Birincisi penisilin:
İlkokul öğrencisiyim. 1949-50 olabilir. 8-10 yaşlarındayım. Olayın geçtiği yer benim doğup büyüdüğüm Antakya. Şehirde bir söylenti, bir haber dolaşmaya başladı: ‘Ekrem Bey’e verem ilacı gelmiş, hem de uçakla buzlar içinde hamal tarafından taşınmış…’
Ekrem Bey şehrin sevilen gençlerinden biriydi. Verem olduğu için askeriyeden emekli edilmişti. Peki neymiş bu hamalın sırtında taşınan? Bir iğneymiş. Bu iğne yapılınca veremlinin akciğerindeki yara kuruyacakmış. Dilden dile dolaşan haber buydu…
İlaç gelmiş, hastaya enjekte edilmişti, ama Ekrem Bey kurtarılamamıştı. Yıllar sonra bu ayrıntıları çözdüm. Durum sanırım şuydu; büyük bir ihtimalle Ekrem Bey’e Genelkurmay’daki arkadaşları bir yerden buldukları penisilini yolluyorlar. Penisilin İskenderun’a topçu uçağı ile geliyor. Buz ve hamal niye peki? İlk dönemde özellikle penisilin soğuk zincirde yani buzdolabında saklanıyor. Ve iki parça (tüp) penisilin... Birinde mayi (ilaçlı bir sıvı), bu tüp kırılıp enjeksiyona çekildikten sonra başka bir şişedeki toza zerkediliyor. O toz sulandırılıyor, ondan sonra hastaya enjekte ediliyor. Toz da sıvı da hepsi soğuk ortamda saklanıyor.
Büyük ihtimal penisilin büyük bir buz kutusu içinde gelmiş. Buz kutusunu da tabii ki bir hamal taşımış. Yani uçakla buzlar içinde gelen şeyin penisilin olduğunu öğrendim. Meğer şehirde kulaktan kulağa söylenen verem ilacı imiş...
İkincisi tükenmez kalem:
Sanırım 1950’lerin başı olabilir. İlkokuldayım. Bir gün kendisi de öğretmen olan annem elinde beyaz plastik bir kalemle geldi; “Zafer bak dedi bu kalem yeni çıkmış. Yazıyorsun yazıyorsun bitmiyor” dedi. Çünkü o günlerde dolmakalemler ceplerde dolaştırılıyordu. Ancak mürekkebi bitince şişeyle satılan mürekkeple doldurmak şart. Tabii bizim gibi ilkokul öğrencilerinde dolmakalem söz konusu olamaz. O sıralar ilkokulda yazı dersi vardı. Kareli defterin karelerine düzgün yazı yazılması zorunlu bir dersti. Bunun için de hepimizin bir mürekkep hokkası ki o günler de dökülmeyen hokkaları var. Ve uçlu kalemi… Uçlu kalem hokkaya batırılır üç beş harften sonra biterdi, tekrar hokkaya batırılırdı..
O yıllar bir de özellikle sarı matematik defterine yazmak için sabit kalemler vardı. Bunlar silinmez, hafif mora çalan kalemlerdi. Silgi ile silinmesi mümkün değildi. İşte bizim bildiğimiz kalemler; dolmakalem, kurşun kalem, bir de sabit kalemdi. Bir de ilk defa gördüğüm kalem annemin bana gösterdiği kalemdi; onun da tükenmez kalem olduğunu öğrendim. Yıllar sonra üniversite öğrencisi olarak İstanbul’a geldiğimde Sirkeci’de Büyük Postane’nin arkasındaki sokakta bu tükenmez kalemlerin çakmak doldurulur gibi doldurulduğunu da gördüm…
Üçüncüsü naylon gömlek:
Yine 1950’ler. O günlerde gömlekler yıkandıktan sonra ütülenir ve yakalarının dik durması için kolalanırdı. Ev hanımları bir gömlekle uzun süre uğraşmak zorunda kalırdı. Kolalanmazsa yaka çabucak kıvrılır, dışa doğru kalkardı. Yaka çok çirkin bir görüntü alırdı. Bizden önce gömlek, kravat takmak zorunlu değildi. Bizim zamanımızda orta okul ve liseye gömlek, kravatla gidilirdi.
O günlerde yine rahmetli annem yaşadığımız Antakya’dan İstanbul’a gitti. Ne için gittiğini hatırlamıyorum. Dayımın oğlu ki ben dayımı hatırlamadığım için kendisine ‘Hakkı Dayı’ derdim. Dayım çocuk hastalıkları ihtisasını Paris’te tamamlayarak Türkiye’ye dönmüş ve ihtisas sınavına hazırlanmak için İstanbul’da bir hastanede çalışıyordu. Annemde kendisini ziyaret etmiş. (Annem İstanbul’u çok iyi biliyordu, çünkü İstanbul’da doğup büyümüştü) Annem Antakya’ya döndüğünde “Sana dayının gömleğinden alacağım” dedi ve hemen ardından müthiş açıklamayı yaptı: “Böyle bir gömleği hayatında görmedin. Dayın gömleği yanımda yıkadı astı, çabucak kurudu, hiç ütü-mütü istemeden sırtına geçirdi. Gömleğin ne yakası ne de başka bir yeri buruştu” dedi.
Tabii en az annem kadar ben de şaşırdım. Ütüsüz kolasız, buruşmayan bir gömlekten bahsediyordu. Sonradan bu gömlekten Türkiye’ye de geldi. Herkes kullandı. Ben de kullanmaya başladım. Gömleğe bir de isim takıldı “Naylon gömlek”.. Uzun süre sağlıklı sağlıksız olup olmadığı tartışıldı. Neticede herkes bu çabucak yıkanan ve kuruyan gömleği giydi.
(Süleyman Boyoğlu)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder