28 Haziran 2012 Perşembe

DEDEDEN TORUNA NESİLLER BOYU MÜZİK...

                                                     İpek Nine (Servet Sarak arşivi)

Süleyman Boyoğlu

      Hanperi Köyü (Onurlu) Refahiye’nin en yüksek tepelerinden birinin üzerinde kuruludur.  İlçe merkezine yürüyerek gitmek hızlı adımlarla yarım saati bulmaz…  Köyde kış çok sert, yaz ayları ise yayla havasında geçer; insanı terletmez, bunaltmaz…
Çok değil bundan 20-30 yıl önce köyler arası haberleşme yüksek bir tepeye ya da taşın üzerine çıkılıp var olan güçle, hançereyi yırtarcasına bağırarak yapılırdı. En kolay haberleşmeyi yüksek bir tepede olduğu için Hanperi sağlardı,  diğerleri için pek kolay değildi.
      İşte bundan mıdır? Yoksa bağlı olduğu il Erzincan’ın yetiştirdiği büyük ozanların etkisinden midir bilinmez, ama güçlü ozanlar yetiştirdi Hanperi… Hem de dededen toruna…
Babası (Mustafa) 1914-17 Osmanlı Rus Savaşı’nda (Kafkas Cephesi) kendisi henüz 5 yaşındayken şehit düşen Ali Rıza Sarak, işte böyle yaman bir kış günü dünyaya gelir. Dünyaya gelmesi de öyle kolay olmamıştır. Kardan görünmeyen köy damlarının birinde İpek Hanım doğum sancıları çeker. Doğum konusunda tecrübeli köy kadınlarının müdahaleleri ve yardımları fayda etmez.
     Bu sırada köylüler de toplu halde köy odasında oturmaktadırlar. Doğum evinde bir o yana bir bu yana koşturan kaynana “Haçırlı Kiraz Nine” ile diğer kadınlar çaresiz kalırlar. Kiraz Nine’yi köy odasına gönderirler. Kiraz Nine, odadakilere gelini İpek’in doğum sancıları çektiğini, ama doğumun bir türlü gerçekleşmediğini ve ne yapacaklarını bilmediklerini heyecanlı bir şekilde anlatırken, kapıdan içeri yaşlı, beyaz sakallı ve ayakları kırmızı çamurlu bir ihtiyar girer. Köylüler, bu karda kıyamette ihtiyarın köy odasından içeri girmesine şaşırırlar, oturması için yer gösterirler.
     Gelen ihtiyar Kiraz Nine’nin umurunda değildir, gelinini düşünür. Köylük yerlerde zorlu doğum esnasında hem annenin hem de bebeğin kaybedildiğini bildiğinden; “Ne olur gelinimi kurtarın… Bana yardım edin…” diye feryat figan eder. Kiraz Nine’nin büyük bir üzüntü ve acı içinde feryat figan etmesine ve yardım istemesine “Tanrı misafiri” olan ihtiyar adam kayıtsız kalmaz. Aksakallı ihtiyar odadakilerden bir tas su ister. Hemen bir tas su getirirler. İçi su dolu tası eline alır dua eder, ardından Kiraz Nine’ye uzatır; “Götür bu suyu geline ver; içsin. Bir oğlu olacak. Adı da Ali Rıza olacak” der.
     Kiraz Nine, bir umutla doğumun gerçekleşeceği dama karlara bata çıka gider.  Bu arada aksakallı ihtiyar da dışarı çıkmak üzere bir ibrik ister. İhtiyar kendisine getirilen ibriği alır, dışarı çıkar. Köylüler ihtiyarın uzun süre geçtiği halde geri dönmemesini merak ederler ve hep birlikte kapıya çıkıp bakarlar ki ibrik bir metreyi bulan karın üzerinde duruyor, ama kendisi görünürde yok. Sağa bakarlar, sola bakarlar ama izine rastlayamazlar. Bir müddet sonra köylüler o ihtiyarın “Hızır Aleyhüsselam” olduğuna inanırlar, iyi ağırlayamadıkları için de dövünmeye başlarlar. Köylüler ihtiyarı ararken ve dövünürken İpek Hanım da nur topu gibi bir erkek çocuk dünyaya getirir ve adını “Hızır Aleyhüsselam”ın söylediği gibi “Ali Rıza” koyarlar.  

                 KOCASI ŞEHİT OLUNCA TOP MERMİSİ TAŞIR

    İpek Hanım’ın kocası Osmanlı-Rus Harbi’nde şehit olur, ama bu kez kocasının boşluğunu o doldurur ve askerlere yardım eder. Erzincan’da sırtıyla cephelere top mermisi taşır. İyi bir kırık-çıkıkçıdır. Askerlerle iç içe olduğu için Bitlis-Ahlat’lı Ali Çavuş’la da burada tanışırlar. Ali Çavuş’un gizliden gizliye kendisine sevdalandığını sezer. Ali Çavuş’un ısrarlı evlilik tekliflerini önce reddeder, sonra bazı şartlar ileri sürerek kabul eder. Şartlardan en ağırı da “Ama babamın yurduna yerleşeceğiz. Baba ocağını tüttüreceğiz” olur.  Ali Çavuş “Aşkın gözü kördür” misali İpek Hanım’ın bu ağır şartını gönülsüz olsa da kabul eder. İpek Hanım'ın baba köyü Alibekler'e giderlerken akşam karanlığı çökmek üzeredir. Ali Çavuş vahşi doğayı görünce ürperir, ellerini açarak; 'Hey Allah'ım benim cenazemi buralara nasip etmeyesin!' diye dua eder. Zorlu yollardan geçerek, yalnızca iki ailenin yaşadığı  hanımın köyüne varırlar. Ali Çavuş önceleri yeni köyünü çok yadırgar, ama aşkı uğruna katlanır.
    Ali Çavuş,  Refahiye ve Erzincan’da tanınan ünlü bir sünnetçi, iyi bir “kırıkçı-çıkıkçı” olur.  Ayrıca otlardan ilaçlar yaparak çeşitli hastalıkları iyileştiren iyi bir “şifacı” olarak da tanınır. Ali Çavuş, askerde komutanından öğrendiği sünnetçiliği üvey oğlu Ali Rıza ile diğer oğulları Ziya, Nazım ve Kazım’a da öğretir. Alibekler’de mutlu bir yaşam sürerler. Ta ki Ali Çavuş ile ikinci oğlu Nazım 1939’daki büyük Erzincan depreminde yaşamlarını yitirene kadar. Baba-oğulun sünnet için gittiği ve misafir oldukları Kaçaklar Köyü’ndeki ev yerle bir olur. Baba ile oğul enkaz altında kalırlar. 
    Ali Rıza üvey babası Ali Çavuş’u kaybettikten sonra büyük sarsıntı yaşar, ama sıkıntı yaşamaz. Rüştiye Mektebi’ni bitirir. Dini konularda bilgisini artırır.  Babalığı Ali Çavuş’un namını yürütür; iyi bir sünnetçi olur. Çevresinde sevilip sayılır. Sağlık Bakanlığı’nın açtığı sınava girer, “sünnetçi” diplomasını alır. Annesini ve kardeşlerini kimseye muhtaç etmez. 
    O yıllarda köylerde düğünler eksik olmaz. Düğünle birlikte sünnetler de yapılır. Ali Rıza düğünlerde çocukları sünnet ettikten sonra kurulan sofralarda keman eşliğinde türküler söyler. Sünnetçilik ünü yanında sazı ve sözü de beğenilir.  Saz ve sözdeki ünü şehir dışına taşar.
                                                                          Rıza Sarak
                                                           (Fotoğraf: Torun Ali Ekber Sarak)
                                
                                 MUZAFFER SARISÖZEN’LE TANIŞMA

    Ali Rıza Sarak, 1954 yılında Ankara Radyosu’nda görev yapan ve türküler derleyen Muzaffer Sarısözen’e gider. Sarısözen canlı yayında Ali Rıza’ya üç eser söyletir. Bu eserlerden birisi Ali Rıza’nın derlediği Refahiye yöresine ait “Melik Şerif Düzünü Çiçek Almış Yüzünü”dür. Sonra bu eser Ali Rıza adına TRT repertuarında yer alır.  Ali Rıza’nın radyoda söylediği ikinci eser ise Muzaffer Sarısözen’in derlediği  “Gönül Gurbet Ele Varma”dır. (Bu eseri Ali Rıza’nın oğlu Servet Sarak da 1997 yılında ‘Gönül Ezgilerimiz 1’e okur. 2012’de de oğlu Serdar Kemal’le düet yapar). Radyoya okuduğu, üçüncü türkü de Sarısözen’in derlediği bir eserdir.
    Ali Rıza, 1968 yılında İstanbul’a göç eder. Gülsuyu’nda mesleğini ve sanatını 1975 yılına kadar sürdürür. Gülsuyu deniz manzaralı havadar bir yer olmasına karşın, hep köy özlemi ile yanıp tutuşur. 1996 yılında İstanbul’da kardeşleri ve yakın çevresiyle vedalaşıp, doğduğu köye; Hanperi’ye döner.  Bir gün beraberinde götürdüğü elektrikli tıraş makinesi ile bastonunu kaynına verir. Verirken “Artık benim bunlara ihtiyacım yok, senin olsun” der. Sonra ağaçtan bir yaprak koparır ve koklar. “Ne kadar da güzel toprak kokuyor” der. Akşam da bütün köy halkıyla vedalaşıp yatağına girer.
    Köylüleri her sabah erkenden kalkmaya alışık olan “Ali Rıza Amca”larından ses seda çıkmayınca yattığı odaya girdiklerinde gözlerine inanamazlar. Ali Rıza Amca’larının öldüğünü anlarlar, ama kendi çenesini kendisinin bağlamasına şaşırırlar, akıl sır erdiremezler…
                                                 Atilla Meriç, Servet Sarak, İsmail Özden
                   
                                                   OĞUL SERVET BABASININ YOLUNDA

    Ali Rıza Sarak’ın ardından babasının yolundan oğlu Servet Sarak yürüdü. Servet, 1968 yılında İstanbul’a geldi. Maltepe Lisesi’ni bitirdikten sonra askerlik görevini yaptı. Sonra iş hayatına başladı. Çeşitli sektörlerde çalıştıktan sonra 1978 yılında İstanbul Belediyesi’ne memur olarak girdi. Bu arada babadan etkilendiği müzikle ilgilendi. İlk albümü 1993 yılında “Muhabbette Biz de Varız” olarak çıktı. Aynı yıl “Kırkların Cemi” adlı albümü müzik raflarında yerini aldı. Servet Sarak’ın gurup arkadaşları ise; İsmail Özden, Yüksel Yıldız’dı…  Sarak, Atilla Meriç ve İsmail Özden 1997 yılında “Gönül Ezgilerimiz 1” i,  1998 yılında da “Gönül Ezgilerimiz 2”yi çıkardılar.
    Servet Sarak 1999 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ndeki görevinden emekliye ayrıldı. Ama o da Türk halk müziği bayrağını oğlu Serdar Kemal’e devretti. 
    Serdar Kemal, babasının desteğiyle 1993 yılında Erdal Erzincan’dan bağlama dersleri aldı. 1997 yılında İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı sınavını kazanarak, Temel Bilimler bölümünde üniversite eğitimine başladı. Aynı yıl bazı özel kurumlarda bağlama dersleri vermeye başladı. Konservatuar yılları süresince okul korosunda bağlama ile birçok konsere katıldı. Ayrıca Türk halk müziğini tanıtmak ve sevdirmek amacıyla yurtiçinde ve yurtdışında solo bağlama resitalleri ve dinletileri sundu. Bağlamadaki şelpe tekniğini geliştirerek, birçok sanatçının albümlerinde ve konserlerinde yer aldı. 2004-2005 yıllarında devlet tiyatrolarında sahnelenen ve müziklerini Timur Selçuk’un, senaryo ve rejisini Mehmet Akan’ın yaptığı “Bedrettin” isimli oyunun orkestrasında görev yaptı. 2005 yılında aynı oyunun piyasaya çıkan müzik CD’sinde Timur Selçuk’la çalıştı. 2005-2008 yılları arasında Haliç Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “yüksek lisans” eğitimini tamamladı.
                                                  Volkan Konak, Serdar Kemal Sarak
                           
                                  TORUN SERDAR’LA VOLKAN KONAK’IN DÜETİ

    2007 yılında müzik direktörlüğünü kendisinin yaptığı ve ilk solo albümü olan “Serden Türküler”i piyasaya çıkardı. Ayrıca “Kardeş Nereye-Mübadele”, “Oyunlarla Yaşayan Şehir” isimli belgesellerin ve “Hayırsız Olay” isimli tiyatro oyunun da müziklerini yaptı. Aranjörlüğünü Ersin Bişgen’in yaptığı ve usta müzisyenlerin (babası Servet, hocası Erdal Erzincan ile Volkan Konak gibi) eşlik ettiği yeni albümü “Duru”yu Ada Müzik etiketi ile müzik severlerin beğenisine sundu.
    Böylece Dede Ali Rıza’nın onur ve gururla taşıdığı Türk halk müziği bayrağı oğula, oğuldan da toruna yükseklerde dalgalanarak geçmiş oldu…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder