28 Nisan 2020 Salı

KORONA GÜNLERİNDE (3) KHALKEDON HAVALİSİNDE...

ADNAN GENÇ
(yeni1mecra.com)
27 Nisan 2020
Bu zıkkım virüs neredeyse her sokakta bir kapının ipini çekeli beri; sanırım İstanbul’da herkes sıkılmıştır ama en çok da şahane çarşıları olan semtlerin insanları iyice daralmıştır.
Beyoğlu Balık Pazarı’na dün girmedik ama ucundan bucağından epeyce yerini yazdık, oraların. Üç Horan’a da girebilirdik. Ben koordinatları verdim ve lütfen sizler gezip, tadını çıkarın… Çarşı demişken, Beşiktaş, Kadıköy, Üsküdar çarşıları da şahanedir ve dolanmak, bakınmak için birebirdir. Soluk alıp yaşadığınızı hissettirirler. Bu arada sevgili dostlarımdan azar işitiyorum; onu yazmamışsın, bunu yazmamışsın, diye. Hepsini biliyorum ama kitap genişliğinde makale olmaz… Oraya bıraktığım bir kısmını; örneğin, Atlas Pasajı’ndan söz ederken; kağıt belge satan bir yerden söz etmiştim ve araştırmacı yazar dostum Feza Kürkçüoğlu’ndan. Arşiv isimli bu şahane mekânın artık rahmetli olan güzel mimar dostumuz İsmail Karaağaç’ı unutmadım ama sevenlerini üzmeyeyim diye, es geçmiştim. Sevgiyle ve özlemle anarak…
Bir de Talimhane bölgesindeki otel sahip ve işletmeci dostlardan eleştiri geldi: ‘Yahu, buraların yayalaştırılması işinde katkın vardı, unuttun mu bizi?’ dediler. Hayır, hadi oraları ‘Hotel California’ ile gezinelim… Bir küçük not daha; sevgili dostlar Tarlabaşı’nı da ezbere bilirim. Sıraselvileri de… Vat 69’u da Elize Pavyon’u da… Kitaba katacağız artık…
Hadi Kadıköy Çarşı’da buluşup, gezinelim. Beyaz Fırın önünde buluşalım ve bir sürprizim olsun sizlere… 40 yıllık müzisyen dostum; Dr. Ferda Ereren’in ‘Türküler Ne Söyler’ adlı radyo programından öğrendiğim birbirleriyle aynı bir Bulgar ve Giresun türküsü dinleyelim: Kömürlük Dağı ve Milo Mi e Magde. Beyaz Fırını kuranlara gitsin…
Beyaz Fırın’dan çay kurabiyelerimizi de alıp, çarşı boyunca yürüyelim. Umarım Sabuncakis Çiçekçisi duruyordur… Masamıza koymak üzere küçük bir kır çiçeği demeti yaptıralım; üşenmez, ucuz pahalı demezler, yapıp verirler… Yeni icat bir dizi sokak var bu çarşıda. Barlar Sokağı’ndan birkaç tane olması gibi bir de kahve yapan yerler var. Birinde oturalım ve gelip geçeni izleyelim.. Çayım gelse de kurabiyemi batırsam… Gelen sese kulak veriyoruz: ‘Kahve Yemenden Gelir’, Çiğdem Yarkın okusun bari… Ne güzel bir türküdür… Neyse, aheste beste kalkıp da yola koyulalım… Çarşının bu caddesi de İstiklal Caddesi gibidir. On adımda birine rast gelir ve 40 türlü proje konuşursunuz. Hepimizin ardı proje mezarlığı…
Bu caddede birkaç kilise var. Ortodoks, Proteston, Katolik kiliseler ve Rumlara ait kiliseler de bu cadde üzerinde ve yakın yerlerdekiler de sizi bekler. Zaten ortalık yerdeler. Mutlaka girin ve ilginizi gösterin… Niyetim, sağıma denizi alıp Moda burnuna yürümek… Bir önerim olsun; sevgilinizle veya dünya güzeli bir arkadaşınızla paylaşın bu zenginliği. Hadi buruna kadar; Ezginin Günlüğü’nden ‘Kadıköy’ şarkısını dinleyelim… Şahane manzaralı ve güpgüzel balkonlarıyla semtin apartmanlarına biraz özenerek, biraz da iyi ki bu güzellik buradaymış diyerek, yürüyoruz. Bomonti’de tavla partimiz olacak. Moda’yı usulca geçip, Koço’nun Meyhanesi’ne bir başka günün gecesi için göz kırparak; hatta bir sokak atlayıp Barış Manço’nun evine bakıp, ‘Helal olsun, güzel ezgilerin şahane şarkıcısına’ deyip, arkamızdaki İngiliz Şapel’in bahçesinde soluklanabiliriz. Belki bu ibadethanenin pastörü Turgay beye rast geliriz. Usulca merhabasını, alırız… Tavla atmak bahane, Kalamış ve Fenerbahçe Buruna bakıp, oralara kadar yürür müyüz diye, iddiaya girip yola revan oluruz birazdan… Üniversite yıllarımızda yolun sonundaki bu evimiz kadar sıcak kafede az oturmadık; az dertlenmedik ve elbette bazen bilardo bazen de masa topunda ağzımızın payını aldık.
Aralardan yürürken, kapı komşusu iki okul görürüz: Saint Joseph ve eski Maarif Koleji (Kadıköy Anadolu Lisesi)… Maarif’ten bir arkadaşımla, okuldaki akşam vakitlerinin etüd ağabeyi birini anlatayım… Üzerinde moda oduncu gömleği ve pantolonun üzerine sarkmış olsun. Kollar sıvalı ve abimiz hafif solcu… Ulen bütün okul solcu zaten… 12 Eylül geliyor ve muhterem küt diye Londra’ya gidiyor. Bizi ateşin ortasında bırakarak. Biz de onu bildik ve adresine benim muhabir arkadaşlarım üzerinden; Moskova’dan, Köln’den, Roma’dan, Paris’ten ve Washington’dan, aklıma gelmeyen birkaç yerden daha. Borges’in bir hikayesinin fotokopisinin bir kenara yakarak, yolladık. Tabii Londra’dan evinin oradan da… Adamın aklı çıkmıştır. Borges’in öyküsünde, şansını başka yerlerde arayan bir adamın yaşamından bir kesit vardır: Mısır’dan galiba Suriye’ye geliyor ve kentin kapısından pejpürde kılıklı bu adama kimsin, nesin diyorlar. Karakola götürüp zabit başının önüne götürüyorlar: Bir rüya gördüm; bu şehirde bir bahçede bir küp altın varmış, ona gelmiştim, demiş. Zabit de, ‘Yahu dün gece ben de aynı rüyayı gördüm ama o küp altın, Kahire’de bir evin bahçesindeydi’ demiş. Böyle bir hikaye…
Küçük eski havuzlu meydanda, Eyfel pastanesinde oturup bir şeyler yer ve tramvayın takur tukur meydanı dönmesini izleriz. İlla ki eski dostlar da gelip, geçerler. Hatta konuşmadığım kimileri de. Karşıya bakıyorum. Bir gelen olursa, o nereye yürürse ben de oraya diyeceğim, beklediğim kişiler henüz piyasa havasında değiller…
Hadi Mühürdar caddesine girelim… Yüksekçe yapılar, genişçe bir yürüme yolu, tramvay tıkırtıları; sokak çalgıcıları; şık mağazalar; Rumlara ait bir kiliseye, Aya Efimia Rum Ortodoks kiliseye de uzanalım. Faal bir kilisedir. Kulaklarımızda Natasa Thedoridou & Stelios Dionisiou – Me les agapi şarkısı olsun mu; olsun bre… Söz Adalar’ı gezerken bizim Rum dostlarımızın ezgilerine kulak vereceğiz…
Operaya kadar geldik mi; Süreyya Operası’nın güzelim binası önündeyiz. Bariton dostlarımızdan Abdal Haluk Tolga İlhan’dan şahane bir şarkı dinleyebiliriz elbette. Hemen karşısındaki bistro kılıklı kafelerin en öndeki aslında bir pastane ve diyet ürünleri var… Hadi Haluk dostum, oku lütfen: ‘Etek Sarı, Sen Etekten Sarısın’… Çarşıya da yakışır… Operanın yan karşı köşesinde; neredeyse yol üstünde bir kemer ve bir kapı bulunur; 1840’larda Abdülhamit’in saray sarrafı olarak da bilinen Agop Köseyan’ın yaptırdığı hamamın kalıntısı…
Boğaya doğru ineriz ama meydana çıkmadan sağdaki son sokağa da gireriz… El işi sanatkârlarının minnacık dükkânları ve Nâzım Hikmet Kültür Merkezi… Eski bir Ermeni okulundan bozma bahçeli kocaman bir kafe ve kültür evi…
Boğa heykeli de İstanbul’daki önemli buluşma noktalarından biridir ve tabii Galatasaray’da olduğu gibi bir protesto eylemine denk gelip gaza boğulmazsanız… Heykele, heykel muamelesi yapmayıp boğa sırtında oturmaya çalışan her yaştan insanı görünce, sakın ola ‘Halkımız sanatla içiçe, ne güzel demeyin’. Aynı şeyi Tünel meydandaki Ayşe Erkmen’i ferforje heykeline de yaparlar. Tırmanıp, pankart asarlar…
Yeldeğirmeni’ne yöneldik… Araç trafiğine kapalı geniş bir caddenin sonundan Karakolhane caddesine dönüp, Yeldeğirmeni’nin yeni sosyeletesine katılacağız. Bunca öğrenci gencin arasında herhangi bir ezgiye yer yok gibi… Durun buldum: Hiç ummayacaksınız ama Yüzyüzeyken Konuşuruz’dan ‘Kadıköy Kızı’ dinleriz, kime ne… Bu arada karnımız zil çalıyor, ezgiye paralel… Gene de yol üzerinde bir lokanta buluruz deyip, çeşmeden sola dönüp salavatla girdik caddeye. Çok kalabalık ve hayli kaotik.. Bir caddeye onlarca kafe nasıl sığarmış, gelip görün… Sosyetik olanı da var, salaş yerler de… Yerli yabancı öğrencilerin evleri burada. Her renkten insan görürsünüz… Amerikalısından Senegallisine kadar; ve bizim çocuklar; illa da kutu gibi evlere saray kirası ödeyip buralarda yaşamak isteyen bizim çocuklara, rast gelirsiniz. Ne çoklar, ne güzeller, ne de alımlılar; bazılarında köpek bile var…
Karakolhane Caddesi. Kadıköy Belediyesi’nin bu caddede güzel işleri var. Belediye, kentin kültür-sanat hayatına yeni bir mekân daha kazandırdı. 1895 yılında manastır, okul ve kilise olarak inşa edilen Notre Dame du Rosaire Kilisesi, artık bir kültür merkezi… Gene bir Tasarım Atelyesi var, bu mahallede… Kafesinde oturun ve Paris Mahallesinden gelen şangırtılı ezgilere kulak verin. Tarihe kulak verin diyecektim ama kakafoniye girmeyelim ve tren yoluna bakıp ah edelim. Çığlık çığlığa geçen trenlerin üzerine tükürürdük, çocukluğumuzda… ‘Tren Gelir, Hoş Gelir’ türküsüyle oyalanalım burada. Çünkü yarına bırakmadan bir sinagog görmeliyiz… Karakolhane caddesine dönüyor ve çarşının efendi kılıklı esnaflarından birine soruyoruz; Bir sinagog varmış, diye… Efendi kılıklı esnafa sorarız, dedik; çünkü, gazeteci dostumuz Nuh Köklü’yü buradaki bir katil esnaf öldürdüydü…


Hemdat İsrael Sinegogu
Bu Sinagog’a Hemdat İsrael Sinegogu adı verilmiş… Hemdat İsrael’in İbranice’deki anlamı İsrailoğulları’nın Şefkatidir. Ancak burada Hemdat kelimesinin başka bir anlam ve özelliği de bulunmaktadır. Bu kelime İbranice Het-Mem-Dale-Tav sessiz harflerinden meydana gelmektedir. Buraya yazdıklarım için de Türkiye’nin Sinagogları’nın yazarı değerli ağabeyim, Naim Gülmezer’in bilgisine başvurdum… İçinden geçen bir kapı sizi öteki sokağa çıkarırdı eskiden ama epeydir güvenlik nedeniyle geçit kapalı diyorlar. Ne mi dinleyelim, elbette: Lise yıllarından arkadaşım Yavuz Hubeş’in de yer aldığı Los Pasharos’dan ‘La Romans de Rika Kuriel’ dinleyelim.
Niyetim, biraz soluklanıp (şu an, yazarken yani); muhtemelen bir ara belediye başkanına danışmanlık yaptığım Adalar’ı yazarım…
Özel Not: Yahu yazılarında arkadaşlarının da adı geçiyor artık; biz, neyiz diyenler, var. Onlar bu kentin ve bu beldelerin sahici ve kalıcı nitelikteki unsurlarıdır… 200 lira verene uygun bir şekilde eklerim valla.. Şaka yahu, iyi okumalar…
Tramvaya binin ve Tünel’e uzanırken insanların telaşını izleyin.
Tam da demişken, Emek Sinemasının karşı sokağından Ilgın Su çıkagelmez mi; Vakıfı ayakta tutmaya çalışıyor güzel dostum. Hadi Ruhi beyden bir güzel türkü çalalım… Yakışır ya da yakışmaz: Eşşeği Saldım Çayıra… Siz gülün… Dünyanın en özel seslerinden birini dünya gözüyle izledik ve dinledik. Ne mutlu bizlere…
Galiba, bu turu böyle çalakalem yapmaktansa, kitaba koyacağım zaman; kiliseleri, pasajları, kitapçıları, hanları falan ayrı ayrı kaleme almalıyım. Ne güzel olur… Çünkü şimdi atlayıp, gittiklerim oluyor. Mesela Galatasaray Lisesi’nin yanından 300 metre kadar Tophane’ye doğru indirirdim sizi ama çıkması zor gelir. Yoksa, Gül Baba türbesi var, orada.. Galatasaraylılar insin ve çıkışta taksiye binip kaçsınlar. Bana ne! Asıl türbe Macaristan’da diyeyim de, heveslenen gitsin bu güzel ülkeye…
Rumeli Pasajını geçmeden (eski zamanların) Rebul Eczanesi’nini vitrinine bir göz atalım. Şimdilerde belki 20 çeşit kolonyası ve artık parfümleri de olan bu güzelim mekân nadir ilaç yapan yerlerdendi… Vakko, yok artık… Kapısından (caddede araç trafiği varken) Vitali beyi görmek mümkündü. Hadi sevgili dostlar, burada da kulağımıza Jak ve Janet Esim’den herhangi bir ezgiyi alalım. Ve ilk kez dinleyenlerin ‘Yahu bu, şu şarkı değil mi?’ demelerine, gülümseyelim…
Bir koordinat olarak verip geçeceğim ama Taksim’e çıkmadan iki öncesi sokakta bulunan Surp Horvhan Katolik Ermeni Kilisesi ve geride Ağa Camii’nin de bulunduğu Sakızağacı caddesinin ilk sol köşesindeki Surp Advadzadzin Kilisesi ve Katolik Ermeni Patriklik binasını es geçmeyin, gidin ve gezin… Mutlaka…
Hadi günümüze de denk geldi diye, İsabel Bayraktaryan’dan veya Lena Chamamyan’dan Sareri Hovin Mernem dinleyelim…
Salimen Taksim Meydanı’na geldik… Tramvaya binin lütfen ve gerisin geriye; güzel caddemizden Tünel Meydanı’na tıkır mıkır akıp, gidin. İnsanların telaşlı koşuşturmasına; Sinema Günleri’yse, takıp takıştıran film tutkunlarına rast gelirsiniz ve ne çok tanıdık dostunuza… Canım Beyoğlu…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder