ADNAN GENÇ
(yeni1mecra.com)
28 Nisan 2020
(yeni1mecra.com)
28 Nisan 2020
Yazı
erbabı bilir; bir dizi yazısını günü birlik hazırlamak hem riskli hem de
zahmetli bir iştir… Buraları biliyorsun, deyip Hemşin’den bile tulumlu, atma
türkülü yazı bekleyenler oldu… Bir de Yerevan’ı bilirim iyice… Ermenistan
Anılarım kitabına yazarım onu da… Şimdilik İstanbulla ve bir semt daha yazarak
5 bölümlük bir diziyle, bitirmek gerekir diye, düşünüyorum. Ayrıca, hem
hatırlatan oluyor hem de ben de aklımı toplayayım da kitaba başka semtleri
ekleyeyim, diyorum. Elbette gezilerimle; eski yazarların eserlerinden izler
bulabilirsiniz, yaşam görgümü nasıl ve kimlerle oluşturduysam, onların izdüşümü
hep olur, olacaktır… Efendim, yarın da Boğaziçi’nin devamı için hazır olun,
derim…
Doğrusu
Salacak’dan başlayıp, Beykoz ve Polonezköy kadar uzanırdım ama 12 yıl oturduğum
ve iki hisar arasından Boğaz’ı gördüğüm için Beşiktaş’tan başlayacağım. Karaköy
– Dolmabahçe arası da şapşahanedir ama sanki o da ayrı bir yazı konusu.
Karaköy’ün Ceneviz geçmişi; ismini veren Yahudi toplumu; Mimar Sinan ve Balyan
Ailesinin şaheserleri üzerinden, uzun işi var oranın… Haa bir de okurlardan
gelen nota göre Yeldeğirmeni’ndeki sinagogun içinden geçip öbür sokağa çıkan
geçit açıkmış… Çıkıp sola dönünce, biliyorsunuz köşede Deniz Otel ve karşıda
Haydarpaşa…
Beşiktaş,
eski iskelenin üzerinde birkaç yıl boyunca İBB Turizm ve Yerel Kalkınma
Ofisi’nin gönüllü danışmanlarındanım. Çok emek verdik önce Beyoğlu ve sonra
İstanbul’a ama beş kuruş almadan. Çay, simit ve peynir karşılığı ve elbette onlarca
güzel dost kazanarak. Ve kimi gerçekleri şaşırarak gördük… Ve iskelenin
önündeki meydanda onlarca kez buluşup Hrant kardeşimizin mahkemesine gittik…
Nasıl unutulur, Beşiktaş… Tamam sadece çarşısı bile kaleme alınabilir. Kartal
heykelleri, ketum köftecileri ve faal kiliseleri ile.. Dikkat ederseniz pek
cami yazmadım. Herkes yazıyor ve benim de özel hikâyelerim inanın iyice bana
özel; zamanında kitapsız bir herif değildim… Mimarilerine; yapım öykülerine ve
namaz saatleri dışındaki sessizliğine bayılırım… Doğru makamda okunursa ve
megafonik facia halinde kulağıma gelmezse, ezan sesini de severim… Selanik’te
faal ve restorasyonu henüz bitmiş bir camii geziyorduk. Koşarak, kucağında
torunu ile İstanbullu bir kadın geldi, yanımıza… Hepinizi kucaklıyor ve öpüyorum.
Ben, adalı bir Rum’um ve çok heyecanlandım, kusuruma bakmayın deyip uzaklaştı…
Nasıl sevilmez ve özel öyküleriyle anlatılmaz. Muhtemelen başka bir başlıkta
anlatırım.
Kulaklarımızın
pası gitsin mi; gitsin cancağızım: İstanbul’dan Üsküdar’a Bir Yol Gider…
Şimdi
yerinde Çırağan Sarayı (oteli)’nın olduğu eski Şeref Stadı’na doğru yönelelim.
Hemen öncesinde daracık bir kapıdan yüzme havuzundan kadınlar görünüyor
olabilir. Haftada bir gün onlara ayrılmıştı… Utanarak göz ucuyla bakar ve hızla
geçerdik. Şapşik olduğum liseli günler… Çırağan’a gelmeden parkta yaşayıp
Saray’da çalışan insanların geçtiği bir tür üst geçit olan o bir türlü bakım
göremeyen köprünün altından karşı kaldırıma geçelim… Yıldız Sarayı’na çıkalım
ve hadi bu kez de Yıldız Üniversite bahçesinin arkalarındaki bir binada bulunan
MİT lokalini arayalım. Tamam, aramayalım… Ama bir gün vakit yaratıp, Yıldız
Üniversitesi’nin girişini solda bırakıp Silahhane’ye doğru yürüyün ve bir çeşit
kent müzesine girin. Zamanında burada Abdülhamit’in 36 bin fotoğraftan oluşan
arşivini tarayıp bir İstanbul kitabı yapmıştım, aylarca sürmüştü. Sonra bunu
Kültür AŞ, deriden yapılma bir kutuya koyarak, İBB için gelen yabancı
konuklarına hediye etmişlerdi…
Köşklerden
birine girip şahane bir kahvaltı yapın, derim. Her zaman Boğaz’a karşı
böylesine keyifli bir muhabbet yapmıyoruz; parasına bakmayın ve kurulun masaya…
Çelik Gülersoy hocamızı da özlemle ve saygıyla anarak… Mimari eserlerin yapımı
ne kadar önemliyse, korumak ve yaşatmak da o denli önemli…
Ortaköy;
efendim burası da özellikle hafta sonu gidip yüz sürmek gereken kutsal
yerlerden biridir. İster tavla atıp, çay için; isterseniz sevgilinize gümüş bir
halhal alın. Olmadı, bir de kumpir yiyiverin… Birkaç şahane sokak ve öteki
ucundan çıkınca, ‘Yahu amma para harcadık minnacık yerde’ diyebileceğiz, iğne
düşmeyecek bir kalabalık ortam… Zaten nereyi söylesem lütfen ya hafta ortası
gezin veya gece yarısından sonra…
Ortaköy
çıkışında solda bir hamam vardır. Sabancı grubu burayı abartmadan restore
ederek güzel bir lokanta yapmıştı. Bilmem duruyor mu? Sordum bir dostuma, özel
bir tasarım atölyesiymiş… Hadi tarihçesini de yazalım: ‘Hüsrev Kethuda
Hamamı; İstanbul Boğazı’nın Rumeli yakasında Ortaköy meydanında
Boğaziçi Sahil yoluna cepheli olarak 1550 tarihinde Sadrazam Kara
Ahmet Paşa’nın kethüdası tarafından Mimar Sinan’a inşa ettirilmiştir. Ortaköy
semtinde yer alan yapı Sadrazam Gazi Kara Ahmet Paşa’nın kâhyası Hüsrev Kethüda
vakfının malı idi. Hamam bu vakıf adına 300 yıl boyunca hamam olarak işletilmiştir.’
Burada
olduğu gibi pek çok bilgi; kimi benim gibi yazanların notlarından ya da
internetin genel bilgi deposundan alındı. Keşke, aslında özü değişmeyecek olsa
da bu metnin kaynağını hatırlayabilsem de, yazsam. Notlarımda yok… Nadiren
böyle yapabiliyorum. Şimdiden özür.
Pardon,
buldum efendim. Turan Akıncı dostumuzun kendi sayfasından, almışım…
Bir
de Esma Sultan Yalısı var. O da hayli ilginç bir restorasyon ile kimi güzel
etkinliklerin şahane mekânı olarak canlılığını koruyor… Abdülhamit’in kızı… Ne
de olsa babasına kitap yapmışlığım var, yakınımız sayılır.
Hadi
aheste beste yürüyelim… Köprünün altına gelmeden kimi gece kulüpleri
dizilmiştir. Ve birini birkaç yıl önceden biliyorsunuz; insanlık düşmanı bir
katil tarafından onlarca kişi öldürülmüştü… Köprüyü de anlatayım ama pek az
bilinen yanıyla.. 1973 yılında açılmıştı, dönemin cumhurbaşkanı Fahri Korutürk
tarafından. Bacaklarında on kişi falan alan asansörler vardı ve 1 lira verip
yukarı çıkar, köprüyü yürüyerek karşıya geçebilirdik. İlk intihar vakasından
sonra kapandı bu iş… Bir asansör de taa tepesine çıkar ayakların ve hafif
salınarak fotoğraf çekebileceğiniz küçük bir balkon vardır. Torpilli olursanız
benim gibi, çıkabilirsiniz. Bi’vakitler İBB üzerinden yaptığımız gönüllü işi
Valilik tarafından da ‘Yarı resmi El Ahram gazetesi gibi’ turizm danışmanı
olarak tescillenmişti.. Evet, az buz değilimdir…
Hadi
bir Boğaz esintisini müzikli olarak alalım benliğimize ve Kuruçeşme’ye kadar
gidelim… A Capella Boğaziçi grubundan şahane bir pop müzik tarihine kulak
verelim de biraz canlanıp yola revan olalım.
Kuruçeşme
Parkına gelmeden, bir başka müzikli mekân var: Adını hatırlayamadım, zaten ama
Kardeş Türküler’in burada verdiği olağanüstü, muhteşem, eşsiz ve daha ne
diyeceğimi bilmediğim bir konserlerine tanık olmuştum… Hadi bu güzel
topluluktan; hatta herhangi bir sanatçısını gözümüzün önüne getirerek (Ben,
Vedat dostumun enerjik halini getiriyorum), bir şarkılarını dinleyelim: Mirkut
(Tokmak)… Başlangıç ezgileri de sandal çekme sesine benzesin diyelim… Parkın
tamamı eskiden kum depolarına gidip gelen motorlarla doluydu. Ve biri de milli
futbol takımı kaptanlarından şahane futbolcu Metin Oktay’ın ailesinindi (eşinin
ailesinin de olabilir)… Divan’a pek mahcubuz, paramız yok ki girip havalı
havalı yürüyüp bir masa bakınalım… Denize dönelim ama orası da facia.
Galatasaray Adası olmuş size para tuzağı. Gider yüzerdik havuzunda… Elbette ki
her zaman ve herkese açık değildi ama şu hayatta pek çok şeyi ya gazeteciliğim
nedeniyle ya da politikacılığım üzerinden kolayca elde ettim; ben istemeden
elbette…
Hadi
yürüyelim… Parkın sonundan sonrası Arnavutköy yalılarının önüne çakılan kazıklı
yoldan sürecek… En ötedeki yalı (Atatürk’ün manevi kızı) Makbule Atadan’ındır
ve zamanında mutfağının yenilenmesini Dalan’dan isteyerek, geçecek yola izin
vermiştir… Yolu bitirelim ama pek uzaklaşmayalım. İlk sol sokağa girip bir Bizans
sarnıcına gireceğiz. Sarnıca girmeden az dönüp Divan’ın karşısındaki yola
yeniden geçip tepelere bakalım… Elbette ben şaşkının aklına geldiği gibi
anlamsız bir U dönüşü yapmayın, siz… Şahane bir köşk duruyor orada, ikiz
kuleleri bile var. Efendim öyküsüne geçelim: Zamanında, ülkenin birinde kısa
boylu bir başbakan; ilgili bakanını çağırarak, batmakta olan bir şirketi devlet
bankaları üzerinden satın almayı emretmiş… Purosuyla bilinen bakan da fırlamış
ve satın alma işine başlamış. Başbakanın ondan da kısa boylu mahdumu durur mu;
fotokopi parasına kağıt toplamış ve iki günde milyarder biladerler arasına
katılmış… Sonra da bu köşke kiracı olarak gelmişler… Her geçişimde gözlerimde
bir efsun olduğuna vehmederek, acı acı bakar ve binayı yıkmaya çalışırdım… Lütfen
boy meselesine takılmayın; elbette aşağılamak amaçlı değil, belki hatırlamanıza
yardımcı olur diye, yazdım…
Gelelim
sarnıca. İlk sol sokağa girdik mi yalılar sonrası. Hemen sağda kocaman bir
bahçe ve girişinde de biz İstanbul Macar Kültür Derneği yönetiminin etkinlik
mekânı olan kullandığımız sarnıca. Macaristan Dışişleri Bakanı bile gelip orada
tulum eşliğinde horon vurmuştur… Bir de bereket kapısı dikmiştik bahçesine ve
taaa Peşte’ten ustalar gelip monte etmişti. Bir tür hac yeri oldu ve özel olarak
Macarlarca ziyaret edilen yerlerden biri olduydu. Bir diğeri de Feriköy’deki
özel mezarlık… Dernek yönetimi olarak nasıl şövalye olduk, onu da anlatırdım
ama inanan olmaz…
Uzunca
bir yol var. Bebek’e kadar… Mısır Konsolosluğu’nun yazlık konutu olarak en sonda
bulunan bu güzel yalılar boyunca bir müzik gerek. Boşuna yürümeyelim… Sonra da
Bebek Parkı… Ümmü Gülsüm’den veya Feyruz’dan dinleyelim, derim: Hem, ‘La İnta
Habibi’ hem de ‘La Beirut’… Sadece Mısırlılar’ın yüzü suyu hürmetine değil
elbette; güzel ve sahici ezgilerdir. Yetmez, bizden pek çok pop ve arabesk
şarkıcısının tırtık kaynağıdır…
Bebek
Parkı’na da geldik. Eskiden kıyısında Yenikapı, Kısıklı, Tepebaşı ve Aksaray
Lunapark’ta olduğu gibi bir gazino vardı… Pek çok yerli filmde görmüşsünüzdür,
30 yıl kadar önce yıkıldı. Hadi, Gönül Yazar’dan bir şarkı diyeceğim ama demem.
Ayrı bir kültürün özgün ortamıdır, oralar. İyi de bilirim söylemesi ayıp… Zeki
Müren’in ritm saz Güngör Hoşses’i niye kovduğunu da özel olarak anlatırım,
meraklısına…
Hoopp
sosyete kahvesinde gerçek bir kahve yudumlayalım ve camide geçen bir anımı da
yazayım. İstanbul’un cenaze kaldırılan sosyetik camilerindendir. Bebek Camii,
Levent Camii, Erenköy Galip Paşa Camii ve Zeynep Kamil’deki Şakirin Camii,
gibi…
Bir
vakitlerin seçim günü. Sandıklar açılmış ve camideki sandığı izlemiştim. Tarihi
TKP’nin bağımsız adayı Bakiye Beria Onger de katılmıştı seçimlere. İKD’nin
genel başkanıydı Bakiye hanım ve kısmi senato yenileme seçimiydi. 7 oy
çıkmıştı. Pek üzülmüştüm…
Küçük
Bebek’e gelmek üzereyiz. Aaa gene bir Divan var…. Bu yazılardan sonra davet
etmezlerse, hatırım kalır valla… İki basamak aşağıda bir manav vardır:
Türkiye’nin en pahalıcı manavı ama ürünleri çok kalitelidir. Sonra sadece
yazları açan Güneş Dondurmacısı… Sahil boyu yürüyeceğiz. Yatları görmemiz
gerek… Modelinden ve tipinden anlamasak da beğendiklerimiz olurdu; sonra şundan
sonraki 7. benim olsun numaraları yapardık. Sizi biraz yürütüyorum çünkü benim
eve geldik. Heee, tabii yalıda oturuyorum… Boğaziçi Üniversitesi’nin Bebek
kapısı buradadır ve yanındaki deniz köşküne bir tanker toslamıştı. Yolu yarıp
bir metre içeri girmişti ama burnu, yukarıdan binaya azıcık zarar vermişti ve
Korona günleri gibi (editörüm Korona lafını geçirmemin şart olduğunu
söylediydi, yeri burası) bir ay bu yol kapatıldı. Söyledim işte. Kim derdi;
bütün dünya eve kapanacak. Bizim kuşak bir tarih yaşıyoruz doğrusu. SSCB’nin dağılması;
Almanyalar’ın birleşmesi ve Berlin Duvarı’nın yerle yeksan olması; dışı siyah
içi beyaz ‘Kokonat Obama’ emlakçı ABD Başkanı; Ortadoğu’daki bitmeyen savaşlar;
küresel iklim krizi ve Ajda Pekkan’ın dimdik şarkı okuması… Yüzyılın olayları
bunlar, tarih yaşıyoruz…
İstanbul
yazarı Turan Akıncı dostumuzdan el alalım ama onda olmayan bir önbilgiyi de biz
verelim (Şu yazar triplerine bayılıyorum; ben vereyim, demek yok). Attila
İlhan’ın kitaplarında geçen Yılanlı Yalı, Aşiyan’a girmeden parkın içindedir.
Parkta Orhan Veli’nin bir heykeli ve arka bahçesinde de Tevfik Fikret’in evi
vardır. Yanında bir yerlerde gene MİT’in konukevi vardır ama yazmayalım valla
onu…
‘Yılanlı
Yalı; İstanbul Boğazı’nın Rumeli yakasında Rumelihisar Bebek arasında Yahya
Kemal Bayatlı Caddesinde bulunan yalı Sultan III. Selim zamanında Reisülküttab
Mustafa Efendi tarafından yaptırılmıştır. Yılanlı yalı Reisülküttab Mustafa
Efendiden sonra sırayla Kepçe Nazırı Mustafa Efendi’ye, Raşit Efendi’ye, Yahya
Efendi dergâhı postnişini Mehmet Nuri Şemsettin Efendi’ye satıldı. Yapının
kuzey kısmını Mehmet Nuri Şemsettin Efendi yaptırdı. Yalının Rumelihisarı’na
kadar uzanan bahçesinin bir kısmını da Tevfik Fikret’e verdi. Tevfik Fikret’in
Aşiyan Köşkü bu arazidedir. Mehmet Şemsettin Efendi zamanında yalının harem
kısmı yandı. Yalının yılanlı yalı ismi ile ilgili şu rivayet anlatılır. Sultan
II. Mahmut bir Boğaz gezisi sırasında yalıyı görmüş ve beğenmiştir. Bu yalıyı
almak istemiştir. Padişahın musahibi Sait Efendi’nin de bu yalıda o tarihlerde
gözü vardır. Padişah bu yalıyı almasın diye, orada kayalıklar var çok sık yılan
çıkar diye bir hikâye anlatmış. Daha sonra yalının ismi Yılanlı Yalı olarak
kalmıştır. Sait Efendi de bu yalıyı alamamıştır. Harem bölümünde kırktan
fazla oda bulunmaktadır. En üst katta ise Sakalı Şerif odası bulunur. Yılanlı
Yalı da Sakal-ı Şerifin bulunduğu ve bayramlarda ve kandillerde ziyaret edilen
şanslı yalılardan biri idi.
Yalının
günümüze kalan selamlık kısmında limonluğu ve arka taraftaki tepede bir hamam
mevcuttu. Selamlık kısmına giriş kapısı kubbeli bir salona çıkılıyordu.
Meşkhane de denilen bu taş salonun ortasında bir fıskiyeli bir havuz ve sırtı
duvara yaslı bir sebil bulunmakta idi. Bu taş oda yaz kış serin kaldığı için
misafirler burada ağırlanırdı. Tavanlarında yükseklik hissini arttırmak için
aynalar döşenmişti. 1910 tarihinde yapılan restorasyon sırasında bazı ekler
yapılarak yalının orijinalliği bozuldu. Yalının mimari planı klasik Osmanlı
sivil mimarisinin önemli örneklerinden biridir. Üst kat konsolları denize doğru
çıkar. Bu kısımlar eli böğründe isimli taşıyıcı elemanlarla taşınmaktadır. 1964
yılında yalının harem kısmı yandı. Ve yerine bir şey yapılmadı. Bugün görülen
yalı o dönmedeki Selamlık binasıdır. Yalının başodası en güneyde ve denize en
yakın odadır.’
Aşiyan
Mezarlığı’na girmek de mümkün; ne çok ünlü ismi ve sahile yakın yerlerinde
gündüzleri aşıkları, geceleri ise demcileri görürsünüz… Benim eski eve gitmek
için koca yokuşu bitirip, BÜ kapısını da geçip yokuş aşağı inip bu sefer;
okulun mezunlar derneğinin gürültücü lokali BÜMED’i de sol yanımızda bırakıp
beni evi görürsünüz. Yahu yolu uzunmuş demeyin; sofita boşluğu gibi aşağılardan
gelen yüzlerce bülbül sesiyle uyanmışızdır veya hanımeli kokularından sokaktan
geçenlerin bayıldığını görmüşlüğümüz vardır… Şahane ötesi günlerimdi…
Tepeden
ve surun yanından içlerinde kimler oturduğunu bilmediğim yüksek duvarlı
bahçelerin arasında denize doğru yokuş inelim. Yazar dostum Vecdi
Çıracıoğlu’nun çokça demlenip keyifli vakit geçirdiği Rumelihisar Spor
Kulübünün küçük ama çok işlevsel top sahasından sonra otobüs durağına
inersiniz. Diyelim bunu 30 küsur yıl öncesinin bir yaz gecesinde yapıyorsunuz
ve karşıdaki büfeden bira alayım derken, seçici kulaklarınız oradaki
restoranların birinin üst katında gitar çalan birini görür; tanıdık biridir
elbette; Joan Baez. Yanındaki kel kafalı da benim işte… İlk konserinin
ertesinde 20 kişilik bir gruba özel olarak devam etmişti… Yaaa
Borusan’ın
Müze binası olarak 2030 yılının sonuna kadar kiralanan şahane bir bina var. Onu
da Kültür Bakanlığı sitesinden okuyalım: ‘Rumelihisarı’nın en önemli ve tarihi
binalarından biri olan Yusuf Ziya Paşa Köşkü’nün yapımına 1910’lu yıllarda
başlandı. Yusuf Ziya Paşa o dönemde Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa’nın Başyaveri
olarak görev yapıyordu. Ancak 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın patlaması
ve Osmanlı İmparatorluğu’nun da savaşa girmesi nedeniyle inşaatı yapan ustalar
askere alınınca çalışmalar tamamlanamadı. Yusuf Ziya Paşa ikinci eşi Nebiye
Hanım ve Nebiye Hanımın ilk eşinden olan 3 kızı ile birlikte, vefat ettiği
tarih olan 1926 yılına kadar köşkte yaşadı. Paşanın ölümünden sonra aile 1993
yılına kadar köşkte oturdu, birinci katında ise kiracıları yaşadı. Yarım kalan
inşaat nedeniyle tamamlanamayan ve boş kalan ikinci ve üçüncü katlar yüzünden
bina çevrede “Perili Köşk” diye anılmaya başlandı.’
İzninizle
az daha sahilden yürüyüp, birlikte hapis yattığım bir mafya abisi ve bir de
dünya güzeli gazeteci ablamdan söz edeceğim… Hilmi İşgüzar ve Tuncay Mataracı
gibi iki bakanın da hapse girmesine neden olan, İşçi Kredi Bankası sahibi Kemal
Derinkök’ün yalısı köşe başındadır. Az ilerde de Milliyet ekonomi servisinden
rahmetli Gülçin Telci’nin yalı dairesi vardı. Selanikli olan Telci’nin evinde
herhangi bir gün içinde rastlayacağınız isimlerden birkaçını yazayım;
bazılarıyla ben de sohbet etmişimdir. Komililer’in sahibesi, Simavilerin en
büyük gelini, Sezen Aksu, filanca bankanın sahibinin eşi… Ne konuştuysak,
artık… Güzelim Gülçin. Milliyet’ten kovulmuştu da taaa 5. kattan kürkünü eline
alarak, sürüye sürüye merdivenlerden inip gitmişti… Şahane kadındı…
Az
daha ilerde Oba Müzikol’ü vardı. Sezen hanım zaten bir gece orada, başka bir
gece Hisar sahnede yer alırdı yaz günlerinde… Oba’ya gelmeden de bir şirketin
hırsızlama inşaatı… Derler ki öndeki gecekondu üzerinden Köprünün altına kadar
gidip gişelerin oraya uzanan bir acayip şey yapmış. Gazetede haberini yaptık da
inşaat durduydu. Şimdisini bilemem…
Baltalimanı
Kemik Hastanesi… Kolumu tamir eden hekimler ve fizik tedavi uzmanı Macar Müziği
uzmanı başka bir hekim dostum… Polis Dinlenmeevi de minnacık bir köşkken şimdi
TOKİ konutlarına benzedi. Büyüdükçe büyüyor… Baltalimanı’na kadar geldik ve
müzik yok diyorsunuz. Hadi bakalım, ne çıkacak şansımıza; Emirgân Ensemble’den
‘Tanbur Taksimi, Osmanlı Müziği’… Kalan Müzik, kalitesiyle…
Otobüse
binip Sarıyer’e mi uzansak yahu… Ya da Yeniköy’de Alman Konsolosluğu’nun yazlık
konutunda, bir bahçe konserinde piyano dinleyelim. Sonra duruyorsa, dondurmacı
Veli’den kâğıt helva arasında dondurma alarak, Tarabya Oteli’ne doğru
yürüyelim… Façyo’ya gelince de Ümit Besen’den, ‘Tuti-i Mucize Guyem Ne Desem Laf
Değil’ şarkısını dinleyelim. Söyleyemez mi, peki efendim;
aheste beste Bekir Sıtkı Sezgin’den dinliyoruz…
Gerçekten
de bir araba bulup Kalander Orduevi’ni ve Kireçburnu’ndaki şahane kurabiye
fırınını da geçip, gene bir kazıklı yol üzerinden Büyükdere’yi atlayıp,
Sarıyer’e girelim. Tabii ki isteyenler Büyükdere üzerinden taaa Kemerburgaz’a
gidebilir ve yol üstündeki eski Kibrit Fabrikası nerede diye, aranabilir… Bir
de Orman Fakültesi yolu üzerinde olursunuz, bu güzergâhta… Buranın da TEMA
Başkanı rahmetli Hayrettin Karaca’nın Yalova’dakinden daha hacimli
arbeterium’una da girmek isteyebilirsiniz. Zamanında girmiştik de biliyoruz…
Herkesi almazlarmış…
Sarıyer
ve Rumelikavağı mı kaldı? Soluğum kesilmedi desem, yeridir. Yol uzundu ve tonla
şahane hikâyeyi kitaba bıraktık gene…
Büyükdere’yi
geçerken bir gazoz şişileme vitrini görürsünüz. Eskiden Büyükdere Boronkay vardı
burada. Bir meyve suyu fabrikası ve sahibi İTÜ Spor Kulübü’ne hentbol takımını
hediye etmişti. Şampiyon takım… Sevgili başkan Eralp Serper üzerinden basket
takımını 2. Kümeden birinci lige çıkarmış ve ciddi başarılar kazanmıştık. Kim
mi; biz yahu. Gençler… Bu şişeleme binasının yamacından içeride değerli yazar
Adalet Ağaoğlu otururdu. Birkaç kez seçim konuşması yapması için alıp ilgili
alana götürmüştüm. Ne hayal kırıklıkları anlatmıştı; özellikle kitaplarının
baskı ve satış rakamlarına ilişkin… Sarıyer’e girdik gibi. Deniz Orduevi’nin
önüne gelmeden Ahmet Özhan’dan ‘Sarıyerli Kız’ kulağımıza çalsın bence. Sarıyer
Börekçisi’nin en hası buradadır ve aslıdır da.. Ama karnımızı tıka basa
doldurmayalım; Rumelikavağı iskelesinde İskele Balık var. Liseden Arap Ali’nin
(Feyyaz’ın) yeri. İki de kocaman teknesi bulunan dostum bize hizmet için
bekliyor… Karadeniz’e geldik sayılır. Hadi tanıdık ama kimi şaşkınların
kendilerinin bestesi sandığı ve Sayat Nova’dan ‘Kamancha’, dinleyelim de şan
olsun. Boğaziçi, canımın içi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder