29 Nisan 2020
(yeni1mecra.com)
Şimdi de karşı kıyıdan dolanıp Salacak’a kadar gelelim… Bir küçük tekneyle, Beykoz’a geçelim ve arabamıza binip Anadolukavağı’na gidelim. Hep denir ya buralar iyi ki askeriyede kalmış, diye. Orman içinden ve bol ağaçlıklı bir bölgeden geçip; kıyıya ve sağa dönünce de minnacık köye geliriz… Şöyle yazsam, turizmi iyice baltalamış olur muyum bilemem ama buranın esnafı, dayanılmaz görgüsüzdür… Pahalıcı olmayı marifet sayarlar… Yahu bu soğuk dersiniz, sıcakları turistlere verdik diye, şımarıklık yaparlar. İçinde yerli iki tatlı esnaf da olabilir… Hadi onları bir kenarda tutalım… Mümkünse masa keyfinin en şahane beldelerinden biridir ama size hayatı zehir ederler… Dondurma alırsınız, eve kadar götürüp buzluğa koyalım da gelecek yazın yer, hava atarız dersiniz… Vakti zamanının ahım şahım ‘turizm danışmanlarından’ biri olarak epey atıp tuttum ama gerçek bu…
Gene bi’vakitler az daha buradaki askeri hapishaneye düşecektim; Kabakoz’a. Deniz kenarında kumsalda vakit geçirecektik ama ben muazzaf olmayınca, Selimiye Kışlası’nda kulelerden birinin en altındaki at ahırlarında kaldım. Diğer solcu subaylar da toptan oraya alınmıştı… Ne çok satranç şampiyonası yapmışızdır onlarla; biri biter diğeri başlardı… Kabakoz ve mahalle arkamızda kalsın, tepelere tırmanıp Karadeniz’e ve çevreye bakınalım. Bu arada Beykoz’dan buralara gelen yol üzerinde Yuşa Tepesi de vardır. Çevre esnafın ürettiği ve boyu 4 metreyi bulan bir ulu abimiz… Hadi bu küçük ve şirin Boğaz köyünün ilgilerini buraya işleyelim: Anadolu Kavağı meydanında 18.yy.dan kalma Cevriye Hatun Çeşmesi ayrıca görmeye değer. Ayrıca 1593 yılına ait Midilli Ali Reis Camii de tarihi eserler arasında. Ayrıca askeri alanda yer alan Marko Paşa Köşkü de meşhur yerlerden. İskele meydanına Marko Paşa adı verilse şahane olur… Yoros (Ceneviz) Kalesi de ayrıca görülebilecek yerler arasında. Hani ‘Sünger Bob’a benzetilmişti ya yeni hali, orası işte… Burada hem Karadeniz hem de Boğaz’ı muhteşem manzara eşliğinde seyredebilirsiniz. Anadolu Kavağı’ndan Karadeniz tarafına doğru gittiğinizde ise diğer şirin yerlerden Poyrazköy ve Anadolu Feneri’ne ulaşırsınız.
Karadeniz demişken, hem de görür görmez; denizin hırçın dalgalarına koşut bir müzik istemez mi? İster, efendim… Kâzım Koyuncu kardeşimizden bir şarkı: ‘Hayde’… Biraz rüzgâr olsa da fotoğraf çekmeye engel değil… Yokuş aşağı salalım kendimizi ve bu güzel mahalleden usulca ayrılalım… Ormanlık yolu da geçip, Beykoz, Papazın Çayırı’na inelim. Sonra izin verirlerse, Beykoz Kundura fabrikasına girer ve sözlü tarih çalışması yapan arkadaşlardan bilgi alırız. Belli mi olur, belki de bilgi veririz… Çayıra gelince. Yağmurlu bir günde burada bir parti mitingi izlemeye gelmiştim. Gazeteci olarak. Birkaç meslektaş ile baktık ki, koca çayırda garibim ‘kitle’, sinek pisliğinden hallice duruyor. Bin kişi var ama çayır büyük… Polonezköy’ün tarihi ve sosyal yapısını araştırmaya kaçmıştık…
Beykoz, On Çeşmeler’e dönüp, oradan Polonez’e uzanır ve uygun bir yerlerden gene sahile ineriz. Beykoz meydandaki önemli bu eser hakkında da el alıp, buraya ekleyelim: ‘Yapıda barok üslûp özellikleri görülmektedir. Geniş saçaklı bir çatı altında yer alan çeşmenin sofa kısmının eni 6, boyu 8, yüksekliği 4 m. kadardır. Bunun ardında su haznesi yer alır. Haznede toplanan su tunçtan yapılmış on adet lüleden sürekli akmakta ve bundan dolayı yapı “Onçeşmeler” diye anılmaktadır. Lülelerden ortada bulunan iki tanesinin çapı diğerlerinden daha geniştir. Lülelerin sıralandığı, hazne duvarıyla ortak olan bu muhteşem cephe kaliteli mermer levhalarla kaplanmış, çapı geniş olan iki lüle dilimli bir kemere sahip sağır bir nişin içine alınmıştır. Sığ bir tekneye akan suyun taşan kısmı, mermer döşemeye oyulmuş “T” şeklindeki bir kanalcık vasıtasıyla denize yollanmaktadır.’
Hep geçmişsinizdir ama hem tarihi hem de mimari özelliklerini zahmet edip aramamışsınızdır… Pek çoğumuz gibi. Çeşmenin arkasındaki güzel mahalle içinden geçerek Polonez’e gidiyoruz. Fakat, bildiğiniz yol, artık bildiğiniz yol olmaktan çıkmış. Yol boyu yapılmış birbirinden anlamsız hırsızlama evler ve bahçeleri, buralarda doğal işaretler üzerinden köye gitmeye çalışanları şaşırtıyor artık. Neyse, tabelaları izleyerek ve söylenerek Polonez’e girdik. Hemen girişinde sağda bir kilise vardır ve her zaman açık olmaz. Papazı çoğun Beykoz merkezdeki görev yerinde olurmuş… Biraz ilerleyince Anı Evi’ni görürsünüz. Polonya kökenli köylülerin; köyde yaşayan yaşlı bir hanımın ve diğer geçmiş atalarının anısına yaptıkları minnacık bir etnografik müze.. Muhtar yardımcı oluyor ve gezme olanağı buluyorsunuz. Muhtarı da bulursunuz, meydanda… Polonezköy 1830 Polonya Ayaklanması sırasında hükümet başkanı, daha sonra da Polonyalı sürgünlerin siyasî lideri olan Prens Adam Czartoryski tarafından 1842 yılında kuruldu. Köyün adı kurucusunun adı olan Adam’dan dolayı Adamköy (Lehçe: Adampol) olarak türetilmiştir. Bu isimde temiz bir otel ve tonla pansiyon bulursunuz. Lokantaları gündüz de hizmet veriyor… Ata binip gezmeniz de mümkün ama (neyse at koşmuyor), çevre güzelliklerini keşfetmeden dönmeyin… Şahane mimarideki binalar ve illa ki, meydanda bulunan Leo’nun Yeri… Dünyada huzur bulacağınız nadir yerlerden biridir ve yemek sonrası kendi yapımları olan vişne liköründen ikram etmeye bayılırlar… Leo beyin babası anlatmıştı… Köyün tarihini ve talihi, hem imrenerek dinlemiştik, hem de sahip çıkma bilincinin ne kadar yüksek olduğunu konuşmuştuk. Sohbetin bir yerinde İTÜ’de mühendislik okuduğunu ve önemli bir elektrik firmasından emekli olduğunu söyleyince, hayal kırıklığı yaşamıştık. Hep süt sağıyor sanmıştık çünkü. Hatta, köy eğlencelerinden söz edince konuklardan birinin sorusuna epeyce gülmüştü: Ezberimi bozdunuz yahu, deyivermişti. Her yaz ve hafta sonları köyün en yaşlısının evinde toplanır ve müzik yapıp dans ederlermiş. Köyün en yaşlısı birkaç yıl yaşarsa, zaten kafası davul olup gidecek demişti konuğumuz…
Bir biçimde Paşabahçe’ye indiğimizi var sayalım… Kapatılmış olan cam fabrikasına girip gezinmek mümkün tabii (koca bir mahalle çünkü), ama iyice yıkık halde. Kristal-İş’in burada hemen her dönemde grevi olurdu. Sendika eğitim uzmanı iki dostumuz da hep görev başında olurlardı. Bir keresinde günlük çıkan ve grevden haberleri veren duvar gazetesi bile yapmıştık…
Paşabahçe’yi çıkarken, yokuşun dönemeç başında yıkık olan binasından Tekel Rakı Fabrikası’ndan anason kokulara etrafa yayılırdı ve büyüyünce ben bu meretten içerim, demiştim. Bir yudum bile alamadım valla… Hemen fabrika arazisinden az sonra da İBB tesisleri var. Hafta arası bile bu ucuz, leziz ve şahane mekânda yer bulmanız zor olabilir. Henüz rakı servisi yapmıyorlar ama bütün hikâyelerimizdeki en ucuz yer burası…
Kanlıca’ya gelip de pudra şekerli yoğurt yemeyen yoktur. Kimse de beğenmez ama adettendir… Soluklarken bir şarkıya kulak verelim: Bir Avni Anıl bestesinde, Zeki Müren okusun: ‘Kanlıca’… Semti arkamızda bırakırken, 20 yıl kadar önce bütün Boğaz’da kimi sahil noktalarına dikilen abullabut gözlem kulelerinden söz edelim. Buradakini protesto etmeye çalışmıştı semtin halkı, ilk yerel eylemlerinde. Hayatları boyunca unutamayacakları bir dayak yemişlerdi ki, hâlâ anlatılır…
Anadolu Hisarı’nda tepelere çıkalım… İstanbul’un en bakımlı nişan taşlarından biri buradadır. Hatta ikisi, ama öteki bir evin bahçesinde kalmış… Tepelerden aşağı Yenimahalle üzerinden gelin ve ahşap konakların en şahanelerini görün. Biraz yokuş var tabii ama mahalle halkı hep tırmanıyor, siz de çıkın… Şaka şaka, iskeleden taksi tutun. Sonra Hisar’a gelip ırmak üzerinde gezinin, mümkün çünkü… Elbette ki kasırlara ve kıyı yapılarına hemencecik bakınmaya boşlamayın… Önce şu vahim bilgiyi sindirin bakalım… Spor Akademisi yerinden sökülecek ve İstanbul Üniversitesi’nin kıyıya kadar uzanan geniş arazisinde TOKİ şeyleri olacakmış ama villa gibi. Küççük yani.. Irmağın adını da inadına yazmıyorum. Turizm planını hazırladım semt varsılları için ve iş bittikten sonra ‘Aa beğenmedik’ dediler. Oysa aylarca tonla toplantı yapmış ve karşılıklı anlaşarak bitirmiştim işi… Yalıların epeycesinin tarihlerini ve talihlerini biliyor olmam, biraz da bu hazırlıklar yüzündendir. Yararım bu oldu… Zalimler… Bir de şu bilgiyi ekleyeyim sevgili dostlar… İstanbul’un mezarlıklarını gezmek hayli öğreticidir, demiştim ya… Köprünün mahalle yanından içeri girip de 400 metre ilerlerseniz, İstanbul’un ilk Müslüman mezarlığını görürsünüz… Yani fetih öncesi zamanlardan kalma…
Vaniköy’e geliyoruz… Tepelerde İTO’nun tesisleri var ki aman aman… Boğaz’ın sahibi sanırsınız kendinizi. Muhtemelen açık büfe kahvaltı falan veriyorlardır, hesabı taksitlendirin ve keyfini çıkarın… Hep pahalıcı yerler diye, yazıyorum ya kimi okur arkadaşlarım o kadar da değil, dedi… Gazeteci gibi gezmiyorum ki, emekli olarak tur atıyorum, haberiniz olsun…
Vaniköy’in sırtları Çengel civarına kadar şimdilerde Ümraniye’den başlayıp Göksu’ya kadar inen NATO yolunun ham halidir. Rivayete göre Mihrabat Tesisleri’nin de bulunduğu alanın altında; dağın içinde, bezin ve silah depoları, türlü çeşitli mühimmat ve bir de Basın Odası varmış. Girip anılarını yazmak isteyenler için. Arsalar veya ormanlık yerler. Şimdi yüzbinler oturuyor…
Anadoluhisarı köprüsünden geçip sağa dönerken gene tepelerde Sevda Tepesi diye, bilenen güzelce bir yer vardır. Güzel halini bilirim… Dalan zamanında Arap Şeyhlerinden birine satıldı da garibim hâlâ imar bekliyor… Çengel’de ister çınaraltında oturun isterse üzerindeki pastanenin çok geniş terasında. Köprüyü neredeyse tam ortasında göreceğiniz ilginç bir konuşlanma… Karakol’un karşısında da Çengelköy Rum Ortodoks Aya Yorgi Kilisesi vardır ve 17 yüzyılın sonlarında, yerinde bulunan kilisenin yerine yapılmıştır. Çengel’den çıkarken sağa döner ya yol, hemen solda bulunan dükkânlardan biri de şapkacıydı zamanında. Yaz gelince yüzlerce şapkadan kendisine bir tente yapar ve gelip geçeni cezbederdi. Çin işi olmayan hasır şapkalardan alıp hediye etmişliğim vardır. Bilenleriniz çıkar… Şapkacıyı yahu, şapka almışlığımı değil…
Beylerbeyi’nde tepelerde olalım bir şekilde de aşağı doğru devasa tarihi ağaçlar arasından yürüyelim. Yürürken ritmimize uyan bir şarkı da gelsin: Sevgili arkadaşım Yasemin Göksu söylesin: ‘Çıkayım Gideyim Şu Rumeli’ne’… Şahane bir Beylerbeyi şarkısı…
Beylerbeyi’nin 1778 ortalarında 16 ayda yapılarak bitirilen cami ile ilgili bilgiyi de izninizle İslam Ansiklopedisi’nden alalım: ‘Anadolu yakasında aynı adla anılan semtte bulunan ve yalı camilerinin en güzellerinden olan eser çevresindeki hamam, sıbyan mektebi, muvakkithâne ve iki çeşme ile birlikte üslûp bütünlüğü gösteren yapılar topluluğu halindedir. Geç devir Osmanlı camilerinde görülen başlıca özellikleri bünyesinde taşıyan bu öncü yapı genellikle barok etkiler göstermekte ve XVIII. yüzyıl sonlarına doğru beliren üslûp değişikliklerini plan, mimari kütle ve tezyinatında sergilemektedir. Sultan I. Abdülhamid’in, annesi Râbia Sultan adına inşa ettirdiği bu eserin mimarı Tâhir Ağa’dır.’ Tam da bu noktada benim ekleyeceğim iki satır laf da var. Tiyatro merakımızı iki kalas bir hevesten öteye taşımak için epey uğraşmışlığımız vardır. Camiin çeşmelerinin birinin içinde, semtin amatör tiyatrocuları ile okuma tiyatrosu yapmış ama ilerletememiştik. Sonradan hepsi ünlü şairler olmuştu… Galiba, Gogol’ün Müfettişi’ni beğenmeyip, kendimiz oyun yazmaya başlamıştık. Bu sayede binlerce kişinin tiyatro buysa, dizi film izleyelim demelerine sebep olmuştuk. Kendi yazdığımız kısa ve ajit/prop türden oyunlar; bir çuvala sığan dekor ve kostüm ile fabrika fabrika gezmiştik. Canım halkım yaa…
Peki adını anmışken Müzeyyen hanıma kulak versek ya: Kemani Tatyos Efendi bestesi: ‘Gamzedeyim Deva Bulmam’…
Üsküdar’a gelmek üzereyiz; lütfen iskeleye yanaşmadan yerlerinizden kalmayın ve falan da filan. Yaz, yaz sonu gelmedi. Şeytan diyor, Salacak’a kadar gaza bas ve yolda Frank Sinatra’dan ‘My Way’ dinle. Ya da Taner Şener’den ‘Üsküdar’a Gider İken’… Keyfekeder…
Üsküdar İstanbul’un en eski semtlerin biridir. Nice cami, büyük mezarlıklar; azınlık okulları ve kiliseler ile Kız Kulesi’ni barındırır… İyisi mi, Doğancılar Yokuşu’nun ortalarındaki, Zafer Diper’in kurduğu (Sunar Sahne’de ki; mimarı Suna Pekuysal’ın tiyatrocu / mimar eşi Ergun Köknar’dır. Sanki kocaman gövdesine karşın ilk gurmelerden biriydi. Bir gün, Sultanahmet’te bir börekçide, üç porsiyon Kürt böreği ve koca bir kola ile görünce, bende saldım kendimi) Bizim Tiyatro’dan söz edeyim; kolayıma geldiği için… 80’ ortaları ve hep kaçak yaşayacak değiliz. Kötü bir ruh hali; zaten arayan falan da yok henüz. Sahneye çıkalım da meşru zeminde çarpışalım, dedik. Boyumuzu aşsa da Hamlet ile tiyatro ile hal hamur olmaklığımızı sürdürdük. Kral Cladius ve Baba Hamlet’i oynayarak tiyatro tarihine altın harflerle yazdırdım adımı… Pek yakışıklı bir cümle ama gerçek sadece 80 kadar oyunda oynadığım. Tiyatrocuyduk, paramız yoktu ama olanı da İskele yakınlarındaki Kanaat Lokantası’na kaptırırdık. O zamanlar ucuz gibiydi. Bir mücevher gibi hâlâ oradadır. Ne pahasına olursa olsun gidin yiyin ve yiyin. Sonra da paket yaptırın ne satıyorlarsa. Vedat Milör gibi de yazamayacağım doğrusu. Birkaç kez yemek jürilerinde bulunmuş olsam da balık eti olmamdan dolayı seçmişlerdir…
Boğaziçi, kişisel varsıllığımız…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder