ADNAN GENÇ
(yeni1mecra.com)
27 Nisan 2020
Bu
zıkkım virüs neredeyse her sokakta bir kapının ipini çekeli beri; sanırım
İstanbul’da herkes sıkılmıştır ama en çok da şahane çarşıları olan semtlerin
insanları iyice daralmıştır.
Beyoğlu
Balık Pazarı’na dün girmedik ama ucundan bucağından epeyce yerini yazdık,
oraların. Üç Horan’a da girebilirdik. Ben koordinatları verdim ve lütfen sizler
gezip, tadını çıkarın… Çarşı demişken, Beşiktaş, Kadıköy, Üsküdar çarşıları da
şahanedir ve dolanmak, bakınmak için birebirdir. Soluk alıp yaşadığınızı
hissettirirler. Bu arada sevgili dostlarımdan azar işitiyorum; onu yazmamışsın,
bunu yazmamışsın, diye. Hepsini biliyorum ama kitap genişliğinde makale olmaz…
Oraya bıraktığım bir kısmını; örneğin, Atlas Pasajı’ndan söz ederken; kağıt
belge satan bir yerden söz etmiştim ve araştırmacı yazar dostum Feza
Kürkçüoğlu’ndan. Arşiv isimli bu şahane mekânın artık rahmetli olan güzel mimar
dostumuz İsmail Karaağaç’ı unutmadım ama sevenlerini üzmeyeyim diye, es
geçmiştim. Sevgiyle ve özlemle anarak…
Bir
de Talimhane bölgesindeki otel sahip ve işletmeci dostlardan eleştiri geldi:
‘Yahu, buraların yayalaştırılması işinde katkın vardı, unuttun mu bizi?’
dediler. Hayır, hadi oraları ‘Hotel California’ ile gezinelim… Bir küçük not
daha; sevgili dostlar Tarlabaşı’nı da ezbere bilirim. Sıraselvileri de… Vat
69’u da Elize Pavyon’u da… Kitaba katacağız artık…
Hadi
Kadıköy Çarşı’da buluşup, gezinelim. Beyaz Fırın önünde buluşalım ve bir
sürprizim olsun sizlere… 40 yıllık müzisyen dostum; Dr. Ferda Ereren’in
‘Türküler Ne Söyler’ adlı radyo programından öğrendiğim birbirleriyle aynı bir
Bulgar ve Giresun türküsü dinleyelim: Kömürlük Dağı ve Milo Mi e Magde. Beyaz
Fırını kuranlara gitsin…
Beyaz
Fırın’dan çay kurabiyelerimizi de alıp, çarşı boyunca yürüyelim. Umarım
Sabuncakis Çiçekçisi duruyordur… Masamıza koymak üzere küçük bir kır çiçeği
demeti yaptıralım; üşenmez, ucuz pahalı demezler, yapıp verirler… Yeni icat bir
dizi sokak var bu çarşıda. Barlar Sokağı’ndan birkaç tane olması gibi bir de
kahve yapan yerler var. Birinde oturalım ve gelip geçeni izleyelim.. Çayım
gelse de kurabiyemi batırsam… Gelen sese kulak veriyoruz: ‘Kahve Yemenden
Gelir’, Çiğdem Yarkın okusun bari… Ne güzel bir türküdür… Neyse, aheste beste
kalkıp da yola koyulalım… Çarşının bu caddesi de İstiklal Caddesi gibidir. On
adımda birine rast gelir ve 40 türlü proje konuşursunuz. Hepimizin ardı proje
mezarlığı…
Bu
caddede birkaç kilise var. Ortodoks, Proteston, Katolik kiliseler ve Rumlara
ait kiliseler de bu cadde üzerinde ve yakın yerlerdekiler de sizi bekler. Zaten
ortalık yerdeler. Mutlaka girin ve ilginizi gösterin… Niyetim, sağıma denizi
alıp Moda burnuna yürümek… Bir önerim olsun; sevgilinizle veya dünya güzeli bir
arkadaşınızla paylaşın bu zenginliği. Hadi buruna kadar; Ezginin Günlüğü’nden
‘Kadıköy’ şarkısını dinleyelim… Şahane manzaralı ve güpgüzel balkonlarıyla
semtin apartmanlarına biraz özenerek, biraz da iyi ki bu güzellik buradaymış
diyerek, yürüyoruz. Bomonti’de tavla partimiz olacak. Moda’yı usulca geçip,
Koço’nun Meyhanesi’ne bir başka günün gecesi için göz kırparak; hatta bir sokak
atlayıp Barış Manço’nun evine bakıp, ‘Helal olsun, güzel ezgilerin şahane
şarkıcısına’ deyip, arkamızdaki İngiliz Şapel’in bahçesinde soluklanabiliriz.
Belki bu ibadethanenin pastörü Turgay beye rast geliriz. Usulca merhabasını,
alırız… Tavla atmak bahane, Kalamış ve Fenerbahçe Buruna bakıp, oralara kadar
yürür müyüz diye, iddiaya girip yola revan oluruz birazdan… Üniversite
yıllarımızda yolun sonundaki bu evimiz kadar sıcak kafede az oturmadık; az
dertlenmedik ve elbette bazen bilardo bazen de masa topunda ağzımızın payını
aldık.
Aralardan
yürürken, kapı komşusu iki okul görürüz: Saint Joseph ve eski Maarif Koleji
(Kadıköy Anadolu Lisesi)… Maarif’ten bir arkadaşımla, okuldaki akşam
vakitlerinin etüd ağabeyi birini anlatayım… Üzerinde moda oduncu gömleği ve
pantolonun üzerine sarkmış olsun. Kollar sıvalı ve abimiz hafif solcu… Ulen
bütün okul solcu zaten… 12 Eylül geliyor ve muhterem küt diye Londra’ya
gidiyor. Bizi ateşin ortasında bırakarak. Biz de onu bildik ve adresine benim
muhabir arkadaşlarım üzerinden; Moskova’dan, Köln’den, Roma’dan, Paris’ten ve
Washington’dan, aklıma gelmeyen birkaç yerden daha. Borges’in bir hikayesinin
fotokopisinin bir kenara yakarak, yolladık. Tabii Londra’dan evinin oradan da…
Adamın aklı çıkmıştır. Borges’in öyküsünde, şansını başka yerlerde arayan bir
adamın yaşamından bir kesit vardır: Mısır’dan galiba Suriye’ye geliyor ve
kentin kapısından pejpürde kılıklı bu adama kimsin, nesin diyorlar. Karakola
götürüp zabit başının önüne götürüyorlar: Bir rüya gördüm; bu şehirde bir
bahçede bir küp altın varmış, ona gelmiştim, demiş. Zabit de, ‘Yahu dün gece
ben de aynı rüyayı gördüm ama o küp altın, Kahire’de bir evin bahçesindeydi’
demiş. Böyle bir hikaye…
Küçük
eski havuzlu meydanda, Eyfel pastanesinde oturup bir şeyler yer ve tramvayın
takur tukur meydanı dönmesini izleriz. İlla ki eski dostlar da gelip, geçerler.
Hatta konuşmadığım kimileri de. Karşıya bakıyorum. Bir gelen olursa, o nereye
yürürse ben de oraya diyeceğim, beklediğim kişiler henüz piyasa havasında
değiller…
Hadi
Mühürdar caddesine girelim… Yüksekçe yapılar, genişçe bir yürüme yolu, tramvay
tıkırtıları; sokak çalgıcıları; şık mağazalar; Rumlara ait bir kiliseye, Aya
Efimia Rum Ortodoks kiliseye de uzanalım. Faal bir kilisedir. Kulaklarımızda
Natasa Thedoridou & Stelios Dionisiou – Me les agapi şarkısı olsun mu;
olsun bre… Söz Adalar’ı gezerken bizim Rum dostlarımızın ezgilerine kulak
vereceğiz…
Operaya
kadar geldik mi; Süreyya Operası’nın güzelim binası önündeyiz. Bariton
dostlarımızdan Abdal Haluk Tolga İlhan’dan şahane bir şarkı dinleyebiliriz
elbette. Hemen karşısındaki bistro kılıklı kafelerin en öndeki aslında bir
pastane ve diyet ürünleri var… Hadi Haluk dostum, oku lütfen: ‘Etek Sarı, Sen
Etekten Sarısın’… Çarşıya da yakışır… Operanın yan karşı köşesinde; neredeyse
yol üstünde bir kemer ve bir kapı bulunur; 1840’larda Abdülhamit’in saray
sarrafı olarak da bilinen Agop Köseyan’ın yaptırdığı hamamın kalıntısı…
Boğaya
doğru ineriz ama meydana çıkmadan sağdaki son sokağa da gireriz… El işi
sanatkârlarının minnacık dükkânları ve Nâzım Hikmet Kültür Merkezi… Eski bir
Ermeni okulundan bozma bahçeli kocaman bir kafe ve kültür evi…
Boğa
heykeli de İstanbul’daki önemli buluşma noktalarından biridir ve tabii
Galatasaray’da olduğu gibi bir protesto eylemine denk gelip gaza boğulmazsanız…
Heykele, heykel muamelesi yapmayıp boğa sırtında oturmaya çalışan her yaştan
insanı görünce, sakın ola ‘Halkımız sanatla içiçe, ne güzel demeyin’. Aynı şeyi
Tünel meydandaki Ayşe Erkmen’i ferforje heykeline de yaparlar. Tırmanıp,
pankart asarlar…
Yeldeğirmeni’ne
yöneldik… Araç trafiğine kapalı geniş bir caddenin sonundan Karakolhane
caddesine dönüp, Yeldeğirmeni’nin yeni sosyeletesine katılacağız. Bunca öğrenci
gencin arasında herhangi bir ezgiye yer yok gibi… Durun buldum: Hiç ummayacaksınız
ama Yüzyüzeyken Konuşuruz’dan ‘Kadıköy Kızı’ dinleriz, kime ne… Bu arada
karnımız zil çalıyor, ezgiye paralel… Gene de yol üzerinde bir lokanta buluruz
deyip, çeşmeden sola dönüp salavatla girdik caddeye. Çok kalabalık ve hayli
kaotik.. Bir caddeye onlarca kafe nasıl sığarmış, gelip görün… Sosyetik olanı
da var, salaş yerler de… Yerli yabancı öğrencilerin evleri burada. Her renkten
insan görürsünüz… Amerikalısından Senegallisine kadar; ve bizim çocuklar; illa
da kutu gibi evlere saray kirası ödeyip buralarda yaşamak isteyen bizim
çocuklara, rast gelirsiniz. Ne çoklar, ne güzeller, ne de alımlılar;
bazılarında köpek bile var…
Karakolhane Caddesi. Kadıköy
Belediyesi’nin bu caddede güzel işleri var. Belediye, kentin kültür-sanat
hayatına yeni bir mekân daha kazandırdı. 1895 yılında manastır, okul ve kilise
olarak inşa edilen Notre Dame du Rosaire Kilisesi, artık bir kültür merkezi…
Gene bir Tasarım Atelyesi var, bu mahallede… Kafesinde oturun ve Paris
Mahallesinden gelen şangırtılı ezgilere kulak verin. Tarihe kulak verin
diyecektim ama kakafoniye girmeyelim ve tren yoluna bakıp ah edelim. Çığlık
çığlığa geçen trenlerin üzerine tükürürdük, çocukluğumuzda… ‘Tren Gelir, Hoş
Gelir’ türküsüyle oyalanalım burada. Çünkü yarına bırakmadan bir sinagog
görmeliyiz… Karakolhane caddesine dönüyor ve çarşının efendi kılıklı
esnaflarından birine soruyoruz; Bir sinagog varmış, diye… Efendi kılıklı esnafa
sorarız, dedik; çünkü, gazeteci dostumuz Nuh Köklü’yü buradaki bir katil esnaf
öldürdüydü…
Hemdat
İsrael Sinegogu
Bu
Sinagog’a Hemdat İsrael Sinegogu adı verilmiş… Hemdat İsrael’in İbranice’deki
anlamı İsrailoğulları’nın Şefkatidir. Ancak burada Hemdat kelimesinin başka bir
anlam ve özelliği de bulunmaktadır. Bu kelime İbranice Het-Mem-Dale-Tav sessiz
harflerinden meydana gelmektedir. Buraya yazdıklarım için de Türkiye’nin Sinagogları’nın
yazarı değerli ağabeyim, Naim Gülmezer’in bilgisine başvurdum… İçinden geçen
bir kapı sizi öteki sokağa çıkarırdı eskiden ama epeydir güvenlik nedeniyle
geçit kapalı diyorlar. Ne mi dinleyelim, elbette: Lise yıllarından arkadaşım
Yavuz Hubeş’in de yer aldığı Los Pasharos’dan ‘La Romans de Rika Kuriel’
dinleyelim.
Niyetim,
biraz soluklanıp (şu an, yazarken yani); muhtemelen bir ara belediye başkanına
danışmanlık yaptığım Adalar’ı yazarım…
Özel
Not: Yahu yazılarında arkadaşlarının da adı geçiyor artık; biz, neyiz diyenler,
var. Onlar bu kentin ve bu beldelerin sahici ve kalıcı nitelikteki
unsurlarıdır… 200 lira verene uygun bir şekilde eklerim valla.. Şaka yahu, iyi
okumalar…
Tramvaya binin ve Tünel’e
uzanırken insanların telaşını izleyin.
Tam
da demişken, Emek Sinemasının karşı sokağından Ilgın Su çıkagelmez mi; Vakıfı
ayakta tutmaya çalışıyor güzel dostum. Hadi Ruhi beyden bir güzel türkü
çalalım… Yakışır ya da yakışmaz: Eşşeği Saldım Çayıra… Siz gülün… Dünyanın en
özel seslerinden birini dünya gözüyle izledik ve dinledik. Ne mutlu bizlere…
Galiba,
bu turu böyle çalakalem yapmaktansa, kitaba koyacağım zaman; kiliseleri,
pasajları, kitapçıları, hanları falan ayrı ayrı kaleme almalıyım. Ne güzel
olur… Çünkü şimdi atlayıp, gittiklerim oluyor. Mesela Galatasaray Lisesi’nin
yanından 300 metre kadar Tophane’ye doğru indirirdim sizi ama çıkması zor
gelir. Yoksa, Gül Baba türbesi var, orada.. Galatasaraylılar insin ve çıkışta
taksiye binip kaçsınlar. Bana ne! Asıl türbe Macaristan’da diyeyim de,
heveslenen gitsin bu güzel ülkeye…
Rumeli
Pasajını geçmeden (eski zamanların) Rebul Eczanesi’nini vitrinine bir göz
atalım. Şimdilerde belki 20 çeşit kolonyası ve artık parfümleri de olan bu
güzelim mekân nadir ilaç yapan yerlerdendi… Vakko, yok artık… Kapısından
(caddede araç trafiği varken) Vitali beyi görmek mümkündü. Hadi sevgili
dostlar, burada da kulağımıza Jak ve Janet Esim’den herhangi bir ezgiyi alalım.
Ve ilk kez dinleyenlerin ‘Yahu bu, şu şarkı değil mi?’ demelerine,
gülümseyelim…
Bir
koordinat olarak verip geçeceğim ama Taksim’e çıkmadan iki öncesi sokakta
bulunan Surp Horvhan Katolik Ermeni Kilisesi ve geride Ağa Camii’nin de
bulunduğu Sakızağacı caddesinin ilk sol köşesindeki Surp Advadzadzin Kilisesi
ve Katolik Ermeni Patriklik binasını es geçmeyin, gidin ve gezin… Mutlaka…
Hadi
günümüze de denk geldi diye, İsabel Bayraktaryan’dan veya Lena Chamamyan’dan
Sareri Hovin Mernem dinleyelim…
Salimen
Taksim Meydanı’na geldik… Tramvaya binin lütfen ve gerisin geriye; güzel
caddemizden Tünel Meydanı’na tıkır mıkır akıp, gidin. İnsanların telaşlı
koşuşturmasına; Sinema Günleri’yse, takıp takıştıran film tutkunlarına rast
gelirsiniz ve ne çok tanıdık dostunuza… Canım Beyoğlu…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder