Türk Dil Kurumu’na (TDK) göre “ağıt”; ölen bir kimsenin gençliğini, güzelliğini, iyiliklerini, değerlerini, arkada bıraktıklarının acılarını veya büyük felaketlerin acılı etkilerini dile getiren söz veya okunan ezgi, yazılan yazı, sağu, mersiyedir.
“Ağlama” da gelin olan bir kızın arkasından meziyetlerini sayıp dökerek ağlama, ağıt yakmak veya tutturmak, ağıt söylemek, ağıt düzmektir. “Ağıtçı” ise ölüye ağıt söylemek için para ile getirilen kimse, sağucudur. “Ağıtlama”; ölmüşleri anmak için düzenlenen törende okunan övgüdür.
TDK’ya
göre “destan” ise; tarih öncesi tanrı, tanrıça, yarı tanrı ve kahramanlarla
ilgili olağanüstü olayları konu alan şiir, epopedir. Yine TDK’ya göre destan;
bir kahramanlık hikâyesini veya bir olayı anlatan, koşma biçiminde, ölçüsü 11
hece olan halk şiiri. Türk edebiyatında biçim ve içerik yönünden, geleneksel
destanlardan ayrılık gösteren uzun kahramanlık şiiridir..
“Destancı”
da destan yazan veya anlatan kimse olarak tanımlanırken, “Destani” destan
biçiminde yazılmış olan, destan kahramanlarına yaraşır nitelikte olan olarak
tanımlanıyor. “Destanlaşmak” da olağanüstü kahramanlık ve başarı göstermek
olarak tanımlanıyor.
Anadolu’da ağıtlar, türküler ve
destanlar çok zaman birbiriyle karıştırılır. Zira bu üçü de yakın ilişki
içindedir; birbirinden etkilenmiştir. Bu arada türkü ve destanları kadın da
erkek de söyleyebildiği halde, ağıtları genellikle kadınlar söylerler.
Bu tespitin doğru olduğunu usta romancı Yaşar Kemal de birçok söyleşi ve röportajında dile getiriyor; ağıtları Çukurova bölgesindeki kadınlardan derlediğini ifade ediyordu.
SARISÖZEN-OSMAN PAŞA
“Bilindiği
gibi, ‘ağıt’ toplum vicdanında silinmez izler bırakan acı olaylar üzerine yakılan
ezgilerin adıdır. O tarihte, Osman Paşa gibi büyük bir kahramanın büyük
fedakârlıklarla savunmasına rağmen, Plevne’nin düşmesi Paşa’nın esir olması,
halk üzerinde ölümden daha acı bir tesir bırakmış ve hemen, şöyle bir ağıt
ağızdan ağza dolaşmaya başlamıştır:
Tuna nehri akmam diyor
Kenarımı
yıkmam diyor
Ünü
büyük Osman Paşa
Plevne’den
çıkmam diyor
Sarısözen, 27 Mayıs 1960 öncesi, Osman Paşa ağıtının
yeniden canlandığını ve toplumun vicdanından yükselen kutsal bir ses halinde
bütün gençliği sardığına vurgu yaparak, şöyle devam ediyor:
“27
Mayıs’ı ardalayan (Geride bırakılan, 27 Mayıs'tan sonraki günlerde) günlerde, üstad Halil Bedi Yönetken’in Osman Paşa üzerine iki
yazısı çıktı. Yazılarında, Plevne Müdafii Osman Paşa’nın kahramanlık havası ele
alınmış ve parça hakkında geniş ve etraflı açıklamalarda bulunulmuştu. Bu yazı
ile biz de Osman Paşa’yı henüz yayına girmemiş bulunan başka bir yönden ele
alarak, Plevne’den zamanımıza kadar geçirdiği değişiklikleri açıklamaya
çalışacağız.
Plevne savunmasındaki kahramanlık yankılarının
süresince, dilden dile dolaşan Gazi Osman Paşa ağıtının zamanla unutulduğunu,
ancak 34 yıl sonra çıkan “Balkan Harbi”nde bir daha canlandığına dikkat çeken
Muzaffer Sarısözen, şöyle diyor:
“Balkan savaşına katılmış olan erlerden öğrendiğimiz bu yeni
parça, müzik olarak Osman Paşa’nın aynı idi. Deyişe (güfteye) gelince, başlık
Şükrü Paşa olmuş, Plevne’nin yerini de Edirne almıştı:
Tuna nehri
akmam diyor
Kenarımı yıkmam diyor
Ünü
büyük Şükrü Paşa
Edirne’den
çıkmak diyor
Bu ad değiştirme olayının en ilginç yönü ise, Osman Paşa’nın
deyişlerinde bulunmayan yeni bir dörtlüğe bağlantı (nakarat) olarak eklenmiş
bulunmasıdır:
Olur mu beyler
olur mu?
Evlat babayı vurur mu?
Gidi millet hainleri
Bu dünya size kalır mı?
Enver Paşa,
Enver Paşa
Vur dedikçe dilin düşe
Ayaklar
altında kaldık
Dördüncü Ordu binler yaşa
Çok askerin zayeyledi
Hep
analar kan ağladı
Baba
kaddin yay eğledi
(Babaların belini büktü)
Sarısözen, “Enver Paşa” türküsünün Anadolu’da ağızdan ağıza
dolaştığını, ancak yine müziğin yine Osman Paşa ağıtının aynısı olduğuna işaret
ediyor ve şöyle devam ediyor:
“Sivas’ın Çelebilir köyünden türkücü Çaluh Hasan’dan aldığım söz kısmına
gelince, ilk bakışta Enver Paşa için ağır gibi gözüken deyişler, keskince bir
eleştirmeden öte gitmiyor. Öyle anlaşılıyor ki, halk, bir zamanlar öve öve
bitiremediği Enver Paşa’nın kahramanlığından artık yüz çevirmiştir. Fakat,
içinde ‘Millet Hainleri’ sözü geçen bağlantıyı söylememek suretiyle de onun
‘Vatanperver’liğinden* şüphe etmediğini açıkça belirtmiştir.”
*Bana göre, Çaluh Hasan korkusundan Enver Paşa’yı yeren ağıtta “Olur mu beyler olur mu/Evlat babayı vurur mu/Gidi millet hainleri/Bu dünya size kalır mı?” nakaratını söylememiştir.
ONBEŞLİ
AĞIDI
Sarısözen, “Enver Paşa”dan daha sonra dilden dile dolaşan ve özellikle 70’li 80’li yıllarda düğünlerde ve eğlence yerlerinde müzik eşliğinde oynanan “Onbeşli Ağıtı”nda ise, iyi, kötü demeden o devrin toptan itham edildiğine vurgu yaparak, şunları kaydediyor:
“Birinci
Dünya Savaşı’nın son yılında, çeşit çeşit sıkıntılar, halkın nefesini tıkamağa
başlamıştı. Toplumun bunalmağa başladığı böyle bir sırada, 15-16 yaşındaki
çocuklar da silah altına çağrılınca, analar zapt edilmez oldu. Osman Paşa’nın
sihirli havası şimdi anaların sesinden tazeleniyordu:
Kızılırmak
akmak diyor
Kızıldağ’dan
çıkmak diyor
Onbeşliler’in anası
Ben
evimi yıkmak diyor.
Olur mu beyler olur mu?
Onbeşli asker olur mu?
Gidi
millet hainleri
Bu
dünya size kalır mı?
Muzaffer Sarısözen, o yıllar kendisinin de
bir “Onbeşli” olduğuna dikkat çekerek, şöyle devam ediyor:
“Bu ağıtı analar bizim için
yakmışlardı. O zaman biz onbeşlileri, hocalarımız, büyüklerimiz kafaca, yurt
uğrunda fedakârlığa hazırlamışlardı. İzcilerimizin, Sivas’tan Hafik ilçesine
kadar sırtlarında erler için erzak taşımak gibi, küçük çapta kahramanlıkları
bile görülmeğe başlamıştı. Kafaca hazırdık. Fakat bünyece –söz gelişi- bir
hamlede Kafkas cephesini boylayacak halde değildik. Elbise giydiğimiz gün durum
çok gülünç olmuştu. Caketi giyiyoruz, ellerimiz ortada yok. Askere o kadar
vakitsiz alınmıştık. Analarımızı ağlatan da buydu.”
Sarısözen, 1960 yılının Nisan ayına
gelindiğinde, Türkiye’nin korkunç bir uçurumun kenarında sendelediğine işaret
ederek, şöyle devam ediyor:
“Halbuki ortada harp yok, darp yok.
Evet, harp yok, darp yok ama, istediğin yerde, istediğin dakikada, istediğin
kadar cephe var. Köyler cephe, kentler cephe, sokaklar cephe, kaldırımlar
cephe. Pekiyi, şu cephede kimler var? Vatandaşlar. Ya öteki cephede yine
vatandaşlar. İşte memleketin kenarında sendelediği uçurum bu kadar korkunçtu.
Nihayet, uyanık başların uyanık çocukları, kanı ve canı pahasına ileri atıldı,
Osman Paşa’nın sihirli havası bu defa da Gençliğin vicdanında kopan kutsal bir
ses halinde yurt ufuklarını çınlatmağa başladı:
Olur mu böyle olur mu?
Kardeş kardeşi vurur mu?
Kahrolası diktatörler
Bu
dünya size kalır mı?
Memleketin o günlerdeki acıklı haline,
uyanık Gençlik böyle bir ağıt yakmıştı. Hem söylüyor, hem ağlıyordu.”
(Süleyman Boyoğlu)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder