15 Ocak 2022 Cumartesi

AHMET HAŞİM'İN SON GÜNLERİ...

 

                  Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,

                   Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,

                   Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak…

        Türkiye’de sanata ve kültüre önemli katkılarda bulunan, bir zamanların gözde dergisi Varlık’ta, Türk şairleri arasında özel bir yeri olan Ahmet Haşim’in son günleri, yani hasta hali anlatılıyor. Ortaokul Türkçe ve lise edebiyat kitaplarında şiirlerini okuduğumuz ve yorumladığımız Ahmet Haşim, 4 Haziran 1933’de İstanbul’da öldü. 

        1970’li yıllarda Esenler Ortaokulu'nda Türkçe öğretmenimiz olan Kenan Girgin, Ahmet Haşim’i “akşamların şairi” olarak nitelerdi. Ortaokul ve lise yıllarımda, aklımda kaldığı kadarıyla şairin toplum içine de pek çıkmadığı söylenirdi. Bunun nedeninin de geçirdiği bir hastalık (Halep çıbanı) sonucu, yüzünde bu hastalığın kalıcı izler bırakması olarak anlatılırdı. 

        Varlık Dergisi ölümünün üzerinden çok zaman geçmeden, 15 Temmuz 1933 tarihli ilk sayısında Bağdat (1887) doğumlu Haşim’e yer vermiş. Yer veren Varlık’ta, Ahmet Haşim’i anlatan kim mi? Dönemin yazarlarından, şairin arkadaşı Abdülhak Şinasi…

Bakın Abdülhak Şinasi (Hisar), hastalığında Kadıköy-Bahariye Caddesi'ndeki evinde ziyaret ettiği usta şair ve yazarı nasıl anlatmış:

“O’nu son görüşümde, büyük bir yorgunluk içinde yattığı yatağında âsabını dinlendiriyordu. Benzine bakılsa bir ölü gibi, fakat gözlerine ve sözlerine bakılsa halinin ümitsizliğini bilmiyor gibiydi. O gün birer itiraf tarzında söylediği bazı içli ve gözyaşılı sözlerini hatırlıyorum.

Fakat benim asıl rikkatime dokunan şey şu hali oldu: Kendisi hakkında bilmem hangi bir ecnebi gazetesinde yazılmış bir makaleyi arattırdı ve aradı. Bir kıymet atfettiği bu vesika kendisinde kalırsa artık emniyet altında olamazmış gibi bana: ‘Bulup size vereyim de sizde kalsın” demişti, ve bulamayınca çok üzüldü. Acaba o zaman da akibetini biliyor muydu? Müstakbel hayatı için deminki hülyaları ve kurduğu bütün plânlar zihninde ne çabuk bozulmuştu.”

                   RUŞEN EŞREF DE ZİYARETTE

Abdülhak Şinasi, bir müddet sonra Ruşen Eşref’in de Ahmet Haşim’in yanına geldiğini belirterek, yazısına şöyle devam ediyor:

“Ahmet Haşim bizden birer resim istiyor, ve mukabilinde bize birer resim vermek istiyordu. Bütün bunlar bana son ve ne elim bir hazırlanışın küçük teferruatı gibi görünmüştü.

Sonuncu kalacağını daha bilmediğim bu defaki ziyaretime giderken ona neler söyliyebilmek istiyordum. Ruhumuzun ince ince hazırladığı öyle müphem ve mühim sözler ki bunları ekseriya sevdiklerimize hayalen uzun uzun söyleriz de sonra onları görünce hayatın küçük ve maddeleşmiş itiyatları arasında kalarak bir türlü söyliyemez ve bunların yerine ancak en basit havai, sathi ve lüzumsuz şeyleri söyleriz. İşte ona kafamda hazırlanmış böyle cümlelerle gidiyordum.”

Abdülhak Şinasi, yazısında tekrar başa dönerek, Ahmet Haşim’in kapısını nasıl çaldıklarını, içeriye nasıl girdiklerini anlatıyor:

“Kapıyı yavaşça çaldım. Bir ağır hasta evindeki sessizlik.. Biri hizmetçi iki kadın.. Bir karyola değil bir kerevet üstüne yapılmış gibi bir yatak. Yanında üstü çiçeklerle, kâğıtlar ve kitaplarla dolu bir küçük masa. İki koltuk, birkaç sandalya. Üstündeki saksıda bir çiçek buketi duran bir soba ve üstünde aynasiyle bir konsol. Gayet mahalli eşyasile küçük, pek mütevazı, temiz bir oda. Pencereleri mahalle arasına bakarak metrûk bir bahçeye, manasız bir iki duvara, avare birkaç eve açılıyor.

Yatakta devetüyü renginde bir battaniye içine, bir kefene sarılmış gibi sarılı Ahmet Haşim’in incelmiş, ölen vücudü fakat harikulâde parlayan ve yaşayan açık gözleri. Bu gözler sanki küçülmüş, renksiz ve kansız kalmış yüzünü yemiş gibiydi..

Benzi bir ölü benziydi, o kadar uçuk. Ve ağzı bir ölü ağzıydı. İçi siyahlaşmış gibi. Ve dudakları sönmüş küllerin rengindeydi. Geçen defadan beri hastalık onu ölüme doğru sürüklemiş ve şimdi yaklaştırmıştı. Ahmet Haşim şimdiden ölmüş gibi öleceğini biliyor ve ölen insanın yalnızlığını duyuyordu.”

                         ODADAKİ MANZARA…

Şinasi, odada gördüğü manzaranın “Bir fakrü harabi perişanlığı” olmadığını, burada için için ağlayan başka bir devasızlık, başka bir çaresizlik hissettiğine vurgu yaparak, şöyle devam ediyor:

“Gördüm ki onu hayata bağlayacak rabıtaları sözlerimle tesis edemiyecektim. Ona istediğim sözlerin hiç birisini söyleyemedim.

Ahmet Haşim geçen defa arkadaşlarının kendisine gösterdikleri muameleden memnun ve adeta mahcuptu. Onlarla ve hayatla barışmak arzusunda tıpkı ölüm döşeğindeki Tevfik Fikret gibi şefkat ihtiyaciyle mütehassıstı. Fakat mazide arkadaşlarını birer birer kırmış ve kendisinden uzaklaştırmış olan şair ‘Başım” manzumesinde şikâyet ettiği başıyla, hakikaten muztarip, hasta, titiz ve öfkeli ruhiyle belki bu nüvazişin umduğu kadar temadi etmediğini, hatta hastalığından daha az sürdüğünü görerek, belki yalınızlığının ihtiyaciyle bu dostlukların daha faal olmasını istiyerek, sebebini iyi bilmiyorum, şimdi duyduğu yalnızlığı pek acı buluyordu..”

               DOSTLARI ŞİKÂYET..

Abdülhak Şinasi, yazısında sık sık başa dönüyor ve odadan içeri girdiğinde Ahmet Haşim’i somurtmuş, yüzünü duvara çevirmiş, dalgın bir vaziyette bulduğunu ifade ederek, şunları söylüyor:

“Geldiğimi duyunca silkinip dönerek ve bana büyük bir nüvazişle hitap ederek birçok dostlarının kendisini artık unutmuş ve bırakmış olduklarından acı acı şikâyet etti.

Müşterek dostlarımızı birer birer çekiştiriyordu. Hatta söz arasında bunlardan hasta olan birini görmeğe gideceğimi duyunca ‘Sakın benden de bir haber götürmüş olmayın’ dedi.

Ahmet Haşim bu küçük ve münzevi odasında ölüyor ve öldüğünü duyuyordu. Ve hiçbir şey bu kadar hazin, mahzun ve müessir olamazdı. Kendini hastalığa mahkûm eden taliinden şikâyet etti. Ve : -kelimelerini değiştirmiyorum- ‘Ben ki physlologique bir joie içinde yaşardım’ dedi.

O kadar yorgundu ki sözlerini tekzip ve tashih için cevap vermek ve başka fikir ve hisler telkin için söylemek bile ona nafile bir zahmet, bir eza ve bir eziyet çektirmek olacaktı. Ve hiçbir şey, hiçbir söz bu söz üstadını teselli edemiyecekti. Onun da benim eski bir cümlemi kabul ve tekrar ile ‘züğürt tesellisi’ diye yadetmiş olduğu bütün teselliler şimdi hep nafile tekrar edilecek beyhude sözlerdi.

Ölüm karşısında her şey hiçliğini o kadar vazih ifade ve itiraf ediyor ki ademe inanan ve tesellilerin hiçliğini bilen bir insana söylenecek söz kalmıyor.”

             “AHMET HAŞİM YALNIZ ÖLÜYORDU”

Abdülhak Şinasi, dostu Ahmet Haşim’in ölüme adım adım gidişini büyük bir üzüntüyle müşahede ettiğini belirterek, şöyle devam ediyor:

“Âsabımda bir heyecan halinde değil fakat zihnimde kat’i bir yeis halinde duyduğum en tahammül edilemez acılardan birini duyuyordum; karşımda dostum ve şairim Ahmet Haşim ölüm döşeğine uzanmış ve ademe döneceğini bile bile ölüyordu. Ve buna karşı yapılacak hiçbir şey yoktu. Burası yüz binlerce Türk evlerinin rastgele mütevazi bir odasıydı. Ahmet Haşim, burada yalnız ölüyordu. Fakat yalnız olmasa da ölecekti. Fakat ne kadar zengin, muteber, meşhur ve mes’ut olsa yine ölecekti. Beşeri çaresizlik ve trajedi buradaydı. Gözlerinden hâlâ taşan bu zekâ bile onu koruyup kurtarmayacak, bir takım maddi kuvvetlerin intizamından doğan, parlayan ve kendi akibetini bilen bu zekâ meş’alesi ademin içinde sönecek, bir takım maddi kuvvetlerin tesanüdünden doğan ve yaşayan bu ruh uçacak ve demin içinde dağılacaktı. Ve bunu görmenin teessürüyle ben de onun gibi eziliyordum.

Ne hazindir ki bir müddet evvel ölmüş olan Kontes de Noailles’den bahsile o gün ölümden bahsetmiş olduk. ‘L’ Honneur de Souffrir’ şiir şiir mecmuasındaki bütün şiirlerini ölüme tahsis etmiş ve ölümden harikulâde bir hassasiyetle bahsederek onu hiçbir şairin göstermemiş olduğu kadar muannit bir ısrar ile tahlil etmiş olan bu büyük şair Ahmet Haşim, benim kadar beğenmiyor, sevmiyor ve Bizansvari, ‘psal-modiante’ bulduğunu söylüyordu. Ve ben cevap vermekten çekiniyordum. Onu yormaktan ve hele yanında ölümden bahsetmekten korkarak…

Kendisine bir hafta, on gün sonra geleceğimi söyliyerek fakat içimden bu gözleri, bu ruhu tesellisiz ve ebediyen terk ettiğimi bir eza hissiyle duyduğumu kendime itiraf etmekten çekinerek ve gizlemek isteyerek, gelsem de onu bulacağımdan hiç emin olmayan bir hisle vedalaşıp ayrıldım.”

Abdülhak Şinasi, Kadıköy vapuruyla evine dönerken, güvertede Ahmet Haşim aklına gelir. Haşim’in Kadıköy’de sadece, iptidai bir muhite mecburiyetini düşünür. Akşam vakti olsa gerek ki Ahmet Haşim’in şu dizeleri aklına gelir:

Akşam, yine akşam, yine akşam…

Bir sırma kemerdir suya baksam!

Şairin “Merdiven” şiiri:

Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,

Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,

Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak…

 Sular sarardı… Yüzün perde perde solmakta

Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;

Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller,

Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

Bu lisân-ı hafidir ki ruha dolmakta,

Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta…

Not: Abdülhak Şinasi’nin kaleme aldığı yazının orijinal halini bozmamaya çalıştım.

                                        Ahmet Hilmi Yücebaş

Yeni İstanbul Gazetesi’nden gazeteci-yazar Ahmet Hilmi Yücebaş, 1967 yılının 4 Haziran’ında “Pazar Yankısı” adlı köşesinde  “Şair Hâşim’den Anılar ve Nükteler” başlığıyla bir yazı kale almış. Yücebaş, “Garp sembolizmini Şarkın mistik ruhu ile kaynaştırarak edebiyatımıza oya gibi şaheserler hediye eden” şair Ahmet Hâşim’in, 1933 yılında öldüğünü anımsatarak, şunları söylüyor:

“1907’de Galatasaray’dan mezun olan Hâşim, orada Ahmet Hikmet Müftüoğlu gibi edebiyat hocası ve Hamdullah Suphi, Abdülhak Şinasi, İzzet Melih ve Emin Bülend gibi edebiyata meftun ve sonradan edebiyat âlemimizde şöhret yapacak bir arkadaş muhiti buldu. 1909’da 1. Dünya Harbine yedek subay olarak katılan Haşim, muhtelif memuriyetlerde bulunmuş, Güzel Sanatlar Akademisi’nin estetik ve mitoloji hocası olarak çalışmıştır. Birçok dergi ve gazetelerde değerli yazıları ve şiirleri yayınlanan Haşim’in başlıca eserleri; Göl Saatleri, Piyale, Gurebâhane-i Lâklâkan, Bize Göre, Frankfurt Seyahatnamesi’dir.

Ahmet Hâşim’e dair bazı anıları ve nükteleri naklederek, ölümünün 34. yıldönümünde aziz şairin hatırasını yâd ediyoruz.”

                   KİTAPÇI’NIN İNSAFI

Ahmet Hâşim, eserini yayınlayacak kitapçılardan mühimce bir para istemişti. Kitapçı vermeyecekti, şair ısrar edince, kitapçı ilk defa mahcup oldu. Fakat intikamını almak için hileye müracaat etti:

-    Benim gözlerimden biri camlıdır İsviçre’de yaptırdım. Hangi gözümün cam olduğunu fark edebilirseniz istediğiniz parayı hemen veririm.

Başkaları da vardı. Şair Hâşim kitapçıyı dikkatle süzdü:

-   Sağ gözünüz cam!.. dedi.

        Adam merakla sordu:

-    Ne bildiniz?

-    İlk defa olarak o gözünüzde bir insaf parıltısı gördüm!..

Kitapçı paraları verdi.

                      HÂŞİM VE NÂZIM HİKMET

      Ahmet Hâşim, Nâzım Hikmet’e düşmandı. Eski İstiklâl mahkemesi azalarının da bulunduğu bir mecliste, sesini dehşetle ürperterek yumruğunu masaya vurdu:

-         Neden bu alçağı asmıyorsunuz, neden?

-         Hâşim’i kızdırmayı seven bir dostu sordu:

-         Neden asalım?

-         Komünist!..

     Dostu gülümseyerek omuz silkti:

-         Hâşim bu memlekette mürteci var mı?

-         Var..

-         Saltanatçı?

-         Var..

-         Halifeci?

-         O da var..

-         Eh, ne olur, bir de komünist bulunsun!..

      Hâşim, zehir gibi bir kahkaha attı:

-         Beyefendi, beyefendi… Sizin başınızda bir bit bulunsa, saçlarınızı şefkatle okşayarak: ‘Eh, ne olur, bir tanecik de bitimiz bulunsun! mu dersiniz?..

                         HÂŞİM VE PEYAMİ SÂFA

            Ahmet Hâşim, kendisiyle arası açık bulunan Peyâmi Safâ’yı ağabeyi İlhami Safâ’ya methediyordu:

-         Peyâmi bilgili ve sanatkâr adam!.. Peyâmi’de her şeyden fazla hayran olduğum taraf, terbiyesi ve centilmenliği.. Bir İngiliz centilmeninden hiç aşağı değil, bilâkis daha üstün..

         Aynı odada bulunan Selâmi İzzet, bu methiye karşısında dayanamayarak Haşim’e döndü ve:

-         Sen böyle konuşuyorsun ama, dedi. Peyâmi senin hakkında hiç de böyle konuşmuyor. Senin aleyhinde ağzına geleni söylüyor.

Ahmet Hâşim bir an durdu ve öfkeli bir sesle cevap verdi:

-         Yahu. Peyâmi’yi methediyorum diye size kim söyledi?..

                     ŞAİR VE ARMUT 

Şair Hâşim, kızınca gayet kaba kelimeler kullanır, çok şiddetle hücum eder, son derece dedikoduya düşkün bir sanatkârdı. Bir gün, zamanının şair geçinen ve tabii hiç sevmediği birisi hakkında şunları söylemişti:

-         Şu adama da şair diyorlar. Monşer bu. O kadar ahmak bir heriftir ki, İstiklâl Harbi sıralarında, Yunanlılar bulundukları kasabada, bunu yakaladıkları zaman, bir şey zannedip bir armut ağacına asarak idam etmek istemişlerdi. Armudun dalı kırıldıydı. Düşen monşer, herifi armut bile meyva sıfatiyle kabul etmiyor!..     

                             ŞAİRE ZİYAFET

     Ahmet Hâşim, bir gün Abdullah Efendi lokantasına girerken şair Salih Zeki’ye rastladı.. İkramı pek seven, fakat para harcamayı hiç sevmeyen Hâşim, yarım ağız bir nezaketle:

-         Buyurmaz mısınız? Dedi.

     Şair Salih Zeki, bu daveti pişkin bir samimiyetle kabul etti ve içeriye girdiler. Hâşim, canı sıkılarak listeye baktı ve iki kişinin masrafını bire indirmek endişesiyle en ucuz yemeği seçti.

-Bir çorba!

Salih Zeki listeye baktı ve garsona emretti:

   -Bir istakoz!

Sonra tekrar listeye bakan Haşim:

   -Bir ıspanak! dedi. Salih Zeki de tekrar emretti:

   -Bir hindi dolması!

Hâşim hazin bir sesle mırıldandı:

     -Bir şekerli kahve!

Şair Salih Zeki aynı eda ile devam etti:

   -Bir kaymaklı baklava!

      Bu son cümle, artık Hâşim’i çileden çıkarmıştı. Deli gözlerle Salih Zeki’ye bakarak:

    -Beyefendi! dedi. Şunları biraz kendi paranızla yiyecekmişsiniz gibi ısmarlasanız!.. 

                      USKUMRU DOLMASI

          Şair Hâşim, Kadıköy’ünde nişanlandığı kızın evine, yemeğe davet edilmişti: Şair, sofradaki uskumru dolmasını çok beğenerek methetmeğe başladı:

-Bu dolmaya bir tel dolap değil, bir kuyumcu cemekânı lâyık. Onu, fıstık üzümle dolu bir balık gibi değil, yakutlar, incilerle işlenmiş bir mücevher gibi teşhir etmeli..

        Müstakbel damadının bu iltifatından pek bahtiyar olan kayınvalide, sofradan artan bir dolmayı gazete kâğıdına sarıp Hâşim’in paltosunun cebine koymuştu. Gece evine dönerken ellerini cebine sokan Hâşim, orada ince uzun bir paket bulunca şaşırdı. Hemen, o meşhur telaşıyla soğuk Şubat mehtabının ışığında paketi açtı ve bir uskumru dolmasıyla karşılaşınca, bütün sanatkâr hırçınlığı ile geri döndü.

         Biraz sonra damat beyin kapıda bıraktığı paketi, hizmetçi kız yukarıya çıkarmıştı. Büyük hanım, baldız, kayınpeder merakla açtıkları paketin karşısında şaşırıp kaldılar:

Hâşim, parmağındaki nişan yüzüğünü uskumru dolmasının boynuna takıp iade etmişti. 

(Süleyman Boyoğlu)

 

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder