5 Ocak 2022 Çarşamba

AĞIT VE DESTAN...

                                        

Türk Dil Kurumu’na (TDK) göre “ağıt”; ölen bir kimsenin gençliğini, güzelliğini, iyiliklerini, değerlerini, arkada bıraktıklarının acılarını veya büyük felaketlerin acılı etkilerini dile getiren söz veya okunan ezgi, yazılan yazı, sağu, mersiyedir.

“Ağlama” da gelin olan bir kızın arkasından meziyetlerini sayıp dökerek ağlama, ağıt yakmak veya tutturmak, ağıt söylemek, ağıt düzmektir. “Ağıtçı” ise ölüye ağıt söylemek için para ile getirilen kimse, sağucudur. “Ağıtlama”; ölmüşleri anmak için düzenlenen törende okunan övgüdür.

TDK’ya göre “destan” ise; tarih öncesi tanrı, tanrıça, yarı tanrı ve kahramanlarla ilgili olağanüstü olayları konu alan şiir, epopedir. Yine TDK’ya göre destan; bir kahramanlık hikâyesini veya bir olayı anlatan, koşma biçiminde, ölçüsü 11 hece olan halk şiiri. Türk edebiyatında biçim ve içerik yönünden, geleneksel destanlardan ayrılık gösteren uzun kahramanlık şiiridir..

“Destancı” da destan yazan veya anlatan kimse olarak tanımlanırken, “Destani” destan biçiminde yazılmış olan, destan kahramanlarına yaraşır nitelikte olan olarak tanımlanıyor. “Destanlaşmak” da olağanüstü kahramanlık ve başarı göstermek olarak tanımlanıyor.

        Anadolu’da ağıtlar, türküler ve destanlar çok zaman birbiriyle karıştırılır. Zira bu üçü de yakın ilişki içindedir; birbirinden etkilenmiştir. Bu arada türkü ve destanları kadın da erkek de söyleyebildiği halde, ağıtları genellikle kadınlar söylerler.

Bu tespitin doğru olduğunu usta romancı Yaşar Kemal de birçok söyleşi ve röportajında dile getiriyor; ağıtları Çukurova bölgesindeki kadınlardan derlediğini ifade ediyordu.      

                                        SARISÖZEN-OSMAN PAŞA

          Anadolu’yu adım adım dolaşarak türkü, destan derleyen ve Ankara, İstanbul, İzmir radyolarında ilk Türk Halk Müziği “Yurttan Sesler Topluluğu Korosu”nu kuran Muzaffer Sarısözen de yıllarca dilden düşmeyen Osmanlı paşası Osman Paşa için yakılan ağıtla ilgili 1961 yılında şöyle bir yazı kaleme alır:

         “Bilindiği gibi, ‘ağıt’ toplum vicdanında silinmez izler bırakan acı olaylar üzerine yakılan ezgilerin adıdır. O tarihte, Osman Paşa gibi büyük bir kahramanın büyük fedakârlıklarla savunmasına rağmen, Plevne’nin düşmesi Paşa’nın esir olması, halk üzerinde ölümden daha acı bir tesir bırakmış ve hemen, şöyle bir ağıt ağızdan ağza dolaşmaya başlamıştır:

                Tuna nehri akmam diyor

                Kenarımı yıkmam diyor

                Ünü büyük Osman Paşa

                Plevne’den çıkmam diyor

         Sarısözen, 27 Mayıs 1960 öncesi, Osman Paşa ağıtının yeniden canlandığını ve toplumun vicdanından yükselen kutsal bir ses halinde bütün gençliği sardığına vurgu yaparak, şöyle devam ediyor:

         “27 Mayıs’ı ardalayan (Geride bırakılan, 27 Mayıs'tan sonraki günlerde) günlerde, üstad Halil Bedi Yönetken’in Osman Paşa üzerine iki yazısı çıktı. Yazılarında, Plevne Müdafii Osman Paşa’nın kahramanlık havası ele alınmış ve parça hakkında geniş ve etraflı açıklamalarda bulunulmuştu. Bu yazı ile biz de Osman Paşa’yı henüz yayına girmemiş bulunan başka bir yönden ele alarak, Plevne’den zamanımıza kadar geçirdiği değişiklikleri açıklamaya çalışacağız.

                          ŞÜKRÜ PAŞA AĞIDI

          Kahramanlık havaları, ağıtlar ve çeşitli türkülerden bir kısmının vakit vakit ad değiştirmesi, halk musikimizin özel yönlerinden birisidir. Bu gibi parçalarda müzik, olduğu gibi kalır ve olayların gidişine göre, sözlerde değişiklik olur. Halk musikimizin bazı parçalarında görülen bu özelliğe en iyi bir örnek olarak Osman Paşa’yı gösterebiliriz. Halk arasında ‘Osman Paşa Türküsü’ veya ‘Osman Paşa Ağıtı’ değil de sadece Osman Paşa diye söylenilen ezgiyi ilk defa, Plevne savunmasını ardalayan günlerde tanıyoruz. Ondan önce böyle bir havanın (melodinin) bulunup bulunmadığı hakkında bilgimiz yoktur.”

          Plevne savunmasındaki kahramanlık yankılarının süresince, dilden dile dolaşan Gazi Osman Paşa ağıtının zamanla unutulduğunu, ancak 34 yıl sonra çıkan “Balkan Harbi”nde bir daha canlandığına dikkat çeken Muzaffer Sarısözen, şöyle diyor:

         “Balkan savaşına katılmış olan erlerden öğrendiğimiz bu yeni parça, müzik olarak Osman Paşa’nın aynı idi. Deyişe (güfteye) gelince, başlık Şükrü Paşa olmuş, Plevne’nin yerini de Edirne almıştı:

                 Tuna nehri akmam diyor

                 Kenarımı yıkmam diyor

                 Ünü büyük Şükrü Paşa

                 Edirne’den çıkmak diyor

         Bu ad değiştirme olayının en ilginç yönü ise, Osman Paşa’nın deyişlerinde bulunmayan yeni bir dörtlüğe bağlantı (nakarat) olarak eklenmiş bulunmasıdır:

                 Olur mu beyler olur mu?

                 Evlat babayı vurur mu?

                 Gidi millet hainleri

                 Bu dünya size kalır mı?

                                  ENVER PAŞA’YI YEREN AĞIT

          “Balkan Savaşı”nda çıkan bu eklenti, o günlerdeki iç gidişimizin iç yüzünü belirtmesi bakımından çok önemlidir” diyen Muzaffer Sarısözen, Birinci Dünya Savaşı’nda da Kafkas cephesinde erlerin aç kalmaları ve soğuktan tabur donmaları gibi acı haberlerin gelmesi ve cepheden dönen askerlerin Enver Paşa'yı yeren yeni bir türkü dillendirdiğine vurgu yapıyor:

                Enver Paşa, Enver Paşa

                Vur dedikçe dilin düşe

                Ayaklar altında kaldık

                Dördüncü Ordu binler yaşa

                Enver Paşa hay eyledi

                Çok askerin zayeyledi

                Hep analar kan ağladı

                Baba kaddin yay eğledi

               (Babaların belini büktü)

         Sarısözen, “Enver Paşa” türküsünün Anadolu’da ağızdan ağıza dolaştığını, ancak yine müziğin yine Osman Paşa ağıtının aynısı olduğuna işaret ediyor ve şöyle devam ediyor:

         “Sivas’ın Çelebilir köyünden türkücü Çaluh Hasan’dan aldığım söz kısmına gelince, ilk bakışta Enver Paşa için ağır gibi gözüken deyişler, keskince bir eleştirmeden öte gitmiyor. Öyle anlaşılıyor ki, halk, bir zamanlar öve öve bitiremediği Enver Paşa’nın kahramanlığından artık yüz çevirmiştir. Fakat, içinde ‘Millet Hainleri’ sözü geçen bağlantıyı söylememek suretiyle de onun ‘Vatanperver’liğinden* şüphe etmediğini açıkça belirtmiştir.”

         *Bana göre, Çaluh Hasan korkusundan Enver Paşa’yı yeren ağıtta “Olur mu beyler olur mu/Evlat babayı vurur mu/Gidi millet hainleri/Bu dünya size kalır mı?” nakaratını söylememiştir. 

                                         ONBEŞLİ AĞIDI

          Sarısözen, “Enver Paşa”dan daha sonra dilden dile dolaşan ve özellikle 70’li 80’li yıllarda düğünlerde ve eğlence yerlerinde müzik eşliğinde oynanan “Onbeşli Ağıtı”nda ise, iyi, kötü demeden o devrin toptan itham edildiğine vurgu yaparak, şunları kaydediyor:

         “Birinci Dünya Savaşı’nın son yılında, çeşit çeşit sıkıntılar, halkın nefesini tıkamağa başlamıştı. Toplumun bunalmağa başladığı böyle bir sırada, 15-16 yaşındaki çocuklar da silah altına çağrılınca, analar zapt edilmez oldu. Osman Paşa’nın sihirli havası şimdi anaların sesinden tazeleniyordu:

           Kızılırmak akmak diyor

   Kızıldağ’dan çıkmak diyor

           Onbeşliler’in anası

           Ben evimi yıkmak diyor.

           Olur mu beyler olur mu?

           Onbeşli asker olur mu?

           Gidi millet hainleri

           Bu dünya size kalır mı?

          Muzaffer Sarısözen, o yıllar kendisinin de bir “Onbeşli” olduğuna dikkat çekerek, şöyle devam ediyor:

         “Bu ağıtı analar bizim için yakmışlardı. O zaman biz onbeşlileri, hocalarımız, büyüklerimiz kafaca, yurt uğrunda fedakârlığa hazırlamışlardı. İzcilerimizin, Sivas’tan Hafik ilçesine kadar sırtlarında erler için erzak taşımak gibi, küçük çapta kahramanlıkları bile görülmeğe başlamıştı. Kafaca hazırdık. Fakat bünyece –söz gelişi- bir hamlede Kafkas cephesini boylayacak halde değildik. Elbise giydiğimiz gün durum çok gülünç olmuştu. Caketi giyiyoruz, ellerimiz ortada yok. Askere o kadar vakitsiz alınmıştık. Analarımızı ağlatan da buydu.”

          Sarısözen, 1960 yılının Nisan ayına gelindiğinde, Türkiye’nin korkunç bir uçurumun kenarında sendelediğine işaret ederek, şöyle devam ediyor:

         “Halbuki ortada harp yok, darp yok. Evet, harp yok, darp yok ama, istediğin yerde, istediğin dakikada, istediğin kadar cephe var. Köyler cephe, kentler cephe, sokaklar cephe, kaldırımlar cephe. Pekiyi, şu cephede kimler var? Vatandaşlar. Ya öteki cephede yine vatandaşlar. İşte memleketin kenarında sendelediği uçurum bu kadar korkunçtu. Nihayet, uyanık başların uyanık çocukları, kanı ve canı pahasına ileri atıldı, Osman Paşa’nın sihirli havası bu defa da Gençliğin vicdanında kopan kutsal bir ses halinde yurt ufuklarını çınlatmağa başladı:

            Olur mu böyle olur mu?

           Kardeş kardeşi vurur mu?

           Kahrolası diktatörler

           Bu dünya size kalır mı?

         Memleketin o günlerdeki acıklı haline, uyanık Gençlik böyle bir ağıt yakmıştı. Hem söylüyor, hem ağlıyordu.”    

(Süleyman Boyoğlu)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder