26 Ocak 2012 Perşembe

BÂB-I ÂLİ’NİN ÇINARLARI ANLATIYOR…

                                                           (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)
                                                  
                 TARİHÇİ-GAZETECİ ORHAN KOLOĞLU, GAZETELERDE
                “GENEL YAYIN MÜDÜRLÜĞÜ”NE GEÇİŞİ ANLATTI:

         Gazeteciliğe başladığımda (1947) genel yayın müdürü yoktu. Genellikle başyazar aynı zamanda yayının sahibiydi. Ve hepsi de Bâbıâli’den yetişmiş kimselerdi. Henüz Bâbıâli dışından gelmiş patron yoktu. Bir de bugünkü deneyimle “sorumlu müdür” sayılan yazı işleri müdürü bulunurdu. Bu durumda gazetenin içeriği genelde ikisi arasındaki konuşmalar ve ünlü kişiler olan köşe yazarlarının bazı önerileri dikkate alınarak belirlenirdi. Tabii ki bütün haberleri toplayan istihbarat şefinin, Ankara muhabirinin ve yabancı radyoları dinleyen dış haberler muhabirinin ve haberlere son şeklini vermekte yardımcı olan sonradan Gece Sekreteri diye anılacak yazı işleri müdürünün yardımcısının uyarıları dikkate alınırdı; ama sonuçta gazeteni çizgisi ve içeriğini belirleyen başyazar/patron ve daha sınırlı ölçüde yazı işleri müdürü idi..
         Sanırım patronu ilk Bâbıâli dışlı bir tüccar olan gazete 1949’da yayına giren Yeni İstanbul’du. Patronu İsviçre’de yaşıyordu. Gazete ağır başlıydı ama sadece ticarete ilgi gösterdiği, başlamış olan demokrasi ortamının sosyal, siyasal tartışmalarıyla fazla ilgilenmediği için başlangıçtaki ilgiyi kısa zamanda kaybetmişti. Bâbıâli’yi etkileyen bir diğer gazete olamadı. Bâbıâli dışlılarının en etkilisi Safa Kılıçlıoğlu’nun 1948’de satın aldığı Yeni Sabah oldu. Gazete asıl etkinliğini 1950’den sonra göstermeye başladı. Ancak dikkati çeken, bugünün tüccar/patron’ları gibi davranmaması, kendisinin ticari işlerini terk etmesidir. Fiilen ortadan görünmemeyi tercih etti. Başyazarlığa getirdiği ama bu yazılara imza atmayan Ordinaryüs Profesör Şükrü Baban’ı baş danışmanlığına getirdi. Sadece yazı işleri müdürü onlarla temas eder, talimat alırdı. Bu dönemde ben muhabir olarak-duruma göre hem sporda, hem Beyoğlu muhabirliğinde-çalıştım hatta gerektiğinde resim de çektim.

       ABDİ İPEKÇİ’NİN GENEL YAYIN MÜDÜRÜ OLMASI

        Eğer yanılmıyorsam, ilk genel yayın müdürü ihtiyacı bir başka gazetedeki yönetim değişikliğinden doğdu. Gazeteci kökenli bilinen Ali Naci Karacan patron/başyazar olarak Milliyet’i çıkarıyordu. Yazı işleri müdürlüğüne 1954’te Abdi İpekçi getirilmişti. 1955’te Ali Naci Bey ölünce gazetenin patronluğunu oğlu Ercüment Karacan üstlendi. Ancak fiil gazeteciliği yoktu. Açıkçası Bâbıâli dışından biri sayılıyordu. Yanılmıyorsam bu ortamda Abdi İpekçi genel yayın müdürlüğüne atandı. 1959’dan itibaren başyazıları da yazar oldu.
        Yeni Sabah’taki spor yazarlığı ve sekreterlikten sonra ben ilk kez 1956’da yarısı siyasi yarısı da spor olan SPOR gazetesinde yazı işleri müdürü olarak çalıştım. İlhan Selçuk’un siyasi, Babür Ardahan’ın da spor alanında katkıda bulunduğu bir yayındı. Onun da patronu tüccar biriydi. Ancak başyazarlık yapmadığı gibi işlere de fazla karışmazdı. Oradan kısa süre sonra yine Bâbıâli dışından bir işadamı olan Malik Yolaç’ın satın aldığı Akşam gazetesine transfer oldum. Dikkati çeken başyazıları Ankara’dan bir profesörün yazmasıydı. Yazı işleri müdürlüğünü Yeni Sabah’ta da birlikte olduğum Osman Karaca yapıyordu. Benim görevim-mukavelemde belirtildiği gibi-hem haberler şefliği hem de gece sekreterliği idi. Bu yeni yapılanma Bâbıâli’deki önemli değişmenin bir işaretiydi. Başyazarlarla patronun ilişkisinden haberim yoktu. 1940’larda sadece 4-6 sayfa olan gazeteler artık 8-10 sayfaya çıkmış, spor özel bölüm olarak belirmişti. Bu yeni yapılanmada yazı işleri müdürü haberden çok genel içerik, düzenlenecek kampanyalar ve politika dışı konuların (magazin, kültür, dizi, roman, karikatür gibi) düzenlemesiyle ilgilenir olmuştu.


        Bu durum, benim sabahın onundan gece 23-24’e kadar (krizli günlerde daha da uzun) gazeteye bağlanmam ve bütün haberlerle uğraşmam durumunu yarattı. Osman Abi, bütün içerikle uğraşıyor, akşam toplantısında birinci sayfanın mizanpajını çiziyor, resimlerini yerleştiriyor, sonra haberlerin düzenlenmesi ve başlıklarının atılması bana kalıyordu. Bir genel yayın müdürü ve yazı işleri müdürü yapısı beliriyordu ama bu sıfatlar yoktu. Bu ikisinin sorumluluk açısından ayrı nitelikler kazanması aşamasına henüz gelinmemişti.

       ÇETİN ALTAN VE AZİZ NESİN

       Buna karşılık ihtiyacın belirdiğini gösteren bir olayı ben yaşadım. Akşam o dönemin en ciddi solcu gazetesi idi. Yanlış anlaşılmasın, sosyalizm hele Sovyet sistemine özenti bahis konusu değildi, ama özgürlükler ve özellikle emekçinin hakları konularında Çetin Altan ve Aziz Nesin’in yazıları vardı. Bu niteliği ile gazetenin satışı hızla artmaya başlamıştı. DP iktidarına muhalefetin hızlandığı ortamda toplumu etkileme gücünün artması iktidarı iyice rahatsız etmiş ve o dönemde gazeteleri ayakta tutan en büyük gelir kaynağı olan resmi ilan hakkını iptal etmişlerdi. Gazetenin tirajı devamlı artıyordu, ama ziyanı da durmadan artıyordu. Zira dağıtım şirketine verilirken her gazete başına 2-3 kuruş (belki biraz daha fazla) ziyan ediliyordu. Kaybı ilanlar kapatacaktı. O çağda en çok ilan resmi devlet kaynaklarından geliyordu. DP iktidarının kararıyla muhalif gazete olarak ilan verilmeyince gazetenin kapanma olasılığı belirmişti. Hepimiz işsiz kalırdık. Dolayısıyla iktidara daha ılımlı yaklaşmanın zorunlu olduğuna ben de inanıyordum.
        GÖREV FARKININ HİSSEDİLMEYE BAŞLANMASI

       Dikkati çeken bu değişim için, patronun Osman Abi’yi değil beni çağırması haberlerde yumuşama yapma gerektiğinden bahsetmesi sonra da görevden alması oldu. Açıkçası, genel yayın müdürlüğü ile yazı işleri müdürlüğü arasındaki görev farkı daha açıkça hissedilmeye başlamıştı. Ama benim yazı işleri müdürü sıfatım yoktu. Açıkçası, gerektiğinde sorumlu sayılacak kişi ile genelde yöneten ve görevde devamlılığı gerekli olan kişi ayrılmalıydı. Yine de o günkü ortamda bu hemen gerçekleşmedi.
       Bu ortamda Akşam’dan ayrılmak zorunda kaldım ve Yeni İstanbul gazetesine yazı işleri müdürü olarak atandım. Satışı sınırlı, reklam sorunu olmayan ama kadrosu dara bir gazeteydi. Hem genel içerik hem de haber değerlendirip birinci sayfayı yapan durumuna geldim. Aslında iki yazı işleri müdürüydük. Birlikte çalışır, bir gün onun bir gün benim ismim çıkardı. Üstelik arada bir köşe yazarı olarak yazılar da yazıyordum. Yurt dışına yerleşmiş olan tüccar patronun temsilcisinin tek isteği iktidarla ters düşmemek ve ekonomi alanında karşıt görünmemekti. Hatta benden hem siyasi gazeteyi hem de o yılki olimpiyatlar vesilesiyle ayrıca çıkarılan spor gazetesini de yönetmemi istediler. Aylarca her ikisini de yönettikten sonra ayrıldım ve 1961’de Yeni Sabah’a sadece gece sekreteri olarak döndüm.
       Artık sadece akşamüzeri göreve geliyor, gece yarısına, gerekirse daha sonrasına kadar yazı işleri müdürü olan Oğuz Akkan, sonra Alp Zirek ve bizden önceki nesilden olan Reşat Mahmut Yanardağ’a yardım ediyordum. Ancak gazetenin asıl yönetici kadrosu patronun yanındaki bu tür sıfatları olmayan Prof. Şükrü Baban ile Hakkı Devrim’di. Daha sonra bu yazı işleri müdürlerinden ilk ikisi görevden uzaklaştırıldı ve ön plana çıkmamakta kararlı Yanardağ atandı. Dikkati çeken husus, bütün çalışmasının gazetenin birinci sayfasına ve siyasi haberlerine münhasır olmasıydı. Ben de diğer bir arkadaşla birlikte ona yardıma devam ediyordum. Hiçbir sorumluğum yoktu. Çekişmelerden bıkmış olduğum için görevimle yetinme taraftarıydım, diğer arkadaş ise yazı işleri müdürlüğü isteğini yansıtmaktaydı. Bir müddet sonra yönetici kadro Reşat Abi’yi de yeterli bulmadı ve beklemediğim şekilde yazı işleri müdürlüğüne getirildim.

       GÖĞÜŞ İLE PENCEREDEN ALIŞVERİŞ YAPARDIK

       1961 ve 1963’ün gergin günlerinde –Yassıada Mahkemeleri, DP liderinin idamı, Talat Aydemir ayaklanması- patron aylarca Avrupa’ya gidip bütün sorumluluğu bana bıraktı. Tek danışma ustam Prof. Şükrü Baban’dı. Ancak o da her gün gazeteye gelmezdi. O kritik günlerde sanki bütün yetkileri üstlenmiş gibiydim. O kadar ki diğer gazetelerle çelişkiye düşmemek için Yeni Sabah’ın tam karşısındaki Cumhuriyet’te yazı işleri müdürü olan Ali İhsan Göğüş ile pencereden pencereye fikir alışverişi yaptığımızı anımsarım. Kriz dönemi atlatıldıktan sonra yönetici kadro tarafından – her halde yeni ortam için uygun sayılmadığımdan- görevden alındım. Bütün bu olaylar genel yayın müdürü ile yazı işleri müdürü görevlerinin ayrılması gerektiğini anımsatıyordu. Gazetede tek başıma bir odaya yerleştirilip hiçbir şeye karışmadan aylarca aylığımı almaya devam ettim. Herhalde yedek kadro olarak bekletiliyordum. Nitekim bir süre sonra yeniden yazı işleri müdürlüğünü üstlenmem tekrar istendi.
        Tam yetkili olmadan ve de arka plandaki yönetici kadronun neler tasarladıklarını bilmeden görev yapmanın zorluğunu fark etmiştim. Üstelik patron, 1961’de çıkan 212 sayılı yasa ile gazete çalışanlarına tanınan hakları kabul etmemek yanlısıydı. Öneriyi getiren Şükrü Baban’ın bir yandan da “Canım sen de fazla bir şey değilsin, ama yine görev dön” şeklindeki sözleri, bir gün yine yol gösterileceğinin kanıtıydı. “Bak Hocam şu meydana 100 bin kişi toplasanız, hepsini de sende iş yok diye bağırtsanız güler geçerim” diye tersledim. İstifadan başka çare kalmamıştı. Yine de parasızlıktan, sahip değiştirmiş olan politikacı iki gencin yönetimi altındaki Yeni İstanbul7a 1963’te yazı işleri müdürü oldum. Bir yıl geçmeden de 1964 ortasında Tanıtma/Basın Ataşesi olarak yurt dışına atanmakla Bâbıâli’den uzaklaştım, ama hiç kopmadım, basın tarihi araştırmalarım en büyük meşgalem oldu.
       
         EN SERT TEPKİ ERTUĞRUL ÖZKÖK’TEN GELDİ

        2003 yılında Çağdaş Gazeteciler Derneği yıllığına yazdığım “Bâbıâli’den İkitelli’ye Geçerken Gazetecilik” başlıklı yazıda örnek iki gazeteci olarak iki yakın dostumu göstermiştim; Abdi İpekçi ve Uğur Mumcu. İkisi de haberlerdeki içerikte gerçeklik payına önem veren, bunun için uzun araştırmalar zahmetine katlanmaktan kaçınmayan gazetecilerdi. Bu ciddiyetleri sebebiyle öldürülmüşlerdi. Üstelik Abdi, genel yayın müdürlüğünü üstlenirken, patrondan kopmadan onu mesleki ilkelerle bağdaştırmayı en iyi bağdaştıran kişi olmuştu. Serbest piyasa düzenine destek verirken özellikle gazetecilerin sendikal haklarını savunmakta gösterdiği kararlılık mesleki anlayışındaki tutarlılığı, dolayısıyla genel yayın müdürü niteliğini en iyi temsil ettiğini kanıtlıyordu.
        İşin ilginci bu yazıma o zaman en sert tepki o sırada 12-13 yıldan beri Hürriyet gazetesi genel yayın müdürlüğünü yapan Ertuğrul Özkök’ten gelmişti. Adeta 21. yüzyıldaki gazeteciliğin başka bir nitelik taşıdığını ileri sürmekteydi.
(Süleyman BOYOĞLU)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder