30 Aralık 2011 Cuma

BİR KÖY OKULU HİKÂYESİ...


(Bu fotoğrafı bugüne kadar saklayan Elif Abla'ya, binbir emekle yırtık parçalarını bir araya getiren fotoğrafçı Emre ve eşi Mine'ye teşekkür ediyorum. S.Boyoğlu)

            Tam yarım asır önce Anadolu’nun bir köyünde okul çağı gelmiş yoksul bir çocuktum. Köyümüz ilkokulu bile olmayan bir orman köyüydü. Doktor ve sağlık ocağı nedir bilmezdik. Çocuklar ve büyükler hastalandığında köyün resmi olmayan hocası olan dedemin babasına götürülürdü. Büyük dede okur-üflerdi… Hastalık geçerse geçer, geçmezse insanlar öbür dünya ile tanışırdı…
            Hiç unutmuyorum, bir gece kulağımda şiddetli bir ağrı oldu. Ağrıya büyük dedemin okuması da fayda etmedi. Ağrı şiddetini giderek artırıyordu. Annemin aklına köylülerin sıkça başvurduğu ağrıyan kulağa süt akıtmak geldi. Ama akıtılacak süt inek ya da koyun sütü değil de bebek emziren bir annenin sütü olması gerekiyordu. Annem, köyümüz kadınlarının o sıralar emzirdikleri bir bebeği olmadığı için gecenin bir karanlığında anneannemlerin köyüne götürdü. Orada yeni doğum yapan genç bir kadının memesinden akan sütle ağrıyan kulağımın içi dolduruldu. Psikolojik midir, yoksa bir köyden bir köye gitmenin, orada yaşıtım olan akraba çocuklarıyla oynamanın mutluluğundan mıdır, şimdi tam hatırlamıyorum, bir müddet sonra kulak ağrımın geçtiğini fark etmiştim.
            Yine bir kez de ağrıyan dişimi askerlikte “sıhhiye”ci olan küçük dayım, iri kerpeteni ile çekmişti. Hele 1959’da yapılan sünnetimi ise dün gibi anımsıyorum. Ağabeyim, ben ve kardeşimin sünneti bir amca düğünü esnasında gerçekleşti. Bir tasta birkaç tane “boyalı şeker” ağzımıza tıkılırken, bir taraftan da kirve kucağında pipimiz kesildi. Kanayan pipilerimize pudra yerine meşe odunu külü serpiştirilerek kanama durdurulmaya çalışıldı. 
            Doktorun, sağlık görevlilerinin olmadığı bir köyde bu tür uygulamalar, hayatın bir gerçeğiydi. Kimse yadırgamıyordu. Ölümcül hastaların bile okunup-üflenmeyle iyileşeceğine inanılıyordu. 
             1960 yılına gelindiğinde köyde bir heyecan yaşandı.  “Halk Partili” olan köylülerimizin  “Demirkırat”a geçmeleri halinde köyümüzün mezrası Düztarla’ya okul yapılacağı söylentisi dalga dalga yayıldı. Verilen sözün tutulacağına, okulun yapılacağına inanan köylülerden bazıları “Demirkırat” partisine geçtiler. 
            Ama sevinçleri fazla uzun sürmedi, ihtilal oldu. Demokrat Parti iktidardan uzaklaştırıldı. Yöneticileri tutuklandı, bazıları idam cezasına çarptırıldı. Bizim köyden de bu partiye okul hatırı için istemeyerek de olsa destek verenler hakkında takibat gecikmedi. Sorguculara “Halk Partili” olduklarını, okul için “Demirkırat”a kayıt olduklarını güç bela izah ettiler.  
            Neyse ki “Devlette devamlılık” anlayışından olsa gerek verilen okul sözü hayata geçirildi. Harfleri tanıyan, az da olsa okuyabilen ve yaşları büyük çocuklar ikinci sınıftan başlatıldı.
      
           İLK ÖĞRETMENİMİZ “ASKER ÖĞRETMEN”Dİ

           Yıllarca okula hasret, okumaya aç bu köyümüzün ilk öğretmeni “asker öğretmen” Özkan Kaya oldu. Özkan Öğretmen, yeni okul inşaatı bitinceye kadar bir yıl köy muhtarı olan “Küçük Paşa”nın evinin alt katındaki ahırdan bozma tek gözlü odada öğrencilerini okuttu. Yaşım tutmadığı halde beni de kabul etti. Bir eğitim-öğretim yılı boyunca kayıtsız okudum. Askerlik görevi biten Özkan Öğretmen’den sonra Şükrü Kement okula öğretmen olarak atandı. Şükrü Öğretmen atandığında benim de artık yaşım tutuyordu. Yeni okulumuzun inşaatı da bitmişti. Birinci sınıfa yeni okulda başladım.
                
Yeni okulun lojmanı da vardı. Şükrü Kement, okul lojmanında eşi ve çocuklarıyla kalıyordu. Köylük yerde lojman lüks bir evdi. Tuvaleti, mutfağı lojmanın içindeydi. Bütün öğrenciler bu eve imrenirdik.
            Şükrü Öğretmen’in biri kız üç çocuğu vardı. Oğlu Doğan dördüncü sınıf, Sönmez birinci sınıf öğrencisiydi. Kızı Yurdagül’ün henüz okul çağı değildi. Şükrü Öğretmen’in karısının kara kara hindileri de vardı. Tavuktan başka kümes hayvanı tanımayan biz köy çocukları ilk defa hindi ile tanışıyorduk. “Kabaramazsın kel Fatma annen güzel sen çirkin” diye hindileri kızdırıyor, tüylerini kabartmalarını sağlıyorduk. Hindilerin tepki olarak “gulu gulu” diye ses çıkarmalarına ise şaşırıp kalıyorduk. 
               
               ŞÜKRÜ ÖĞRETMEN’LE OYUN…
           
            Köyümüze yakın bir köyden olan Şükrü Öğretmen, çok disiplinli bir eğitimciydi. Dersini çalışmayan-yapmayan öğrencileri acımasızca döverdi. Kendi çocukları da olsa affetmiyordu. Aynı muameleyi onlara da uyguluyordu. Yalnız iyi bir huyu vardı; derste katı ve acımasız olan bu öğretmenimiz teneffüste ve ders saatleri dışında bizden büyük öğrencileriyle bir arkadaş gibi olurdu. Onlarla köylülerin eğlencesi olan tekme atmaca oyunu “emen”i keyifle oynar, çocukların sert tekmelerine hiç sesini çıkarmazdı. 
            Her yer çocuklar için piknik yeri olmasına rağmen Şükrü Öğretmen şarkılar-türküler eşliğinde sınıf mevcudu 70’i bulan bizleri pikniğe de keşfedilmemiş büyük mağaralara da götürürdü. Açık havada sınıf dışına çıkarıp resim çizdirirdi. Müzik derslerinde sıra türküsü söyletirdi. Dayağı olmasa çok iyi bir öğretmendi Şükrü Öğretmen…
            Kement de Özkan Kaya gibi bir yıl eğitim verdikten sonra başka bir ile tayin edildi. Onun yerine yine bizim ilçeden Turan İhtiyar atandı. Turan Öğretmen çocukları dövmezdi. Bu açıdan iyi bir eğitimciydi, ama eğitim öğretim konusunda Şükrü Öğretmen’in disiplini yoktu… 

            SÜT YERİNE SÜT TOZU İÇTİK

            Uzaktan gelen çocuklar yarım saat kadar süren öğlen arasında evlerinden getirdikleri azıkları okul içinde ya da okul duvarlarının dibinde yerlerdi. Soğuk havalarda sınıfın orta yerinde yakılan sobanın üzerinde köylülerin beslediği inek ya da koyun-keçi sütünden değil de “Amerikan yardımı”  olarak gönderilen süt tozundan kaynatırdık. 
            Okul arkadaşlarımızın büyük çoğunluğu komşu köylerden ve mezralardan geliyordu. Okul tam gündü… Uzaktan gelenlerin sabahtan okula varmaları çok meşakkatli oluyordu. Ha keza akşamları dönüşleri de… Okulun bulunduğu köyden olanlar ise çok şanslıydı. Sabah akşam okula gidip gelmeleri hiç zor değildi.
            Hafta başlarında yapılan temizlik kontrolü ise bütün öğrencileri titretiyordu. Ya  başımızdan bir bit ya da sirke çıkarsa ne yaparız diye çok korkuyorduk. Kendinden şüphe duyan bazı fakir kız öğrencilerin hali ise içler acısıydı. Pazartesi günleri ne olur ne olmaz diye saçlarını gazyağı ile tarayarak gelenler bile oluyordu.
           Birden beşe kadar bütün sınıfların bir arada eğitim-öğretim gördüğü okulda gazyağı kokusu burnumuzun direğini kırıyordu. Temizlik kontrolü önce tırnak muayenesi ile başlardı. Tırnak makasının ne olduğunu bilmiyorduk. Bıçakla eğri büğrü kestiğimiz tırnaklarımız parmaklarımıza hiç yakışmazdı. Ardından önlüğün altına giydiğimiz köyneklerimizden "pire boku" araması yapılırdı ki bu korkunç bir manzara yaratırdı. Bu durum titreme nöbetine tutulmamıza sebep olurdu. Bu kontrolleri öğretmen ya kendisi ya da temizliğine güvendiği bir öğrenciye yaptırırdı.    

          ÜÇÜNCÜ SINIFTA OKURKEN ASKERE ALINDI
        
           Amadun köyünden bir buçuk saatte gelip, bir buçuk saatte geri dönen çocuklara “Kar makinesi” adını taktıkları Kemal Abi ile “Kar makinesi”nden bir yaş küçük Cevat Abi öncülük ederdi. Nüfus kâğıdında 13 yaşında gözüken Kemal Abi okula başladığında yaşı 17, Cevat Abi’nin ise 16 idi. Kemal Abi, bütün sınıfların bir arada eğitim gördüğü 70 mevcutlu okulumuzun aynı zamanda sınıf başkanıydı. Öğretmenin gelmediği günler öğretmenin görevini o üstlenirdi. Odunlu köyünden gelen çocuklara karlı günlerde öncülük eden, onlara karları yararak iz yapan ise Süleyman Abi idi. Harfleri tanıdığı, toplama-çıkarmadan biraz anladığı için Süleyman Abi de ahırdan bozma okulda ikinci sınıftan başlatılmıştı. Ancak üçüncü sınıfta okurken yirmi yaşına giren Süleyman Abi askere alındı; okulu bırakmak zorunda kaldı.
                                                    Ayten hastanede yakınlarıyla
          TİFO İKİ ARKADAŞIMIZI ARAMIZDAN ALDI

           Düztarla’ya yürüyerek bir saat mesafedeki Esirkağ (Doğandere) köyünden de iki çocuk geliyordu. Adları Şevki ile Salih’di. Birer tazı gibiydiler. Bir saatlik yolu yarım saat kırk dakikada alıyorlardı. Pusans köyünde üç sene eğitmen Ahmet Sağırlı'da okuyan Barbaros ve Zeki ise çok zaman köylerine dönmüyor, okulun bulunduğu Düztarla’da ya da Bahasor’da akrabalarında kalıyorlardı. Adı gibi zeki ve efendi bir öğrenci olan Zeki, kaldığı akrabalarının evinde bir kış tifoya yakalandı. Zeki hasta yatağında, "İçim yanıyor bana soğuk su verin, kar getirin" dedikçe, üzerine bir kaç yorgan daha atıldı. Yanan ciğerleri daha da kavruldu, pisi pisine ölüme gönderildi. Hepimizi derin üzüntüye boğdu. Zeki’nin ardından Düztarla köyünden beşinci sınıfta okuyan sevimli Ayten de aynı hastalığa yakalandı, o da kurtarılamadı...
           Gelbas ve Bahasor’dan okumak için gelenler de sabah akşam Amadun ve Odunlu ve Esirkağ’dan gelen çocuklar gibi toplu halde okula gidip geliyorlardı. Bahasor’dan gelen öğrencilerden biri de bendim. Kar, yağmur-çamur beni korkutmuyordu, ama vahşi hayvanlar çok korkutuyordu. Gece rüyalarıma giriyordu.  
            Refahiye-Sarıkoç Köyü İlkokulu’nun bu cefakâr, fedakâr çocuklardan bazıları daha okuldayken nişanlandı-evlendi. Bazıları ailesiyle büyük şehirlere göçtü. Ben de ikinci sınıftan sonra annem ve iki kardeşimle (Ağabeyim ve bir kardeşim bizden önce gitmişti) İstanbul’a göçtüm. Şehre göçemeyenler ise köyün bütün çilesini-kahrını omuzlarında taşıdı.  
            Yukarıdaki yarım asırlık siyah-beyaz fotoğrafta aralarında benim de bulunduğum saf ve temiz köylü çocuklarından çoğunun doğru dürüst üstü başı, hatta siyah bir önlüğü bile yoktu. Ama 1963-64 eğitim-öğretim yılında okulumuzun önünde öğretmenimiz Turan İhtiyar’la fotoğrafımızı kimin çektiğini şimdi anımsayamadığımız kişiye işte böyle poz vermiştik…
            (Süleyman Boyoğlu)     

29 Aralık 2011 Perşembe

GÖP ODA TV DURUŞMASINI İZLEDİ...

            TGC BAŞKAN VEKİLİ OLCAYTO:
            "TÜRKİYE KOCAMAN BİR CEZAEVİNE
            DÖNÜŞTÜRÜLMEYE ÇALIŞILIYOR"

           Türkiye'deki 94 basın meslek örgütünden oluşan Gazetecilere Özgürlük Platformu (GÖP) temsilcileri, Oda TV duruşmasını izledi. GÖP Dönem Başkanlığını yapan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Başkan Vekili Turgay Olcayto, “Türkiye kocaman bir cezaevine dönüştürülmeye çalışılıyor” dedi.
           Gazetecilere Özgürlük Plaftormu yargılanan gazetecilerin duruşmalarını izlemeyi sürdürüyor. Ahmet Şık ve Nedim Şener’in de aralarında bulunduğu Oda TV duruşmasına bugün devam edildi. Duruşmayı, GÖP dönem başkanlığını yapan TGC Başkan Vekili Turgay Olcayto, TGC Genel Saymanı Gülseren Güver Ergezer, TGC Yönetim Kurulu Üyesi Recep Yaşar, Basın Enstitüsü Derneği Başkanı Ferai Tınç’ın aralarında olduğu çok sayıda gazeteci, izledi.
          Turgay Olcayto, Türkiye'nin basın özgürlüğü, düşünce ve ifade özgürlüğü açısından çağdaş demokrasilerde rastlanmayan bir korkutma, sindirme dönemine girdiğine dikkat çekti. Olcayto, şöyle konuştu:
          “Türkiye kocaman bir cezaevine dönüştürülmeye çalışılıyor. Gazetecilere bir korku imparatorluğu yaratılıyor. Demokrasinin bu utancının bir an önce silinmesi gerekiyor. Bu utancı gözler önüne sermek için duruşmaları izlemeye ve gerçekleri kamuoyu ile paylaşmaya devam edeceğiz." 
          Oda TV davasında mahkeme, son iki duruşmanın savunmalara ayrılacağını, sanıkların taleplerinin önümüzdeki hafta gündeme alınacağını açıkladı. Bu, tutuklu sanıkların yeni yıla cezaevinde gireceği anlamına geliyor. Aralarında gazeteci Nedim Şener ile Ahmet Şık’ın da bulunduğu 12’si tutuklu, 14 sanık hakkında açılan Oda TV davasının 4. duruşması Çağlayan’daki İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye devam edildi. Mahkeme Başkanı, cuma günü sanık savunmalarının alınacağını belirterek, “Talepler önümüzdeki hafta sonu alınacak. O zamana kadar savunmayla devam edeceğiz. Pazartesi günü de duruşma yapmayacağız" dedi.

HİKMET ANDAÇ AYHAN IŞIKI'I ANLATIYOR...

      Hikmet Andaç, Güzel Sanatlar Akademisi'nden okul arkadaşı merhum sinema sanatçısı
      Ayhan Işık'la görülüyor. (Fotoğraflar: Hikmet Andaç'ın arşivinden)
                                         
                                          HAYAT MECMUASI ESKİ YAZI İŞLERİ
                                          MÜDÜRÜ HİKMET ANDAÇ (2):
                                          AYHAN IŞIK’LA ARKADAŞTIK,
                                          BÂB-I ÂLİ’DE BİRLİKTE RESİM ÇİZDİK”

          Ayhan Işık’la 1948’de tanıştık, arkadaş olduk. Güzel Sanatlar Akademisi’nde kurdusuar, yani çıplak modelin çizim yeri vardı. Her öğrenci atölye dışında oraya girebilir, serbest çalışabilirdi. Orada çalışırken Ayhan Işık’la yan yana düştük.
          Ayhan Işık o zamanın sinema dergisi “Yıldız”a resimli roman yapıyordu. Dergiyi Cağaloğlu’ndan inerken Vilayet’i geçince sol tarafta Türkiye Yayınevi çıkarıyordu.   Bayağı da güzel bir dergiydi, çok satılıyordu.
         Bu derginin hikâye yazarı olan Kemalettin Tuğcu’nun resimlerini de ben çiziyordum. Afacan, Binbir Roman, Çocuk Haftası, Kadın Dergisi’ni de Türkiye Yayınevi çıkarırdı. Bu yayınevi en azından beş altı dergi yayınlıyordu. Bize yazılı hikâyeler verilirdi. Biz onları resimler yayınevine teslim ederdik. Resimlerimizi ya evde ya da akademi de çizerdik.
        Ayhan Işık daha sonra çocuk romanları içinde “Binbir Roman” ve “Yavru Türk” çocuk dergilerinin romanlarının resimlerini de çizmeye başladı.
        Okulumuz öğlene kadardı. Çıplak modelde adaleleri tanımak için Anatomi dersi vardı. O anatomi de tıp fakülteleri birinci sınıfta okutulan bir dersti, orada anamızı ağlatıyorlardı.
         1953 yılında Oğuz Özdeş bana resmini ver, dedi. O yıl Ekrem Bora ile ben jön seçildik. Bir de Suat Yalaz vardı. O da jön seçildi. Ben sinemayı tercih etmedim. Suat Yalaz da sinemayı tercih etmedi. Ressam olarak Hayat Mecmuası’na girdik.

                     1956’DA HAYAT MECMUASI’NA BAŞLADIM

             Hayat Mecmuası’na Dünya gazetesinden sonra geldim. 1952’de Dünya gazetesine dışardan Atatürk'ün hayatını resimledim. Yani basın hayatına Atatürk'ün hayatını resimleyerek girdim. Bir gün akademiden arkadaşım Samet Koçyiğit (Samet aynı zamanda Dünya gazetesinin karanlık odasında çalışıyordu) bir gün bana geldi. Samet 'Bizim gazetenin sahibi Fatih Rıfkı Atay Bey, Atatürk'ün resmini çizecek ressam aradığını' söyledi. Ben de tamam dedim, beraber gideriz dedim. Dünya gazetesine Samet'le beraber giderek, Fatih Rıfkı'nın odasına girdik. Kendimi tanıttım. Atatürk'ün hayatını resimlerim dedim. Atay da 'Cuma günü sana Ankara'dan Atatürk'le ilgili kitap getirecekler bundan faydalanırsın'dedi.
           Cuma günü öğleden Dünya gazetesine gittim. Atay'ın kapısını çalıp odaya girdiğimde içeride Sayın İnönü'nün oturduğunu gördüm. Falih Rıfkı Atay, İnönü'ye 'İşte Atatürk'ün hayatını çizecek genç ressam geldi' dedi. Ben de bir sandalye üzerinde oturan İnönü'nün elini öperek, kendimi tanıttım. O da omzuma elini koyarak 'Çok de gençsin bu işi becerebilecek misin?' dedi. Sonra da 'Haydi sana başarılar' dedi. Ben de bu sayede İnönü ile tanışmış oldum.
          1956 yılında da Hayat Mecmuası’na girdim. Hayat Mecmuası’na girinceye kadar değişik ev ve mağazalara dekorasyon yapıyordum. Hayat Mecmuası’na geçtiğimde mecmua Yapı Kredi Bankası’nındı. Yeri Klodfarer Caddesi’ndeydi. Beni işe derginin sahibi gözüken Şevket Rado aldı. Yapı Kredi’nin sahibi Kazım Taşkent’le yolları ayıran Şevket Rado, Kemal Erhan, Muzaffer Balcı daha sonra ayrı bir ortaklığa giderek Hayat Neşriyat’ı kurdular. Sonra baskıyı paralı olarak Yapı Kredi’nin Topkapı’daki Tifduruk Matbaası’nda bastırmaya başladılar.
         1963 yılında Hayat Mecmuası’nın yazı işleri müdürü oldum. 1976’de rahatsızlığım nedeniyle emekliye ayrıldım.

                     1980’DE KEMAL UZAN ARADI

          1978’de sanırım sendikayla anlaşmazlığa düşülmesi üzerine greve gidildi. Sonra Hayat Mecmuası’nı Kemal Uzan satın aldı. 1980 yılında gecenin ilerleyen bir saatinde (onda) telefon çaldı. Telefonu eşim açtı. Eşim ‘Kemal Uzan adında bir bey seni arıyor’ dedi. Telefonu aldım ‘Ben Kemal Uzan’ dedi. ‘Sizin adınızı verdiler. Bu derginin en eskisi sizin olduğunuzu söylediler. Sizinle çalışmak istiyoruz’ dedi. Randevu verdi. İki üç gün sonra kendisini Türbedar Sokak’taki Hayat Mecmuası’nda ziyaret ettim.
           Kemal Uzun’la mecmua hakkında konuştuk. ‘Çetin Emeç’i çağırdım gelmedi’ dedi. Çetin Emeç o zaman Hürriyet gazetesindeydi. ‘Ekibi siz kuracaksınız, istediğiniz gibi ekibinizi kurun, ben karışmam’ dedi. Ekibi kurmak pek kolay olmadı. Çünkü ben 1976’dan 1980’e kadar dışarıda dekorasyon işiyle uğraştığım için gazeteci arkadaşlardan pek tanıdığım kalmamıştı.

                    KONUKSEVER’İ İRAN-IRAK SAVAŞINA GÖNDERDİM

           Sonra ekibimi yavaş yavaş kurdum. Bana bu arada foto muhabiri olarak Ergin Konuksever’i tavsiye ettiler. Ergin’le konuştum, iş başı yaptı. O zaman 1980 yılında üç olay vardı; birinicisi İran-Irak savaşı, ikincisi 12 Eylül darbesi, üçüncüsü de Ronald Reagan ABD başkanı olmuştu. Benim için bu konular çok önemliydi ve avantajlıydı.
           Mecmua o ana kadar basılmıyordu. Amerikan Konsolosluğu’na giderek Nancy Reagan ve Başkan Reagan hakkında yazı ve fotoğraflar aldım. İhtilali yapan Kenan Evren ve öteki konsey üyelerinin fotoğraflarını ajanslardan aldım. Ergin’i de İran-Irak savaşını izlemek için Irak’a gönderdim.
            Ergin Irak’tan döndü. Döndüğünde sanırım Aralık ayıydı. Aralık ayında basın kartı için Mecmua’dan Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü’ne gönderilmesi gereken evrakı göndermemiz gerekiyordu. Fakat Kemal Uzan, Ergin Konuksever’i kadroya almadığı için bu evrakı bir türlü Başbakanlık Basın Yayın Enformasyon’a gönderemedik.

                     UZAN’IN KAPISINA TEKME

           Bir gün odamda otururken Ergin Konuksever, kapımı çalarak içeri girdi. ‘Hikmet Abi dedi. Ben Kemal Uzan’la bu kadro için iki dakika görüşüp çıkacağım’ dedi. Tamam dedim. Ama sinirlenme, sakin konuş, Olmazsa birlikte Hayat Mecmuası’ndan ayrılırız dedim. ‘Peki, Abi’ dedi. Odamdan çıktı 20 metrelik koridorda yürüyerek Kemal Uzan’ın odasının kapısına tekme attı. Kanatlı iki kapı birden açıldı. Uzaktan izlediğim kadarıyla Kemal Uzun’ın yerde gözlüğünü aradığını gördüm. Anladım ki Kemal Uzan’la kavga etmişler.
            Sonra Ergin benim odama geldi. ‘Abi dedi. Kemal Uzan’la konuştum!’ dedi. O sırada Sıkıyönetim vardı. Sıkıyönetime telefon etmişler. Bir de baktım inzibat ve polisler Hayat Mecmuası’nın içine doldular. Ergin Konuksever’i Alemdar Polis Karakolu’na götürdüler. Karakolda da Ergin’i Sultanahmet’teki cürmümeşhut mahkemesine götürdüler.  Celseye Babıâli’de çalışan Ergin’in arkadaşları ve foto muhabirleri girmek istemişler. Kemal Uzan’ın kardeşi Yavuz Uzan gazetecileri içeri sokmamış. O sırada hâkim ‘Orada ne oluyor’ diye bağırınca gazeteciler ‘Türk basınını engelliyorlar’ diye bağırmışlar. Hâkim ‘Engelleyen kim?’ diyerek, foto muhabirlerini ve gazetecileri içeri alıyor. Dava sonunda Ergin Konuksever, işe iade edildi.

                  “BEN ARTIK SİZİNLE ÇALIŞAMAM”

          Ertesi gün Hayat Mecmuası’na geldiğimde odamın içinde Kemal Uzan, Yavuz Uzan ve Cem Uzan’ın beni beklediklerini gördüm. Ben de odaya girdiğimde Kemal Uzan, ‘Hikmet Bey sizden memnunuz’ dedi. Çünkü tiraj o sıralar 200 bindi. ‘Bunlar böyle yerlerde olur. Biz sizden memnunuz. Böyle işler Babıâli’de olur. Siz işinize devam edin’ dedikten sonra ben de ‘Ben artık sizinle çalışamam’ dedim ve Hayat Mecmuası’ndan ayrıldım. Yani kavga olayından bir gün sonra ayrıldım.
         Sonra Bateş Yayınevi’nin sahibi Kemal Erhan’ın 12 ciltlik ansiklopedilerine başlamıştım, onları bitirdim. Ardından yabancı kökenli Grafika-Lintas Reklam Ajansı’nın grafik bölümü yönetmeni olarak işe başladım. 1982’de girmiştim buraya. 1992’de tamamen emekliliğe ayrıldım ve mesleği bıraktım.   (Süleyman Boyoğlu)

27 Aralık 2011 Salı

GÜNÜMÜZ "MÜVEZZİ"LERİ...

        Beyoğlu-Tünel'deki Narmanlı Han'da bir öğleden sonra... Azınlık gazeteleri Apoyevmatini, İho ve Jamanak'ı satan "müvezzi"ler yola çıkmaya hazırlanıyor. (Fotoğraf: İskender Özsoy)

UMUT FAKİRİN EKMEĞİ...


Yılbaşına sayılı günler kala İstanbul-Eminönü'nde vatandaşlar "Bana da çıkabilir" umuduyla Milli Piyango bileti gişelerinin önünde uzun kuyruklar oluşturuyor... (Fotoğraflar: Ali Kılıç)

26 Aralık 2011 Pazartesi

HURDAYA GİDEN MANKENLER...




                                              (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

HAFTADA BİR
NaNİK
                                                            
                                                                 Tükenen kent
                                                İstanbul'un suyu bitmiş
                                                Vallahi ne yalan söyleyelim, biz 20 milyona
                                                yaklaşan nüfusuyla çıktı zannediyorduk!
                                                                   ***
                                                                 Nam
                                                Sanatçı Rojin'e "Aşifte kadın" diyen TRT Genel
                                                Müdürü İbrahim Şahin özür dilemiş
                                                Eğer "Afişte kadın" deseydi , Rojin İbrahim Şahin'e
                                                herhalde teşekkür ederdi.

25 Aralık 2011 Pazar

İSTİKLÂL CADDESİ'NDE BİR GÜN...

         Bir grup İstanbullu Rum, İstiklâl Caddesi'nde akordiyon eşliğinde şarkılar söyleyerek noeli kutladı. Yine aralarında Tarık Akan, Selçuk Yöntem'in de bulunduğu bir grup sanatçı ve sivil toplum örgütleri ise Emek Sineması'nın yıkılmasını pretesto etti. (Fotoğraflar: Ali Kılıç) 

23 Aralık 2011 Cuma

GAZETECİLİK BAŞARI ÖDÜLLERİ ÖN SEÇİCİ KURULU TOPLANDI

        
                                                        BİR YIL DA BÖYLE GEÇTİ…

           Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Gazetecilik Başarı Ödülleri Ön Seçici Kurulu bugün toplandı. Başkanlığını Sevim Ertemur’un, koordinatörlüğünü bendenizin yaptığı Ön Seçici Kurul’un Cemiyet’teki son toplantısına katılım yüksek oldu.
           Cemiyet’in ikramı olan çay-simidin yanında Hürriyet İstihbarat Müdürü Celal Korkut’un getirdiği baklava ile Cumhuriyet Gazetesi Haber Müdür Yardımcısı Sevim Ertemur’un taa Afyon’dan aldığı lokumlar enfesti.
           Toplantıda bir yandan çay-simit ve tatlılar büyük bir iştahla yenirken, bir yandan da TGC Yönetim Kurulu’na sunulacak eserler belirlendi. Toplantının yıldızı yüzünden hiç tebessümü eksik olmayan ve etrafına neşe saçan genç arkadaşımız Vatan Gazetesi Editörü Yusuf Demir’di.

            Bu toplantıda en üzgün görünen ise masada TRT muhabiri Gürcan Arıtürk’ten ayrı kalan Anadolu Ajansı (AA) eski fotoğraf servisi şefi Ali Kılıç’tı. Sebebi de uzun zamandır görüşemediği Arıtürk’le dedikodu yapamamaktı.


            Bugün en sakinimiz ise dün (22 Aralık Perşembe günü) Tepebaşı’ndaki Karikatürcüler Merkezi’nde arkadaşlarıyla bir araya gelen ve yorgun düşen Raşit Yakalı idi. Canını sıkan bir başka şey de fotoğraf makinesinin arıza yapmasıydı. Makinesi video kaydı yapıyor ama fotoğraf çekemiyordu. Bu durum toplantı boyunca Raşit Yakalı’yı epeyce üzdü. Neyse Yakalı’nın imdadına benim fotoğraf makinem ile Ali Kılıç’ın yeni aldığı fotoğraf makinesi yetişti. Fotoğraf makineleri içinde en fiyakalısı Ali’ninkiydi… Ne de olsa eski şefti!

            Toplantıya AA’dan kısa bir süre önce emekli olan spor servisi şefi Behzat Erkoç, yine daha önce AA’da haber müdür yardımcılığı, Sabah gazetesinde ise editörlük yapan Nurten Uzer, otomobiline Cağaloğlu’nda park yeri bulmakta zorlanan ve bu nedenle hemen hemen her toplantıya biraz geç katılan Sabah Gazetesi Fotoğraf Editörü Erhan Doğan, Spor haberlerine, spor köşe yazılarına ve sayfalarının seçimine bayılan Habertürk gazetesi ekonomi muhabiri Ebru Erdoğan, son toplantıda seçilen eserleri ön seçici kurula sunan ve okuyan Kadıköy Gazetesi’nden Şule Özçelik ile bir başka toplantıdan çıkarak, bir saat gecikmeyle aramıza katılan Türkiye gazetesinin çalışkan muhabiri Cemil Yıldız renk kattılar..


           Bir yıl boyunca bana destek veren daha doğrusu Cemiyet’e katkıda bulunan tüm arkadaşlarıma teşekkür ediyorum…
(Süleyman BOYOĞLU)

BÂB-I ÂLİ'NİN ÇINARLARI ANLATIYOR...

                               
                     HÜRRİYET GAZETESİ'NDEN EMEKLİ MUHABİR HẦMİ ALKANER:

      İzmir’de 29.08.1934’de doğdum. İstanbul Sultanahmet Yüksek Ticaret Okulu’nda öğrenim gördüm. Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nda 1956 -1959 da teğmen olarak görev yaparken, 2 yıl pilotaj eğitimine katıldım. Ayağımdaki siyatik (sağlık) nedeniyle yer hizmetine geçince, askerlikten istifa ederek, İstanbul’a geldim.
     Mesleğe 1960 yılı 1 Mart’ında Hürriyet Gazetesi’nde stajyer muhabir olarak göreve başladım.15 gün sonra da beni “212 sayıl Fikir İşçileri Yasası”na göre kadroya aldılar. Bâb-ı Âli de genç meslektaşlarımızın 300 liraya çalıştığı,“simit” döneminde, ben 800 lira ile muhabirliğe adım attım…
     İlk görevim; “Yurt Masası”ydı. Bu masada tam 10 yıl kaldım. 1963’te Hürriyet Haber Ajansı kuruldu. Bu süre içinde de zaman zaman yurdu dolaşır, muhabir arkadaşlarla diyalog kurar, çalışma yöntemlerimizi anlatır ve yeni muhabirler bulurdum. Birbirinden çalışkan, amatör ruhlu, bu arkadaşlarımdan aynı zamanda çok şey öğrendim. Tabii Merkezde de üstatlarımızdan da öğrendiklerimi, devamlı uyguladım. Heyecan mesleği olan gazetecilikte, olaylara at gözlüğüyle bakılmayacağını, gene üstatlarımdan öğrendim.
      Örneğin 1960’lı yıllarda istihbarat şefi, sonra Haber Ajansı Genel Müdürlüğü’nü kuran ve daha sonra Amerika’ya giden ve bugün en verimli dönemlerinde vefat eden Muammer Kalyan’ın, yerine atanan Ahmet Uran Baran, önce İstihbarat şefimiz, sonra da Yazı İşleri Müdürümüz Salim Bayar. Salim Ağabey, 1972 yılında ; “Hami rica etsem, şu olaya bakar mısın?” diyerek yolladığı görevden de ilk Türkiye Gazetecilik Ödülümü aldım. Tabii Merkezde İstihbarat Şeflerimiz, üzerimize kanat gerer ve de mesleki bilgilerini aktarırdı…
      1960 ‘da genel yayın müdürümüz rahmetli Selçuk Candarlı, yardımcıları rahmetli Adnan Tahir, Ömer Yalçın, iki yıl sonra genel yayın müdürümüz Necati Zincirkıran. Zincirkıran döneminde nüfusumuz 30 milyon civarındayken, Hürriyet’in tirajı bir milyonu buldu. Genel yayın müdürlerimiz Rahmi Turan, İlhan Turalı, rahmetli Çetin Emeç, Seçkin Türesay, haber müdürümüz Erdoğan Arıpınar, Nail Güreli,  istihbarat şeflerimiz Yılmaz Tunçkol, Mehmet Türker ve Bâb-ı Ầli’nin ‘baba’ adıyla adlandırılan genel yayın müdürümüz Nezih Demirkent’le çalıştım. Bizlere sessiz sedasız tüm mesleki bilgilerini yansıtan mesleğimizin saygıdeğer büyüklerimizi daima saygı ve sevgiyle anarız.
                                            
                             OLAYLARA AT GÖZLÜĞÜ İLE BAKMAZDIK   
  
     Bizim kuşaktaki gazeteciliğe gelirsek; Birçoğu rahmetli olan üstatlarımızın gözünün içine bakar, dudaklarından çıkan kelimecikleri, hafızamıza kazırdık.  Dönemimizin ilk yıllarında, Adliye, Polis, Vilayet ve Belediye, Denizcilik, Beyoğlu muhabirleri vardı. Ekonomi Gazeteciliği ya da günümüzdeki mesleki birçok branşlaşma yoktu. Gideceğimizde iş için önce arşive iner ön bilgi toplardık. “Haber” dünyamızdı. Gittiğimiz işlerde, bir ikinci haberi yapmak için çırpınırdık. Zaman mefhumuz yoktu. Her konuya eğilirdik.
     Önce görümümüze önem verirdik. Her gün gazeteye, traş olmuş, kıravatlı gelirdik. Haber yapacağımız kişi sakallı ise, berbere götürüp tıraş ettirir, ondan sonra görüntüsü alırdık. Gittiğimiz davetlerde yemez ve içmezdik. Buna da çok önem verirdik. Bir yudum bira dahi insanın çalışmasını etkiler diye düşünürdük. Sayın Haldun Simavi, Hürriyet okurlarının güne güzel başlaması için, özellikle birinci sayfaya cinayet ve benzeri; “Kanlı olay”ların fotoğraf koydurmamaya özen gösterirdi…
      Ben mi hangi konulara eğildim?. Dağcı değildim ama 1972 de 28 İsviçreli dağcı gurubuyla iki günde 5 bin 165 metre yükseklikteki Ağrı Dağı’na tırmandım. Ağustos ayında 4 bin metre den sonra yapılan tırmanmayı başaran 10 kişi arasında yer alırken, rehberlerin taşıdığı “Hürriyet Gazetesi”nin flamasını zirveye diktim. Sekiz yıl süren İran ve Irak savaşını ilk günlerinde izledim. Basra Körfezi çevresindeki Kermahşah’dan ve Tarhan’dan da fotoğraf gönderme imkânı olmadığı için, 15 gün sonra gazeteye dönerek, çektiğim ilginç görüntüleri getirdim. Sonra Irak cephesi, arkadan Kosova Olayları… Romanya İhtilal Karargâhına Foto Muhabiri Hayrettin Karateke ile girdik. Rahmi Turan bu haberi 3 sayfa yayınladı.
      Bir gün Zonguldak kömür madenin 350 metre derinliğine inerek kazmacıyla önce ocakta, sonra da köyündeki evinde röportaj yaptım. Yugoslavya’da ilk cumhuriyetini ilan eden Slovenya’da, Foto muhabiri Kani Atmaca ile çalışmalarımızdan dönerken, Bulgaristan Enerji Bakanıyla görüştük. Bulgaristan’ın 28 yıl iç ve dış basına kapalı tuttukları; “ Kozluday Nükleer Merkezi”ne girdik. Hürriyet’te manşet olan; “Kapımızdaki Çernobil” haberinden 10 gün sonra, bu iptidai nükleer merkezde bir patlama oldu. Hürriyet’teki bu son haberimle, arkadaşımla TGC’den; “Haber Dalı’nda başarı ödülü aldık… Bu haberden sonra da aralıksız 32 yıl çalıştığım Hürriyet Gazetesi’nden, genç gazetecilerin önünü açmak için istifa ettim. Zira oğlum Selim ve kızım Leman Yakut okumuş ve hayatlarını kazanmıştı. Çoğu görevlere yanıma foto muhabiri ve telefoto teknisyeni almadan gidiyordum. Hava Kuvvetleri’nde ki Uçuş Eğitimim sırasında; “Hava Fotoğrafçılık” dersi görmüştüm. Gazetecilik mesleğinde bu dersin de çok yararı oldu.
                                                              
                                                       ÇOK ÜLKE DOLAŞTIM

     Mesleğim nedeniyle Kanada ve Güney Amerika hariç dünyayı dolaştım. 1974 de Sovyetler Birliği’nde Başkan Brejnev ile tanıştım. 1982 de Cumhurbaşkanın 15 gün süren Uzak Doğu gezisinde Çin Halk Cumhuriyetin Cüce Denk başta olmak üzere birçok ülkenin başkanlarıyla bir arada oldum. Devlet büyükleriyle gezilerimizde yanımızda tabii smokinimiz de olurdu. Bir gazetecinin özellikle giyimine, önem vermesi gerekir…
     TGC’nin iki dönem “Onur Kurulu” üyeliğine seçildim. 1980’de dönemim Turizm ve Tanıtma Bakanı rahmetli Barlas Güntay, “Basın Şeref Kartı”mı verirken, kürsüde elimi bırakmayarak; ”Hami akşama Cartoln’dan beni ara, Fransızlarla turizm konusundaki görüşmeyi vereyim” demişti.
     Hürriyet Gazetesi’nden ayrılınca, Eşim Av. Sevim Alkaner’in yazıhanesinden yararlanarak, “Haber Üretim Merkezi” kurdum. Dizilerimi değerinden az ücretle alıyorlardı. Çünkü, ticaret adamı değil, gazeteciydim. Dünya Ekonomi Politika Gazetesi’nin kurucusu ve sahibi Nezih Demirent, aynı zamanda; “Türkiye Gazete Sahipleri Sendikası Başkanı”ydı. Bir gün; “Hami benim yerime gidersin, Gezersin. Bana bir yazı verirsin, dizilerini bir başka gazeteye satmana yardımcı olurum” dedi. Tabii bu teklifi uygulamadım. Haber Üretim Merkezi’ni kapattım ve, “Babıali’nin Babası”yla vefatına kadar 17 yıl birlikte çalıştım. Tabii genç gazetecilerin önünü hiç bir zaman kesmediğim gibi onla zaman zaman yardımcı oldum. Nezih Bey bir gün; “Hami şu madenciliğe de bir göz at” dedi. Ondan sonra, yer altında saptanan 3 trilyon dolar rezerv bulunan madenlerimiz hakkında çok yazı yazdım. Bu sektöre basın mensubu olarak bir hareket getirdim..  
     Konu ödüllere gelince, onları şöyle özetleyebilirim: TGC’nin; 1972 Foto-Röportaj, 1974 Haber, 1975, 1976, 1977, 1978 yıllarında röportaj, 1991 Haber dalı. Türkiye Jokey Kulübü’nün 1982 İnceleme, 1996 Araştırma Dalı. Fasih İnal Ekonomi 1999, Yurt Madenciliğini Geliştirme Vakfı’nın 1991 ve 2011 Hizmet Ödülü.  Ankara Üniversitesi İletişim Vakfı’nın “Meslekte 50 Yıl Onur Ödülü. 
      Şeyhülmuharririn Burhan Felek’in saygıdeğer anısını yaşatmak için basında 50 yıldan fazla çalışmış ve 70 yaşını aşanlara, Nail Güreli başkanlığında ki  9 gazeteciden oluşan “2011 Burhan Felek Basın Hizmetleri Seçici Kurulu”nca değerlendirilen; “2011 Burhan Felek Basın Hizmet Ödülümü” aldım. TGC Burhan Felek Konferans salonu’nda, 4 Kasım‘da TGC’de Orhan Erinç’in Başkanlığında düzenlenen törende, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’dan, gazeteci için çok büyük önem ve gurur taşıyan bu ödülü almanın mutluluğunu, heyecanını yaşadım. Törendeki konuşmamda, Şeyhülmuharririn Burhan Felek’in anısına aldığım bu ödülden sonra, mesleğime yeni baştan, stajyer muhabir gibi aynı heyecanla çalışma dönemim başladığı söyledim.  Mesleğimiz heyecan, saygı ve de anılarla dolu. O nedenle de gazeteci olarak şanslı kullardanız…
     (Av.Sevim Alkaner  ile evli olan Hâmi Alkaner’in, iki çocuğu bulunuyor.)
                                                         

22 Aralık 2011 Perşembe

TGC SEDAT SİMAVİ ÖDÜLLERİ SAHİPLERİNİ BULDU...


        Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) "Sedat Simavi Ödülleri" bu akşam sahiplerini buldu. 1977 yılından beri 9 dalda verilen "Sedat Simavi Ödülleri"ne değer görülen gazeteci, sanatçı, yazın, spor ve bilim insanları İstanbul The Marmara Oteli'nde düzenlenen törenle ödüllerini aldılar.
          Tören öncesi TGC'nin Cağaloğlu'ndaki  binasında hummalı bir hazırlık yapıldı. Seraceddin Zıddıoğlu'na kravatını takmasına Şakir Şad yardım ederken, Muammer Tuncer ile Ahmet Çitoğlu uzaktan seyretmeyi tercih etti.

     Ödüller dağıtıldıktan sonra terasta kokteyle geçildi. Kokteylde Trabzon'dan tören için gelen Bizim Gazete'nin karikatüristi Hikmet Aksoy ile karikatürist Raşit Yakalı otelin terasında İstanbul Boğazı'nı ve Marmara Denizi'ni arkalarına alarak poz verirken, yazar Emin Karaca, ayakta durmaktan yorulmuş olacak ki muhteşem manzara karşısında cam kenarına şarabını dayamış, yerde meyvelerden atıştırırken görülüyor...
(Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu) 

KARİKATÜRİST HİKMET AKSOY'DAN BİR FIKRA...

ULA BOBAĞIN MALİ Mİ?

Temel ile Cemal, Trabzon Havaalanı'nda İstanbul'a gelmek için uçağa binerler. Bilindiği gibi uçuş öncesi hostes, uçuş sırasında şöyle olursa şöyle yapın, böyle olursa böyle yapın tarzında uyarılar yaparken:
- Lütfen uçuş sırasında kemerlerinizi bağlayınız, der.
Cemal yanındaki Temel'i dürtüp:
- Ula, ha bu kari ne deyi, ben kemerümi bağlamışım da... der.
Temel, "Ula oolum, o saa pantolonunun kemerini değil, koltuğun kemerini belüne bağla deyi...
- Haa... Desene bi şe daha öğrendim.
Hostes yine uyarılarına devamla bir tehlike anında yolcuların ne yapacaklarını ve hangi kapıdan nasıl çıkacaklarını tarif edince Cemal oturduğu koltuktan ayağa kalkıp Temel'in koluna yapışır:
- Ula ya hayde, ha bu kari uçağın düşeceğini söyleyi... Tutma beni ben ineyrim, deyince Temel şöyle yanıt verir arkadaşına:
- Ula düşersa düşsın... Uçak bobağın mali mi? 

EN ÇOK İZLENEN DAVALAR...

Medya Takip Merkezi (MTM), yıl boyunca kamuoyunun pür dikkat izlediği davaları araştırarak, en çok iz bırakan davaları belirledi…

2011 yılında medyada sıklıkla yer alan davaları inceleyen MTM, yaptığı araştırmayla kamuoyunu en çok etkileyen davaların hangileri olduğunu ortaya koydu. Araştırmaya göre, yaklaşık 55 bin haberle basında en çok siyasi davalar konuşulurken, Ergenekon davası ise ilk sıraya yerleşti.

Türk kamuoyunun 2008 yılının yaz aylarında tanıştığı Ergenekon davası, o yıldan beri çeşitli dalgalar halinde günümüze kadar ulaşırken, 2011 yılının en fazla haber olan davası oldu. Geçen yılın Ekim ayında başlayan ve 2011 yılının Aralık ayı içinde sanıkların tutukluluk hallerinin devamına karar verilerek ertelenen KCK ise, medyada sıkça yansıma bulan bir diğer siyasi dava olarak kayda geçti.

2011yılının Mart ayında Şırnak’taki Nevruz kutlamaları sırasında polise tokat atan BDP’li vekil Sabahat Tuncel hakkında açılan davaya basının ilgisi yüksek oldu. Tuncel, geçtiğimiz günlerde mahkeme tarafından suçlu bulunarak 10 TL para cezasına çarptırılmıştı.

Kadın cinayetleri gündemden eksik olmadı...
Araştırmayı değerlendiren MTM Genel Müdürü Halef R.Vayıs, “Yılın geneline baktığımızda davalar, medyada sıkça yer alarak her zaman gündemde kaldılar. Dava konularında çokça öne çıkan konulardan biri cinayet, özellikle kadın cinayetleri olunca, insan ister istemez ürperiyor” dedi.

Vayıs sözlerini, “Futbolda yaşanan şike konusu, futbol dünyasını allak bullak ederken; reyting ölçümlerinde usulsüzlük yapıldığına dair iddialar üzerine başlatılan soruşturma ise, reklam dünyasını altüst etti” diye sürdürdü.

Rapora göre, 2011 yılı Kasım ayı içerisinde karara bağlanan Münevver Karabulut cinayeti davası ile ilgili haberler, kadın cinayeti davalarının yüzde 7’sini oluşturdu. Kadın cinayeti davalarından medyada geniş yankı bulan bir diğeri ise, Ayşe Paşalı davasıydı.

Tecavüz konusu, 2011 yılının basında en çok yansıma bulan bir diğer dava konusuydu. N.Ç. davası, medyada en fazla yer bulan tecavüz davalarından biri olurken, mahkemenin aldığı karar nedeniyle kamuoyunun da tepkisini çekmişti.

Futbolda şike davası bomba tesiri yaptı…

Medya Takip Merkezi’nin aynı araştırma raporuna göre yolsuzluk davaları, 2011 yılının gündeminden düşmedi. Medyanın en çok takip ettiği yolsuzluk davalarının başında ise, “futbolda şike” davası geldi. Yaz aylarında başlayan soruşturma ile pek çok futbol yöneticisi ve oyuncusunun gözaltına alındığı şike iddianamesi ile ilgili haberler, başladığı tarihten bugüne kadar toplamda 7 bin 562 gazete sayfası büyüklüğünde bir alan kapladı.

Yolsuzluk kapsamında öne çıkan bir başka dava ise Deniz Feneri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği ile ilgiliydi. Başlatıldığı 2008 yılından beri medya gündeminde geniş yansıma bulan dava, 2011 yılının da önemli davalarından biriydi.

Acun boşanmayla da gündemde…

Araştırmaya göre, 2011 yılında gündemde sıklıkla kalan bir başka dava konusu ise boşanma oldu. Boşanma davaları konusu, yazılı basında 14 bini aşkın haber/yazı ile yansıma bulurken, sonradan boşanmaktan vazgeçen Zeynep ve Acun Ilıcalı davası, medyada sıkça yer buldu.

Şahnaz Çakıralp ve İvana Sert gibi isimler de 2011 yılında boşanma davaları ile gündeme geldiler.


Dava Adı
Haber Adedi
Ergenekon Davası
38.263
Futbolda Şike Davası
24.194
KCK Davası
13.885
Hrant Dink Cinayet Davası
6.464
Madımak Davası
1.320
Deniz Feneri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Yolsuzluk Davası
1.013
Ayşe Paşalı Cinayet Davası
790
Münevver Karabulut Cinayet Davası
551
Parti Kapatma Davası
486
BDP/Polise Tokat Davası
382
Reyting Davası
213
Erol Köse Tazminat Davaları
145
Michael Jackson Cinayet Davası
130
Şahnaz Çakıralp Boşanma Davası
62
N.Ç. Davası
55
Kaynak: MTM Medya Takip Merkezi'nin 1800’i aşkın gazete ve dergide yaptığı inceleme sonuçlarından derlenmiştir.