31 Mart 2012 Cumartesi

YAZAR HÜSEYİN BAŞ YAŞAMINI YİTİRDİ...

                                  Hüseyin Baş (solda), Onat Kutlar (ortada) ve Jak Şalom'la birlikte
   Cumhuriyet gazetesi yazarı Hüseyin (Hacıbaşıoğlu) Baş (83), sabah kaldırıldığı Taksim İlkyardım Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde yaşamını yitirdi.
    Daha önce by-pass ameliyatı olan ve kalp yetmezliği bulunan Baş, sabahın erken saatlerinde ateşi yükseldiği ve durumu kötüleştiği için hastaneye kaldırıldı. Ambulansta kalbi duran Baş, hastanede yapılan tüm müdahelelere karşın kurtarılamadı. Hüseyin Baş’ın cezanesi yarın (1 Nisan) Teşvikiye Camii’nde kılınacak öğle namazından sonra Ulus Mezarlığı’nda toprağa verilecek.
                           Hüseyin Baş (solda), gazeteci Doğan Özgüden (ortada) ve İnci Tugsavul ile  
    60'lı yıllarda Türkiye İşçi Partisi’nde, Akşam Gazetesi ve Ant Dergisi'nde çalışan Türkiye'nin seçkin aydınlarından Hüseyin Baş, 13 Ağustos 1929’da Samsun’un Bafra ilçesinde doğdu. Baş, ilköğrenimini Bafra’da, orta ve liseyi Galatasaray Lisesi’nde tamamladıktan sonra Paris’te gazetecilik eğitimi görmüştü. (Fotoğaflar: Doğan Özgüden'in arşivinden)

SİVAS "MADIMAK DAVASI"...


Sivas "Madımak Davası"nın zaman aşımına uğraması İstanbul-Kadıköy Meydanı'nda on binlerce kişinin katılımıyla protesto edildi.
Avrupa Alevi Bektaşi Birlikleri Federasyonu, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Hacıbektaş-ı Veli Anadolu Kültür Vakfı, Alevi Kültür Dernekleri ve Alevi Bektaşi Federasyonu’nun organize ettiği mitinge, siyasi partiler ile çok sayıda sivil toplum kuruluşu da destek verdi. Gruplar, Rıhtım Caddesi üzerinde oluşturulan arama noktalarından geçerek meydana ulaştı.
Meydana kurulan dev platforma çıkarak topluluğa seslenen Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Selahattin Özel, Avrupa Alevi Bektaşı Birlikleri Federasyonu Onursal Başkanı Turgut Öker, Pir Sultan Abdul Kültür Derneği Başkanı Hüseyin Güzelgül ve Hacıbektaş-ı Veli Anadolu Kültür Vakfı Başkanı Ercan Geçmez, mahkemenin aldığı zamanaşımı kararını eleştirdiler.
  (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)  

27 Mart 2012 Salı

"GAZETECİLER TERÖRİST, GAZETELER DE TERÖR ARACI DEĞİLDİR..."

                                  

TGC, Özgür Gündem'in kapatılmasını, basın özgürlüğüne "yeni bir darbe" olarak değerlendirdi:
“Gazeteciler terörist, gazeteler de terör aracı değildir”
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Yönetim Kurulu, Özgür Gündem Gazetesi’nin 1 ay süreyle kapatılmasıyla ilgili bir açıklama yaptı. Açıklamada  “Terörle Mücadele Yasası gazetecilerin kolayca terörist sayılmasını sağladığı gibi gazeteleri de terör aracı olarak nitelendiriyor” denildi.
TGC Yönetim Kurulu’nun açıklaması şöyle:
“Demokratik ülkelerde yayın organlarına kapatma, toplatma ve para cezası gibi yaptırımların uygulanması savunulamaz. Özgür Gündem gazetesinin kapatılması basın ve ifade özgürlüğüne aykırıdır. İleri demokrasi anlayışı ile bağdaşmayan bu kararı basın özgürlüğüne vurulmuş yeni bir darbe olarak değerlendiriyoruz.
Türk hukukunun ayıplarından biri olan Terörle Mücadele Yasası (TMY) gazetecilerin kolaylıkla terörist sayılmasını sağladığı gibi, gazeteleri de terör aracı olarak nitelendiriyor. TMY’nin 7. maddesi, yayının durdurulması cezası verilmesine olanak sağlıyor. Bu maddenin ifade özgürlüğünü yok saydığına ilişkin açıklamalar, yasanın yürürlüğe girdiği 1991 yılından bu yana dile getiriliyor ama yasa yapıcıyı etkilemiyor. TBMM’ye sunulan 3. Yargı Paketi tasarısında bu uygulamadan vazgeçilmesi de öngörüldü. Ancak tasarının Adalet Komisyonu’nda bir adım bile ilerlememesi uygulamanın sürmesine olanak sağlıyor.
Türkiye’de sık sık yayın organları toplatılıyor, kapatılıyor, karikatür ve mizah dergileri poşete sokuluyor, internet sitelerine erişim engelleniyor. Radyo ve TV kuruluşları hakkında çeşitli yaptırımlar uygulanıyor. Cezaevlerindeki gazeteci sayısı ise 100’ü geçti.
10 binlerce dava ve soruşturma nedeniyle gazeteciler mesleklerini yapamıyor. Bu nedenle yasalardaki, yayın organlarının toplatılmasına ve kapatılmasına neden olan maddelerin acil olarak kaldırılması gerekiyor. Türkiye’nin basın özgürlüğü açısından son sıralarda yer almaktan hızla kurtulabilmesi için iktidardan somut adımlar atmasını bekliyoruz.”

AGÂH GÜÇLÜ VE ATEŞ NESİN...

(Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

                          AGÂH GÜÇLÜ VE ATEŞ NESİN
                             MARKO PAŞA'YI ANLATTI


Agâh Güçlü:

“Marko Paşa’yı Aziz Nesin, Orhan Kiper, Sabahattin Ali, Rıfat Ilgaz kolektif çıkarıyorlardı. Makro Paşa 60 bin tirajı bulmuştu. Siyasi iktidara muhalif yayın yapıyordu. Onun karşılığında da Karakedi çıktı. Karakedi'yi Ömer Öztürkmen, İrfan Atagün çıkardı. Daha çok üniversite öğrencileri satıyordu. Vapur iskelesinde, tren istasyonlarında satıyorlardı. Karakedi de 60 bin tirajı bulmuştu."

Ateş Nesin:

"Karakedi biraz sulu, suya sabuna dokunmaz, cıvık, gündelik olayları hicvederek haftada bir çıkardı. Babam Aziz Nesin, Makro Paşa’yı Çemberlitaş’ta bir matbaada  çıkarıyordu. Matbaanın üstünde asma kat vardı. Yarı karanlık loş bir yerdi. Odada çok basit bir çalışma masası, üzerinde babamın eski basit bir daktilosu vardı. Bir de iki tane tahta sandalye... Dışarıdan yemek ve çay söylerdi. Babam arada bir beni ve ablam Oya’yı buraya götürüyordu. Daha çok da babamı özlediğim için ben gidiyordum. Bazen halam bizi götürüyor, matbaanın kapısına bırakıyordu.  
Babam kapanmaya ve toplatılmaya hazır bir dergi çıkarıyordu. Sürekli polisten kaçıyordu. Çok sık görüşemiyorduk. 6-8 yaşları arasındayken bir gün Laleli-Nişanca Derinkuyu Sokak'ta otururken, öğlen sularında babam eve geldi, ardından polisler evi bastı. Evimiz dört katlı ahşap bir binaydı. Binanın üçüncü ve dördüncü katında oturuyorduk. Ev dedemin eviydi. Binanın bir de su kuyusu vardı.
Polisler gelince halam polisleri oyaladı. Babam son kata kaçtı. Son katın odalarından birinin camının önüne sandalye koyuyor ve üzerine çıkıyor. Gürün Apartmanı'nın bahçesiyle bizim apartmanın arasında bir boşluk vardı. Babam kendisini bizim apartmanın dördüncü katından Gürün Apartmanı'na atıyor ve polisten kurtuluyor. Babam sportmen atletik yapılı biri olmasaydı, oradan atlaması mümkün değildi. Sonra o apartmanın dış kapısından kendisini sokağa atıyor ve kaçıyor.
Makro Paşa kapatılınca Merhum Paşa, Malum Paşa gibi başka isimlerle yayınına devam etti."
(Süleyman Boyoğlu)

26 Mart 2012 Pazartesi

ATEŞ NESİN...

(Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)


                                                NaNiK

                                  Kısır Döngü

                                  DSP Genel Başkanı Masum Türker,
                                  AKP'liler için ," Düşünmeyen nesil 
                                  yaratmak istiyorlar" demiş
                                  Pek haksız da sayılmazlar...
                                  Çünkü bu ülkede, "Düşün düşün, boktur işin"!
                                                                        
                                                     ***
                                  Sürpriz


                                  ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton,               
                                  1 Nisan'da İstanbul'da yapılacak Suriye'nin
                                  Dostları  toplantısı için Türkiye'ye gelecekmiş
                                  Toplantı bahane, kesin bize yeni bir şaka
                                  yapmak için geliyordur!
                                         

24 Mart 2012 Cumartesi

BİR MARKO PAŞA HİKÂYESİ...

                                                                  (Fotoğraf: S. Boyoğlu)

       Süleyman BOYOĞLU

      Bugün (24 Mart Cumartesi) rotamı yine Adalar’a çevirdim. Bu kez yalnız değildim, yanımda amcaoğlu Cemal de vardı. Amcaoğlu ile Avcılar’da buluştuk, metrobüsle Merter’e kadar geldik. Merter’de metrobüsten tramvaya geçtik. Kabataş’a vardığımızda saat 12.20 gösterdiğinden on iki Adalar vapurunu kaçırmış olduk.
      Bir sonraki vapur saat: 14.00’te idi. Ne yapalım ne edelim diye düşünürken, Beşiktaş’a gitmek, orada vakit geçirmek aklımıza geldi. Yola koyulduk… Çok değil bundan bir hafta önce bomboş olan cadde ve sokaklar bugün insan selinden geçilmiyordu. Yanımızdan geçen insanlara çarpmamak, dokunmamak için büyük özen gösterdik.  
      Beşiktaş’a vardığımızda çarşı istikametine geçebilmek için bayağı zorlandık. Bu kez de yanımızdan vızır vızır geçen otomobillerin trafik ışıklarına takılmasını bekledik. Çarşıda bir süre dolaştık. “İğne atsan yere düşmez” derler ya çarşı da öyleydi. Kimisi kaldırımlara atılmış masaların üzerinde sabah kahvaltısını yaparken, kimileri de enfes kokan döner büfe ve lokantalardan hangisinden içeri girsek diye hesap yapıyordu. Kalabalıktan ilerlemek hayli güç bir iş olduğundan aç olmamamıza rağmen bir tavuk dönercisi dükkândan içeri daldık.
Dolmabahçe'de ağaç dikimi...
      Çıktığımızda on dört vapuruna daha yarım saat kadar bir vaktimiz vardı. Bu kez kalabalığa karışmadan ara sokakları kullanarak Maçka Yokuşu’nun oradan Dolmabahçe istikametine doğru yol aldık. Yolda kesilen çınar ağaçlarının yerlerine yeni ağaçların dikme işlemini bir müddet seyrettik. Birkaç fotoğraf karesi aldıktan sonra yolumuza devam ettik. Kabataş’a vardığımızda vapurun kalkmasına beş dakika vardı. Aceleyle kendimizi vapura attık. Attık ama ne görelim! Tıklım tıklım bir vapur…
Arap turistlerin iskambil keyfi...
      Adalar vapurunun müşterilerinin çoğu yine Arap turistlerdi… Üst katlarda yer bulamadık, alt katta zar zor oturacak birer yer bulduk. Oturduğumuz koltukların yanına gözüm iliştiğinde daha önce bizim vatandaşlarımızın yaptığını bu kez Arap turistlerin yaptığını görünce şaşırdım. Masanın bir başında bir vatandaşımız bulmaca çözüyor, Arap turistler de iskambil oynuyordu. Şaşkınlığı üzerimden atar atmaz tepki alabileceğimi göze alarak deklanşöre bir kez bastım. Baktım olumsuz bir tepki yok, hatta karşılığında gülümsemeler alınca, bir kez daha deklanşöre bastım…
Arap turistlerin hatıra fotoğraf çekimi...
      Yanımdaki abla da cağ eşliğinde orlon iple çorap örüyordu. Bir kare de ondan görüntülemek istedim. Deklanşöre basmadan iznini istedim, kabul etmedi. Elimdeki fotoğraf makinesinden huylandı, bir müddet sonra yanımdan kalktı. Üzüldüm… Bu kez karşımda oturan amcaoğlu yanıma gelip oturdu, ama ben artık yerimde duramıyordum. Amcaoğluna 'ben üst katları bir dolaşıp geleceğim' dedim. Üst katlar daha hareketliydi, insanlar bir o tarafa bir bir bu tarafa, bir güverteye çıkıp geliyordu. Üst katlar Arap turist kaynıyordu. Ha bire de hatıra fotoğrafı çekiyorlardı. Ben de onları çektiğim kareye ekliyordum…
       Aşağı giriş katına indiğimde amcaoğlu ile Heybeli de mi yoksa Büyükada’da mı insek diye ikilem yaşadık. Sonra Heybeli'de inmeye karar verdik. Heybeli’de iner inmez yıllardır görüşmediğim Ligor Abi aklıma geldi. Ligor Abi, ben üniversitede hem okuyup hem çalışırken Topkapı’da kurulu bir boya fabrikasının muhasebe müdürüydü. Ben de elemanıydım. Ligor Abi, çok iyi bir müdürümüzdü. Yedi seneden fazla yanında çalıştığım Ligor Abi değil benim, kimsenin kalbini kırdığını ya da kırıcı bir kelime konuştuğunu hatırlamıyorum.
       Nedense Ligor Abi’yi yolumuz üzerindeki bisiklet kiraya veren 25 yaşlarındaki şişman bir gence sorma gereği duydum. Keşke sormaz olaydım! Bir dövmediği kaldı. Artık başka da kimseye sorma gücü ve cesaretini kendimde görmedim, yolumuza devam ettik. Askeriyenin üzerindeki yoldan Heybeliada Senatoryumu’na doğru devam ettik. 15-20 dakika sonra boş bir bankın üzerine kendimizi bıraktık. Bir süre denizi ve Büyükada’yı seyrettikten sonra 17,35 vapuruna yetişmek üzere iskeleye yöneldik. Vapurun gelmesine yine yaklaşık bir yarım saat vardı. Ligor Abi’nin babasının işlettiği aktar dükkânı aklıma geldi. Hayal meyal hatırlıyordum dükkânın yerini… Onun karşısındaki bir cafeden içeri daldık… Hem birer çay içeriz, hem de Ligor Abi’yi sorarız düşüncesiyle… Garsona sorduk Ligor Abi’yi... Garson “Ben tanımıyorum, ama şu masada kâğıt oynayan Selim Abi’ye sorun. O bilebilir” dedi. Öyle yaptık. Garsonun Selim Abi dediği kişinin yanına yaklaştım; Ligor İstanbulluoğlu’nu arıyordum, tanıyor musunuz? dedim. “Tanıyorum” dedi. Ardından, “Ama şimdi burada yok. Yazın buraya gelir, kışın İstanbul’da oturur” dedi.
       Bir masanın etrafındaki dört sandalyeden ikisine iliştik. Yabancı olduğumuz her halimizden belli oluyordu. Sağıma soluma bakınırken, kahve ocağının yanındaki duvarda bir kara kalem çizimi resim gözüme ilişti. Çaylar da gelmişti. Daha bir yudum bile almadan merakımı yenmek için yerimden kalktım, biraz yüksekçe asılı resme dikkatlice baktım, altında “Dert Dinleyici Marko Paşa” yazıyordu. Hemen fotoğraf makineme davrandım, bir kara çektim, yerime oturdum.
Özdemir Cafe'nin sahibi Selim Özdemir
       Özdemir Cafe'nin sahibi olan Selim Özdemir, “O resmi ilk defa sen çektin. Bugüne kadar kimsenin dikkatini çekmedi. İlk sen fark ediyorsun. Kim olduğunu biliyor musun?” dedi. ‘Bilmez olur muyum, Osmanlı döneminde çok ünlü bir hekimdi’ dedim. Böyle söyleyince cafe sahibi Selim Özdemir, hem iskambil oyununa devam etti, hem de ricamız üzerine fotoğrafın çiziliş hikâyesini anlattı:
      “Ben bu cafeyi ilk sahibi Hariko Anayadis’ten aldım. Ondan dinlediğim hikâye şöyle: İki kişi söze dayalı tartışıyor. Tartışma bayağı hararetleniyor. Cafede oturan bir kişi de bu tartışmayı hem dinliyor, hem de resim yapıyor. Çizimi bitirdikten sonra ayağa kalkıyor tartışanlara; “Derdinizi Marko Paşa’ya anlatın” deyip bu resmi onlara gösteriyor. Daha sonra da resmi cafenin ilk sahibi Hariko Anayadis’e hediye ediyor. Ben de bana bırakılan bu emaneti muhafaza ediyorum.”
Küçük müzisyenler...
      Cafenin enfes çaylarından birer tane daha yudumladıktan sonra iskeleye yanaşacak 17.35 vapuruna yetişmek için kafe sahibi ile vedalaşıp dışarı çıktık, adımlarımızı hızlandırdık. Vapur tam saatinde geldi. Gelmesine geldi ama bu kez içi daha da tıklım tıklım doluydu. Katlarda bir müddet dolaştıktan sonra zar zor yaslanacak bir yer bulduk. Yaslandığımız yerden Kınalıada’ya doğru gelirken, üç küçük kız darbuka eşliğinde vapurdakilere neşeli dakikalar geçirtmek için küçük bir alanda hünerlerini sergilemeye başladı. Vapur Kadıköy iskelesinde epeyce bir yolcu indirdi. Oturacak birer yer güçlükle bulduk. Ayakta kalmaktan yorulmuştuk, Kabataş’a vardığımızda dinlenmiş olarak vapurdan indik. Kabataş-Bağcılar tramvayına bindik. Bindiğimiz tramvay da vapuru aratmıyordu… 
  
Not: Marko Paşa (Marko Apostalidis), Sultan Abdülaziz ve Abdulhamit döneminde Rum asıllı çok ünlü bir hekimdir. Hastalarını sabırla dinler, dertlerine tıbbı yönden yardımcı olmakla birlikte hastalarına manevi huzur da verir. Osmanlı zamanında sancak beylerine verilen 'paşalık' rütbesiyle onurlandırılır. Marko Paşa'nın ünü halk arasında iyice yayılır ve zamanla, yakınmayı dinleyecek kimsenin olmadığını vurgulamak için “Anlat derdini Marko Paşa'ya" deyimi ortaya çıkar. Marko Paşa 1888 yılında vefat eder.


23 Mart 2012 Cuma

SULTANAHMET'TE BİRGÜN...

                                      Yaklaşık 50 yıl hizmet veren Sultanahmet'teki
                                    İstanbul Adliyesi artık öksüz... 
                                      Cevizlibağ'a taşınan Basın İlan Kurumu'nun
                                       eski binası bakımda...
                                           Yabancı turistler Sultanahmet Camii'ni
                                   arkalarına alarak poz verirken...
                                                     Bunlar da yerli turistlerimiz...
                                  (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

KENTİN ÜZERİNDEKİ "KARABASANLAR"...

Eski ve yeni İstanbul...
                                                     (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

ŞATODAKİ SIRMA SAÇLI KIZ...

                                                             (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

22 Mart 2012 Perşembe

ANDAÇ KOMŞUSU YAŞAR KEMAL'İ ANLATIYOR...

                                  Büyük romancı Yaşar Kemal, evinde
                               "İnce Memed" kitabını imzalarken...
                                     (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)


        HAYAT MECMUASI YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ HİKMET ANDAÇ:

        Yaşar Kemal ve rahmetli eşi Tilda Hanım ile Basınköy’de 40 yıllık bir komşuluğumuz oldu. Yaşar Kemal ile Tilda Hanım önceleri benim apartmanımın yanındaki apartmanın en üst katında (dördüncü kat) oturuyorlardı. Sonra Tilda Hanım’ın rahatsızlığından dolayı o katı satıp, benim bulunduğum apartmanın bahçeli giriş katını satın aldılar. Ondan sonra Yaşar Kemal ve Tilda Hanım ile sık sık görüşmeye başladık. En çok da eşlerimiz görüşüyordu.

            YAŞAR KEMAL'DEN ANDAÇ'A ÖVGÜ...
       
        Yaşar Kemal eşi Tilda Hanım ile Basın Müzesi’nde açacağım bir sergi öncesi evime geldiler. Yaşar Kemal, salonumda sergi açacağım tablolarımı görünce ‘Sen toprak altında kalmış değerli bir taşa benziyorsun. Kimsenin haberi yok’ dedi.
        Yaşar Kemal’in bu övgü dolu sözlerinden çok mutlu oldum. Bende Tilda Hanım'a bir ‘Bale’ tablosu hediye ettim. Yaşar Kemal ile Tilda Hanım, daha sonra Basın Müzesi’ndeki sergimin açılışına geldiler. Burada da yine Tilda Hanım’ın çok beğendiği ve arkadaşlarına hediye edeceğini söylediği bir başka ‘Bale’ tablosunu satın aldılar.
        Bir gün ben ve rahmetli eşim Berin’le Yaşar Kemal ve Tilda Hanım’ı ziyarete gittik. Tilda Hanım, kendilerine hediye ettiğim ‘Bale’ tablosunu göstererek, “Hikmetçiğim dedi. Fransa’dan gelen misafirimiz senin bu tablonu görünce ‘Sizde Degas gibi bale resimleri yapan ressamlarınız varmış’ dedi. Nur içinde yatsın Tilda Hanım’ın bu övgü dolu sözleri de beni çok mutlu etmişti…
        Yaşar Kemal’i 16 Ocak 2012 tarihinde TGC Basın Müzesi’nde açtığım sergime de ‘Şeref Misafiri’ olarak davet ettim, ama rahatsızlığından dolayı gelemediler…    
                           Hikmet Andaç, Çetin Emeç'in isteği üzerine Ses Mecmuası
                               için çizdiği Uganda Devlet Başkanı İdi Amin karikatürü ve
                               Cumhuriyet gazetesi için çizdiği resimlerle görülüyor.
                                                        (Fotoğraf: S. Boyoğlu)

20 Mart 2012 Salı

"SADIK YARİ" KARATOPRAKLA 39 YIL

 Büyük halk ozanı Âşık Veysel’i 39. ölüm yıldönümünde saygı ile anıyoruz.   
                                            
                                           (Fotoğraf: Şakir Palancıoğlu'nun arşivinden)

               

                            “ÂŞIK VEYSEL’İN BİR SOFTAYA CEVABI”

       21 Ocak 2012 tarihinde yitirdiğimiz gazeteci Şakir Palancıoğlu, dost meclislerinde sohbet etme olanağı bulduğu halk ozanı Âşık Veysel’le (21 Mart 1973'te vefat eden) ilgili “Türk San’atı” mecmuasında, “Âşık Veysel’in Bir Softaya Cevabı” başlığıyla Mayıs 1954'te kaleme aldığı yazısı şöyle:
       Âşık Veysel’i yakından tanıyanlar, onun insanlık cephesinin ne kadar kuvvetli olduğunu bilirler. Aziz üstad öyle yüksek bir kalbe sahiptir ki, yanında kendi aleyhine konuşan biri dahi bulunsa, asla kızmadan büyük bir hoşgörürlük duygusu içinde karşısındakini dinler. Eğer lazımsa onu cevaplandırır. Kimseyi gücendirmemek, onun en çok riayet ettiği hayat düsturları arasındadır.
       Fakat bu olgun san’atkârın geri fikirli insanlara karşı, asla hoşgörür olmadığını, ne zaman böyle bir kimse ile karşılaşsa derin bir üzüntü içinde bulunduğunu da söylemek lazımdır.
       Yerden göğe kadar haklı olduğu bu konuda, kendisinden dinlediğim bir örneği burada anlatmayı faydalı buluyorum.
        İstanbul’da bulundukları günlerden bir gün, arkadaşı Küçük Veysel’le beraber tramvaya binerler. İçeri girdikleri zaman biletçi onlara yer vermesi için bir gence rica eder. Hemen yerinden fırlayan delikanlı, yerini bir âmâya vermekten büyük bir zevk duyar. Arkadaşının elinde tuttuğu sazı görerek onu tanımak ister. Aralarında geçen kısa bir konuşmadan sonra üstad kendisini tanıtır. Bu konuşmayı dinleyen ön sırada oturan orta yaşlı bir zat Âşığa dönerek:
-Bunu çalıncaya kadar Allah rızası için dilensen veya camide hafızlığa çalışsan daya iyi olmaz mı? diye ona çıkışmak ister.
Yer veren genç bu kaba softaya lazım gelen cevabı verir. Bu durum karşısında malum zat, tramvaydan iner ve kaybolur.
 Aradan bir zaman geçer. Üstad beraber bulunduğumuz bir sırada yukarıdaki hatırayı anlattıktan sonra, buna dair yazdığı şu destanı okur:

               BİR SOFTA’YA

          Ey hocam karışma Hikmetullaha
          O derya derindir giren boğulur
          Allah bilir inanmışız Allah’a
          İki diyen o Dergâhtan kovulur.

          Aslım Türktür Elhamdülillah Müslüman
          Şükür Amentüye etmişiz iman
          Kalbime yanaşmaz şirk ile güman
          Kalbimiz nur ile dolu sayılır

          Karışma hikmete halini konuş
          Müşkülün varsa üstad bul tanış
          Bu sırrın aslına eren olmamış
          Bir ermiş varsa Veli sayılır

          Sen mi attın dünyanın temel taşını
          Ne bilirsin yaradanın işinin
          Görsene dünyanın yürüyüşünü
          Burada söylen Washington’da duyulur

         Cahil ile sohbet etmek zor olur
         Kulağı sağırdır gözü kör olur
         Her sözünde kavga niza var olur
         Cahiller dikenli çalı sayılır
        
         Yetişmeyecek yere elini uzatma
         Ben bilirim diye halkı aldatma
         Manasız mantıksız kuru laf atma
         Boş sözler karganın dili sayılır

         Baykuş gibi durup durma yuvada
         İnsanlar kuş olmuş gezer havada
         Giriş Veysel kollarını sıvada
         Çalışan Allah’ın kulu sayılır.

19 Mart 2012 Pazartesi

ATEŞ NESİN...

                                               
                            
                                                          HAFTADA BİR
                                                                 NaNiK


                                            Beşer şaşar

                                            "Görevi Atatürk'ten aldık" diyen
                                            öğrenciyi okuldan atmışlar
                                            Gençlik heyecanı işte...
                                            "Atatürk'ü görevden aldık" diyecekken
                                            dili sürçmüştür garibimin!


                                                                ***

                                            Muhteşem dil


                                            Başbakan Tayyip Erdoğan, Kılıçdaroğlu'na,
                                            "Hangi dilden anlıyorsanız o dilden" demiş
                                            Kendimiz için istiyorsak namerdiz...
                                            Sözlerinizin daha da etkili olması için
                                            "kaynana dili"ni kullanmanız acaba mümkün mü?

18 Mart 2012 Pazar

BARIŞ MANÇO'NUN EVİNİ ZİYARET...

Günler sonra İstanbul'da havanın açmasını ve sıcakların artmasını fırsat bilen vatandaşlar, kendilerini parklara, sahil kenarlarına attılar. Bazı vatandaşlar da Kadıköy-Moda'da müze haline getirilen Yusuf Kamil Paşa Sokak'taki "Barış Manço Müze Evi"ni ziyarete koştular, çıkışta da hatıra fotoğrafı çektirdiler. (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)   

METROBÜS'TEN BOĞAZ'I İZLEMEK...

                                                (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

17 Mart 2012 Cumartesi

PANORAMA 1453...

Panorama 1453 Tarih Müzesi
 Panorama 1453 Tarih Müzesi, Bizans Surları ve gökdelenler
Tarihi Bizans Surları ve Topkapı Kültür Parkı
İstanbul Topkapı Kültür Parkı'ndaki (eski otogar) "Panomara 1453 Tarih Müzesi"nin hemen arkasındaki gökdelenler, tarihi Bizans Surları'nı gölgede bırakarak yükselmeye devam ediyor... (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

"SANIK SANDALYESİNDEKİ GAZETECİ"...

                                                    Hasan Sınar, Turgut Kazan, Haluk Şahin, Kadri Gürsel
Fehmi Demir, Metin Feyzioğlu, Ümit Kocasakal, Oktay Huduti
          Gazetecilere Özgürlük Platformu-İstanbul Barosu-Türk Ceza Hukuku Derneği ve Ankara Barosu işbirliğiyle İstanbul Barosu Orhan Adli Apaydın Konferans Salonu'nda "Türk Ceza Adaleti Sistemi'nin Basın Özgürlüğü Yönünden Yarattığı Temel Sorunlar ve Çözüm Önerileri Sempozyumu" yapıldı.
          İstanbul'da iki gün süren ve "Sanık Sandalyesindeki Gazeteci" başlığı altında gerçekleştirilen sempozyumun bugünkü bölümünde Yrd. Doç. Dr. Hasan Sınar, Av. Turgut Kazan, Prof. Dr. Haluk Şahin, gazeteci Kadri Gürsel (üstte), Av. Fehmi Demir, Ankara Baro Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu, İstanbul Baro Başkanı Av. Doç. Dr. Ümit Kocasakal, Av. Oktay Huduti, söz alarak birer konuşma yaptılar. Konuşmacılar halen cezaevlerinde 102 gazetecinin tutuklu olduğuna dikkat çektiler. Kocasakal, Türkiye'nin şu an "omurilik felci" gibi olduğunu vurgulayarak, Özel Yetkili Mahkemeler'in kaldırılması gerektiğini söyledi. Metin Feyzioğlu da dijital veriler ile gizli tanığın delil değerinin olamayacağına işaret etti. Kadri Gürsel ise Nedim Şener'in hapse girmeden önce araştırmacı gazeteci olduğuna işaret ederek, "Ama şimdi yaptırtırtırlar mı? Sanmıyorum..." dedi.
         
Ercan İpekçi
           Anadolu Ajansı'nda "sendika üyelerine yönelik istifa baskısını" protesto etmek amacıyla 9 Mart'ta Ankara'da açlık grevine başlayan ve 14 Mart'ta son veren Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) Genel Başkanı Ercan İpekçi de sempozyuma katıldı. (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)