“İstanbul’un en
güzel ayı hangi aydır” diye sorsalar, hiç düşünmeden Eylül ayı derim. İşte
bugün Eylül ayının tam ortasında Sarıyer’e gitmeye karar verdik. Karar verdik
diyorum, çünkü yanımda yine amcaoğlu Cemal vardı.
Zincirlikuyu’ya kadar metrobüsle geldik. Burada Beşiktaş-Sarıyer İETT
otobüsüne bindik. Otobüs boş sayılırdı, oturacak yer bulduk. Sarıyer’de
otobüsten indikten sonra daha önce TGC’den Raşit Yakalı, Seraceddin Zıddıoğlu
ve Ahmet Çitoğlu ile gittiğimiz küçük bir parka yürüdük. Parktaki banklarda ve
plastik koltuklarda onun üzerinde yaşlı insan oturuyordu. Biz de tam onların
karşısında gölgede kalan boş bir bank bulup oturduk. Bizden sonra gelenler de
oldu.
Amcaoğlu ile
otururken, elinde baston olan yaşlı bir amca daha geldi. Çoğunluk yerinden
kalktı, saygı ile elinden öpüp alnına götürdü:
- Hoş geldin
Yusuf Amca… Nerelerde kaldın, deyip yer gösterdiler.
Yusuf Amca da
Balıkesir’de kızının yanında olduğunu, o yüzden uzun zamandır parka
gelemediğini anlattı. Parka Yusuf Amca’nın gelmesiyle sıcak olan ortam daha da
sıcaklaştı…
Rumeli Kavağı'na gitmeyi düşünüyorduk, ama park çok hoşumuza gitti bir süre daha
oturmaya karar verdik. Bu arada karnımız açıktı. Denize yakın bir yerde mangal
yakan bir balıkçının (kendisi Marmaris’te kaptan olduğunu söyledi) pişen
balıklarının kokusu bizi imrendirdi. Bir anda iki üç masada balık yiyen
yurttaşların arasında bulduk kendimizi…
Menüde kuru
soğan, hamsi ve palamut vardı. Hiç düşünmeden bugünlerde denizlerde bolca
çıkarılan palamudu tercih ettik. Yanımızda pet şişe suyumuz vardı. Soğan ve
ekmek eşliğinde balığımızı büyük bir iştahla yuttuk.
Balık üstüne
çay içmemek olmazdı. Parkın karşısında bir çay ocağı vardı. Oradan iki bardak
da çay söyledik. Çaylar enfesti; çaycıya övgüler düzerek birer bardak daha
istedik.
Bu arada
oturduğumuz bankta gazeteler vardı. Gazetelere göz atarken, Yusuf Amca’yı
karşımızda bulduk. Konuşkan bir amcaydı. Birisi:
- Yusuf Amca
Sarıyer’in en eskilerindendir, dedi.
O kişi böyle
söyleyince ben Yusuf Amca’ya biraz daha sokuldum. Kaç yaşında olduğunu,
Sarıyer’e ne zaman geldiğini, ne işler yaptığını peş peşe soruyordum ki başladı
anlatmaya:
“Adım Yusuf,
soyadım Emanetçi… Ben nüfusta 87’yim, ama gerçek yaşım 90. Beni üç yaş küçük
yazdırmışlar. Altı aylıkken Trabzon’dan Rumeli Kavağı’na getirmişler. Sarıyer’e
gelenler önce Garipçe’ye gelmişler. Babam direkt Rumeli Kavağı’na gelmiş. Babam
Kuva-i Milliye’ciydi….
Sarıyer’de ilk
motoru babam aldı. Başka da kimsede yoktu. Babam buradan babaannemle Kapıdağı-Narlı
yakınlarına gidiyor, ama babaannem orayı beğenmiyor, geri geliyorlar.”
Yusuf Emanetçi'nin cebinde taşıdığı ilk öğrenim diploması...
Sohbet ederken
Yusuf Amca cebinden dörde katladığı ilkokul diplomasını çıkardı:
- Bak bu benim
ilkokul diplomam… 1938-39 ders yılı sonunda iyi derece ile mezun olduğuma dair
diplomam, dedi.
Diplomayı
Yusuf Amca’nın elinden aldım. Sararan diplomasını oturduğumuz bankın üzerine serdim, sonra da amcaoğlu tuttu; birkaç kare fotoğraf aldım. Ardından da Yusuf Amca’nın birkaç kare
fotoğrafını çektim.
Yusuf Amca,
oturduğumuz parkın önünde vapur iskelesi olduğunu, sonra parka çevrildiğini
anlattı. Sarıyer’de eskiden Rumların, Yahudilerin ve Ermenilerin yazlığı olduğunu, ancak 1955 yılında yaşanan “6-7 Eylül Olayları” sonrası sayılarının
giderek azaldığını da üzülerek ifade etti.
Yusuf Amca,
Atatürk’ü de iki kez gördüğünü gururla anlattı:
“Atatürk’ü ilk
1937 senesinde Moda koyunda gördüm. Yanında İngiltere kraliçesi ve oğlu vardı.
1 Temmuz Kabotaj Bayramı’ydı. Atatürk’ü bir kez de Altınkum Plajı’nda gördüm.”
İkinci Dünya
Savaşı sırasında büyük sıkıntı yaşandığını, tahtakurusu, bit yüzünden evlerde
yatamadıklarını, yemek yiyip teknelerde yatmaya gittiklerin de anlattı. Yusuf
Amca, kendisinin “Ağır İşçi Karnesi”
olduğunu da dile getirerek şöyle devam etti:
“Gemilerle Bulgaristan, Romanya’ya makarna,
un, bulgur götürülüyordu. İsmet Paşa savaş esnasında un, buğday gibi şeyleri depo
yaptı. Boş bulduğu yere bunları koydu. ‘Camileri ahır yaptırdığını’ görmedim de
duymadım da…
Ruslarla
savaşırken ölen ya da donan dört Alman askerini Rumeli Kavağı’nda biz denizden
çıkardık gömdük. Gömenlerin arasında ben de vardım. Şimdi bile gömdüğümüz yeri
gösterebilirim. O sıralar çok Alman askeri ölüsü Boğaz’a geldi…”
Yusuf Amca,
Türkiye’de Bandırma, Erdek, Ayvalık, Dikili, Çeşme ve Hopa’ya kadar gittiğini,
ülke dışında da Bulgaristan, Rusya, Romanya ve İsrail’e kadar birçok ülkede
balıkçılık yaptığını belirterek, “İsrail’e hükümetleri kanalıyla gittim. Beş ay
orada balıkçılık yaptım” dedi.
Bu kez soru
sorma sırası Yusuf Amca’ya gelmişti:
- Peki, sen
nerelisin?
-
Erzincanlıyım…
Erzincanlıyım
deyince Yusuf Amca, 1939 yılında yaşanan ve 30 binin üzerinde insanın yaşamını
yitirdiği memleketimdeki depremle ilgili bir ağıt söylemeye başladı:
Erzincan
duman oldu
Halımız yaman
oldu
Çok canlar
kurban oldu
Ayrıldık
Erzincan’da
Ottan ocaktan esiyor yine poyraz
Bıçaktan
keskin ayaz
Karların
arasında
Yatanın
kefeni olmaz…
Duygulandım… Yusuf Amca’ya dedemin İstanbul’a gelmek için
yürüyerek Giresun’a geldiğini, buradan da Gülcemal Vapuru’na binerek Karaköy’e yolculuk
yaptığını söyleyince de:
“Gülcemal
Gülcemal
Dört tane
direğin var
Aldın gittin yarimi
Aldın gittin yarimi
Ne hayın
yüreğin var" şeklinde bir dörtlük dile getirdi.
Yusuf Amca, Gülcemal Vapuru’nun Giresun’dan denizdeki
fırtınanın durumuna göre kimi zaman beş günde, kimi zaman da bir hafta da
İstanbul’a gelebildiğini sözlerine ekledi.
Yusuf Amca’nın
anlatımından sonra birer bardak çay, parktaki komşularımız tarafından ikram
edildi. Çaylarımızı içtikten sonra “amcaoğlu” ile Rumeli Kavağı'na doğru yola
çıktık…
Rumeli Kavağı yolu üzerinde meyve satıcısı...
Telli Baba'ya dilek dilemeye gelen yeni evli çift...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder