11 Ocak 2012 Çarşamba

HAVALİMANLARI MUHABİRLERİ DERNEĞİ...

                               
                                             (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)
     
                             İSTANBUL HAVALİMANLARI MUHABİRLERİ
                             DERNEĞİ BAŞKANI CEMİL YILDIZ:

        Türkiye’nin dünyaya açılan kapısı Atatürk Havalimanı… Dünyanın en büyük siyasetçileri, sanat yıldızları, aklınıza gelebilecek tüm ünlü kişiler mutlaka uğradı bu limanı… Aslında burası havalimanı değil, kelimenin tam anlamıyla hayat limanı… Ayrılıkta gözyaşları, kavuşmada sevinç ifadeleri kazınır hafızalara…
        Peki, hiç düşündünüz mü filmlere konu olacak derecede önemli ve ilginç olayların yaşandığı bu hayat limanından nasıl haberdar olur insanlar… Hikâye 1988 yılında sayıları 15’i bulan havalimanı muhabirlerinin işte bu anlatılanlara tanıklığı ile başlıyor. Cağaloğlu’ndan ulaşımın çok zor olduğu Yeşilköy’deki havalimanına göreve göndermenin kriteri bile çok enteresan… O zamanlar haber müdürleri bizleri çağırır “Senin evin nerede? Havalimanı’na yakın mı?” derdi. Cevabımız “evet”se ertesi gün doğrudan Cağaloğlu-Yenikapı, oradan da 96 numaralı İETT otobüsü ile ver elini havaalanı…
       İşte kriterler niye enteresan ona bir küçük not düşmek gerekirse o tarihlerde polis muhabirleri bırakın görev aracını, belediye otobüsleriyle ilçeden ilçeye geçip bir cinayet haberinin perde arkasını toparlıyor, gazetesine haber olarak yetiştiriyordu. Bu yüzden havalimanına yakınlık önem kazanıyordu.
       Sadece ulaşım mı? Gazetecilerin havalimanında oturacakları, haber yazacakları bir mekanı dahi yoktu… Gah İstanbul Turizm Müdürlüğü’nün Ofisi, gah PTT’nin gümrüklü alandaki şubesi… Sağ olsun oradaki insanlar büyük bir kadirşinaslık gösterip, ellerinden gelen imkânı gazetecilere sunuyorlardı. Peki, taşıma suyuyla bu değirmen nereye kadar dönecekti… Üstelik havalimanı gibi nezih bir ortamda kurumlarla iletişim kurarken, münferit olarak başarılı olma imkânı, haber kaynağı yaratma olasılığı yok denecek kadar kısıtlıydı.

               FAİK KAPTAN: BU BÖYLE OLMAYACAK

      Havalimanı muhabirleri duayenlerinden Faik Kaptan (hâlâ DHA muhabiri olarak görev yapıyor) bir gün arkadaşları topladı: “Bu böyle olmayacak, buradaki kurumlarla hem sıkı iletişim kurmak hem de kamuoyuna sağlıklı doğru haberler aktarabilmek için bir tüzel kişiliğimiz olması gerekir” dedi. Her doğumda olduğu gibi dernekleşme faaliyetlerimizde de sancılı dönemler yaşadık. Önümüze akla gelmedik, içinden çıkılması zor bürokratik engeller çıkarıldı. Ancak biz iyi niyetli olduğumuzu, etik değerlere saygı çerçevesinde hareket edeceğimizi yetkililere anlatınca, gerek aprona serbest çıkma konusunda, gerekse gümrüklü sahalarda çekim yapma hususunda kapılar bir bir açılmaya başladı.

            DERNEK KURULUR…

      Takvimler 1992 yılının Nisan ayını gösterdiğinde tüzüğümüz hazır bütün kanuni işlemleri tamamlamış halde Dernekler Masası’na müracaatımızı yaptık. Ve İstanbul Havalimanları Muhabirleri Derneği’ni hayata geçirdik.
      Herkesin kafasındaki soru “Artık bütün kapılar bize açılacak mı? Görevimizi rahatlıkla yapabilecek miyiz?” idi. Çünkü biz gazeteci olarak haber yapıp havalimanında aksayan yönleri dile getirdikçe, her hafta toplanan “Güvenlik Komisyonu” bazı gerçeklerin kamuoyu ile paylaşılmasından rahatsız olmaya başlamıştı. İlerleyen yıllarda verilen imkânların geri alınabileceği ihtimali bizleri rahatsız ediyordu. Bu sebeple bütün arkadaşlarla genel bir toplantı yapıp, etik değerlerimizi, havalimanına özgü haber tarzımızı, kurumlarla ilişkilerde izlenecek yöntemleri belirledik. Bu ilkeler dışına çıkanları da üçüncü ikazdan sonra üyelikten atma kararı aldık.
      Yıllar su gibi akıyordu. 1999 yılında yaşanan deprem felaketinin en çok akıllarda kalan fotoğrafı, ne yazık ki Türkiye’nin vitrini Atatürk Havalimanı’nda beyinlere kazındı. Himalaya Dağları’ndaki Budist bir rahibin başını çektiği birçok ülkenin de katkıda bulunduğu tonlarca gıda, ilaç ve eşyadan oluşan yardım malzemeleri Atatürk Havalimanı’nda çürümeye terk edilmişti. Sebepse deprem gecesi mülki idare amirinin Amerika’ya uçmasıydı. Kendince gerekçesi hazırdı. İddiaya göre bu mülki idare amirinin çok önceden vazifelendirildiği bir durumdu. Ve amir havalimanında olmadığı için binlerce kilometre uzaktan gelen yardımlar 120 kilometre mesafedeki deprem bölgesine bir türlü gönderilemiyordu. Çünkü imza olmadan, envantere geçirilmeden bu yardımların sevkiyatı mümkün değildi.
       Gazetecilik refleksi ile bütün havalimanı muhabirleri gerçekten büyük bir insanlık ayıbı olan bu haberi bağlı oldukları ajans ve gazeteler geçtiler. Yani mesleğe başlarken etik değerlere bağlı kalmaktan başka bir amaçları yoktu. Bunun gereğini yerine getirdiler. Derken depremin altıncı günü mülkü idare amiri havalimanına döndü ve aynı gün "Güvenlik Komisyonu"nu topladı. Rutin bir gündem olacağını zanneden komisyon üyeleri, mülkü idare amirinin “Artık bu gazeteciler de çok oluyor. Bizi yerden yere vurdular, dünyaya rezil ettiler. Bu aprona çıkışlara bir sınırlama getirmeliyiz” dediği iddia edildi.

             KAR TANELERİNDE KARARTMA…

      Komisyondaki bu konuşmalar ve tartışmalar bir şekilde gazetecilerin kulağına geldi. Tekrar mülki idare amiri ile görüşen gazeteciler, niyetlerinin sadece olumsuz bir gidişatı düzeltmek olduğunu söyleseler de komisyonun kararı aşağı yukarı belliydi. Kar tanelerinde karartmaya gidilecekti. İlk aşamada aprona çıkış hanesi kapatıldı ve çıkışlar sadece mülki idare amirinin yetkisine bırakıldı. Ancak havalimanı muhabirleri bu tür engellemelere aldırış etmeden görevlerini sürdürdüler. Neticesi de tıpkı deprem felaketindeki gibi olumluydu. Haberlerden sonra deprem yardımları kesintiye uğramadan havalimanından felaket bölgesine ulaşıyordu. Yani bir şeyler düzelmişti, yoluna girmişti.
     Benzeri bir hadisede 2006 yılında terörle mücadele sırasında şehit olan bir binbaşının cenazesinin İstanbul’a getirilişinde yaşandı. Şehidin cenazesi sıradan bir valiz gibi yük çeken bir traktörün arkasına konarak taşındı. Bu hem haber değeri olan bir konu hem de yüreğimizi sızlatan bir görüntüydü. Bundan sonra cenazelerde benzeri yaşanmasın diye havalimanı muhabirleri bu fotoğrafı merkezlerine geçerek, gazete sayfalarına taşıdılar. Ertesi gün yine kızıl kıyamet koptu. “Vay efendim siz misiniz bu haberi yazan!” diye şikâyetler ayyuka çıktı. Mülki idare amiri olağan olarak yapılan gün dışında acilen "Güvenlik Komisyonu"nu toplantıya çağırdı. Ve gazetecilerin daha fazla engelle karşılaşmaları için sıkı tedbirler almayı önerdi. Komisyon üyelerinden bazıları duruma itiraz etti ve çok ateşli tartışmalar yaşandı. Ancak son söz yine mülki idare amirinindi ve “hane karartma” işlemi devam etti.

                       ŞEHİT CENAZELERİ

     Artık şehit cenazelerinin gelişinde muhabirler aprona alınmamaya başlandı. Gazeteciler fotoğraf çekmiyor, haber yazamıyordu, ama şehit binbaşıya reva görülen uygulama artık anlı şanlı bir karşılama törenine dönmüştü. Şehit cenazeleri tören mangası eşliğinde, Mehmetçiğin omzunda al bayrağa sarılı olarak yakınlarına teslim ediliyordu. İnsan elini bir vicdanına koyar. Her olayda bir şeyleri düzeltme çabasında olan gazetecileri mi suçlu? Yoksa bir şeyleri düzeltmek için kıllarını bile kıpırdatmayan, üstelik fatura her seferinde gazetecilere kesen yetkililer mi?..  
    Bir dönemler havalimanı muhabirleri dışında havacılık haberlerini dışarıdan “facia ucuz atlatıldı, Motoru yanan uçak tehlike atlattı, yolcular ölümden döndü” gibi başlıklarla yazan gazetecilerin haberleri de havalimanı muhabirlerine mal edildi. Çünkü maksat üzüm yemek değil, bağcıyı dövmekti. Anlayış “Ya bu gazeteciler ortalıkta ne kadar az dolaşırsa o kadar iyi olur” mantalitesine kadar gelip dayandı. Ama yıllarını havacılık haberlerine adayan havalimanı muhabirleri, bizzat dışarıdan yapılan haberlerdeki imzaları göstererek, “Bakın bunlar bize ait değil, bizim yazdıklarımızı her gün siz de okuyorsunuz” diyerek yetkililere gerçeği anlattılar.       Ancak yine değişen bir şey olmadı. Bu defa da yolcuların uçağa geçtiği son nokta olan “arınmış salonlar” gazetecilere kapatıldı. Bu töhmet altında kalmamak için mücadele eden havalimanı muhabirleri etik değerlere ne kadar bağlı olduklarını göstermek için THY Teknik ile anlaşıp, havacılık terimlerini halkın anlayacağı bir dille haberlerde yazmak için eğitim aldılar. Bu eğitimlerden sonra en çok yanılgı içinde olunan uçağın motoru aldı, tehlike atlatıldı anlayışındaki algılamalar yavaş yavaş tarihe karıştı… Çünkü yaşanan sadece yakıt fazlalığından dolayı “alev uzamaları”ydı. Buna benzer birçok yanlış algı giderildi.
          
               GÖZDEN IRAK GÖNÜLDEN UZAK

     Havalimanı muhabirlerinin çilesi, mücadelesi sadece mülki idareyle değil, bağlı oldukları gazete, televizyon ve ajansların haber merkezleriyle de ilgiydi. Hani bir atasözü vardır ya “Gözden ırak olan gönülden ırak olur…” misali, havalimanı muhabirleri hep üvey evlat muamelesi görür. Genelde merkezde çalışanların kanaati de “Ya adama bak ne avanta yere düştü, Past bilet bedava, istedikleri ülkeye uçuyorlar” tarzındadır. Oysa “hekimden sorma çekenden sor demişler acısını dertlerini…” Havalimanına servis yok... Aracını park edeceksin yer yok… Yemek yok… Oooh ne güzel İstanbul! Buyurun beyler isterseniz bir aylığına sizlerle yer değiştirelim. O zaman belki anlarsınız üvey evlatlığın ne olduğunu!.. Yüzlerce rutin haber içinde boğulurken bir de haber toplantılarında “Ya sizden hiç özel haber gelmiyor havalimanı muhabirleri!” diye bir de şikâyetçi olmazlar mı? Gel de çık işin içinden…

                ENİŞTE WENDE’DEN ÖVGÜLER…

    Bir de gezdiğimizden, tozduğumuzdan bahsederler. Yahu kardeşim ne gezmesi hiç mi izlenim haberleri okumuyorsunuz? "Google hazretleri"ne bir müracaat edin de özellikle son yıllarda en iyi gezi haberlerini kimlerin yaptığına bir bakın… Havalimanı muhabirleri olmasaydı, Lufthansa’nın Türkiye Genel Müdürü Gregor Wende’nin “eniştemiz” olduğunu kamuoyu nereden bilecekti? Türk dostu Wende, 2011 yılı Aralık ayında Sivil Havacılık Genel Müdürü Bilal Ekşi’yi ziyarete gidiyor. Söz aynen şu: “Ooooo enişte hoş geldin. Ya sen Türk basınında bizden daha çok boy gösteriyorsun. Nedir bunun sırrı?” diye soruyor. Wende “Sizin gerçekten çok kıymetli havacılık muhabirlerinizin sayesinde bunlar oluyor. Onlar hem uçtukları havayolu şirketini hem de uçulan şehirleri çok iyi tanıtıyorlar” cevabını veriyor. Yani havalimanı muhabirleri uçuyorlar ama boşuna değil…
      Yıllar geçtikçe Atatürk Havalimanı kaynaklı haberler hem THY hem de yurt dışında büyük bir marka haline gelen TAV Havalimanları Holding’i zirveye taşıdı. En çok okunan ve tıklanan haberler kategorisinde dünyanın büyük havayolu şirketlerini geride bırakan bu iki otorite, havalimanı muhabirlerinin sektördeki önemini çok iyi kavramış durumdalar…  Atatürk Havalimanı Mülki İdare Amiri İstanbul Vali Yardımcısı Ahmet Aydın, gerçekten büyük bir şehri yönetmenin sorumluluğu ile hareket ediyor. Onun gelişiyle birlikte gazetecilerin havalimanındaki haber takipleri eskiye nazaran daha rahat bir şekilde gerçekleştiriyor…
     İstanbul Havalimanları Derneği, 2007 yılında “Objektiften Havalimanı” adlı fotoğraf sergisini açarak, Atatürk Havalimanı’nın 25 yıllık geçmişini nostaljik bir sunumla ziyaretçilere açtı. Üyelerinin gelişimine katkıda bulunacak faaliyetleri sürekli hale getiren dernek, “Havacılık sektörü medya ilişkileri” konulu bir de panel düzenledi. Panele konuşmacı olarak katılan halkla ilişkilerin duayeni Betül Mardin, havacılık sektörünün krizi iyi yönetebilmesi için mutlaka havalimanı muhabirleriyle yaşanan bütün gerçekleri paylaşmalarını önerdi.  
     Halen Atatürk Havalimanı Dış Hatlar Terminali “ofisler katı”ndaki merkezinde faaliyetini sürdüren derneğin 45 üyesi bulunuyor. Bunlardan 25’i her gün havalimanında aktif olarak görev yapıyor. Diğer üyeler ise meslektaşlarının izinli olduğu günlerde nöbeti devralıyor. Dernek ikinci şubesini yolcu kapasitesi yılda 15 milyona yaklaşan Sabiha Gökçen Havalimanı’nda açmanın hazırlıklarını da yapıyor. Atatürk Havalimanı ise yılda 37 milyon 250 bin kişiye hizmet veriyor. Liman bu özelliğiyle Türkiye’nin 82. vilayeti olarak adlandırılıyor…

                             ANEKDOTLAR…
            
                          “ÖZAL KARISIYLA HASRET GİDERDİ”

       Sene 1989… O zaman başbakan olan merhum Başbakan Turgut Özal’ın İstanbul’dan Ankara’ya gideceğini öğrendik. Teyit etmek için VİP listesine baktık. Ancak ismi görünmüyordu. Haber kaynağımızın doğru istihbaratına güvenerek fotoğraf makinelerimizi kapıp VIP’e koştuk. Odaları aradık, ortada kimsecikler yoktu. Ardından hemen aprona çıktık, Özal eşi Semra Hanım’la dudak dudağa öpüşüyordu. Bu arada fotoğraf çekmeye çalışan bir arkadaşımız kendini Özal’ın en heybetli koruması Nurettin’in kucağında buldu. Arkadaşımızı 360 derece çeviren koruma, fotoğraf çekmesine engel oldu. Tam bu sırada Özal korumalarına bağırarak, “Yahu bırakın gelsin gazeteci arkadaşlar… Burada biz kötü bir şey yapmıyoruz ki helâlimizi öpüyoruz. Bırakın gelsinler çeksinler” dedi. Hepimiz şaşkına döndük. Normalde basınla arası limoni olan Özal, özel hayatının görüntülenmesine bile müsaade ediyordu. Fotoğraflar çekildi, haberler yazıldı. Ertesi gün gazetelerde boy boy manşetler: “Özal karısıyla böyle hasret giderdi!”

                 SADDAM’IN CEHENNEM TOPU

        Birinci Körfez krizinin yaşandığı günlerdi. Sene 1991… Mart ayının ortaları… Körfez’de tansiyon iyice yükselmiş, İsrail Bağdat’ı, Irak Tel Aviv’i füzelerle vuruyor. El Hüseyin’ler vuruyor, Toma Hawk’lar karşılıyor… Yine olan yüzlerce sivile oluyordu. Ekranlarda acı ve gözyaşı vardı. Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, o zamanlar en yakın komşusu Türkiye’yi bile vuracağını açık şekilde dile getiriyordu. Bunun için de Rusya’da yapılan ve adına “Cehennem Topu” denilen füze rampasını deniz yoluyla Irak’a getirmeye çalışıyordu. Gemi boğazdan geçecek diye bütün haber merkezleri, muhabirler, canlı yayın ekipleri Boğaz’ın dört bir yanında nöbet tutuyordu.
       İşin gecesi gündüzü kalmamıştı. Sonunda Cehennem Topu’nun gelip geçeceği yer bir gümrük kapısıydı. Topu taşıyan gemi ya Boğaz’ı kılavuz kaptan almadan kaçak yollarla geçecek ya da gümrüğe yakalanacaktı. Sonunda topun Türkiye’deki ilk durağı Haydarpaşa açıklarıydı. Kılavuz kaptan almadan geçiş yapacağı öğrenilen Rus bandıralı bir gemi, Boğaz açıklarında Haydarpaşa Gümrük Muhafaza ekipleri ve deniz polisi tarafından ikaz edilerek durduruldu. Demonte haldeki Saddam’ın “Cehennem Topu”na el konulmak üzere gemi kıyıya çektirildi.
           Cehennem Topu da gümrüklü alandaki sundurmaya çekildi.  Daha önce Atatürk Havalimanı’nda Gümrük Muhafaza Bölge Amirliği yapan Necati Yıldırım, beni arayarak, “Burada bomba bir haber var. Bütün Bâb-ı Âli günlerdir takip ettiniz, ancak Saddam’ın Topu’nu yakalamak bize nasip oldu. Burada koruma imkânları sınırlı olduğu için yarın büyük bir tırla Atatürk Havalimanı’na getireceğiz” dedi.
           Kendi kendime “işte hayatımın haberini yakaladım” diyerek, ertesi gün için hazırlıklara başladım. Ancak “iki kişinin bildiği sır değildir” sözü gerçek oldu. Ve Necati Bey, Sabah gazetesi havalimanı muhabiri Celal Uçan’ı da aramıştı. Aslında iştahım biraz kaçtı, ama havalimanında en iyi anlaştığım insanda Celal’di. Beraber plan yaptık, sabah erken saatinde Atatürk Havalimanı Kargo Gümrüğü’ne konuşlandık. Çünkü her şey o kadar kolay olmayabilirdi. Bir aksilik çıkabilir, polis engelleyebilirdi. Bu yüzden gümrük apron kısmına geçip, kendimizi garantiye aldık. Doğrusunu söylemek gerekirse saklandık…
          Necati Yıldırım Bey’in direktifleriyle tır gümrüklü sahaya girdi ve akıl almaz uzunluktaki top namlusu aşağı indirildi. Ne kadar geriye gitsek de namlu fotoğraf karesine sığmıyordu. Bir de daha da geri gidersek yakayı ele verme ihtimali vardı. Bu ihtimali de gözeterek, kurtarabildiğimiz kadarıyla fotoğraflar çektik. Aynı gizlilikle görev tamamlayıp, heyecanla kimseye çaktırmadan havalimanından gazetelerimize geçtik.

                       FİLME KONU OLDU

        Ertesi gün Türkiye ve Sabah gazetesinin manşeti “Saddam’ın Cehennem Topu Yakalandı” idi. İyi güzel, haberi yaptık, birer primi de hak ettik, ama bir de tilki gibi kürkçü dükkânına dönmek vardı. Biz de döndük… Havalimanı'nda meslektaşlarımızın yüzünden düşen bin parça idi… Akla gelmez serzenişlerle karşılandık…  Birçok arkadaşımız, işini kaybedecek konuma geldi… Yedikleri fırçanın bini bin para oldu… Çoğu bizden yaşça büyük olan meslektaşlarımız altı ay bizimle hiç konuşmadı. Ama zaman gerçekten her şeyin ilacı oldu…
        Bu haberde sevindiren taraf ise Saddam’ın Cehennem Topu haberi ve fotoğraflarının AP ve Reuters tarafından bütün dünyaya duyurulmasıydı. Jack Nicholsan ile Nick Nolte’nin başrollerini paylaştığı Hollywood yapımı bir film haline geldi. Türkiye’de noktalanan bu serüven, haberimiz sayesinde Amerikan filmi olarak dünya kamuoyu ile paylaşıldı…              
 (Süleyman Boyoğlu)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder