24 Mart 2012 Cumartesi

BİR MARKO PAŞA HİKÂYESİ...

                                                                  (Fotoğraf: S. Boyoğlu)

       Süleyman BOYOĞLU

      Bugün (24 Mart Cumartesi) rotamı yine Adalar’a çevirdim. Bu kez yalnız değildim, yanımda amcaoğlu Cemal de vardı. Amcaoğlu ile Avcılar’da buluştuk, metrobüsle Merter’e kadar geldik. Merter’de metrobüsten tramvaya geçtik. Kabataş’a vardığımızda saat 12.20 gösterdiğinden on iki Adalar vapurunu kaçırmış olduk.
      Bir sonraki vapur saat: 14.00’te idi. Ne yapalım ne edelim diye düşünürken, Beşiktaş’a gitmek, orada vakit geçirmek aklımıza geldi. Yola koyulduk… Çok değil bundan bir hafta önce bomboş olan cadde ve sokaklar bugün insan selinden geçilmiyordu. Yanımızdan geçen insanlara çarpmamak, dokunmamak için büyük özen gösterdik.  
      Beşiktaş’a vardığımızda çarşı istikametine geçebilmek için bayağı zorlandık. Bu kez de yanımızdan vızır vızır geçen otomobillerin trafik ışıklarına takılmasını bekledik. Çarşıda bir süre dolaştık. “İğne atsan yere düşmez” derler ya çarşı da öyleydi. Kimisi kaldırımlara atılmış masaların üzerinde sabah kahvaltısını yaparken, kimileri de enfes kokan döner büfe ve lokantalardan hangisinden içeri girsek diye hesap yapıyordu. Kalabalıktan ilerlemek hayli güç bir iş olduğundan aç olmamamıza rağmen bir tavuk dönercisi dükkândan içeri daldık.
Dolmabahçe'de ağaç dikimi...
      Çıktığımızda on dört vapuruna daha yarım saat kadar bir vaktimiz vardı. Bu kez kalabalığa karışmadan ara sokakları kullanarak Maçka Yokuşu’nun oradan Dolmabahçe istikametine doğru yol aldık. Yolda kesilen çınar ağaçlarının yerlerine yeni ağaçların dikme işlemini bir müddet seyrettik. Birkaç fotoğraf karesi aldıktan sonra yolumuza devam ettik. Kabataş’a vardığımızda vapurun kalkmasına beş dakika vardı. Aceleyle kendimizi vapura attık. Attık ama ne görelim! Tıklım tıklım bir vapur…
Arap turistlerin iskambil keyfi...
      Adalar vapurunun müşterilerinin çoğu yine Arap turistlerdi… Üst katlarda yer bulamadık, alt katta zar zor oturacak birer yer bulduk. Oturduğumuz koltukların yanına gözüm iliştiğinde daha önce bizim vatandaşlarımızın yaptığını bu kez Arap turistlerin yaptığını görünce şaşırdım. Masanın bir başında bir vatandaşımız bulmaca çözüyor, Arap turistler de iskambil oynuyordu. Şaşkınlığı üzerimden atar atmaz tepki alabileceğimi göze alarak deklanşöre bir kez bastım. Baktım olumsuz bir tepki yok, hatta karşılığında gülümsemeler alınca, bir kez daha deklanşöre bastım…
Arap turistlerin hatıra fotoğraf çekimi...
      Yanımdaki abla da cağ eşliğinde orlon iple çorap örüyordu. Bir kare de ondan görüntülemek istedim. Deklanşöre basmadan iznini istedim, kabul etmedi. Elimdeki fotoğraf makinesinden huylandı, bir müddet sonra yanımdan kalktı. Üzüldüm… Bu kez karşımda oturan amcaoğlu yanıma gelip oturdu, ama ben artık yerimde duramıyordum. Amcaoğluna 'ben üst katları bir dolaşıp geleceğim' dedim. Üst katlar daha hareketliydi, insanlar bir o tarafa bir bir bu tarafa, bir güverteye çıkıp geliyordu. Üst katlar Arap turist kaynıyordu. Ha bire de hatıra fotoğrafı çekiyorlardı. Ben de onları çektiğim kareye ekliyordum…
       Aşağı giriş katına indiğimde amcaoğlu ile Heybeli de mi yoksa Büyükada’da mı insek diye ikilem yaşadık. Sonra Heybeli'de inmeye karar verdik. Heybeli’de iner inmez yıllardır görüşmediğim Ligor Abi aklıma geldi. Ligor Abi, ben üniversitede hem okuyup hem çalışırken Topkapı’da kurulu bir boya fabrikasının muhasebe müdürüydü. Ben de elemanıydım. Ligor Abi, çok iyi bir müdürümüzdü. Yedi seneden fazla yanında çalıştığım Ligor Abi değil benim, kimsenin kalbini kırdığını ya da kırıcı bir kelime konuştuğunu hatırlamıyorum.
       Nedense Ligor Abi’yi yolumuz üzerindeki bisiklet kiraya veren 25 yaşlarındaki şişman bir gence sorma gereği duydum. Keşke sormaz olaydım! Bir dövmediği kaldı. Artık başka da kimseye sorma gücü ve cesaretini kendimde görmedim, yolumuza devam ettik. Askeriyenin üzerindeki yoldan Heybeliada Senatoryumu’na doğru devam ettik. 15-20 dakika sonra boş bir bankın üzerine kendimizi bıraktık. Bir süre denizi ve Büyükada’yı seyrettikten sonra 17,35 vapuruna yetişmek üzere iskeleye yöneldik. Vapurun gelmesine yine yaklaşık bir yarım saat vardı. Ligor Abi’nin babasının işlettiği aktar dükkânı aklıma geldi. Hayal meyal hatırlıyordum dükkânın yerini… Onun karşısındaki bir cafeden içeri daldık… Hem birer çay içeriz, hem de Ligor Abi’yi sorarız düşüncesiyle… Garsona sorduk Ligor Abi’yi... Garson “Ben tanımıyorum, ama şu masada kâğıt oynayan Selim Abi’ye sorun. O bilebilir” dedi. Öyle yaptık. Garsonun Selim Abi dediği kişinin yanına yaklaştım; Ligor İstanbulluoğlu’nu arıyordum, tanıyor musunuz? dedim. “Tanıyorum” dedi. Ardından, “Ama şimdi burada yok. Yazın buraya gelir, kışın İstanbul’da oturur” dedi.
       Bir masanın etrafındaki dört sandalyeden ikisine iliştik. Yabancı olduğumuz her halimizden belli oluyordu. Sağıma soluma bakınırken, kahve ocağının yanındaki duvarda bir kara kalem çizimi resim gözüme ilişti. Çaylar da gelmişti. Daha bir yudum bile almadan merakımı yenmek için yerimden kalktım, biraz yüksekçe asılı resme dikkatlice baktım, altında “Dert Dinleyici Marko Paşa” yazıyordu. Hemen fotoğraf makineme davrandım, bir kara çektim, yerime oturdum.
Özdemir Cafe'nin sahibi Selim Özdemir
       Özdemir Cafe'nin sahibi olan Selim Özdemir, “O resmi ilk defa sen çektin. Bugüne kadar kimsenin dikkatini çekmedi. İlk sen fark ediyorsun. Kim olduğunu biliyor musun?” dedi. ‘Bilmez olur muyum, Osmanlı döneminde çok ünlü bir hekimdi’ dedim. Böyle söyleyince cafe sahibi Selim Özdemir, hem iskambil oyununa devam etti, hem de ricamız üzerine fotoğrafın çiziliş hikâyesini anlattı:
      “Ben bu cafeyi ilk sahibi Hariko Anayadis’ten aldım. Ondan dinlediğim hikâye şöyle: İki kişi söze dayalı tartışıyor. Tartışma bayağı hararetleniyor. Cafede oturan bir kişi de bu tartışmayı hem dinliyor, hem de resim yapıyor. Çizimi bitirdikten sonra ayağa kalkıyor tartışanlara; “Derdinizi Marko Paşa’ya anlatın” deyip bu resmi onlara gösteriyor. Daha sonra da resmi cafenin ilk sahibi Hariko Anayadis’e hediye ediyor. Ben de bana bırakılan bu emaneti muhafaza ediyorum.”
Küçük müzisyenler...
      Cafenin enfes çaylarından birer tane daha yudumladıktan sonra iskeleye yanaşacak 17.35 vapuruna yetişmek için kafe sahibi ile vedalaşıp dışarı çıktık, adımlarımızı hızlandırdık. Vapur tam saatinde geldi. Gelmesine geldi ama bu kez içi daha da tıklım tıklım doluydu. Katlarda bir müddet dolaştıktan sonra zar zor yaslanacak bir yer bulduk. Yaslandığımız yerden Kınalıada’ya doğru gelirken, üç küçük kız darbuka eşliğinde vapurdakilere neşeli dakikalar geçirtmek için küçük bir alanda hünerlerini sergilemeye başladı. Vapur Kadıköy iskelesinde epeyce bir yolcu indirdi. Oturacak birer yer güçlükle bulduk. Ayakta kalmaktan yorulmuştuk, Kabataş’a vardığımızda dinlenmiş olarak vapurdan indik. Kabataş-Bağcılar tramvayına bindik. Bindiğimiz tramvay da vapuru aratmıyordu… 
  
Not: Marko Paşa (Marko Apostalidis), Sultan Abdülaziz ve Abdulhamit döneminde Rum asıllı çok ünlü bir hekimdir. Hastalarını sabırla dinler, dertlerine tıbbı yönden yardımcı olmakla birlikte hastalarına manevi huzur da verir. Osmanlı zamanında sancak beylerine verilen 'paşalık' rütbesiyle onurlandırılır. Marko Paşa'nın ünü halk arasında iyice yayılır ve zamanla, yakınmayı dinleyecek kimsenin olmadığını vurgulamak için “Anlat derdini Marko Paşa'ya" deyimi ortaya çıkar. Marko Paşa 1888 yılında vefat eder.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder