırat”a kayıt olduklarını güç bela izah ettiler.  
            Neyse ki “Devlette devamlılık” anlayışından olsa gerek verilen okul sözü hayata geçirildi. Harfleri tanıyan, az da olsa okuyabilen ve yaşları büyük çocuklar ikinci sınıftan başlatıldı.
      
           İLK ÖĞRETMENİMİZ “ASKER ÖĞRETMEN”Dİ

           Yıllarca okula hasret, okumaya aç bu köyümüzün ilk öğretmeni “asker öğretmen” Özkan Kaya oldu. Özkan Öğretmen, yeni okul inşaatı bitinceye kadar bir yıl köy muhtarı olan “Küçük Paşa”nın evinin alt katındaki ahırdan bozma tek gözlü odada öğrencilerini okuttu. Yaşım tutmadığı halde beni de kabul etti. Bir eğitim-öğretim yılı boyunca kayıtsız okudum. Askerlik görevi biten Özkan Öğretmen’den sonra Şükrü Kement okula öğretmen olarak atandı. Şükrü Öğretmen atandığında benim de artık yaşım tutuyordu. Yeni okulumuzun inşaatı da bitmişti. Birinci sınıfa yeni okulda başladım.
                
Yeni okulun lojmanı da vardı. Şükrü Kement, okul lojmanında eşi ve çocuklarıyla kalıyordu. Köylük yerde lojman lüks bir evdi. Tuvaleti, mutfağı lojmanın içindeydi. Bütün öğrenciler bu eve imrenirdik.
            Şükrü Öğretmen’in biri kız üç çocuğu vardı. Oğlu Doğan dördüncü sınıf, Sönmez birinci sınıf öğrencisiydi. Kızı Yurdagül’ün henüz okul çağı değildi. Şükrü Öğretmen’in karısının kara kara hindileri de vardı. Tavuktan başka kümes hayvanı tanımayan biz köy çocukları ilk defa hindi ile tanışıyorduk. “Kabaramazsın kel Fatma annen güzel sen çirkin” diye hindileri kızdırıyor, tüylerini kabartmalarını sağlıyorduk. Hindilerin tepki olarak “gulu gulu” diye ses çıkarmalarına ise şaşırıp kalıyorduk. 
               
               ŞÜKRÜ ÖĞRETMEN’LE OYUN…
           
            Köyümüze yakın bir köyden olan Şükrü Öğretmen, çok disiplinli bir eğitimciydi. Dersini çalışmayan-yapmayan öğrencileri acımasızca döverdi. Kendi çocukları da olsa affetmiyordu. Aynı muameleyi onlara da uyguluyordu. Yalnız iyi bir huyu vardı; derste katı ve acımasız olan bu öğretmenimiz teneffüste ve ders saatleri dışında bizden büyük öğrencileriyle bir arkadaş gibi olurdu. Onlarla köylülerin eğlencesi olan tekme atmaca oyunu “emen”i keyifle oynar, çocukların sert tekmelerine hiç sesini çıkarmazdı. 
            Her yer çocuklar için piknik yeri olmasına rağmen Şükrü Öğretmen şarkılar-türküler eşliğinde sınıf mevcudu 70’i bulan bizleri pikniğe de keşfedilmemiş büyük mağaralara da götürürdü. Açık havada sınıf dışına çıkarıp resim çizdirirdi. Müzik derslerinde sıra türküsü söyletirdi. Dayağı olmasa çok iyi bir öğretmendi Şükrü Öğretmen…
            Kement de Özkan Kaya gibi bir yıl eğitim verdikten sonra başka bir ile tayin edildi. Onun yerine yine bizim ilçeden Turan İhtiyar atandı. Turan Öğretmen çocukları dövmezdi. Bu açıdan iyi bir eğitimciydi, ama eğitim öğretim konusunda Şükrü Öğretmen’in disiplini yoktu… 

            SÜT YERİNE SÜT TOZU İÇTİK

            Uzaktan gelen çocuklar yarım saat kadar süren öğlen arasında evlerinden getirdikleri azıkları okul içinde ya da okul duvarlarının dibinde yerlerdi. Soğuk havalarda sınıfın orta yerinde yakılan sobanın üzerinde köylülerin beslediği inek ya da koyun-keçi sütünden değil de “Amerikan yardımı”  olarak gönderilen süt tozundan kaynatırdık. 
            Okul arkadaşlarımızın büyük çoğunluğu komşu köylerden ve mezralardan geliyordu. Okul tam gündü… Uzaktan gelenlerin sabahtan okula varmaları çok meşakkatli oluyordu. Ha keza akşamları dönüşleri de… Okulun bulunduğu köyden olanlar ise çok şanslıydı. Sabah akşam okula gidip gelmeleri hiç zor değildi.
            Hafta başlarında yapılan temizlik kontrolü ise bütün öğrencileri titretiyordu. Ya  başımızdan bir bit ya da sirke çıkarsa ne yaparız diye çok korkuyorduk. Kendinden şüphe duyan bazı fakir kız öğrencilerin hali ise içler acısıydı. Pazartesi günleri ne olur ne olmaz diye saçlarını gazyağı ile tarayarak gelenler bile oluyordu.
           Birden beşe kadar bütün sınıfların bir arada eğitim-öğretim gördüğü okulda gazyağı kokusu burnumuzun direğini kırıyordu. Temizlik kontrolü önce tırnak muayenesi ile başlardı. Tırnak makasının ne olduğunu bilmiyorduk. Bıçakla eğri büğrü kestiğimiz tırnaklarımız parmaklarımıza hiç yakışmazdı. Ardından önlüğün altına giydiğimiz köyneklerimizden "pire boku" araması yapılırdı ki bu korkunç bir manzara yaratırdı. Bu durum titreme nöbetine tutulmamıza sebep olurdu. Bu kontrolleri öğretmen ya kendisi ya da temizliğine güvendiği bir öğrenciye yaptırırdı.    

          ÜÇÜNCÜ SINIFTA OKURKEN ASKERE ALINDI
        
           Amadun köyünden bir buçuk saatte gelip, bir buçuk saatte geri dönen çocuklara “Kar makinesi” adını taktıkları Kemal Abi ile “Kar makinesi”nden bir yaş küçük Cevat Abi öncülük ederdi. Nüfus kâğıdında 13 yaşında gözüken Kemal Abi okula başladığında yaşı 17, Cevat Abi’nin ise 16 idi. Kemal Abi, bütün sınıfların bir arada eğitim gördüğü 70 mevcutlu okulumuzun aynı zamanda sınıf başkanıydı. Öğretmenin gelmediği günler öğretmenin görevini o üstlenirdi. Odunlu köyünden gelen çocuklara karlı günlerde öncülük eden, onlara karları yararak iz yapan ise Süleyman Abi idi. Harfleri tanıdığı, toplama-çıkarmadan biraz anladığı için Süleyman Abi de ahırdan bozma okulda ikinci sınıftan başlatılmıştı. Ancak üçüncü sınıfta okurken yirmi yaşına giren Süleyman Abi askere alındı; okulu bırakmak zorunda kaldı.
                                                    Ayten hastanede yakınlarıyla
          TİFO İKİ ARKADAŞIMIZI ARAMIZDAN ALDI

           Düztarla’ya yürüyerek bir saat mesafedeki Esirkağ (Doğandere) köyünden de iki çocuk geliyordu. Adları Şevki ile Salih’di. Birer tazı gibiydiler. Bir saatlik yolu yarım saat kırk dakikada alıyorlardı. Pusans köyünde üç sene eğitmen Ahmet Sağırlı'da okuyan Barbaros ve Zeki ise çok zaman köylerine dönmüyor, okulun bulunduğu Düztarla’da ya da Bahasor’da akrabalarında kalıyorlardı. Adı gibi zeki ve efendi bir öğrenci olan Zeki, kaldığı akrabalarının evinde bir kış tifoya yakalandı. Zeki hasta yatağında, "İçim yanıyor bana soğuk su verin, kar getirin" dedikçe, üzerine bir kaç yorgan daha atıldı. Yanan ciğerleri daha da kavruldu, pisi pisine ölüme gönderildi. Hepimizi derin üzüntüye boğdu. Zeki’nin ardından Düztarla köyünden beşinci sınıfta okuyan sevimli Ayten de aynı hastalığa yakalandı, o da kurtarılamadı...
           Gelbas ve Bahasor’dan okumak için gelenler de sabah akşam Amadun ve Odunlu ve Esirkağ’dan gelen çocuklar gibi toplu halde okula gidip geliyorlardı. Bahasor’dan gelen öğrencilerden biri de bendim. Kar, yağmur-çamur beni korkutmuyordu, ama vahşi hayvanlar çok korkutuyordu. Gece rüyalarıma giriyordu.  
            Refahiye-Sarıkoç Köyü İlkokulu’nun bu cefakâr, fedakâr çocuklardan bazıları daha okuldayken nişanlandı-evlendi. Bazıları ailesiyle büyük şehirlere göçtü. Ben de ikinci sınıftan sonra annem ve iki kardeşimle (Ağabeyim ve bir kardeşim bizden önce gitmişti) İstanbul’a göçtüm. Şehre göçemeyenler ise köyün bütün çilesini-kahrını omuzlarında taşıdı.  
            Yukarıdaki yarım asırlık siyah-beyaz fotoğrafta aralarında benim de bulunduğum saf ve temiz köylü çocuklarından çoğunun doğru dürüst üstü başı, hatta siyah bir önlüğü bile yoktu. Ama 1963-64 eğitim-öğretim yılında okulumuzun önünde öğretmenimiz Turan İhtiyar’la fotoğrafımızı kimin çektiğini şimdi anımsayamadığımız kişiye işte böyle poz vermiştik…
            (Süleyman Boyoğlu)     

1 yorum:

  1. Kamil DEMİR

    Giriş güzel, yorum güzel, içeriğini oynanan oyunlarla, bayramlara yapılan hazırlık çalışmalarıyla, çocuklar arasında yapılan kavgalar ve konuşmalarla zenginleştirirsen daha canlı olacak diye düşünüyorum. planlamanız çok güzel.

    YanıtlaSil