ADNAN GENÇ
(yeni1mecra.com)
26 Nisan 2020
26 Nisan 2020
Dünkü yazı hayli
ilgi gördü, sevgili dostlar. Yahu, acelen neydi de koca kenti 5 dakikalık bir
yazıya sığdırdın, dediler. Ermenistan’dan Rusya’ya; Kanada’dan, Evropa’nın her
köşesine kadar pek çok kadim dostum, biraz da sarsılarak okumuşlar… Oysa ben,
zaten İstanbul’u yaşayan ve yaşatanlar için kaleme almıştım… Hasret çekeni de
çokmuş, inanın.. Olmaz mı, tarih kokan bu kentin her sokağında geçmişin ve
kendinizin ayak izlerini bulursunuz…
Bu
seferki turumuzu daha ağırdan alıp kulağımızda İstanbul’u ve anımsarken
kalbimizin titreştiği; tutuştuğu şarkılarla gezelim, istedim…
Aslında
3 B tutkunuyum; Boğaziçi (Şıngır Mıngır, Salâh Birsel); Beyoğlu (Bir Şenliktir,
Onat Kutlar) ve Bayrampaşa… Şaka şaka; Büyükada…
Buraya
yakıştırdığım ilk şarkı; sözlerini koca şair Nâzım’ın yazdığı ve Zülfü
Livaneli’nin okuduğu ‘Karlı Kayın Ormanında’ olsun. Karlı bir İstiklal turunda
ellerimiz cebimizde, dinleyerek ağır adımlarla dükkânların açılmasını
izleyelim.
Hayat
başlıyor, işte… İlk duyduğumuz ses, çıngırtılı kepengiyle Narmanlı Han’ın
bahçesini örten demir kapısı olsun. Kapı dediğime bakmayın; kapıdan içeri uzun
uzun bakarsanız, Türkiye’nin yaşayan en eski gazetesi Jamanak’ın idarehanesine
ve Sarkis Koçunyan’ın beslediği kedileri de görürsünüz… Kenarda küçücük
dairesinde Ahmet Hamdi Tanpınar’a kulak verelim:
“Bu
daire her akşam dolup taşarmış; Bedri Rahmi, karısı, kız kardeşi Mualla…
Sabahattin Eyüboğlu, ressam Zeki Faik İzer, Mehmet Ali Cimcoz ve karısı Adalet…
Türküler söylenir, yenilip içilirdi. –Haldun Taner-”…
Adalet
Cimcoz’u dublaj sanatçısı olarak biliriiz ve tabii birlikte anmamızın hiçbir
sakıncası yok; Jeyan Mahfi Tözüm… İsminin hikâyesi de ilginçtir; babası Mahfi
Ayral, ne isim koyayım derken; tutu Kamus-u Türki’ye bakmış ve rastgele olarak
bir sözcük seçmiş. Farsça, kükreyen aslanın sesiymiş… Yakışır, inanın… İki ses
sanatçısını da bin kere duymuşuzdur, emin olun…
Hadi
yola devam… Bilesiniz ki, gezindiğimiz yerleri biraz bugünlerinden ama çokça 20
yıl kadar eskisinden eskiye, anlatmaya çalışıyorum. Sağ köşede, İnci
Pastanesi’nden ayrılma Şaban beyin ortaklığındaki Lebon Pastaneye girin ve
henüz çıkmış çıtır çıtır portakallı bisküvilerden alıp, yola revan olun…
Rus
Konsolosluğu önünde iki büyücek camlı çerçeve içinde Rusya’dan fotoğraflar
olurdu. Oraya bakarken, MİT’e yakalanacağım diye, korkardım. Sorarlarsa saçımı
düzeltiyordum derim, diye düşünürdüm. Liseli yıllarım yahu… Yürüyelim ama müzik
zamanı da gelsin artık… Hadi gene hüzün dolu bir şarkı ile yürüyelim. Sebebi de
Nâzım’la sürdürebilmek yürüyüşümüzü… Bestecisi de Mesud Cemil: ‘Kanatları
Gümüş, Yavru Bir Kuş’… İsterseniz M.Nurettin’den dinleyin, isterseniz Şevval
Sam’dan… Az daha geçiyordum; Suriye Pasajına da bir göz atıp, Apoyevmatini
gazetesinin eski idarehanesini de aranabiliriz. Yoklar artık, Mihail bey;
evinden, oğluyla birlikte çalışıyor ve tarihi gazetesini çıkarmayı sürdürüyor…
Çıkıp hemen yamacındaki Markiz Pastanesi’nin tozlu camlarından içeri bakalım:
Aman Tanrım, kimler yok ki; Kapıdan çıkana bakın hele: Haldun Taner… Hadi usul
usul gidelim ama bu sefer kulağımızda Ziynet Sali’nin sesinden ‘Ke Sagapo Ah
İstanbul’… Birazcık moderin versiyonu oldu ama, günümüze el vermek adına, böyle
seçimlerimiz de olacak.. Olsun bre…
Bir
Engizisyon mahkemesi salonu görmek ister misiniz? Göremezsiniz. Var da göremezsiniz,
Muammer Karaca Tiyatrosu’nun hemen alt yanında… Az geçince meşhur buluşma
noktalarından sayılabilecek OdaKule… Galiba üniversite yıllarımın ilkiydi.
Hemen karşısındaki Panter Kürk’ün hemşeri olan çalışanlarından biriyle sohbet
ediyorken, gökdelen kurşunlanmaya başladı. Öyle böyle değil, onlarca kişi mermi
sıkıyordu. İçeri geçip, üst katından izleyelim derken, kalabalık çoktan toz
olmuştu bile. Beyoğlu deyince, her türlü sese açık olmalısınız…
Hocapulo’da
çay içelim mi; minnacık taburelerde anlamsız derecede pahalı çaylardan bir
incebelli söyleyip, azıcık soluklanalım. Müzik mi; kolay… Meydana bakan sahafın
Dual pikabından gelen sese kulak verelim: İnci Çayırlı okuyor; Beyoğlu’nda
Gezersin… Aman iyi kulak verin lütfen ve plağın cızırtılarını da duyun…
Eminim,
buraya kadarını okuyanla; bu arkadaş da hangi caddeyi gezmiş acaba; hani sokak
müzisyenleri, diyebilir… Beyoğlu’nda her zaman bir inşaat çalışması vardır;
muhtemelen OdaKule yanındaki Garibaldi Lokantası ve İtalyan İşçi Birliği’nin
salonlarına giden yolun köşesinde Suriyeli gençleri görürüz: El Vatan. Hem neşeli hem
hüzünlü bir ezgi… Dinler ve gene çalsınlar diye, beklersiniz…
Beyoğlu’nda her kültürün ezgilerini
duyarsınız.
Kallavi
sokaktaki bütün mekânlar galiba bizim Fıççın Leyla’nın. Çerkes mutfağının her
yemeğine rastlayabilirsiniz. Ama her lokantasında ayrı bir lezzet odağı… Hadi
devam ve çıkıp karşıya geçelim. Saint Antuan Kilisesi’ne girip, şu korona
belasından salimen kurtulup, esenliğe kavuşmamız için mum yakalım… Bahçesinde
mutlaka gelen sese kulak verelim: O Panoraios, bir Bizans etkisi dinleyelim…
Hatta,
aratıp bulun ve Yönetmen: Soner Sevgili dostumun ve Tannur Arat arkadaşımın
metnini yazdığı Zümrüd-ü Anka, Görüntülü İstanbul Ansiklopedi’sinden, kilisenin
tarihini görsel olarak izleyin… Şahanedir…
Galatasaray’a
mı geldik sanki… Mısır Apartmanı, Aznavur Pasajı ve YKY’nin vitrinini gezmeyi
size bırakıyorum. Müzik falan da yok. Çünkü meydanda Şadi Çalık’ın
Cumhuriyet’in 50. Yılı anısına yaptığı ve sanayi dünyasını betimleyen heykelin
önünde birkaç dakika çevreyi izleyerek, durun ve soluklanın. Çünkü birazdan
koşuşturmanız başlayabilir. Hemen her gün ama özellikle cumartesi günlerini hak
savunucuları ve kimi STK temsilcileri; önemli buldukları meseleleri ile ilgili
bir basın açıklaması yapacaklardır… Dinleyin ve ciğerlerinize dolan gaz ile
Galatasaray Lisesi’ni hızla geçip Çiçek Pasajına girin. Bir soğuk bira ve denk
gelmez ya, akordeoncu güzelim Anahid hanımın ezgilerine bırakın kendinizi..
Elbette o da Beyoğlu ezgileri çalıyordur… Göklere selam olsun…
Tokatlayan
Han’a girmişsinizdir ama üst katlarına çıkmamışsınızdır. Duvarlara çarparak
çıkan asansörüne binip, katlardan birinde inin… Soluk ışıkların altında
açılacak bir kapıdan, İstanbul’un ilk avukatlarından biri veya mali
müşavirlerinden öbürü çıkabilir. Otel zamanına yetişemedim, bilemem doğrusu…
Eskiden Beyoğlu muhabirleri bu binanın otel olduğu günlerde başta bu yapıda,
bekleşirlermiş…
Hadi
yakın tarihi uzanalım ve İKSV’nin eski binası olan Luvr apartmanı önünden
karşıya geçip, Atlas Pasajı’na girelim. Olur ya, belki bir müzayedeye denk
geliriz veya dükkân dükkân gezip, yahu bunları şimdi kim taşıyacak demeden bir
sürü şey satın alırsınız… İlerde izleri duruyordur; mutlaka Çalıntı Dergisi’nin
şahane yönetmeni Suat Bilgi’den plakçı dükkânına ve Feza Kürkçüoğlu dostumun
kağıt belge satan yerine uğranız. Muhtemelen Şehir Tiyatroları yönetmeni Muhsin
Ertuğrul’un onay imzasını attığı bir fatura satın alabilirsiniz… On top vişne
rengi ipekli kumaş ve kimi fermuarlar satın alınmış… Atlas Pasajı’nda aynı
zamanda ve gene İKSV’nin ve Kültür Başkenti İstanbul’un ilk yerleri de vardır;
yani bir saray. Sahici bir saray. Tab’i Mustafa Efendi’nin bayati makamdan bir
bestesini dinleyelim: Gül Yüzlülerin Şevkine Gel, Nuş Edelim. Kim okusun
istersiniz; benim eski ortağım; (Nobel almasını beklediğim) muhteşem bir yazar
ve şahane rehber Özcan Yurdalan… Elinde de minnak bir Fas bendiri ile…
Koca
Beyoğlu, arkadaşlarımı anmadan geçmem, gönül koyarlar valla. Son 40 yılında
onların da sahici ve kalıcı izleri var…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder