Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak…
1970’li yıllarda Esenler Ortaokulu'nda Türkçe öğretmenimiz olan Kenan Girgin, Ahmet Haşim’i “akşamların şairi” olarak nitelerdi. Ortaokul ve lise yıllarımda, aklımda kaldığı kadarıyla şairin toplum içine de pek çıkmadığı söylenirdi. Bunun nedeninin de geçirdiği bir hastalık (Halep çıbanı) sonucu, yüzünde bu hastalığın kalıcı izler bırakması olarak anlatılırdı.
Varlık Dergisi ölümünün üzerinden çok zaman geçmeden, 15 Temmuz 1933 tarihli ilk sayısında Bağdat (1887) doğumlu Haşim’e yer vermiş. Yer veren Varlık’ta, Ahmet Haşim’i anlatan kim mi? Dönemin yazarlarından, şairin arkadaşı Abdülhak Şinasi…
Bakın Abdülhak Şinasi (Hisar), hastalığında Kadıköy-Bahariye Caddesi'ndeki evinde
ziyaret ettiği usta şair ve yazarı nasıl anlatmış:
“O’nu son görüşümde, büyük bir yorgunluk içinde yattığı
yatağında âsabını dinlendiriyordu. Benzine bakılsa bir ölü gibi, fakat
gözlerine ve sözlerine bakılsa halinin ümitsizliğini bilmiyor gibiydi. O gün
birer itiraf tarzında söylediği bazı içli ve gözyaşılı sözlerini hatırlıyorum.
Fakat benim asıl rikkatime dokunan şey şu hali oldu:
Kendisi hakkında bilmem hangi bir ecnebi gazetesinde yazılmış bir makaleyi
arattırdı ve aradı. Bir kıymet atfettiği bu vesika kendisinde kalırsa artık
emniyet altında olamazmış gibi bana: ‘Bulup size vereyim de sizde kalsın”
demişti, ve bulamayınca çok üzüldü. Acaba o zaman da akibetini biliyor muydu?
Müstakbel hayatı için deminki hülyaları ve kurduğu bütün plânlar zihninde ne
çabuk bozulmuştu.”
RUŞEN EŞREF DE ZİYARETTE
Abdülhak Şinasi, bir müddet sonra Ruşen Eşref’in de Ahmet Haşim’in yanına geldiğini belirterek, yazısına şöyle devam ediyor:
“Ahmet Haşim bizden birer resim istiyor, ve mukabilinde
bize birer resim vermek istiyordu. Bütün bunlar bana son ve ne elim bir
hazırlanışın küçük teferruatı gibi görünmüştü.
Sonuncu kalacağını daha bilmediğim bu defaki ziyaretime
giderken ona neler söyliyebilmek istiyordum. Ruhumuzun ince ince hazırladığı
öyle müphem ve mühim sözler ki bunları ekseriya sevdiklerimize hayalen uzun
uzun söyleriz de sonra onları görünce hayatın küçük ve maddeleşmiş itiyatları
arasında kalarak bir türlü söyliyemez ve bunların yerine ancak en basit havai,
sathi ve lüzumsuz şeyleri söyleriz. İşte ona kafamda hazırlanmış böyle
cümlelerle gidiyordum.”
Abdülhak Şinasi, yazısında tekrar başa dönerek, Ahmet
Haşim’in kapısını nasıl çaldıklarını, içeriye nasıl girdiklerini anlatıyor:
“Kapıyı yavaşça çaldım. Bir ağır hasta evindeki
sessizlik.. Biri hizmetçi iki kadın.. Bir karyola değil bir kerevet üstüne
yapılmış gibi bir yatak. Yanında üstü çiçeklerle, kâğıtlar ve kitaplarla dolu
bir küçük masa. İki koltuk, birkaç sandalya. Üstündeki saksıda bir çiçek buketi
duran bir soba ve üstünde aynasiyle bir konsol. Gayet mahalli eşyasile küçük,
pek mütevazı, temiz bir oda. Pencereleri mahalle arasına bakarak metrûk bir
bahçeye, manasız bir iki duvara, avare birkaç eve açılıyor.
Yatakta devetüyü renginde bir battaniye içine, bir kefene
sarılmış gibi sarılı Ahmet Haşim’in incelmiş, ölen vücudü fakat harikulâde
parlayan ve yaşayan açık gözleri. Bu gözler sanki küçülmüş, renksiz ve kansız
kalmış yüzünü yemiş gibiydi..
Benzi bir ölü benziydi, o kadar uçuk. Ve ağzı bir ölü
ağzıydı. İçi siyahlaşmış gibi. Ve dudakları sönmüş küllerin rengindeydi. Geçen
defadan beri hastalık onu ölüme doğru sürüklemiş ve şimdi yaklaştırmıştı. Ahmet
Haşim şimdiden ölmüş gibi öleceğini biliyor ve ölen insanın yalnızlığını
duyuyordu.”
ODADAKİ MANZARA…
Şinasi, odada gördüğü manzaranın “Bir fakrü harabi perişanlığı” olmadığını, burada için için ağlayan başka bir devasızlık, başka bir çaresizlik hissettiğine vurgu yaparak, şöyle devam ediyor:
“Gördüm ki onu hayata bağlayacak rabıtaları sözlerimle
tesis edemiyecektim. Ona istediğim sözlerin hiç birisini söyleyemedim.
Ahmet Haşim geçen defa arkadaşlarının kendisine gösterdikleri
muameleden memnun ve adeta mahcuptu. Onlarla ve hayatla barışmak arzusunda
tıpkı ölüm döşeğindeki Tevfik Fikret gibi şefkat ihtiyaciyle mütehassıstı.
Fakat mazide arkadaşlarını birer birer kırmış ve kendisinden uzaklaştırmış olan
şair ‘Başım” manzumesinde şikâyet ettiği başıyla, hakikaten muztarip, hasta,
titiz ve öfkeli ruhiyle belki bu nüvazişin umduğu kadar temadi etmediğini,
hatta hastalığından daha az sürdüğünü görerek, belki yalınızlığının ihtiyaciyle
bu dostlukların daha faal olmasını istiyerek, sebebini iyi bilmiyorum, şimdi
duyduğu yalnızlığı pek acı buluyordu..”
DOSTLARI ŞİKÂYET..
Abdülhak Şinasi, yazısında sık sık başa dönüyor ve odadan içeri girdiğinde Ahmet Haşim’i somurtmuş, yüzünü duvara çevirmiş, dalgın bir vaziyette bulduğunu ifade ederek, şunları söylüyor:
“Geldiğimi duyunca silkinip dönerek ve bana büyük bir
nüvazişle hitap ederek birçok dostlarının kendisini artık unutmuş ve bırakmış
olduklarından acı acı şikâyet etti.
Müşterek dostlarımızı birer birer çekiştiriyordu. Hatta
söz arasında bunlardan hasta olan birini görmeğe gideceğimi duyunca ‘Sakın
benden de bir haber götürmüş olmayın’ dedi.
Ahmet Haşim bu küçük ve münzevi odasında ölüyor ve
öldüğünü duyuyordu. Ve hiçbir şey bu kadar hazin, mahzun ve müessir olamazdı.
Kendini hastalığa mahkûm eden taliinden şikâyet etti. Ve : -kelimelerini
değiştirmiyorum- ‘Ben ki physlologique bir joie içinde yaşardım’ dedi.
O kadar yorgundu ki sözlerini tekzip ve tashih için cevap
vermek ve başka fikir ve hisler telkin için söylemek bile ona nafile bir
zahmet, bir eza ve bir eziyet çektirmek olacaktı. Ve hiçbir şey, hiçbir söz bu
söz üstadını teselli edemiyecekti. Onun da benim eski bir cümlemi kabul ve
tekrar ile ‘züğürt tesellisi’ diye yadetmiş olduğu bütün teselliler şimdi hep
nafile tekrar edilecek beyhude sözlerdi.
Ölüm karşısında her şey hiçliğini o kadar vazih ifade ve
itiraf ediyor ki ademe inanan ve tesellilerin hiçliğini bilen bir insana
söylenecek söz kalmıyor.”
“AHMET HAŞİM YALNIZ ÖLÜYORDU”
Abdülhak Şinasi, dostu Ahmet Haşim’in ölüme adım adım gidişini büyük bir üzüntüyle müşahede ettiğini belirterek, şöyle devam ediyor:
“Âsabımda bir heyecan halinde değil fakat zihnimde kat’i
bir yeis halinde duyduğum en tahammül edilemez acılardan birini duyuyordum;
karşımda dostum ve şairim Ahmet Haşim ölüm döşeğine uzanmış ve ademe döneceğini
bile bile ölüyordu. Ve buna karşı yapılacak hiçbir şey yoktu. Burası yüz
binlerce Türk evlerinin rastgele mütevazi bir odasıydı. Ahmet Haşim, burada
yalnız ölüyordu. Fakat yalnız olmasa da ölecekti. Fakat ne kadar zengin,
muteber, meşhur ve mes’ut olsa yine ölecekti. Beşeri çaresizlik ve trajedi
buradaydı. Gözlerinden hâlâ taşan bu zekâ bile onu koruyup kurtarmayacak, bir
takım maddi kuvvetlerin intizamından doğan, parlayan ve kendi akibetini bilen
bu zekâ meş’alesi ademin içinde sönecek, bir takım maddi kuvvetlerin
tesanüdünden doğan ve yaşayan bu ruh uçacak ve demin içinde dağılacaktı. Ve
bunu görmenin teessürüyle ben de onun gibi eziliyordum.
Ne hazindir ki bir müddet evvel ölmüş olan Kontes de
Noailles’den bahsile o gün ölümden bahsetmiş olduk. ‘L’ Honneur de Souffrir’
şiir şiir mecmuasındaki bütün şiirlerini ölüme tahsis etmiş ve ölümden
harikulâde bir hassasiyetle bahsederek onu hiçbir şairin göstermemiş olduğu
kadar muannit bir ısrar ile tahlil etmiş olan bu büyük şair Ahmet Haşim, benim
kadar beğenmiyor, sevmiyor ve Bizansvari, ‘psal-modiante’ bulduğunu söylüyordu.
Ve ben cevap vermekten çekiniyordum. Onu yormaktan ve hele yanında ölümden bahsetmekten
korkarak…
Kendisine bir hafta, on gün sonra geleceğimi söyliyerek
fakat içimden bu gözleri, bu ruhu tesellisiz ve ebediyen terk ettiğimi bir eza
hissiyle duyduğumu kendime itiraf etmekten çekinerek ve gizlemek isteyerek,
gelsem de onu bulacağımdan hiç emin olmayan bir hisle vedalaşıp ayrıldım.”
Abdülhak Şinasi, Kadıköy vapuruyla evine dönerken,
güvertede Ahmet Haşim aklına gelir. Haşim’in Kadıköy’de sadece, iptidai bir
muhite mecburiyetini düşünür. Akşam vakti olsa gerek ki Ahmet Haşim’in şu
dizeleri aklına gelir:
Akşam, yine akşam, yine akşam…
Bir sırma kemerdir suya baksam!
Şairin “Merdiven” şiiri:
Ağır ağır
çıkacaksın bu merdivenlerden,
Eteklerinde
güneş rengi bir yığın yaprak,
Ve bir
zaman bakacaksın semâya ağlayarak…
Kızıl
havâları seyret ki akşam olmakta…
Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller;
Durur
alev gibi dallarda kanlı bülbüller,
Sular mı
yandı? Neden tunca benziyor mermer?
Bu lisân-ı hafidir ki ruha dolmakta,
Kızıl
havâları seyret ki akşam olmakta…
Not: Abdülhak Şinasi’nin kaleme aldığı yazının orijinal halini bozmamaya çalıştım.
Ahmet Hilmi Yücebaş
Yeni İstanbul Gazetesi’nden gazeteci-yazar Ahmet Hilmi
Yücebaş, 1967 yılının 4 Haziran’ında “Pazar Yankısı” adlı köşesinde “Şair Hâşim’den Anılar ve Nükteler”
başlığıyla bir yazı kale almış. Yücebaş, “Garp sembolizmini Şarkın mistik ruhu
ile kaynaştırarak edebiyatımıza oya gibi şaheserler hediye eden” şair Ahmet Hâşim’in,
1933 yılında öldüğünü anımsatarak, şunları söylüyor:
“1907’de Galatasaray’dan mezun olan Hâşim, orada Ahmet
Hikmet Müftüoğlu gibi edebiyat hocası ve Hamdullah Suphi, Abdülhak Şinasi, İzzet
Melih ve Emin Bülend gibi edebiyata meftun ve sonradan edebiyat âlemimizde
şöhret yapacak bir arkadaş muhiti buldu. 1909’da 1. Dünya Harbine yedek subay
olarak katılan Haşim, muhtelif memuriyetlerde bulunmuş, Güzel Sanatlar
Akademisi’nin estetik ve mitoloji hocası olarak çalışmıştır. Birçok dergi ve
gazetelerde değerli yazıları ve şiirleri yayınlanan Haşim’in başlıca eserleri;
Göl Saatleri, Piyale, Gurebâhane-i Lâklâkan, Bize Göre, Frankfurt
Seyahatnamesi’dir.
Ahmet Hâşim’e dair bazı anıları ve nükteleri naklederek,
ölümünün 34. yıldönümünde aziz şairin hatırasını yâd ediyoruz.”
KİTAPÇI’NIN İNSAFI
Ahmet Hâşim, eserini yayınlayacak kitapçılardan mühimce bir para istemişti. Kitapçı vermeyecekti, şair ısrar edince, kitapçı ilk defa mahcup oldu. Fakat intikamını almak için hileye müracaat etti:
- Benim
gözlerimden biri camlıdır İsviçre’de yaptırdım. Hangi gözümün cam olduğunu fark
edebilirseniz istediğiniz parayı hemen veririm.
Başkaları da vardı. Şair Hâşim kitapçıyı dikkatle süzdü:
- Sağ
gözünüz cam!.. dedi.
Adam merakla sordu:
- Ne
bildiniz?
- İlk
defa olarak o gözünüzde bir insaf parıltısı gördüm!..
Kitapçı paraları verdi.
HÂŞİM VE NÂZIM HİKMET
Ahmet Hâşim, Nâzım Hikmet’e düşmandı. Eski İstiklâl mahkemesi azalarının da bulunduğu bir mecliste, sesini dehşetle ürperterek yumruğunu masaya vurdu:
-
Neden
bu alçağı asmıyorsunuz, neden?
-
Hâşim’i
kızdırmayı seven bir dostu sordu:
-
Neden
asalım?
-
Komünist!..
Dostu gülümseyerek omuz silkti:
-
Hâşim
bu memlekette mürteci var mı?
-
Var..
-
Saltanatçı?
-
Var..
-
Halifeci?
-
O
da var..
-
Eh,
ne olur, bir de komünist bulunsun!..
Hâşim, zehir gibi bir kahkaha attı:
-
Beyefendi,
beyefendi… Sizin başınızda bir bit bulunsa, saçlarınızı şefkatle okşayarak:
‘Eh, ne olur, bir tanecik de bitimiz bulunsun! mu dersiniz?..
-
Peyâmi
bilgili ve sanatkâr adam!.. Peyâmi’de her şeyden fazla hayran olduğum taraf,
terbiyesi ve centilmenliği.. Bir İngiliz centilmeninden hiç aşağı değil,
bilâkis daha üstün..
Aynı odada bulunan Selâmi İzzet, bu
methiye karşısında dayanamayarak Haşim’e döndü ve:
-
Sen
böyle konuşuyorsun ama, dedi. Peyâmi senin hakkında hiç de böyle konuşmuyor.
Senin aleyhinde ağzına geleni söylüyor.
Ahmet Hâşim bir an durdu ve öfkeli bir sesle cevap verdi:
-
Yahu.
Peyâmi’yi methediyorum diye size kim söyledi?..
Şair Hâşim, kızınca gayet kaba
kelimeler kullanır, çok şiddetle hücum eder, son derece dedikoduya düşkün bir
sanatkârdı. Bir gün, zamanının şair geçinen ve tabii hiç sevmediği birisi
hakkında şunları söylemişti:
-
Şu
adama da şair diyorlar. Monşer bu. O kadar ahmak bir heriftir ki, İstiklâl
Harbi sıralarında, Yunanlılar bulundukları kasabada, bunu yakaladıkları zaman,
bir şey zannedip bir armut ağacına asarak idam etmek istemişlerdi. Armudun dalı
kırıldıydı. Düşen monşer, herifi armut bile meyva sıfatiyle kabul etmiyor!..
Ahmet Hâşim, bir gün Abdullah Efendi lokantasına girerken şair Salih Zeki’ye rastladı.. İkramı pek seven, fakat para harcamayı hiç sevmeyen Hâşim, yarım ağız bir nezaketle:
-
Buyurmaz
mısınız? Dedi.
Şair Salih Zeki, bu daveti pişkin
bir samimiyetle kabul etti ve içeriye girdiler. Hâşim, canı sıkılarak listeye
baktı ve iki kişinin masrafını bire indirmek endişesiyle en ucuz yemeği seçti.
-Bir çorba!
Salih Zeki listeye baktı ve
garsona emretti:
-Bir istakoz!
Sonra tekrar listeye bakan Haşim:
-Bir ıspanak! dedi.
Salih Zeki de tekrar emretti:
-Bir hindi
dolması!
Hâşim hazin bir sesle mırıldandı:
-Bir
şekerli kahve!
Şair Salih Zeki aynı eda ile devam etti:
-Bir kaymaklı baklava!
Bu son cümle, artık Hâşim’i çileden çıkarmıştı. Deli
gözlerle Salih Zeki’ye bakarak:
-Beyefendi!
dedi. Şunları biraz kendi paranızla yiyecekmişsiniz gibi ısmarlasanız!..
USKUMRU DOLMASI
-Bu dolmaya bir tel dolap değil,
bir kuyumcu cemekânı lâyık. Onu, fıstık üzümle dolu bir balık gibi değil,
yakutlar, incilerle işlenmiş bir mücevher gibi teşhir etmeli..
Müstakbel damadının bu iltifatından pek
bahtiyar olan kayınvalide, sofradan artan bir dolmayı gazete kâğıdına sarıp
Hâşim’in paltosunun cebine koymuştu. Gece evine dönerken ellerini cebine sokan
Hâşim, orada ince uzun bir paket bulunca şaşırdı. Hemen, o meşhur telaşıyla
soğuk Şubat mehtabının ışığında paketi açtı ve bir uskumru dolmasıyla
karşılaşınca, bütün sanatkâr hırçınlığı ile geri döndü.
Biraz sonra
damat beyin kapıda bıraktığı paketi, hizmetçi kız yukarıya çıkarmıştı. Büyük
hanım, baldız, kayınpeder merakla açtıkları paketin karşısında şaşırıp
kaldılar:
Hâşim, parmağındaki nişan yüzüğünü
uskumru dolmasının boynuna takıp iade etmişti.
(Süleyman Boyoğlu)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder