30 Mayıs 2012 Çarşamba

GÖP BAŞKANI SERTEL'İN AÇIKLAMASI...


                     
                       

Gazetecilere Özgürlük Platformu (GÖP) Dönem Başkanı 
Atilla Sertel, Yeni Şafak yazarı Ali Akel’in işten atılmasını 
          değerlendirdi:

“Mesleğin gittiği noktayı 
göstermesi açısından ibretliktir”

GÖP Dönem Başkanı Atilla Sertel, Yeni Şafak Gazetesi yazarı Ali Akel’in Başbakan’ı eleştirdiği yazısı nedeniyle işten çıkarılmasını, “Bu olay; Başbakan’ın basına karşı tahammülsüzlüğünü ve basın ve ifade özgürlüğünden verilen her tavizin iktidar yanlısı, muhalif demeden gazetecilik mesleğini bekleyen tehlikeyi göstermesi açısından yaşanan pek çok örnekten biri olarak tarihe geçmiştir” sözleriyle özetledi.
GÖP, Yeni Şafak Gazetesi yazarı Ali Akel’in 25 Mayıs Cuma günü Başbakan Recep Erdoğan’a hitaben “Özür açıklanmaz, özür dilenir” başlığıyla kaleme aldığı yazısı nedeniyle 16 yıldır çalıştığı gazeteden kovulması üzerine bir açıklama yayımladı.
GÖP Dönem Başkanı sıfatıyla açıklama yapan Türkiye Gazeteciler Federasyonu ve İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Atilla Sertel, şunları kaydetti:
“Meslektaşımız Ali Akel’in kovulmasıyla sonuçlanan bu son olay Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın eleştiriye tahammülsüzlüğünü, basın ve ifade özgürlüğüne saygısızlığını bir kez daha gözler önüne sermiştir. Meslek örgütleri olarak her fırsatta dile getirdiğimiz demokrasinin ön koşulu basın ve ifade özgürlüğü tüm güvenceleriyle yerleşmediği sürece bu ve buna benzer olayların ardının kesilmeyeceği açıktır.
Ali Akel’in 16 yıl boyunca çalıştığı gazetesinden -belliki yukarıdan gelen bir talimatla- tek kalemde işten atılması ‘İktidara yaranma çabasıyla, mesleğinin sorunlarına ve yazdıkları nedeniyle tutuklanan meslektaşlarına’ gözünü kapatan bazı gazetecilere de ders olacak niteliktedir. Bu olay bir kez daha göstermiştir ki; basın ve ifade özgürlüğünün teminat altında olmadığı bir ülkede yandaş veya muhalif kimse dokunulmaz değildir! Kolay kolay hiçbir şeyden tatmin olmayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bundan sonra kime dokunacağının da ucu açıktır!
Başbakan’ın tavrına ve tepkisine göre gazeteci – yazar kıyımı yapan tüm patronları olduğu gibi Yeni Şafak’ın yönetimini de kınıyoruz .”


29 Mayıs 2012 Salı

TGC'DEN AÇIKLAMA...




       Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu yaptığı yazılı açıklamada, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın gazetecilere yönelik suçlamalarını “Gerçeklerle bağdaşmayan, düzey bakımından kabul edilemez ve tek seslilik isteklerini yaşama geçirme kuşkusunu yaratan bir konuşma” olarak nitelendirdi.

       Açıklamada şöyle denildi.

“Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu, Sinop’un Gerze ilçesinde gerçekleştirilen Meslekiçi Eğitim Semineri sonrasında  İstanbul’a dönüşün ardından 28 Mayıs 2012  akşamında yaptığı toplantıda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın gazetecilere yönelik suçlamalarını da değerlendirmiştir.
TGC Yönetim Kurulu konuşmada yer alan suçlamaları 'Gerçeklerle bağdaşmayan, benzetmeleri düzey bakımından kabul edilemez ve tek seslilik isteklerini yaşama geçirme kuşkusunu yaratan bir konuşma' olarak nitelendirmiştir.
      TGC Yönetim Kurulu, ifade özgürlüğü açısından zaten sorunlu bir ülke olan Türkiye’nin  gazetecilerinden “diyet” beklentisi içinde olmanın, sorunları daha da ağırlaştıracağına da dikkat çekmiştir.


28 Mayıs 2012 Pazartesi

TGS'DEN BAŞBAKAN'A AÇIK MEKTUP...


Türkiye Gazeteciler Sendikası Genel Başkanı Ercan İpekçi’nin, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sözleri üzerine yaptığı açıklama şöyle:
 “Sayın Başbakan,
Gazeteci meslektaşlarımızla ilgili olarak kullandığınız hakaret içerikli “akbabalar, tasmalarınızı çıkardık, uluslararası tasma taktınız” sözlerinizden dolayı sizi kınıyoruz. Bir basın meslek örgütü olarak “en sert ve en sarsıcı” açıklamaları bile “ifade özgürlüğü” kapmasında değerlendirmemize rağmen, sizin bu üslubunuz, açıkça “nefret söylemi” içermektedir. Uludere’de 34 yurttaşın katledilmesiyle ilgili gerçeklerin kamuoyunca öğrenilmesi amacıyla mesleki görevlerini yerine getiren basın emekçilerine yönelik bu “kin ve nefret” söylemi içeren açıklamalarınız, belki sizin “kindar eğitim” tıynetinize uygun düşebilir ancak “basın ve ifade özgürlüğü” kapsamında savunulması mümkün değildir.
Bir devlet adamına yakışmayan bu hakaretlerinizin dozunu son zamanlarda giderek artırmış durumdasınız. Bu, sizin, hatalarınızdan kaynaklanan endişe ve korku dolu ruh halinizin dışavurumu olsa gerek. Görevlerini yaptıkları için cezaevine konulan ve yargılanan meslektaşlarımızı “terörist” olarak suçladığınız yetmediği gibi şimdi de “uluslararası tasma” takmakla itham edebiliyorsunuz. Başta Anadolu Ajansı olmak üzere emrinizin altındaki medya kuruluşlarında çalışan basın emekçilerine yapılan mezalimi görmezden gelip,  “varsın bir kısım medya bizimle olmasın” diyerek ayrımcılık yapmaya ve hedef göstermeye devam ediyorsunuz. Bütün bu hakaretlerinizin telafisi için özür dilemeniz bile yetersiz kalacaktır.
Haklarınız ve yetkileriniz sınırsız değildir. Yürütme organının başı olarak, yurttaşların özgürlük alanlarına şahsi keyfinize göre müdahale etmeye hakkınız yoktur. Hele onlara hakaret etme hakkına hiç sahip değilsiniz. Sizin bu devlet adamlığına yakışmayan tutumunuzdan dolayı ülkemizin ve halkımızın geleceği adına endişe duyuyoruz.
İcraatlarınızı eleştiren gazetecilere, yazarlara, sanatçılara, aydınlara, akademisyenlere, sendikacılara, sivil toplum örgütlerinin temsilcilerine karşı, bütün bir toplumu temsil ettiğinizi iddia ettiğiniz makamınızın ağırlığına uygun düşecek saygı ve tahammülü göstermeye sizi bir kez daha davet ediyoruz.”


EMİN KARACA'YA "NÂZIM HİKMET ÖDÜLÜ"...


                                     (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

      TGC üyesi ve Yol TV’de “Emin Karaca ile Unutmadan” programının sunucusu Emin Karaca’ya 2 Haziran Cumartesi günü Eskişehir’in Seyitgazi ilçesine bağlı Doğançayır Belde Belediyesi tarafından  “Nazım Hikmet Ödülü” verilecek.
      Doğançayır Belediyesi,  büyük ozanın, “Beni Anadolu’da bir çınar ağacının altına gömün” şiirinden esinlenerek, 1995 yılında Nazım Hikmet’in mezarını Türkiye’ye getirme girişiminde bulunmuştu.  Belediye 10 yıldır gelenekselleştirdiği Nazım Hikmet’in 49. ölüm yıldönümünde Anıtsal Mezarı başında bu yıl da tören düzenleyecek. Törende Belediye Başkanı Ali Rıza Koca, yazar Emin Karaca’ya ödülünü verecek. 
      

BİZİM İNSANLARIMIZ...

                                                       Tramvayda bir yolcu...
                                                    (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

ATEŞ NESİN...





                                                         NANİK ATAK
                                                       -------------------


Sebil

Şehitlerimizin  kanı yerde kalmıyormuş
Doğrudur beyler...
Oluk oluk dört bir yana akıyor!

***

Çevir kazı yanmasın

Gazetenin biri, Başbakan Erdoğan'ı, "Gündem çevirme ustası" 
diye tanımlamış
Ağzını açtığı zaman yeri göğü inleten  koskoca  Başbakanımızın, 
"Kuzu çevirme ustası" olacak hali yok ya! 

27 Mayıs 2012 Pazar

ÇİFTEHAVUZLAR'DA NOSTALJİ...

                                                              Beşiktaşlı Şaban Kartal...

Süleyman Boyoğlu

     Çocukluğumun (9 yaşından itibaren) geçtiği, okul hayatımı tamamladığım Esenler-Namık Kemal Mahallesi'nin komşu mahallesi Çiftehavuzlar'da gençlerin takıldığı "Bahçeli Kahve" kapıdan içeri giren müşterilerini duvara adeta çiviliyor... Sebep de mekan sahibinin kahvenin iç duvarlarına astığı "nostaljik" fotoğraflar...
     Yurt dışından (Paris'ten) izinli gelen akrabam Çetin Hüneroğlu ile bahçede oturacak yer bulamayınca çay içmek için kapalı bölüme geçtik. Kapalı bölümün açık kapısından adımımızı atar atmaz bizim de dikkatimizi bir duvarı tamamen kaplayan fotoğraflar çekti. Bir süre tek tek fotoğrafları incelemeye başladık. Kimler yoktu ki... Hepsi bizim insanlarımızdı... Fotoğrafları incelerken kimi zaman içimiz burkuldu, kimi zaman güldük... Aralarında eceliyle ölen arkadaşlarımız, ağabeylerimiz, akrabalarımız, komşularımız yanında; ecelsiz bir şekilde hayattan kopan dostlarımız, arkadaşlarımız da vardı. Hüzünlendik...

                     "DEDEMİN CAMİDE ASILI FOTOĞRAFIYLA BAŞLADI"

     Çetin'le çaylarımızı yudumlarken bir ara yanımıza gelen kahvehanenin sahibi Yüksel Çiğdem'e "Böyle bir nostalji nereden aklına geldi" diye sordum, anlattı:
    "Çiftehavuzlar Camii Yaptırma Derneği eski başkanı Şaban Karan bir gün 'Caminin yapımına katkıda bulunanların fotoğraflarını camiden kaldıracağız. Senin deden Ziya'nın da fotoğrafı var, o fotoğrafı alır mısın?', dedi. Dedem mahallenin ilk muhtarlarındandı. Camiye gittim, çerçeveli fotoğrafı aldım getirdim bu duvara astım. Sonra amcamız olan 'Bankacı Yusuf"un fotoğrafını da onun yanına getirip astık.
     Çiftehavuzlar Mahallesi Muhtarlığı'nda asılı olan yine semtin futbol takımı Doğu Gençlik Spor Kulübü futbolcularının toplu fotoğrafını da İsviçre'de yaşayan bu semtin insanlarından olan İbrahim Eycan (Kaleci İbo) getirip astı. İbrahim, 1973 yılında kurulan 1980 sonrası kapatılan kulübün vazgeçilmez kalecisiydi. Yurt dışında olduğu için sanırım eski günlere özlem duyuyordu. Ardından kahvenin diğer müşterileri de bazı fotoğraflar getirdi. Gördüğünüz gibi duvarda mahallenin tüm ünlü kişilerinin fotoğrafı var..."

                 KİMLER YOK Kİ...

     Çiğdem'e mesela kimler var? diye sordum, verdiği yanıt şöyle oldu:
     "Kimler yok ki... 1980 öncesi Beşiktaş'ta sol açık oynayan ve rahmetli olan Şaban Kartal, Aydınspor'da oynayan Aydın gibi ünlü futbolcuların fotoğrafları var. Menci Cemil'in, oğlu Kepo'nun (Kemal), Namık Kemal Mahallesi'nin eski muhtarı rahmetli Sinan Koç'un; 'Maylo' ve 'Dayko' kardeşlerin fotoğrafları...
      Yine halamın kayınları 'Kâhya Memet' ile 'Çamur Şevket'in, 'Didi Yaşar'ın, 'Çekiç Memet'in, Çekiç Hasan'ın, Co Yılmaz'ın, Abbas'ın, Gıdik Erol'un, Çetin'in, Metin'in, Pele İsmet'in fotoğrafları da var. Bunlar mahallemizin sembol kimseleriydi. Bu kahvenin de en neşeli insanlarıydı... Yine Çiftehavuzlar Spor'un Şaban'dan başka ünlü oyuncuları; Adnan, Ülkü, Bilgi, Bodur Rıza, Şeref, Deve Mustafa ve Burhan'ın da aralarında bulunduğu fotoğraflar var..."
       Yüksel Çiğdem'in isimlerini saydığı insanların çoğunu ben de tanıyordum. Kahvenin şimdi hayatta olmayan misafirleri dostluğun, arkadaşlığın, komşuluğun en güzel yıllarının yaşandığı 60'lı-70'li yılların insanlarıydı. Duvarda asılı fotoğrafların bir kısmını fotoğraf makineme kaydettim. Bir daha geldiğimde belki bu fotoğrafları göremeyebilirim; zira "Kentsel Dönüşüm Projesi" bu güzelim mahalleyi de ortadan kaldıracak...









                                                 (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

26 Mayıs 2012 Cumartesi

HALİÇ KÖPRÜSÜ'NDEN NİYE GEÇTİM?..


     

    Süleyman Boyoğlu
          
         Haliç Köprüsü üzerinden metrobüsle her geçişimde Ayvansaray’daki tarihi surların hemen arkasında muhteşem Fatih Camii, Süleymaniye Camii, onların arkasında da Topkapı Sarayı, Ayasofya Müzesi’ni kısa süreliğine de olsa beğeniyle seyre dalardım. Hele teleferikle çıkılan Piyerloti Tepesi’nde “Altın Boynuz”a bakarak bir iki bardak çay yudumlamanın keyfi ise anlatılamaz, ancak yaşanır…
         Gelin görün ki bu keyfi şimdilerde Topkapı Sarayı ve Ayasofya’nın hemen arkasındaymış gibi Kadıköy’den yükselen iki gökdelen kaçırıyor… Bunların yükselişini gördükten sonra tarihi yarımadanın siluetini Zeytinburnu’nda yükselen üç gökdelen değil de asıl bu iki gökdelenin bozduğuna kanaat getirmiştim. Ve uzun zamandır bu görüntüyü fotoğraflamayı düşünüyordum…
         Kısmet bugüne imiş… Mezun olduğum Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Yüksek Okulu’nun (şimdiki adı MÜ İletişim Fakültesi) “Pilav Günü”ne gitmek için Merter durağında metrobüse bindim. Metrobüse bindiğimde saat: 11.00 sıralarıydı. Cevizlibağ’a geldiğimde aklıma Haliç Köprüsü üzerinde düşündüğümü gerçekleştirmek geldi. Okuldaki buluşma saat:13.00’te olduğu için vaktim vardı. Ayvansaray durağına geldiğimde metrobüsten inmeye karar verdim ve indim.
         Üst geçidi ve Haliç Köprüsü’ne bağlantılı tehlikeli yolları geçerek, 10-15 dakikada köprünün yaya yoluna ulaştım. Benden başka köprü üzerinde yürüyen kimseyi görmeyince içimden, ‘Acaba üzerinde yürümek yasak mı?’ diye geçirdim. Hem böyle düşünüp hem de köprü korkuluklarına dirseklerimi dayayarak fotoğraf çekiyordum. Fotoğraf çekerken bazen zorlanıyordum; zira ağır tonajlı araçlar geçtiğinde köprü hissedilir şekilde sallanıyor, görüntü almamı engelliyordu. Hem de sallandıkça beni de korkutuyordu.
        Dönüp yoluma devam ederken karşıdan bir bayanın geldiğini gördüm. Kendi kendime ‘Demek ki yayalara açıkmış’ diye söylendim. Beş dakika sonra bir kişinin daha karşıdan geldiğini görünce rahatladım. Çünkü hep bir görevlinin ya da polis otosunun beni uyaracağı endişesini taşıyordum. Bu endişeyi taşımama bir neden de Haliç Köprüsü’nde 22 Mayıs’ta yaşanan tehlikeydi. O gün sabah Haliç Köprüsü’nün orta şeridindeki bağlantı yerlerinde meydana gelen ayrılma ve yaklaşık 20 santimlik yükselti geçici olarak halledilmişti, ama o konuyla ilgili görüntü aldığımı zannederek, müdahale edebilecekleri korkusuyla yoluma devam ediyordum ki köprü geçişimin sonlarına doğru bir beyle daha karşılaştım. Bu beyle göz göze geldik selamlaştık. Sıcak selamlaşmadan cesaret alarak birkaç adım attıktan sonra geri döndüm seslendim:
       - Af edersiniz fotoğrafınızı çekebilir miyim? dedim.
         Durdu, o da geri döndü;
       - Tabii… Olur, dedi.
         Bir asker duruşuyla poz verdi, fotoğrafını çektim:
       - İnternette kullanacağım adınızı söyler misiniz?
       - Veli, dedi.
       - Veli Bey soyadınız yok mu?
       -  Önemli mi… Veli yaz yeter, dedi.
         Veli Bey sıcak bir insandı. Gözlerinin içi gülüyordu:
       - Peki Veli Bey, çok sıcak bir insansınız nerelisiniz?’
       - Sivaslıyım, dedi.
         Daha sonra Veli Bey benim geldiğim yakaya ben de Veli Bey’in geride bıraktığı yakaya yürümeye devam ettik… Ha unutuyordum, köprü üzerinde kendi fotoğrafımı da çektim. Geçtiğim belgelensin diye...
         İETT durağına varır varmaz gelen bir halk otobüsüne bindim. Okmeydanı üzerinden Şişli’ye vardım. Şişli’den de yürüyerek mezun olduğum okulun pilav gününü gittim.
        Şimdi fotoğraf çekerken büyük üzüntü duyduğum “Altın Boynuz” görüntülerini sizlerle paylaşıyorum, biraz da tarihi kentte neler olduğunu sizler görün ve düşünün…


                                   
                                (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)
        

İLMED PİLAV GÜNÜ...






Benim de bir zamanlar (1976-80) öğrencisi olduğum Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunları bugün (26 Mayıs Cumartesi) "İLMED Pilav Günü"nde buluştu. Fakültenin bahçesinde düzenlenen etkinlik İLMED Başkanı Hüseyin Irmak'ın açış konuşmasıyla başladı. Mezunlar daha sonra pilav sırasına girerek, etli pilav-ayran ve tatlıdan oluşan menülerini aldılar. Bazı mezunlar pilavın içindeki eti az bulsalar da ağaçlar altında oturacak bir yer bularak, plastik kaşık yardımıyla midelerine indirdiler... Bu arada, okul mezunlarından Özlem Süyev de yeni kitabını imzaladı. 
(Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu) 

25 Mayıs 2012 Cuma

TRT ANILARI... (10)



Gürcan ARITÜRK

     "İnsan bazen, yaşadı mı, duydu mu, filmde mi seyretti, okudu mu, hayalini mi gördü, karıştırıyor. Yaşam biraz da bu karmadan ibaret…  O yüzden anılara güven olmaz ama anılarsız da olmaz. Anılar olmadan insanlar ot gibi olur. Umarım bu anılar hoşunuza gider, kimi zaman anlatacak kimse olmasa bile hatırlamak yeterince güzel!
     Aşağıdaki kimilerini benim yaşadığım kimilerini gördüğüm ya da duyduğum TRT anılarını eski bir toplu fotoğrafa bakarak anında-bir çırpıda yazdım, aklıma gelenleri kalın delikli bir süzgeçten geçirdim, eminim siz okurken daha ince eleyip sık dokuyacaksınızdır!


 
Çocuktan al haberi

TRT İstanbul muhabirlerinden Cengiz Erdil, Sarıyer'de deniz kirliliği ile ilgili hazırlayacağı haber için çocuklara "hadi denize girin de çekelim sizi" der. Çocuklar da heyecanla girerler külotlarıyla denize. Sıra çocuklarla röportaj yapmaya gelmiştir. Denizden çıkan çocuğa sorar, "Bu kirli denize niye giriyorsun" diye. Çocuktan, "Sen gir dedin ya abi" yanıtını alır. O Haberi başka yanıt verenlerle yapmıştı.

Sessiz güzeller yarışması

Pera Palas Oteli’nde dilsiz güzellik yarışması yapıldı. Yarışmayı izleyen TRT ekibinden muhabir Çağatay Kudun'a şaka olsun diye "bu haberi röportajlı istiyorlar" dedik. Önce itiraz etti, "bunlar dilsiz oğlum ne röpü" diye ama "biz anlamayız istiyorlar" deyince, sonradan birinci olan dilsiz güzel ile annesini bir köşeye çekmiş ve röportaj yapmaya kalkmıştı. Gelince savunması da şuydu: "Biraz konuşuyordu, annesi de bize ne dediğini anlatacaktı, ışığı görünce iyice tutuldu". Bu arada bu şakayı sadece muhabir değil, çeken kameraman da yemiş diyebilirsiniz ama haksızlık edersiniz. Çünkü bu röportaj girişimini çeken Salih Küçük, inatçı bir tiptir, muhabiri uyaracağına o muhabire uyar. Öyle ki muhabir geri geriye giderek anons yaparken giderken uçuruma düşecek olsa, uyarmaktan ziyade, muhabirin uçuruma düşüşünü çeker!


24 Mayıs 2012 Perşembe

CANER GÖREN ERDAL EREN'İ ANLATTI...

                                                              (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

                                
                  AA FOTO MUHABİRİ CANER GÖREN 12 EYLÜL DARBESİ
                       SONRASI İDAM EDİLEN ERDAL EREN’İ ANLATTI:


      Bir gün dediler ki “Nizamiyeye senin adını verdik”.  'Ne nizamiyesi' dedim. Dediler “Mamak… Mamak Sıkıyönetim Mahkemeleri’ne akreditasyon için senin adını verdik. Anadolu Ajansı adına sen fotoğraf çekeceksin”.  O dönem benden daha kıdemliler vardı. Mesela fotoğraf servisi şefimiz Kayhan Vandemir, Mehmet Ünlü, İlhan Kuyucu vardı. Bunların hepsi benden kıdemliydiler. O zaman Mamak Ankara’nın dışında, 20-30 kilometre uzağında olduğu için beni gönderdiler. İşe bir çeşit angarya olarak baktılar. Çünkü o sıralar Mamak’a giden kalıyordu.
      O zaman daha askeri darbe olmamıştı ama sıkıyönetim vardı. Mamak 28. Tümen’dir. O zaman sıkıyönetim mahkemeleri oradaydı. Serviste kıdemsiz olduğum için beni seçtiler. Çünkü o dönem Mamak yolu bozuktu. Yağmur, çamur, kışta, karda çekilmiyordu. İşe angarya diye batkıları için benim adımı vermişler. Benim de yok deme, hayır gitmem şansım yoktu. Her gün Mamak nizamiyesine gidiyordum, ziyaretçi kartım vardı. Rahat içeri giriyordum. Sonra mahkeme mahkeme dolaşıyordum. Nizamiye kapısında ismi olmayan giremiyordu, geri çeviriyorlardı.
     Böyle birkaç ay gittim, sonra 12 Eylül darbesi oldu. 12 Eylül darbesi olunca Mamak’taki mahkemelerin yükü ağırlaştı. Benim de yüküm ağırlaştı. Öyle gün oluyordu ki MHP-Türkeş davasını izliyordum, oradan çıkıp Dev-Yol davasına gidiyordum. Dev-Yol’dan çıkıp Erbakan davasına gidiyordum. Oradan Dev-Sol davasına geçiyordum. Erdal Eren’in davasına da gidiyordum.  
     Sabah Mamak’a gittiğim zaman bütün gün orada kalmak zorunda kalıyorduk. Öğlenleri askerlerle beraber karavana yiyordum. Çünkü Mamak dağın başıydı. Bazen Ajans'ın arabası gelirdi. Filmi bir zarfa koyardık, üzerine de not düşerdik; ‘ilk on kare Erbakan, sonraki kareler falan falan’ derdik. Hangi davayı izlemişsek not yazardık. Bütün gün Mamak’ta olduğum için gönderdiğim filmlerin hangi karesinin seçildiğini ve servis edildiğini aynı gün öğrenemiyordum, ertesi gün Mamak’ta gazetelerden görüyordum.
     Bir gün Erdal Eren’in davasına girdim. Erdal Eren adlı çocuk Zekeriya Önge adlı bir askeri öldürmekten yargılanıyordu. Erdal Eren, Ankara’da bir korsan gösteri sonrası gözaltına alınıp Mamak’a atılmıştı. Eren’in avukatları hatırlayabildiğim kadarıyla balistik olarak bu işin olamayacağını söylüyorlardı. Çünkü eri öldüren kurşunun çapı başka diyorlardı. Erdal Eren’in silahından çıkan kurşun olmadığını söylüyorlardı. Bir de Erdal Eren’in 18 yaşından küçük olduğu görüntüsünden de belliydi. Ama mahkeme kemik testi falan istedi. “Nüfusa küçük yazdırılmış olabilir” diye… Sonuçta mahkeme Erdal Eren’in 18 yaşında kabul etti ve astı. Erdal Eren yaşından beklenmeyecek olgunlukta bir çocuktu… Birkaç duruşmasını izledim, hiç yılgınlık göstermedi. Başı hep dik mahkeme salonuna geliyordu…
                                            (Fotoğraf:Caner Gören)
             
             'SÜRÜKLENİRKEN DE FOTOĞRAFINI ÇEKMİŞTİM'

      Gazetelerde bugün bile yayınlanan mahkeme salonundaki Erdal Eren fotoğrafı benim çektiğim ve Anadolu Ajansı’nın servis ettiği fotoğraftır. O fotoğraf şu an Anadolu Ajansı’nın arşivinde bulunmaktadır. Yalnız o fotoğrafın gazetelere servis edilmesi sırasında yine ben yoktum. Editör arkadaşlarımız o kareyi beğenip servis etmişler. O fotoğraf hemen hemen bütün gazetelerde çıktı. Ben arkadaşlara; 'Neden bu kareyi seçtiniz?' dedim. “Bu kare askeri bir mahkeme olduğunu gösteriyor, onun için bu kareyi seçtik” dediler. Oysa ki, çektiğim karelerde Erdal Eren’in slogan atarken, ağzı kapatılırken, sürüklenerek mahkeme salonunda dışarı çıkarılması kareleri de vardı. Editör arkadaşımız o kareyi beğenmiş. Üsteleyince editörümüz “Bu kareyi isteyen dik, isteyen yan kullanır” dedi.  O sıralar en kıdemsiz bir foto muhabiri olduğum için editör ağabeylerimizden hesap sorma gibi bir teamül de yoktu. Editör o kareyi beğenmiş, onu koymuştu.
      Sonra bu kare simge oldu. Hatta Erdal Eren’in ailesi çektiğim o fotoğrafı birebir büyüterek, üzerine Erdal Eren’in o fotoğraftaki ceketini giydirerek, sergiledi. Sonra o fotoğraf yüzlerce binlerce karşıma çıktı. Binlerce insan o fotoğrafın altında yürüdü. Hâlâ da yürüyorlar…
      Bana Evrensel gazetesinden Sultan Özer sordu; “Ağabey bu fotoğrafın Che Guevara fotoğrafı kadar meşhur bir fotoğraf oldu. Ne hissediyorsun?” diye sordu. Ben de 'Bu beni sevindirmiyor. Çünkü bu çocuk asıldı, bu fotoğrafı her gördüğümde 17 yaşındaki Erdal Eren’in mahkeme salonundaki halleri ve mahkeme salonunda slogan atarken yerlerde sürüklenişi aklıma geliyor ve acı duyuyorum. İçim eziliyor' dedim. 
      Her gazeteci fotoğrafının tanınmasını ve bilinmesini ister, ama idama çarptırılan bir çocuğun fotoğrafı olmamalıydı…
(Süleyman Boyoğlu)

BÂB-I ÂLİ'DE YAZA MERHABA...






Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Lokali, çok değil bundan 20 yıl evvel cıvıl cıvıl olurdu. Issızlığın hakim olduğu Bâb-ı âli'ye bugün ise emekli gazeteciler, canlılık getirmeye çalışıyor... Haftada bir (Çarşamba günleri) Cemiyet Lokali'nde buluşan gazeteciler sohbet edip, eski anıları tazeliyorlar... Bu hafta Hayat Mecmuası eski yazı işleri müdürü Hikmet Andaç, Hürriyet gazetesi eski sayfa editörlerinden Ahmet Çitoğlu, TGC Balotaj Kurulu Başkanı Muammer Tuncer, Basın Senatosu İkinci Başkanı Seraceddin Zıddıoğlu ve bendeniz (Süleyman Boyoğlu) Cemiyet'in Boğaz'a bakan Lokali'nde bir araya geldi... Lokalin işletmecisi Hıdır Ağcakaya, Mahmut Yolalan ve şef garson Hüseyin Güder ve diğer çalışanlar, emekli gazetecileri güler yüzleriyle karşılayarak, servis yaptılar...
(Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu/Muammer Tuncer)

23 Mayıs 2012 Çarşamba

BÂB-I ÂLİ'DEN GREVCİ MEMURLAR GEÇTİ...



Hükümet ve memur konfederasyonları arasında 21 gündür süren zam pazarlığında anlaşma sağlanamaması üzerine KESK, Türkiye Kamu-Sen, Birleşik Kamu-İş, Türk Sağlık-Sen, Eğitim-İş'e bağlı memurlar, protesto amacıyla bugün yurt genelinde bir günlük iş bırakma eylemi yaptılar. İstanbul'da da memurlar, ellerinde çeşitli pankart ve dövizlerle bir zamanlar gazetecilerin her gün tırmandığı Bâb-ı Âli Yokuşu'ndan geçerek, ıslık ve sloganlar eşliğinde Beyazıt'a kadar yürüdüler. (Fotoğraflar: Süleyman Boyoğlu)

22 Mayıs 2012 Salı

"GÖLGE GÜNÜNÜN AZABI"




Gazeteci-yazar Fırat Mehmet Eroğlu'nun "Gölge Gününün Azabı ve Ateşin Gül Serinliği" adlı romanı Kurgu Kültür Merkezi Yayınları'ndan çıktı. Eroğlu, romanında dünyanın her hangi bir yerinde yer ve zamanın ötesinde insanların yaşadığı toplumsal, ruhsal sürecini anlatıyor. Eroğlu, 408 sayfalık romanında her şeyden önce Türkiye insanlarını anlatıyor... Özellikle Türkiye'nin son 30 yılında yaşanan olguları yeni okuma anlayışıyla okurlara sunuyor... (firatmem@yahoo.com)
(Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

21 Mayıs 2012 Pazartesi

BODRUM... BODRUM...

                                                             (Fotoğraf: Ali Kılıç)

ATEŞ NESİN...





                                                                     

                                                                  NANİK ATAK
                                                                ----------------


Amaç gerçekleşti

Enerji Bakanı Taner Yıldız'ın ziyareti öncesi, Selçuk
Üniversitesi'nden atmasınlar diye kalemleri toplamışlar
İşin daha da kötüsü,
Yandaş medya yaratmak için neredeyse tüm kalemleri topladılar ya!

***

Er meydanı
19 Mayıs'ta kızlarla erkekleri güreştirmişler
Fena mı olmuş?
Kadın erkek eşitliğini sağlamak için ilk adımı atmışlar! 

20 Mayıs 2012 Pazar

YARIM ASRA VARAN KOMŞULUK...

                                                         (Fotoğraf: Süleyman Boyoğlu)

Süleyman Boyoğlu 

        Yukarıdaki fotoğraftakilerden biri annem İpek (sağdaki), diğeri de 48 yıllık komşusu Zonguldaklı Naciye Hanım.
        1964 yılından bu yana Esenler’de annemle evleri karşılıklı olan bizlerin “Naciye Teyzesi”ni 19 Mayıs Cumartesi günü evinin kapısının önünde güzel havayı fırsat bilerek güneşlenirken bulduk. Naciye Teyze ile annem hemen hemen aynı yaşlarda. İkisinin de muzdarip olduğu hastalık; kireçlenme… Naciye Teyze, zaman zaman kendisini gösteren zaman zaman da bulutların arkasına saklanan güneşin tadını çıkarıyordu.
        Ben de içeride üşüdüğünü söyleyen annemi mahallenin parkına götürmek için inip-çıkması zor olan ikinci kattaki evinden indirerek, parka götürüyordum. Parka doğru ilerlerken Naciye Teyze de iki katlı bahçe içerisindeki evinin kapısının önündeydi. Naciye Teyze’nin yanına yaklaşınca oturduğu yerden kalkmak istedi, kalkmasına izin vermedik. İkisini bir araya getirmişken fotoğraflarını çekmek aklıma geldi. Annem bacaklarındaki rahatsızlıktan dolayı Naciye Teyze’nin yanına ilişmesi kolay olmadı. Hatta oturmak isterken kafasını pencere demirlerine çarptı. Oturmaktan vazgeçti, oturuyormuş gibi poz verdi. Ölümlü dünyaydı, bu buluşmalarını ölümsüzleştirmek istedim. Deklanşöre iki kez dokundum…
        Naciye Teyze ve kocası Rahmi Ağabey, onun kardeşi Kamil Ağabey ile karısı Feride Yenge bizim mahallenin en iyi, en yardımsever insanları ve komşularıydı…
Rahmi ve Kamil Ağabey, mahallemizin “iğneci”leriydi. Kimin hastası olsa yardımlarına koşarlardı. Onlar da saat mevhumu yoktu. Gece dahi olsa istenilen, çağrılan saatte insanlara iğne yapmaya koşarlardı. Bu iki değerli komşumuzu da babam (Mahmut) gibi erken yaşlarda kaybettik.
        Ha unutuyordum asıl bu fotoğrafı çekmemin bir nedeni de annemin babası “Adil Dedem” ile Naciye Teyze’nin kayınbabası yani Rahmi ile Kamil Ağabey’in babası Mustafa Ersoy, Birinci Dünya Savaşı’nda “Yemen Cephesi”nde birlikte askerlik yapmışlardı.
Adil Dedem’in gözleri görmüyordu, gözlerinin görmemesini; Yemen’de esirken İngilizlerin verdiği ilaçlara bağlayanlar da vardı. Odun kırarken gözüne bir ağaç parçasının çarpmasına bağlayan da vardı. 1980 yılında İstanbul’da yaşamını yitiren Adil Dedem, yaklaşık 30 yıl gözleri görmez vaziyette yaşadı.

              "SEN ZONGULDAKLI DEĞİL MİSİN?"

        Şimdi daldan dala atladığımı zannedeceksiniz, ama işin asıl ilginç yanını sizlere aktaracağım. Adil Dedem ile Rahmi-Kamil Ağabey’in babası Mustafa Dede’nin karşılaşmaları ve birbirlerini hatırlamaları-tanımaları tamamen tesadüf… Küçük dayım bir ara Kamil Ağabey’in kiracısı idi. O kiracılık döneminde Adil Dedem’le Mustafa Dede tanışıyorlar, ama asker arkadaşı olduklarını bilmeden… Sohbet ederlerken hafızası kuvvetli olan Adil Dedem, Mustafa Dede’yi sesinden hatırlıyor; “Sen Zonguldaklı Mustafa değil misin?” diyor. Öyle tanışıyorlar…
        Annemle Naciye Teyze sohbet ederlerken bir ara çocukluğumun, gençliğimin geçtiği mahallede yaşadıklarıma daldım. Annemin “Haydi parka gitmiyor muyuz?” demesiyle kendime geldim. Ve otuzlu yaşlarda kaynını, ardından erken yaşta kocasını, en acısı da genç yaşta oğullarından birini kaybeden Naciye Teyze’ye veda ederek, parkın yolunu tuttuk…
İkimize kız kardeşimin kaynanası da eşlik etti. İlerlerken, kapılarının önünde güneşlenen diğer komşuların da fotoğraflarını çektim.
       Ağır adımlarla TOKİ’nin “Kentsel Dönüşüm Projesi” nedeniyle yıkmak istediği mahallenin “Çiftehavuzlar Parkı”na vardık… Annem yaşıtlarıyla ben de eski komşularımla hoşça bir vakit geçirdik… Her hafta değişik semtlere yaptığım geziyi bu hafta böyle bitirdim, sonra yürüyerek 13 yıldır oturduğum Merter’deki evime döndüm…


 Esenler-Çiftehavuzlar Parkı (Fotoğraf:S.Boyoğlu)